-
May 25 2012 “MİLYARDA BİR RİSK OLSA ÇOCUĞUMU YOLLAMAM”!
Kızılay’dan aldığı kandan HIV virüsü bulaşan Y.O. ile ilgili bir TV programında bu konuda uzman bir bilim adamı, Y.O.’nun anne ve babası ile Y.O.’nun gitmekte olduğu okuldan çocuklarını alan iki anne veli görüşlerini dile getirdiler. Görüşlerin özetleri şunlardı:
– Bilim adamı: Sınıftaki diğer çocuklara bulaşma riski “asla” yoktur.
– Y.O.’nun anne ve babası: Çocuğumuzun okuma hakkı elinden alınmamalıdır.
– Y.O.’nun sınıfındaki iki arkadaşının anneleri: Çocuklarımızı milyarda bir bile risk olsa okula yollamayız.
Bu “net” görüşler hakkında şunlar söylenebilir:
(1) Bilim için yapılan çeşitli tanımların ortak yanı denilebilecek nokta, asla, mutlaka, kesinlikle ve bu gibi kesinlik ifade eden yargılara yer olmadığıdır. Aynı sınıfta okuyan iki çocuğun kanlarının birbirine bulaşması riskinin sıfır olduğu söylenemez.
Sınıfta oturmakta olan çocuğun başına ömrünü doldurmuş bir uydu parçasının düşme olasılığı dahi “asla” değildir.
Olsa olsa, eğer varsa sayısal bir ölçüm sonucunu belirterek (binde 3, on binde 8 gibi) ya da bu bilinmiyor ama mertebesi hakkında bir ipucu var ise “az”, “çok az” gibi bir öznel tanımlamayla belirtim yapmaktır.
Konusunun uzmanı olduğu belli olan bir bilim adamının “asla” demesi ve bilimi-hangi niyetle olursa olsun- başkalarında yanıltıcı kanılar uyandıracak şekilde kullanması yanlıştır.
(2) Esas dikkat çeken ifade, çocukları Y.O. ile aynı sınıfta okuyan annelerin -kesin, kendilerinden emin, bilmiş tavırlarıyla destekli- “milyarda bir risk olsa bile..” deyimleridir.
Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, doğal olarak çocuklarını koruma kaygısı içindeki anneler, “risk” ve “olasılık” kavramları hakkında bilgi sahibi değillerdir. Bu anlaşılabilir.
Ama daha önemlisi, matematik terminoloji ile olmasa da, yaşam denilen sürecin, “riskler denizi içinde varlığını sürdürmeye çabalamak” demek olduğunu ve de aile, okul ve toplum üçlüsünün vermesi beklenen eğitimin, “çocuk ve gençlerin, bu çabanın araçları ile tanıştırılmak ve alışkanlık kazandırmak” demek olduğunu anlamamış olmaları, o kendilerinden emin ifadelerinden anlaşıldığına göre de bunu anlamaya pek istekli olmadıklarıdır.
Daha da ötesi, çoğu anne ve babanın -iyi niyetlerle olduğundan kuşku bulunmayan- koruma eğilimlerinin, çocukların bu tanışma ve alışma imkanlarını ellerinden aldıkları, yaşamın riskler denizine birdenbire atılmalarına ya da aksine koca koca insanların her şey için abi, baba, dayı, bacı ya da kurtarıcı aramalarına yol açtığıdır.
(3) “Riskler ortamı içinde varlığını sürdürme” süreci boyunca kullanılacak bir kavram, katlanılabilir risk kavramıdır. Denilebilir ki, tüm insanların tüm çabaları yüksek gördükleri riskleri katlanılabilir düzeylere indirmek, hatta mümkünse bu riskleri birer fırsata çevirebilmektir.
Evindeki eşyaları devrilmeye karşı sabitleyen kişi deprem riskini ortadan kaldırmaya değil, karşılaşma olasılığı bulunan yüksek riski katlanabileceği bir düzeye indirmeye çalışmaktadır.
(4) İlkokula giden bir çocuğu çevreleyen ve çoğu AIDS bulaşma olasılığına göre çok daha yüksek olan risklerden kimileri şunlardır:
– Okul helasından, kantininde ya da okul önünde açık satılan yiyeceklerden Hepatit kapmak,
– Okul kantinindeki sağlıksız yiyecekler nedeniyle obezite hastalığına yakalanmak,
– Okul servis aracı ile gidip gelirken kazaya uğramak,
– Okul saatleri dışında trafik kazasına uğramak,
– Uyuşturucu satıcılarının bir pazarlama yöntemi olarak kullandıkları, okul önlerinde satılan yiyeceklere uyuşturucu karıştırılması yoluyla uyuşturucu bağımlısı olmak,
– İnternet yoluyla olumsuz cinsel alışkanlıklar edinmek,
– Ezber yoluyla yaratıcılığının öldürülmesi,
– Tanrı’nın kendisine verdiği en etkili yaşam sürdürme aracı olan “öğrenme” yeteneğini, “öğretme illeti” nedeniyle okulda kaybetmek; daima başkalarının öğretmesini bekler hale -bir çeşit engellilik durumu- gelmek,
– Sınavlarda uygulanması adet olan gözetim yoluyla “potansiyel suçlu” olduğuna inandırılması ve böylece herkesi potansiyel suçlu olarak görme alışkanlığı edinmek,
– Annesi ve babası başta olmak üzere tüm yakın çevresindekilerin ortak çabaları sonucu, kendine yeter hale gelememek, her şeyden korkar hale gelmek, ancak başkalarının desteğiyle yaşamını sürdürebilecek şekilde “kalıcı sakatlık” sahibi olmak vd.
Bütün bunlar için kullanılabilecek karşı önlem anahtarı, bu risklerle karşılaştırmamak değil, tam aksine kontrollü olarak karşılaştırmak ve başa çıkma yöntemleri konusunda yaşına uygun yollarla “katlanılabilir risk” düzeylerine indirmeye çalışmaktır.
Çocukları, HIV ya da bir başka fiziksel ya da zihinsel soruna sahip yaşıtları ile aynı ortamda bulundurmak ve bu durumların gerektireceği “riskleri katlanılabilir düzeylere indirme araçları”nın neler olduğunu araştırıp uygulamaktan daha iyi bir eğitim olamaz. Hatta bütün diğer dersler bırakılıp yalnız bunlar öğrenilse daha da iyi olur (hiç olmazsa ezber ve gözetimli sınavlar yapılmamış olur).
Bunun sorumluluğunu -ya da gerektirdiği sabır ve çabayı- üstlenmeyip, risk ortamlarından uzak tutmak ise kısa süre için riskleri azaltır gibi görünmesine rağmen orta ve uzun vadede mutlak bir risk ortamının içine atmak demektir.
Kendi başına bir başka ülkeye seyahat etmeyi ve bunu ucuz yollarla gerçekleştirmeyi hayal eden bir gencin, karşılaşabileceği çeşitli risk ortamları ile baş etmeyi öğrenmesinden daha iyi bir okul olabilir mi? Böyle bir okula çocuğunu yollamayı kabul edebilecek kaç anne ve baba vardır?
Ama her gün öykündüğümüz çağdaş ülke insanları ancak böyle yetişebilmektedir. Kendi başlarına seyahat eden, dağlara çıkan, yaşamın çeşitli yüzlerine ellerini sürebilen, bazen ayağı sürçüp eli yanan ama ayakta kalmayı başarabilen insanlardan oluşan bir toplum, milyarda bir risklerden uzak kalmayı yeğleyen bilmiş tavırlı insanlarla gerçekleştirilemez.
28 Eylül 2003
-
May 25 2012 TARIM MI SANAYİ Mİ?
Çocukken sorulan “anneni mi yoksa babanı mı çok seviyorsun?” sorusunun, çocuğun yeni gelişmeye başlayan aklına ne kalın bir pranga vurduğunu yıllar sonra idrak ettim.
Çok boyutlu olaylar dünyasını tek boyuta indirgeyen bu ilk yapı taşı yıllar geçtikçe çoğalıp, “sağcı mısın solcu mu?”, “terörün sebebi nedir?”, “benden yana mısın karşı mısın?” ve daha yüzlerce öldürücü yanlışa götürüyor. Bu zincirden kurtulup, olayların tek nedenli olmadığını, sağcılığın da solculuğun da insanları esir etmenin iblisçe bir yolu olduğunu idrak etmek ise her zaman mümkün olmayabilir.
İşte bu düşünsel esaretin bir örneği de “tarım mı sanayi mi?” sorusudur. Aslında bu bir soru değil bir yargıdır. Yani ancak ya tarım ya da sanayi olabilir demektir.
Nasıl ki “kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun doğru cevabı, “hayır, ikisi de değil” ise, tarım-sanayi seçmecesinin cevabı da “her ikisi de” dir. Doğru soru, “tarım mı sanayi mi?” değil, “nasıl tarım?” veya “nasıl sanayi?” dir.
Ülkelerin arasında yüksek gümrük duvarları varken tarım ya da sanayide ileri ülke tanımı, o sektördeki ürünleri çok üretmekle ölçülüyordu. Bugün bu duvarlar alçalmış (yer yer kalkmış) ve artık çok üretmek anlamını kaybederek yerini o sektördeki rekabet gücüne bırakmıştır. Bugün Dünya’nın en ileri tarım ülkesi, aynı zamanda en ileri sanayi ülkesidir.
Bunun nedeni, artık tarımın köylü, sanayinin de kentli yurttaşların uğraşı alanı olmaktan çıkıp her ikisinin de teknoloji esaslı hale gelmiş olmasıdır. Senenin 3-4 ayı, yüzyıl önceki usullerle tarlada çalışıp geri kalan zaman da politikacıları yarıştırıp, Dünya fiyatlarının 2 katı taban fiyat sağlamaya çalışan kesimin yaptığı işin adı tarım değil tarım gibi bir şey dir.
Aynen, bir yabancı firmayla lisans anlaşması yapıp rekabet gücünü lisansörünün kontroluna bırakan ve en yüksek gümrük duvarı sözü veren partiye oy veren kesimin yaptığı işin adının sanayi olmayıp sanayi gibi bir şey olduğu gibi!
Artık ister sanayi ister tarım isterse bambaşka bir alan olsun, ortak bileşen rekabet gücü, onun da ana girdisi teknoloji üretimi dir. Teknoloji üretimi ise önce o alandaki mevcut bilgilere erişmekle başlayıp, o bilgileri ve kişisel bilgi-beceri-yaratıcılığı kullanıp daha ucuz ve/ya daha kaliteli ürünler üretebilme sürecidir
Bu sürecin bir çok şeyle ilgisi yoktur. Ama en çok ilgisi olmayan şey ise, kendisine rekabet gücü sağlayan teknolojileri üretmiş olanlardan, onların eski teknolojilerini satın almaktır. Denilebilir ki yüksek rekabet gücü edinmenin bir şartı da, teknolojiyi satın alınabilir bir nesne sanan insanların yaşadığı ülkelerin mevcut olmasıdır.
Pekiyi, bugün bulunduğumuz ve ne tarım ne de sanayi ile ilgisi olmayan noktadan, bu yeni anlayışın belirlediği noktaya geçilebilir mi, geçilebilirse nasıl?
Aynen diğer sorunlarda olduğu gibi bu sorun da tek boyutlu değildir. Yani ortada, bir düğmeyi öbür tarafa çevirerek değiştirilebilecek bir tablo yoktur.
Buna rağmen, öbür tarafa çevrilmesi gereken bir ilk düğme vardır. O da, tarım ve de sanayi kesimine, yaptıkları işin tarım ve sanayi olmadığını, bunun bundan böyle desteklenmeyeceğini, buna izin vermenin, hükümetlerin değil rakiplerin elinde olduğunu, onların da bu izni verecek kadar avanak olmadıklarını cesaretle söyleyebilmektir.
Çevrilecek ikinci düğme ise, geleneksel siyaset anlayışımızın, geleneksel tarım ve geleneksel sanayimizden daha farklısını yaratamayacağını aynaya bakarak söyleyebilmektir. Gerisi nisbeten kolaydır.
-
May 25 2012 YABANCI DİL KARGAŞASI
Okullarımızda Türkçe dışında ikinci – bazen iki ve üçüncü- dil öğretimi konusundaki yaklaşık 100 yıllık serüven -ki gerçekten de bir maceradır- sonunda geldiğimiz nokta -büyük resim açısından- kocaman bir “hiç”tir. Özel yetenek ve/ya çabasıyla bu resim dışına çıkabilenler bu acı gerçeği değiştirmez. Bozuk telâffuzla da olsa Türkçe’yi kısa sürede ve yüksek içerik değerinde öğrenebilmiş yabancılar ile, uzun yıllar boyunca ünlü okullarda yabancı dil öğretilen insanlarımızın düşük içerikli Türkçe ve yabancı dil becerilerini karşılaştırınca bu yargının hiç de haksız olmadığı görülecektir.
En yaşamsal ulusal çıkar müzakerelerinde hiç olmazsa bir nebze daha hakim olduğu düşünülebilecek Türkçe yerine, pratik İngilizcesini kullanmaya çabalayan, bunu da, “anlamazsan çok anlamış tavrı takın” ilkesiyle aşmaya çalışan insanlarımız bir genel hastalığın belirtisidir.
İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, “her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap” reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.
Hastalığın neden(ler)i içinde Türk ırkına özgü bir yeteneksizliğin olması çok küçük bir olasılıktır. Benzer genleri taşıyanlar içinde az da olsa bu karakteristiklere uymayanlar olduğuna göre bu bir ırk özelliği olamaz.
Sorunun kök nedenlerinden birisi -belki de başlıcası- insanımızın -çoğunun- Türkçe’yi bilmemesi, ama reçete uyarınca “biliyor gibi yapması ve de sanması”dır.
Bu yargının kanıtı Tofita reklamındaki iğrenç Türkçe, BBG sakinlerinin düzeysiz dilleri ya da bilmem hangi VJ’ in -ayıp olmasın diye onlara böyle deniliyor- nece olduğu belli olmayan Türkçeleri değildir.
Onlara takılıp “değerlerimiz aşınıyor” ya da ” televole kültürü bizi yok edecek” teşhislerine kapılmak sorunu hiç ama hiç anlamamak demektir.
Televole, BBG vs. gibi öğeler, sorunun anlaşılmasını güçleştiren, perdeleyen, saptıran unsurlardır. Köken orada değildir. O tür rezillikler, dil öğesini yüzyıllardır bir “stratejik araç” olarak kullanagelen anglo-sakson toplumlarında dahi misliyle yaygındır.
Sorunu görmeye çalışalım
Bir yabancı şöyle diyor: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimiz ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir.»
Uluslararası alanda çıkarlarımızı savunurken, Türkçe dilini kullanıp, bu dile daha hakim profesyonellerden yardım almayı akıl edemeyenleri – ve bunu akıl ettiremeyenleri- gördükçe nasıl bir zafiyet içinde olduğumuz daha iyi anlaşılıyor.
Evet işin kökü Tofita-BBG alanında değildir. Sorun, en iyi okullarda -dahi- Türkçe dışında 2 yabancı dil öğretilen “elit” kesimin, ağzından çıkan sözcüklerin ne anlama geldiğini bil(e)memesi, kendisine ezberden belletilen kalıpları değiştire değiştire kullanarak konuşup yazmasındadır. Böylece dış görünüşü Türkçe’ye benzeyen, içeriği son derece düşük düzeyli ( bkz. Değerli İçerik, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=554 ) bir ifade biçimi doğmaktadır.
İşin ilginç yanı insanlarımız bu zafiyetlerinin farkındadır. Konuşmalar sırasında şu 2 kalıbı sık duyarız:
– “beni yanlış anladınız“
– “kendimi tam ifade edemiyorum“
Bu ” kendini ifade yetmezliği” Türkçe ve yabancı dillerde şu metotlarla giderilmeye çalışılır:
– Tavır taklidi: Yabancılara özgü tavırları taklit ederek “bende öyleyim” telafi çabası.
– Sürekli itiraz (futbolcularımız da hakeme sürekli itiraz ederek yetersizliklerini telafiye çalışıyorlar.)
– İkna edici ses tonu “taklidi”
– “Maymuncuk” ifadeler kullanmak: “ne gibi?”, “yani nasıl?”, “aa öyle mi?”, “çok ilginç”, “evet anladım” vb.
Lütfen çevrenizde şu 10 kelimelik -isterseniz artırın- küçük testi uygulayın ve her birisine niçin öyle denildiğini sorun: “efendi, tornavida, hipotenüs, tetanoz, ayna, ezber, mıknatıs, Manisa, repo, eğitim.”
Ağızdan çıkan bu -veya diğer- sözcüklerin ne gibi somut ve ortak karşılıkları olduğunu -ya da olmadığını- görünüz. Bu insanlar ikinci, üçüncü ya da onuncu dil öğrenseler ne ifade eder?
Peki yabancı dilin bu denli düşük düzeyli öğrenilmesi niçin bu denli önemseniyor / özendiriliyor?
Soru’nun yanıtı çok basit ve o düzeyde de aşağılayıcıdır. Özellikle Anglo-sakson dillerini konuşan toplumların zenginliklerinin kaynağı, sahip oldukları teknolojileri içeren ürünlerin sahip olmayanlara satılmasındır. Bunun için çatpat düzeyinde yazıp konuşan halk yığınları ile, biraz ileri çatpat düzeyli yazıp konuşan elite ihtiyaç vardır. Onlar teknoloji üret(e)meyecekleri için sadece kullanma kılavuzları, proforma faturalar vb. belgeleri anlayacak düzeyde yabancı dil bilmeleri yeterlidir.
Ayrıca Türkçe’yi doğru dürüst kullanamamaları gerekir. Çünkü onu becerirlerse yabancı dili de “anlayarak kullanmaya” kalkışabilirler.
Bu denli basit bir strateji halk arasında büyük bir -kabuk- yabancı dil tutkusuna yol açmıştır. Çünkü gerçekten de, çatpat bilenler, çatpat bilmeyenlere göre daha kolay iş bulmaktadırlar. Hattâ istihdam edecek olanların ihtiyaçları pek belli olmasa dahi.
Yabancı dil nasıl konumlanmalı?
Bir dil, ait olduğu kültürün üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır.
Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınması olmalıdır.
Yabancı dilin konumlanmasında ikinci bir nokta, Türkçe ile birlikteliğinin tanımlanmasıdır. Bugün birçok dilde bu birliktelik bir “füzyon” şeklinde gerçekleşmiştir. Singlish, Japlish, Russlish, Deutschlish, Swinglish vb. olarak adlandırılan diller Singapur’ca, Japonca, Rusça, Almanca ve İsveç’cenin İngilizce ile “füzyon”undan böylece doğmuştur.
Türkiye’de yabancı dille “öğretim” yapan kurumlarda oluşan Turklishde benzer bir hibrittir. Kanımızca bu bir zenginleşme değil bir fakirleşmedir. Bu olgu “teknolojiyi üreten adını da koyar” yazısız kuralının bir sonucu değildir. Dil milliyetçiliği ile ünlü Fransızlar dahi İngilizce (chip) sözcüğünü olduğu gibi alıp (Le chip) şeklinde kullanıyorlar. Benzer milliyetçiliğe sahip Almanlar software, computer, flip–flopve benzer terimleri aynen kullanıyorlar.
Füzyon yoluyla yozlaşma bunlardan tamamen farklıdır. “Beni andırestimeyt etme” gibisi bir söz ise bir teknoloji dolayısıyla dilimize girmemiş, dil öğrenmedeki başarısızlığımızı telafi(!) için uydurulmuş onlarca kalıptan sadece birisidir.
Buna göre, Türkçe’nin korunup geliştirilmesi, yüksek kültürel ve teknolojik terimlerin katılmasıyla zenginleştirilebilmesi için, neredeyse “ikinci dil” olarak tanımlanabilecek şekilde iyi öğrenilmiş yabancı dillere ihtiyaç vardır.
İngilizceyi iyi öğrenemeyip bunun acısını Türkçe’yi yozlaştırarak çıkaran insanlarımızın önüne iyi bir ikinci -mümkünse üçüncü- dil “öğrenme teknolojisi”nin konulabilmesi, hem Türkçe hem de yabancı dille “kendini ifade etme”de bir eşiğin aşılmasını sağlayacaktır.
Peki yabancı dilleri niçin öğrenemiyoruz?
Bu soru’nun yanıtı ile şu iki soru’nun yanıtı muhtemelen aynıdır.
(1) Eğitim sözünün bu denli sık kullanmasına, her sorununun getirilip getirilip eğitime bağlanmasına karşın, acaba eğitim işini niçin beceremiyoruz?
(2) Bilim, en vahşi kabile insanlarının bile sorunlarını çözmede yardımcı oluyorken, acaba niçin toplumumuzda sadece makale yazıp para kazanmaya, ya da ünvan şişirmeye yarıyor, niçin yüzlerce sorunumuzun çözüm yolunu bulmada kullanılmıyor?
Soruların olası yanıtı şudur: Eğitim ve de bilim, insanlarımızın somut ihtiyaçlarının giderilmesinde bir katkı yapabilecek içerikte anlaşılıp kullanılmıyor. Bu içerik zafiyetini giderebilecek olan “elit” (seçkin) kesimin büyük çoğunluğu da -maalesef- bu hastalıktan muzdariptir. Soru sormaya devam edilirse sıradaki şudur: Peki, eğitim ve bilim, toplum yaşamımızdaki çeşitli ölçekteki sorunların çözümüne niçin somut bir katkı sağlayamıyor?
Bunun olası yanıtı ise, geleneksel sorun çözme kültürümüzün yerleşik araçlarında, bu yerleşik araçlara olan bağımlılığımızda yatıyor olabilir. Yabancı dil eğitimindeki olağanüstü başarısızlığın nedeni buna göre bu “işe yaramazlık”ta yatıyor.
İngilizce öğretim yapan bir kolejin İngilizce öğretmenlerine sorulan “niçin İngilizce öğretiyorsunuz?” ve öğrencilere sorulan “niçin İngilizce öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, net ve somut yarar(lar)ın neler olabileceğinin hiç düşünülmediğini göstermektedir. (bkz. “Yabancı dil”, sh 303, Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası, 3.basım, PEGEM Yayınevi, Ankara veya www.tinaztitiz.com).
Epey ilerlemiş yaşına rağmen bir elinde -çok kullanılmaktan- parça parça olmuş bir sözlük, öbür elinde Türkçe gazete, yakın ve orta-yakın gözlüklerini ikide bir değiştirerek Türkçe gazete okuyan bir ABD büyükelçisi -kişisel gözlemimdir- somut sorunların çözümünde yabancı dilin nasıl kullanıldığına ibret verici bir örnektir.
Bir diğer ibret örneği de, eğitim fakültelerimizin ezberci geleneği altında yetişmiş öğretmenlerimizin, gencecik beyinlere “the” sözcüğünün okunuşunda dilin alt ve üst dişler arasına nasıl sokulacağını öğretmeye çalışması, bunun ne işe yarayacağını hiç düşünmemiş olmasıdır.
Peki sorun çözmeye yaramıyorsa bu denli yabancı dil merakı nedendir? Bu yalnızca eğitim sistemimizin değil, seçkinlerimizin, ailelerin, tüm toplum kurumlarının, bu soruyu sormayan herkesin ortak ayıbıdır.
Özelde yabancı dilin, genelde eğitimin ve bilimin birer sorun çözme aracı olamayışları, onların ancak süs, övünme aracı, yüzeysel farklılıklar yaratma gibi amaçlarla kullanımına yol açmıştır.
Kişiler -ve kurumların- sorunlarını çözmekte kullandıkları araçlar, dil, yabancı dil, eğitim ve bilim değil, onların bağımlılık yaratmış alternatifleridir.
Nedir bu bağımlılık yaratmış sorun çözme araçları?
– ” Bir tanıdığın -veya tanıdığın tanıdığının- tanışıklığını istismar etmek“,
– “doğrudan ve/ya dolaylı rüşvet vermek”,
– “yasal ve/ya ahlaki kuralların etrafından dolaşmak“,
– “istemeye istemeye sineye çekmek“,
– “kader olarak kabul etmek“,
– “bir başkasına ihale etmek“,
– “görmezden gelmek“,
– “sorundan uzak durmak“
ve bunların çeşitli ton ve bileşimleri, bilgi -ve onun araçları olan dil, yabancı dil, eğitim ve bilim- ile sorun çözmenin “daha ucuz” alternatifleridir.
Bir kural gibi genelleştirmek doğru mudur bilinmez ama, ” bir sorunun çeşitli çözüm yolları içinde en kolay olana yönelinir ve bu yol zamanla bağımlılık yaratır” gibi bir doğa yasası var gibi görünüyor.
Bu “kolay” ve “alışılmış” yollardan vazgeçilmedikçe, “zor ve alışılmamış” konumdaki araçlar devreye giremeyecek, suretâ kullanılıyor (gibi) yapılacaktır.
Alışkanlık yaratmış bu yolların her biri, değerler sistemimiz içinde dallanmış birer sosyal tümördür (bkz. www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=561). Bu tümörlerin yok edilmeleri ancak sistemli ve yaygın bir çabayla olabilir.
Bu yollar toplumun önce seçkin tavırlı kesimlerince, sonra da çoğunluğunca “ayıp” olarak kabul edildikçe onların yerlerini, bilgi, eğitim, bilim gibi yüksek değer alanları almaya başlayacaktır.
Kimilerince “toplum mühendisliği” sayılabilecek bu yaklaşım, “toplum değerlerinin tümörlerden arındırılması” olarak özetlenebilir ve kötü kullanımlara da pekalâ açıktır.
Birileri, kendi kafalarındaki dünyaları, yine aynı yaklaşımla -değerlerin tümör sayılanlarından arındırılması- gerçekleştirmeye çalışabilirler ve bu zaten insanlık tarihi boyunca hep olagelmiştir.
Ama görünen o ki başka bir çıkış yolu da yoktur. Hasta toplumlar (R.B. Edgerton, Sick Societies, 1992, The Free Press) ya yok olacaklar ya kendilerini iyileştirecek yolları kendileri bulacaklardır. Toplum müh. nin -haklı olarak- aşağılanan “dıştan müdahaleci” değerler sistemi yeniden yapılandırma girişimleri ile, hasta toplumlara özgü bir demokrasi yolunun arasındaki fark işte budur. Bu süreci kimin başlatacağı, kimlerin destek vereceği, bütünüyle toplumsal dinamiklerin çıktılarıdır. Ama neredeyse kesin olan, bu sürecin, sıradanlığın (bkz. Tragedy of Commons) eseri olamayacağıdır. Seçkin tavır sahibi ve aralarında dayanışma ağları kurabilen yurttaşlara sahip olup olamamak bir toplumun kaderini belirleyecek gibi görünüyor.
Eğitim açısından ne yapalım?
Ailesi içinde “merak” duygusu çeşitli -masum- yollarla köreltilip, okulun bilgi pompalayıcı eleyici mekaniğine terk edilen çocuklarımız için yapılabilecek şeyler ne yazık ki çok azdır.
En küçük yaşlardan itibaren belirli -ve kaldırabileceği- sorumluluklarla yüklenen ve sayılan “kolay” sorun çözme yolları kapatılan bir çocuk, doğanın kendine hediye ettiği merakı -eğer özel yollar ile öldürülmez ise- nedeniyle “bilgi yoluyla sorun çözmeyi”yi bir alışkanlık olarak edinecektir. Araştırmak ve öğrenmek, böyle bir çocuğun-hiç farkında bile olmayacağı- doğal özellikleri haline gelecektir.
Eğitim sürecinin aile ayağında yapılması gereken budur: Sorumluluk ver; ucuz yolları kapa; merakını öldürme!
Aile içinde bu şansı kaybetmiş olanlar, aynen bedensel veya zihinsel engelliler gibidir ve ancak özel ilgi ile bilgi yoluyla sorun çözmeye yöneltilebilirler. Bunu hedeflemiş bir okul sisteminin nasıl olması gerektiği ayrı bir konudur (bkz. Okulda Yeni Eğitim, Aralık 2000, Beyaz Yayınları, İstanbul).
Her iki grup açısından da yabancı dil eğitiminin çerçeve çizgileri şöyle çizilebilir:
– Okul yaşındaki çocuklar -özellikle de ana ve ilköğretim- yabancı dil yoluyla sorun çözme gibi bir hedefe sahip değillerdir. Zorlama (tehdit, ceza, ödül) ile ancak ezbere bellerler ve bu yolla ancak bir papağan kadar katma değer yaratabilirler.
– Bu yaşlardaki çocukların yabancı dil öğrenmeleri için, gerek aile, gerek okul ve gerekse kitle iletişim araçları yoluyla “ağzından / kaleminden çıkanın farkında olmaya yönlendirilmeleri gerekir. Ana dillerinde kullandıkları masa, sandalye, kardeş vb. sözcüklerin “ne demek” olduğu şu demektir: Bunların, duyu organlarımızın somut olarak algıladığı duyularla bağlantısının tam olarak farkına varmak.
Yabancı dil öğreniminin temeli, Türkçe’nin (ana dilinin) bu yüksek hakimiyet düzeyinde kullanılması; daha ileri sınıflarda (orta, lise) ise, Türkçe dili içinde mevcut diğer kökenli (Arapça, Farsça, Yunanca, Latince gibi) sözcüklerin Türkçe’de ne anlama geldiğinin farkına vardırılmasıdır.
Orta okuldan itibaren, termometrenin sıcaklık ölçer, kalorimetrenin ısı ölçer, kalorifer’in ısı yayan demir vbg. olduğunun farkında olan çocuklar ile, bunları birer “ses” olarak -aynen papağan gibi- tekrarlayan çocuk ve gençler arasındaki farkı düşünebiliyor musunuz?
TV haberlerinde ve hava raporlarında hava sıcaklıkları yerine ısrarla “ısı derecesi” diyen eğitimliler yerine ağzından çıkanı bilen insanlar böyle yetişebilir.
Akılda az şey tutup, ihtiyaç oldukça bu az şeyden türetmek, çocukların çok sevdiği -ve de en doğru- bilgi saklama yoludur.
Yabancı dil konusunda normal olarak henüz pek bir hedefi olmayan çocuklara yabancı dilin kalıpları, grameri, okunuş incelikleri gibi saçmalıkları öğretmeye çalışmak yerine, yabancı ve kimi Türkçe sözcüklerin yapılarındaki az sayıda ön ve ard ekleri vererek, bunlardan ne çok sözcük üretilebileceğini göstermek onlar için heyecan verici olmaktadır ( bkz. Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası sh. 322)
Okul kurumunun yabancı dil konusunda vermesi beklenen, anlamını tam bilmediği, ne işine yarayacağı konusunda net olmadığı “sesler çıkarmayı öğretmek” değildir. Bir ana okulundaki 3-5 yaşındaki çocukların 1’den 10’a kadar yabancı dilde saymaları ya da basit gündelik konuşmalara alıştırılmaları bir papağanın sayı saymasından farklı mıdır?
Hattâ, ana dili Türkçe olan bir çocuğun 1’den 10’a sayması ve bunlar üzerinde 4 işlem yapması “denklik” kavramı oluşmamış ise ne değer taşır. Bunları bir başka dilde yapması bir değer taşır mı?
Yabancı dil konusunda, kişi sayısı kadar özgün hedef olabilir. Bu denli farklı hedef, tek tip bir öğretiyi ezbere belleterek öğretilemeyeceğine göre, çocuk ve gençler açısından öncelikle yapılması gereken, bu farklı hedeflerin, üzerinde yapılanabileceği bir temel inşa etmeye çalışmaktır.
Bu temel, yabancı dil kitaplarının (introduction) ciltleri içindekiler kesinlikle olamaz.
“Ben Aritmetiği niye öğreneyim?” sorusuyla “yabancı dili niye öğreneyim?” sorularının temelleri aynıdır. İkisinde de ilk göze çarpan -ama pek işe yaramayan- yanıtlar vardır.
” Gündelik yaşamında hesap gerektiren durumlarda kullanmak” ilk bakışta aritmetiğin varlık nedeni (bkz. Misyon, www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=131) gibidir. Ama bir işe yaramadığı da hemen görülebilir. Çünkü bu yanıtın ardından ” ee peki öyleyse ne yapalım?” gibisinden bir çıkmaz sokak gelir.
Halbuki şöyle bir temel neden daha anlamlıdır: Tüm yaşam, ihtiyaçlar ve imkânları denkleştirme çabasıdır. Aritmetik bu çabanın aletidir. Yabancı dil için de böyle bir temele ve bu temelin çocuk ve gençlerce benimsenmesine ihtiyaç vardır.
Yabancıdil neye yarar?
“Turistlerle konuşmak“, “roman okumak“, “iş ilanlarının talebini karşılamak“, “arkadaş edinmek” gibi hedefler bir dili lâyıkıyla -hem de zevkle- öğrenmeye yeterli itici gücü sağlayamaz. Bunlar “çatpat” düzeyli hedeflerdir.
Ana dilin gündelik yaşam için gereken basit kavramları ve o kavramlar için gereken birkaç yüz sözcüğü dışındakiler fazlaca işine yaramayan bir çocuk veya gence yabancı dil öğretilemez, öğretmek için çaba da harcanmamalıdır. O çaba, daha yüksek hedefleri olan ya da daha yüksek hedefleri sahiplenebilecek olanlardan çalınmış bir çaba olacaktır.
Ana dilini bir sorun çözme aracı olarak kullanma becerisi edinen bir kişi, öğreneceği yabancı dilin, ana dilinde bulunmayan daha yüksek değerli kavramları yoluyla yaşamını kolaylaştıracak, zenginleştirecektir. Ama bunun ön koşulu, ana dilindeki konuşma açısından, “ses çıkarma” düzeyinden “bir anlam ifade etme” düzeyine geçiştir.
Çocuk ve gençlerimiz ile erişkinlerimizin içinde bu geçişi yapabilmiş olanları bulup, yabancıdil öğretme çabalarımızı -ki artık o öğretme değil onların öğrenme çabalarına katkıdır- oralara yönlendirmeliyiz.
Okullarda yabancı dil öğreniminin hedefi, “dili çözülmüş papağanlar” yetiştirmek olmamalıdır. Dil çözülmesi ancak somut hedefler edindikten sonra olabilir. Öyle bir durumda ise istenilse dahi öğrenmesine engel olunamaz. Okulun yapması gereken bu sürecin kolaylaştırılması için hazırlıktır.
Sözcük kökenlerinin (etimoloji) heyecanlı serüveni, ön ve ard ekler ve kökler yoluyla sözcük türetme, Türkçe’de bulunmayan kavramların heyecanını tatmak, Türkçe’de kullanılan birkaç bin dolayında Latince kökenli sözcüğü fark etmek ve bu gibi unsurları içeren bir yaklaşım bu hazırlığı oluşturacaktır.
Bu tür yetişmiş çocuklar okulda İngilizce, Almanca ya da Fransızca konuşamayabilirler. Ama yaşamlarının bir noktasında gerek duyarlarsa -ihtiyaçları nedeniyle- İspanyolca ya da Çince öğrenebilirler. O halde önce biz kendimize şu soruyu -derin bir iç sessizlik hali içinde- soralım: “biz ne yapmak istiyoruz?”
-
May 25 2012 ÇUVAL = DAYAK YİYEN POLİS
“17 Temmuz 2003 günü, polisin dur ihtarına uymayan bir oto hırsızı-gaspçı, polisle girdiği çatışmada öldü.”
Olayın sonrası televizyonlarda ayrıntılarıları ile saniye saniye görüntülendi; ölen zanlının yakınları ve akrabaları, çelik yelekli polisleri milyonların gözü önünde evire çevire -tekme, tokat- dövdü, polis arabalarını da tahrip etti. Polisler yerlerde sürünerek kaçıp canlarını kurtarabildiler.
Daha sonra, habercilerin “mülâkat” yaptığı maktülün babası aynen şunları söylüyor: “…devlet bunların (polislerin) cezasını verirse ne alâ, ama vermezse biz veririz…”
Bu ve benzeri olaylar sık sık medyada yer alıyor. Yukarıdaki olayın bir istisna olmadığı da zaten bu tekrarlardan anlaşılıyor. Birkaç ay evvel, bir polisin gözü önünde, bir adam karısını sokak ortasında yere yatırmış hırsını almak üzere bıçaklıyor, polis de birkaç adım öteden -yani güvenlik mesafesinden- olayı seyrediyordu.
Çeşitli adliyelerde dava sonrası arbedelerde dayak yiyen polisler ise sıradandır.
Sivas’ta 37 kişinin yakıldığı olayda da, barikat kuran polislere sille-tokat girişen kalabalık hiçbir direnç gösteremeyen polisi yaklaşık 15 saniye içinde ekarte etmişti. Bu olaya ait video kayıtlarını izleyen birisi olarak bunu birinci elden gördüm.
Geçmişte ve bugün, yeri, zamanı ve senaryosu değişik olmakla birlikte tekrarlanan bu olayların ortak yanı tektir: toplumu, adi, ideolojik, etnik, dini ve benzeri kabadayılardan koruyacağı, yasaların yaptırım gücünü sağayacağı varsayılan ve buna göre silahla güçlendirilen, eğitildiği sanılan polis, sıradan sokak kabadayılarınca dövülebilmekte ve hem de hiçbir dövüş tekniği filan kullanılmadan sille-tokat dövülmektedirler.
Polisler bunu bilmekte ve olabildiğince bu tür olaylara karışmayıp efendi efendi seyretmeyi tercih etmektedirler. Eğer uygun bir yer ve zamanda birileri ellerine geçerse, kabadayıların kırdığı onurlarını telafinin (!) çarelerini arayabilmektedirler.
Geçtiğimiz günlerde Süleymaniye’de askerlerimizin başlarına çuval geçirilerek itilip kakılmaları, tüm toplumun en derindeki insanlık onurunun çiğnenmesine yol açtı. Çoğu kimse, böyle bir olayın nasıl olup da yutulduğuna, üstüne üstlük bir başarı haline getirildiğine pek akıl erdiremedi.
Polislerle ilgili olarak verdiğim birkaç örnek, bu “onur çiğnenmesi” olgusuna zaman içinde nasıl alıştığımızı gösteriyor.
Dünyanın medeni bilinen herhangi bir yerinde polisle tartışmak kimsenin aklına gelmez. Hele hele fiziksel olarak itişmek, polisi tartaklamaya kalkmak intihar ile eş anlamlı sayılır. Aslında, fiziki olarak karşı koyulanın polis değil, yasalar olduğu bilindiği için bu derece toleranssız davranılır ve en cahil insanlar dahi bunun farkındadır.
Sadece basit bir hız yapma nedeniyle durdurulan bir arabadaki sürücünün ellerini direksiyon simidinin dışında bir yerlere koymaya kalktığı anda nasıl bir muameleye maruz kaldığını herkes bilir.
Şimdi soru şudur. Tüm toplumsal sistemlerin kilit taşı, o sistemler içindeki kurallara uyulması ya da uyulmuyor ise “polis” denilen örgüt tarafından “uygun bir zor kullanılarak uygulatılması”dır. Bunu beceremeyen bir polis gücü neye yarar?
Evet soru budur. Her fırsatta maaşlarının düşüklüğünden yakınan -hattâ çevik kuvvetin yaptığı gibi koruyacağı insanlara silah gösteren- bir polis gücüne güvenerek hangi yargıç korkmadan hüküm verir, hangi belediye görevlisi mafyaya pabuç bırakmaz?
En ilkel kavimler bile medenileşme yoluna “kuralların yaptırımı” (law enforcement) ilk adımı ile girmişler, bunu akıl edebilmişlerdir.
Toplumumuz ise bunu henüz akıl edememiş, ama bunun yerine sürekli olarak kural üretmektedir. TBMM’nin çalışkanlığı -ne demek ise- çıkardığı yasa sayısının çokluğu ile ölçülür hale gelmiştir. Halbuki yaptırım organı korunmaya muhtaç ise, her çıkarılan yeni yasa, çeşitli kabadayı türlerine yeni imkanlar sunmaktan başka işe yarayamaz. İşte bu yüzden en çok okunan gazete resmi gazetedir ve en çok okuyanlar da çeşitli türlerin kabadayılarıdır. Çünkü neyi çiğneyip hortumlayacakları orada yazmaktadır ve buna ilk kademede engel olabilecek polis gücü “korkmakta” olduğu için yoktur.
Bu yazıya gelebilecek tepkileri tahmin edebiliyorum. Polisimizin fedakarlığı, ne güç koşullar altında görev yaptığı vs anlatılacaktır. Konu üzerinde edilen her gereksiz söz, işin özünü biraz daha gölgede bırakır. Ortada cevaplanacak tek soru vardır: toplumu fiziki kabadayılardan koruyacağı varsayılan polis, bu işlevini yapabilecek bilgi, beceri, cesarete sahip değildir. Sokaktaki rastgele bir serseri, kendi ufacık aklı ile ürettiği “doğru”su uyarınca, polisi en aşağılayıcı biçimde tokatlar, gerekirse başına çuval da geçirir. Şimdiye kadar geçirmedilerse bundan sonra onu da yaparlar.
Eğer bu olaydan ders alır, aksine bir övünme vesilesi yapmaz isek, polis örgütümüzün eğitimi adına yapılanların ve bu işlere harcanan bütçelerin hiçbir işe yaramadığını da görebiliriz. Eğitim daireleri adı altında hemen her kamu kuruluşunda bulunan birimlerin yazlık kamp işletmek ve toplu nasihat seansları düzenlemekten başka bir işe yaramadığını görmemiz çok hayırlı bir ilk adım olabilir.
Polisin yüzüne tokat atıp yere yuvarlayan, onunla da yetinmeyip, sürünerek kaçmaya çalışan polisi tekmeleyerek daha da aşağılayan gaspçının babası -ve diğer “baba”lar- aslında bizi uyandırma işlevi görmektedirler. Ama eğer biz uyanmak istiyorsak! Temmuz 22, 2003
-
May 25 2012 “İŞ”İNYENİ PARADİGMASI: BİR ÖRNEK
Bir kuruluşa zamanının tamamını satmak anlamına gelen “belirli bir ücret karşılığında o kuruluşun bordrosunda yer almak” paradigması yerini hızla bir yenisine bırakıyor. Bu yeni paradigma “katma değer satma”dır. Bir eğitim kurumundan mezun olan gençler artık, aşağıda mektubunu okuyacağınız Özge gibi yaratabileceği katma değeri pazarlıyorlar.
Birçok gencin israrla iş aramasına karşın bulamayışları kuşkusuz işsizlik denilen ve çeşitli nedenlerin bir bileşimi olan olgudan kaynaklanıyor ise de, önemli ölçüde bu paradigma değişiminden kaynaklanıyor.
Bu dönüşümün işveren ve işgören açısından anlamlı birer açıklaması var. İşverenler, bir kişinin zamanının tamamını satın alıp, kişinin o zaman içinde çeşitli katma değerler üretebilmesi için çabalıyor ve bunda ancak kısmen başarılı olabiliyor. Bu yeni paradigmada ise böyle bir sorun yok. İşgören, ürettiği -ya da üretmeyi taahhüt ettiği- katma değeri, sınırları çok belirli biçimde tanımlayıp ortaya koyuyor. İşveren bu katma değere ihtiyacı olduğunu düşünüyor ise fiyat konuşuluyor ve el sıkışılıyor.
İşgören açısından ise durum şöyle: bilgi ve becerilerini “götürü” biçimde satmak yerine, o bilgi ve becerileri kullanarak üretebileceği mal veya hizmet ürünlerini (katma değer) daha yüksek fiyatla satmak ve aynı zamanda kendi zamanının yönetimine sahip olmak.
Bu aynen, bir minerali -örneğin bor- ham olarak satmak yerine, ona katma değer ekleyerek satmanın daha yüksek getiri sağlamasına benziyor.
Ancak burada kritik bir nokta var: Bu mekanizmanın böyle işleyebilmesi için işgörenin bir katma değer üretebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olması ya da öğrenmeyi öğrenmiş ve dolayısıyla da ihtiyaç olan bilgi ve becerileri kısa bir süre içinde öğrenebilir durumda olması gerekiyor.
İşveren açısından da bir koşul var: Yüksek derecelerle diploma sahibi olmuş kişileri bordrosuna alıp ne yaptıracağını tam bilmeden onların katma değer üretmesini beklemek yerine, beklediği katma değerin sınırlarını tam çizebilmeleri gerekiyor.
Aşağıya, böyle bu anlayışla yazılmış bir mektubu aynen alıyorum:
«Merhaba, ben Özge Yalçıner,
Bu yıl, Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksek Okulu bilgisayar programcılığı bölümünü bitirdim. Bir kuruluşta ücretli olarak çalışmak yerine, çeşitli kişi ve kuruluşlara “zaman satmayı” düşündüm. Böylece, hem o kişi ve kuruluşlar, hem de kendim için daha yüksek katma değerler yaratabileceğim.
Sahip olduğumu düşündüğüm -ve denemesini yaptığım- çeşitli becerilere, sizin şahsen ya da kuruluşunuzun ihtiyaçları olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimi, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım mentor’um da doğruladı.
Bu mektubu, bu tahmin üzerine, siz veya kuruluşunuzla bir sinerji yaratma olanağını aramak için yazıyorum.
“Bana / bize ne gibi katma değer yaratabilirsin?” gibi bir sorunuz olabileceği varsayımıyla, mevcut olasılıklardan -sadece düşünebildiklerimi- sıralamak istiyorum. İlkesel olarak böyle bir “alış-veriş” size/kuruluşunuza anlamlı geliyorsa, üzerinde görüşerek çeşitlendirebiliriz. Anlamlı geldi fakat sizin açınızdan şu an için uygulanması mümkün görünmüyor ise, yakın tanıdıklarınıza beni tavsiye etmeniz benim için yine değerli olacaktır.
Aklıma gelen katma değer başlıkları şunlar:
· Bilgisayar kullanan hemen herkesin bir yedekleme (back-up) sorunu vardır. Sizin de, disketlerde, bilgisayarınızın içinde ya da başka ortamlarda, çoğu zaman düzensiz ve arandığında bulunamayacak back-up’larınız olduğunu tahmin ederim. Bunları hem düzene sokar hem de belirli aralıklarla gelerek güncellerim.
· Yıllar boyunca kitaplıklar ve evrak dolapları şişer. Hem yer ihtiyacı artar hem de aradığınızı bulamazsınız. Size bu bağlamda 4 tür hizmet verebilirim:
(1) El altında bulunmaması, ama atılmaması da gerekenleri ayırmak ve göstereceğiniz yerlere yerleştirmek,
(2) Gereksizleri atmak,
(3) Geri kalanları düzenlemek,
(4) Aradıklarınıza kolay erişmenizi sağlayacak -bilgisayar destekli ya da bilgisayarsız- bir arşiv sistemi oluşturmak.
Bunlardan bir veya birkaçını seçebilirsiniz.
· Kuruluşunuz veya sizce üretilen mal ve hizmetlerle ilgili, internet üzerinde (Türkçe) araştırma yapar sonuçlarını size rapor ederim.
· Belirli konularda iletişim kurmak istediğiniz kişi ve kurumlarla, internet üzerinden sizin adınıza iletişim kurar, gereksiz mesajları süzer, sadece işinize yarayacak olanları size iletirim.
· Trafiğini kontrol etmek istediğiniz cep veya sabit telefonlarınıza ait ayrıntılı listeleri inceler, sonuçları hakkında derli-toplu bilgiler üretirim.
· Birden fazla kişinin katılacağı toplantıları organize etmek, uygun zamanlarını çakıştırmak çok güç ve zaman alıcıdır. Bu tür toplantıları organize ederim. Toplanmak istediğiniz kişileri ve uygun tarih aralıklarırzı bana bir yolla iletmeniz kafidir.
· Zaman içinde çok sayıda kartvizitinizin biriktiğini ve halen de birikmekte olduğunu sanıyorum. Bunlarla ilgili olarak şunları yaparım. Bu kartvizitlerin muhtemelen bir bölümünün iletişim bilgileri değişmiştir. Bunları kontrol edip güncellerim.
· Bu kartları aldığınız zaman, aldığınız kişiyle ilgili -ve kart üzerinde yazılı olmayan- bazı önemli bilgiler vardı. Bunların bir bölümünü şimdi hatırlamıyor olabilirsiniz; bir kısmını ise düşünerek hatırlayabilirsiniz. Bunları bilgisayar destekli bir sisteme kaydeder ve istediğiniz anahtar sözcüklere göre arama yapabilmenizi sağlarım. Örneğin, “Kardeşi yargıtay üyesi / bir kogrede tanıştım / kule tipi inşaat yapar /…..” gibi bir ipucu, aradığınız kişiyi bulmanıza yarar. Bu tür bir arama sistemi ile desteklenmeyen kartvizit defterleri bir anıdan fazlaca bir değer taşımıyor. Size böyle bir sistem kurarım.
· Tek olarak kapasitemi aşan konu veya hacimdeki işler için, benimle aynı standartta iş yapabilecek elemanlar bularak size yine tek olarak muhatap olmaya devam edebilirim.
Yukarıda da belirttiğim
gibi bu listeyi daha da çeşitlendirmek mümkündür. Burada karar
verilmesi gereken 2 nokta var:(1)
Bu tür hizmetlerin,
sizin / kuruluşunuzun verimini ne ölçüde etkileyeceği konusunda
ikna olup olmadığınız,(2)
Bu hizmetleri bu
şekilde (outsourcing) ya da sabit ücretli elemanlar eliyle sağlamak
konusundaki kararınız.Mektubumu okumaya,
cevaplamaya ya da güvendiğiniz kişilere tavsiye etmek için
harcadığınız zamana şimdiden teşekkür eder, kişisel yada kurumsal
zaman kazandırma konusundaki önerimi olumlu değerlendireceğinizi
umarım.Saygılarımla,
Özge Yalçıner
Tel: (0216) 478-2019
GSM: (0535) 316-7719
-
May 25 2012 Seyyar satıcıları ne yapmalı?
Yıllardır belediyelerin değişmeyen ve pek de canla-başla yerine getirilen görevlerinden birisi, “seyyar satıcılarla mücadele”dir. Bu mücadele çeşitli yöntemlerle yürütülmekte olup başlıcaları “kovalama”, “tezgah kırma”, “malların tahribi” ve “beyanat verme” şekillerindedir.
Kamu görevlileriyle seyyar satıcılar arasındaki bu uzun mücadele, zaman zaman seyyarlar aleyhine gelişirmiş gibi görünse de zaman, seyyar satıcılar lehine çalışmış ve sayıları, nüfus artışımızdan daha da hızlı artmıştır.
Bu akılsızca mücadelenin sonuçlarından bir diğeri ise seyyar satıcıların giderek daha sağlıksız, daha kural tanımaz ve daha rahatsız edici hale gelmeleri olmuştur.
Hemen hiçbiri hijyen açısından standartlara uymayan, hemen bütünüyle vergi sisteminin dışında kalan bu sektör bir yandan da küçük mafyaların yeşerdiği alanlar olmuştur.
Aslında seyyar satıcılık, özel girişimciliğin en katıkşıksız bir formudur ve bırakınız mücadele etmeyi, desteklenmesi gereken alanların başında gelmektedir.
Düşük genel giderleri ve bu sektördeki rekabet nedenleriyle düşük fiyatlarla mal ve hizmet üreten bu kesim, toplumun düşük ve orta gelirli kesimlerinin birçok ihtiyacını karşılamaktadır.
Ama bu, kendiliğinden oluşabilecek bir tablo değildir. Yerel idareler, bu küçük girişimcilerle bu şekilde mücadele edeceklerine, gerekli destek ve denetim ortamını kurmuş olsalardı, sokakları yaşanmaz hale getiren bu kişiler, Batı’nın sokaklarına canlılık veren, insanların ihtiyaçlarını ucuz ve pratik olarak karşılayan ve de daha büyükçe girişimlerin laboratuvarlarını oluşturan bir kesim haline gelebilirlerdi ve hala da gelebilirler.
İşsizlikle mücadele araçları arasında önemli yer tutabilecek bir aracın, işsizlikle mücadeleden birinci derecede sorumlu kamu kurumları tarafından budanması, akıl almaz gibi görünse de maalesef gerçektir.
Bu konuya akılcı yaklaşmak isteyenlerin, “L’esame Del Commerciante” adlı seyyar satıcılık kılavuzunu incelemeleri tavsiye olunur.
El arabası içinde terlik satan satıcıdan, sandviç satan kişiye kadar tüm seyyar satıcıların hijyen konusunda nasıl yönlendirilip denetlendiğini, ülkemizde küçük birer vergi kaçağı deliği olan seyyar satıcıların nasıl birer küçük mükellef ya da stajyer girişimci yapılabildiğini tüm yöneticilerimizin incelemesinde yarar vardır.
Son yılların gözde yaklaşımı olan “dezavantajların avantaja dönüştürülmesi” nin pratik örneklerinden birisi seyyar satıcılıktır. Toplumumuza fayda sağlayabilecek bir aracın nasıl tahrip edildiğini gördükçe, onlarla mücadele edenlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği daha da önem kazanmaktadır.
Eylül 1993
***
-
May 25 2012 Risk sermayesi
Bu yeni finansal araç hakkında söylenip yazılabilecek çok şey var:
- Kullanımı konusunda bir deneyimimizin bulunduğu bu yararlı aleti nasıl kullanacağız ?
- Nerelerine dikkat edeceğiz ?
- Adındaki riskten başka riskleri nelerdir ?
- Hangi çalışmaları paralel yürütmeliyiz ?
- Kimler ümitlensin, kimler ümitlenmesin ?
- Kimler elini cebine sokabilir ?
- Süprizler olabilir mi ? vs vs…
Ama bütün bunlardan önce bir kaç noktaya dikkat edilmelidir. Şöyle ki:
Gelişen Dünya ile arakesitini giderek büyüten ekonomimizin çeşitli finansal aletlere ihtiyacı vardır.
Bunların bir bölümü vardır, bir bölümünün adı vardır, bir bölümünün ise henüz yoktur.
Bu yetersizlik ve eksiklikler doğal olarak ekonomik hayatta kendisini göstermekte, girişimciler bunların yokluğunun sıkıntılarını çekmektedirler.
Örneğin kredi kurumları, genellikle proje kredisi vermemekte, onun yerine taş-toprak demek olan gayrımenkul teminatına güvenmektedirler.
Bu, önemli bir eksiktir.
Bir başka örnek “hibe” araçlarının eksikliğidir. Özellikle araştırma payı yüksek olan işler için önemli bir ihtiyaç olan hibe’yi sağlayan herhangi bir kuruluş yoktur.
Benzer şekilde eksik olan bir finansal kurum, krize girmiş şirketlerin ihtiyacı olan finansman paketleridir ve oda yoktur.
Bu nedenle de şirket kurtarma operasyonları için, uygun olmayan bir araç durumundaki banka kredileri kullanılmaktadır.
Finansal aletler paketinde bu tür boşluklar bulunan bir ekonomik sistem içinde yaşarken, ortaya çıkan yeni bir aracın nasıl kullanılması gerektiğine dikkat etmeden bu boşluklandan herhangi birisi için kullanmaya çalışmak doğru değildir. Risk Sermayesi (RS), özelleştirme, şirket kurtarma, küçük esnafı kredilendirme gibi amaçlara uygun olmayan bir alettir.
RS’nin parasal bir araç olması, onun parayla ilgili her işte kullanılabileceği anlamına gelmez.
İlaç ampulerinin başını kesmek için kullanılan minik testereler de netice itibariyle birer testeredir. Ama onunla demir kesilemez. Her araç yerinde kullanılmalıdır.
Peki kullanılırsa ne olur? Cevap basittir: Niteliğini kaybeder ve kullanılmaz duruma gelir.
RS’ne de bu gözle bakılmalı ve ana amacının dışındaki işlerde kullanımı düşünülmemelidir.
(Örneğin ortağına kazık atmak isteyen bir Risk Sermayesi Yatırım Ortaklığı sermayedarı, bir akrabasına fon aktarıp, sonra da batırılarak para kazanabilir. Hele işin içinde kamu parası olursa bu daha da çekici olabilir!. Ama bu tür niyetler için daha basit yollar -yol kesme, banka soyma, para basma vbg- düşünülmelidir.)
RS sisteminin olası bir başarısızlığı, uzun yıllar bu sistemin terkine yol açabilir. Bu nedenle RS’nin ana amacı olan “araştırma ve teknoloji yoğun girişimlerin finansal olarak desteklenmesi”nden uzaklaşılmamalıdır. Zaten diğer alanlarda, RS’nin ana özelliği olan “yüksek kar”ı sağlayabilmek mümkün değildir.
RS’nin gündeme gelmesiyle, girişimcimizin ve araştırmayla ilgili kurumlarımızın bir eksiği açığa çıkacaktır : innovation !
Bu önemli bir potansiyel tehlikedir.
Teknoloji üretimi konusunda çok kısır olan teknoloji kesimimiz (sanayi, üniversiteler, araştırma kurumları gibi), RS’ni besleyebilecek olan “innovation” desteğini sağlamakta güçlük çekecektir.
Bu durum, RS’nin yönünün değişmesine ve hiç kullanılmaması gereken alanlarda kullanılabilmesi için SPK’nın üzerinde bir baskının oluşmasına yol açabilir.
Bunu önlemek için düşünebilecek iki yol vardır
- RS yatırım ortaklarına kamunun katılmaması (katılırsa da yalnız hibe ile katılıp, yönetiminde yer almaması)
- Yabancı girişimcilerin, sistemden yararlanması için gerekli tanıtımın yapılıp, böylece teknoloji üretimi akımının yapay olarak sağlanması.
Girişimcilerimizin (ve genellikle Dünya’daki girişimcilerin) bir inancı, tek ihtiyaçlarının para olduğudur.
RS uygulamalarında her 100 girişimciden ancak yaklaşık 10’unun başarılı olup diğerlerinin batmasının sebebi de budur.
Hangi iş olursa olsun para mutlaka gereklidir, ama yalnız para ile tek sonuç alınabilir: batmak !
Bu yüzden RS’ne paralel olarak mutlaka bazı araçlara ihtiyaç vardır. Bunlar;
- Innovation sahibi girişimcinin, işini yönettirebileceği yetenekli yöneticiler
- Girişimciye çok yönlü destek sağlayacak Girişim Ajanslarıdır.
RS sisteminin başarılı olması, sanayimizin en önemli eksiği olan teknoloji üretimine yarayacaktır. Ama yukarıdaki koşulları ihmal etmemek kaydıyla. Hayırlı olsun.
-
May 25 2012 Başörtüsü sorunu yoktur!
Bazen başörtüsü kimi zaman da türban olarak adlandırılan sorun üzerinde bir şeyler söylemeden önce birkaç noktayı belirleyip resmi netleştirmek gerekirse:
Kadınlar içinde başını örtenlerin (veya açanların) hepsinin amacı aynı olamaz. Örneğin:
- Saçını göstermenin günah (ya da açmanın doğru) olduğuna içtenlikle inananlar
- Saçını göstermenin günah olup olmadığı konusunda bir kanaati bulunmayıp, eş ve/ya aile ve/ya grup telkini-tavsiyesi-baskısı nedeniyle örtenler (bu ve alttaki maddeler için aynen yukarıdaki gibi örtme/açma ikilisi kullanılabilir)
- Saçını göstermenin gühahla ilgisi konusuyla ilgilenmeyip, bir çıkar gözeterek örtenler
- Aileden gelme alışkanlık nedeniyle örtenler
- Bir sosyal ve/ya siyasal gruba dahil olma nedeniyle örtenler
- Bir sosyal gruba dahil olmadığını gösterme (protest) amacıyla örtenler
- Bu işlerden habersiz olup herhangi bir nedene bağlı olmadan örten ya da açanlar
Yukarıdaki amaçlarla saçını örten (veya açan) her grubun kendi içinde de en azından şu alt-grupların varlığı herkesin gözü önündedir:
- Örtünmenin (açılmanın) ölçüsü açısından:
- Sadece saç örtmenin yeterli olmadığını, hiçbir yerin gösterilmemesi gerektiğini düşünenler
- Saç örtmenin yeterli olduğunu, kapanmayı abartmamak gerektiğini düşünenler
- Saç örtmenin yeterli olduğunu, onun dışındakileri ise sergilemek gerektiğini düşünenler
- Örtünmenin bireysel dürtüsü açısından:
- Kimlik arayışı kaynaklı
-
İdeolojik kaynaklı
-
Siyasal kaynaklı
- Örtünmenin yaygınlaştırılmasındaki misyon açısından:
- Sadece kendi örtünmesinden sorumlu olduğunu düşünenler
- Başkalarının örtünmesinden (veya açılmasından) kendini sorumlu sayanlar:
- Bunu anlatarak yapanlar
- Ara çözüm üretenler (peruk gibi)
- Bunu militanca yapanlar
İlk iki maddedeki farklı grupların oluşturabileceği yaklaşık 250 kombinezonun -ki gerçekte daha fazladır- nasıl olup da başını örtenler ve başını açanlar olarak 2’ye indirildiği ve böylece sorunun bırakınız çözülmeyi, anlaşılmasının bile imkânsız hale getirildiği, bir sorun olarak gündemde yoktur.
Başını örtenler bundan vazgeçip örneğin hepsi yakalarına Arapça harflerle “bizi sevmeyen ölsün!” yazan iri rozetler (buton) taksalar ve başını örtmeyenler de buna karşılık Latin harfleriyle “esas siz ölün!” yazılı olanlardan takmaya başlasalar ne olacağını soran, dolayısıyla sorunun ne olduğunu soran kimse ne hikmetse çıkmamıştır.
Bu birkaç saptamanın çevrelediği alan içinde şu yalın ilke üzerinde bir uzlaşı sağlanabilmelidir: Bireysel yaşam tercihleri kişilerin kendilerince, ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise o yaşam alanının paydaşlarının uzlaşılarıyla belirlenmelidir.
Buna göre:
- Bireysel tercihler -başkalarınınkiler ile kesişmediği sürece- tamamen kişinin kendince belirlenir.
- Ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise, bireysel tercihlerin “ağırlıklandırılmış çoğunluğu”nun uzlaşısı ne yönde ise de o yönde şekillenir.
Burada “ağırlıklandırma” terimi ile kastedilen, koşullandırmaktan kaçınma, örnek olma, ikna etme, zorlama, propaganda, dayatma gibi giderek sertleşen yöntemleri kullanan kişilerin tek kişiden daha etkin olabildikleridir.
Buradan, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşulları belirmektedir: bireylerin, akıl-ahlâk-estetik boyutlarındaki (doğru-yanlış), (iyi-kötü) ve (güzel-çirkin) tercihlerini “yetkinlikle” yapabilir olması birinci koşuldur. Solon’un (M.Ö. 559’da ölmüştür), “demokrasi eşitler arası rejimdir” sözü bunu anlatmaktadır.
İkinci koşul, bu tercihin “özgürce” yapılabilir olmasıdır. Bu da, hangi dozda ve hangi yöntemle olursa olsun koşullandırmaktan kaçınma ile mümkündür.
Bir inanç, bir öğreti, bir teori, bir ideoloji konusunda bilgilendirmek ile koşullandırmak tamamen farklıdır. Bilgilendirmek, talebe bağlıdır. Talep sahibinin arzu ettiği ölçüde ve biçimde bilgilendirme yapılabilir.
Kişinin talebi -ve dolayısıyla da rızası- bulunmaksızın yapılan bilgilendirme koşullandırmadır ve en önemli insan hakkı ihlali sayılmalıdır. Koşullanmama hakkı [1],yaşam hakkı kadar kutsal sayılmalıdır.
Bu kadarcık bir netlik sağlandığında bile görünen, sorun’un başörtüsü olmadığıdır. Sorun, demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu gözardı ederek demokrasiye özgü bir konforu yaşama arzusudur.
Arzu edilen konfor, bireysel tercihlerin özgür, ortak tercihlerin paydaş uzlaşısına dayalı oluşu gibi çok incelikli bir yaşam biçimidir.
Gözardı edilen iki koşul ise yukarıda çerçevelenen koşullardır. Yani akıl-ahlâk-estetik boyutlarında tercih yapabilme yetkinliği ile bu tercihlerin özgürce yapılabilir olması için koşullandırmanın insan hakkı ihlali sayılmasıdır.
Koşullandırmanın ne büyük bir insan onuru çiğnenmesi, ne büyük bir Allah tanımazlık olduğunu anlamaya çalışalım. Tanrının bu müstesna yaratıklarının doğruya-iyiye-güzele doğuştan eğilimlerini yok sayıp, onları köreltip yeniden kendi küçücük akıllarına göre yeniden şekillendirmeye çalışanların bunu çağdaşlık mı yoksa din adına mı yaptıkları hiç farketmez, ikisi aynı kapıya çıkar: İnsanı reddedip yenisini yapmaya çalışmak!
Devletin buradaki rolü, başörtüsünü yasaklamak, serbest bırakmak, biçimini tasarımlamak değil, bilgilendirme ile koşullandırmanın ince sınırını gözetmekten ve bu sınırı geçenlere yaptırım uygulamasından ibarettir.
Okumuş yazmış kesimin rolü ise yukarıdaki 250 kesimden birisine veya bir tarafına yaltaklanmak değil, sorunu anlamaya ve karışık kafaları netleştirmeye çalışmaktır.
Bireyler ve uluslar layık oldukları biçimde yönetilirlersözü -bizim için- acıdır ama çok da gerçekçidir. “Biz, tercihlerimizi yetkinlikle yapabilecek durumda değiliz ama demokrasi de istiyoruz” gibi bir saptamamız varsa yapılması gereken yine de bugünkü kargaşa değildir.
Bugünkü yöntemle 250 kesimden kimin ne gibi bir fayda sağlayacağını kimse bilemez. Ama çoğunluğun zarar etmekte olduğu kesindir.
5 Haziran 2003
-
May 25 2012 Akü ve panik!
Bir aracın elektrik enerjisi ihtiyacı şarj dinamosu denilen üreteçten karşılanır. Akü ise, şarj dinamosunun devreye girebilmesi için gereken kısa süre içindeki enerji ihtiyacı ile dinamo çalışmazkenki ihtiyaçları karşılar. Bir diğer deyişle akü, çeşitli manevraları mümkün kılar. En pahalı, en iyi araçlar dahi aküsü çıkarıldığı anda bir demir yığınından ibaret kalır.
Bu mekanizma ile, kişilerin bir kenarda tutacakları yedek akçeleri arasında neredeyse bire bir benzerlik vardır. Yüksekçe gelir sağlayabilecek geçerli becerilere sahip iken işini kaybetmiş veya eğitimini yeni bitirip çeşitli gelir sağlama olasılıklarını gözden geçiren ya da geçerli sayılabilecek becerilere sahip olmayan “ne iş olsa yaparım” mesleğindeki bir kişi düşününüz..
Bu insanın ruh halini tanımlayabilecek en belirgin duygu hangisidir? Eğer, zorunlu -saydığı- giderlerini, tekrar bir iş bulana veya oluşturana kadarki süre boyunca karşılayabilecek birikimi ya da yan geliri yoksa, herhalde “panik” en güçlü duygu olacaktır.
Böyle bir panik altında verilecek kararlar sağduyuyu değil derin panik duygusunu yansıtacaktır. Bu durumdaki bir kişinin kendi işini kurması bir yana, bir özgüven duygusu altında iş araması dahi mümkün olamayacaktır.
Buradan hemen görülebileceği gibi, bir gelir yaratabilmek amacıyla yapılması gereken manevralara izin verebilecek bir “yaşam alanı”na sahip olabilmek için bir birikim, bir aracın aküsü kadar zorunludur.
Şimdi sorun, böyle bir birikimin hangi durumlarda yapılabileceğidir. Çoğu kimse buraya kadarki ifadelere katılacak, ama bunların kendi durumu için geçerli olmadığını düşünecektir. Genel inanç -ki “inanç” burada gerçek anlamında kullanılmaktadır-, sözü edilen birikimlerin ancak yeterli gelir düzeyindeki (yani tuzu kuruca) insanların harcı olduğu yolundadır.
Geliri yeterli insanlar ihtiyaçları olmadığı, yetersiz olanlar ise buna imkânları olmadığı “inancı” dolayısıyla tasarruf yapmamaktadırlar. Gerçek ise her ikisi için de farklıdır.
İnsanın davranışları ile fiziksel yetenekleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Usta bir sporcuyu seyrederken insan bedeninin ne denli geniş bir yeterlik alanına sahip olduğu çok iyi görülür. Onlar, normal insanların oturup kalkarkenki rahatlığını en güç hareketlerde dahi gösterebiliyorlar.
Davranışlar ve onlardan oluşan tutumlar da böyledir. Davranışları üzerinde çalışmamış bir kişi için son derece güç görünen kimi tutumlar, bir sporcunun antrenman yapması gibi davranışları üzerinde uğraşmış kişilere çok kolay gelebilir. Bedensel engelli sporcuları seyrederken bu daha da iyi gözlenebilir.
Tasarruf da böyledir. Asgari ücretli -hattâ düzenli geliri olmayan- bir kişinin parasal durumu, bedensel olarak engelli bir kişinin fiziki durumuna benzetilebilir. Her ikisi de ancak çaba göstererek belirli bir yeteneğe sahip olabilirler, ama öyle ya da böyle olabilirler. Bu çabayı göstermeyen fiziki durumu sağlam ve geliri yerinde kişiler ise -çeşitli gerekçelerin ardına saklanarak, fiziki ve parasal- yeteneklerini geliştiremezler.
Uzun sözün kısası tasarruf, gelir düzeyine bağlı bir olgu değildir. Gelir düzeyi yeterli kimseler için “yararlı” olan tasarruf, düşük gelirli olanlar için “zorunlu”dur. Birikimi bulunmayan bir kişinin yaşamını devam ettirebilmek yolunda altında kaldığı duygusal baskı, onun bütün rasyonel davranışlarını bozar, onu paniğe sevkeder. Panik ise parasızlıktan daha vahim bir durumdur.
Bir birikime sahip değilken işini kaybeden bir kişinin aklında sadece “gelecek korkusu” ve onun bir türevi olan “haksızlığa uğramışlık” vardır. Birikim ise hem gelecek korkusunu, he m de türevi olan haksızlığa uğramışlık duygusunu azaltır. Bu iki korkunun azalması, sağlıklı ve yaratıcı düşünebilmeyi, çevresindeki imkânları gözden geçirebilmeyi mümkün kılacaktır.
Her kişinin nasıl tasarruf yapacağı kişisel durumuna bağlıdır. Ancak herkesin uygulayabileceği basit bir reçete vardır. O da, halen az ya da çok geliri olan herkesin şunu varsaymasıdır: patronunuz sizi çağırıyor ve maaşınızdan %25 oranında bir indirimi kabul ettiğiniz takdirde işe devam edebileceğinizi, aksi halde üzülerek işinize son verileceğini size haber veriyor; ve siz de bunu -ister istemez- kabul ediyorsunuz. Çalıştığınız kurumla -ya da eşiniz veya güvendiğiniz bir dostunuzla – anlaşarak, bu kesintinin kolayca dokunamayacağınız bir hesapta tutulmasını sağlıyorsunuz.
Bu durumda yaşamın epey güçleşeceğini, ev kiranızı bile vermekte zorlanacağınızı tahmin etmek güç değildir. Ama gerçekte işinizi kaybetmiş olsaydınız bundan çok daha güç koşullar altında kalacaktınız. Ama şimdi, sizi paniğe düşmekten alıkoyan -hattâ içten içe bir grur duygusu veren- bir durumdasınız ve kendi isteğinizle, plânlı olarak bunu yapıyorsunuz. Bu şekilde beş-altı ay ya da mümkünse daha uzunca süre devam ettikten sonra, tasarrufun sihirli gücünü, o ana kadar keşfetmekten israrla kaçındığınız tekniklerini keşfetmeye başlayacaksınız.
Kendi işini kurmak veya birisi hesabına çalışmak yerine hizmet üretip, ihtiyacı olanlara satmak durumunda olan gençler ya da çalışmakta iken işini kaybetmiş olanlar bu yolu deneyebilirler.
Sigarayı bırakmak ya da kilo vermek ile bunun arasında ilkesel olarak bir fark yoktur. Her ikisi de, “kendini değiştirebilme iradesi” [1] ile ilgilidir.
[1] https://tinaztitiz.com/3705/kendini-degistirme-iradesiyetersizligi-ve-bir-yaklasim/
12.05.2003
-
May 25 2012 Türkiye’nin önemli sorunu iç ve dış borçlar değildir…
Türkiyenin GSMH tutarı kadar bir iç ve dış borcu var. Sokaktaki insandan en yetkili ve akademik rütbeli kişilere kadar hemen herkes bu konu ile meşgul. İç borçların ertelenmesi, ötelenmesi, meşhur fıkradaki gibi gece yarısı camı açıp “ödemiyorum, şimdi sen düşün” tekniğinin uygulanması, bu borcu yaratanların bulunup ipe çekilmesi, yeraltında uyuyan katrilyon dolarlık servetlerin -avanak bir alıcı bulunarak satılıp nakde çevrilmesi- ve daha çok sayıda önlem gündeme getiriliyor.
Denilebilir ki, bu borç konusu üzerinde düşünülenin bir kesri kadar, örneğin sarhoş sürücülere karşı annelerin örgütlenmesi [1] sorunu üzerinde durulsa, gerçekten de herkesin işine yarayan sonuçlar üretilebilir.
Bir sözcük oyunu ya da kandırmaca filan olmaksızın şu söylenebilir: Türkiyenin sorun stoku içinde iç ve dış borçlar, oldukça alt sıralarda yer almaktadır. Hattâ, sorunlar gruplanıp ekonomik kökenli olanlar bir araya getirilse, o kategori içinde de yine alt sıralarda yer alır.
Sorun içeriye ya da dışarıya borçlanmak değildir. Borçlanabilmek bir kredibilite göstergesidir ve de iyidir. Kötü olan, bu borcun “nasıl kullanıldığı”dır.
Hergün üzerinde yürüdüğümüz kaldırımların her belediye başkanı döneminde en az bir defa değiştirildiği, reklam panolarında dünyanın parası harcanarak belediye başkanlarının bıyıklı fotoğraflarının ve veciz sözlerinin nasıl yer aldığı, kamu kuruluşlarındaki bıkkın memurlara -kullanmayı beceremedikleri- bilgisayarlar alıp üstüne üstlük bir de bunların sorunlarını insanların önlerine çıkardıkları gibi sayısız örneği herkes bulabilir.
Türkiye’nin birçok sorunu olduğuna, ama bunların içinde para sıkıntısı sorununun bulunmadığına iman etmiş birisi olarak, şahit olduğum ilginç bir olayı okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ancak, yer, zaman, kurum adı gibi alınganlığa yol açabilecek bilgileri vermeyeceğim.
- Ana okulundan en üst kademeye kadar tüm eğitim birimlerini bünyesinde bulunduran bir eğitim kurumu,
- Bu konularda deneyimi bulunan bir kişi olarak, tahminen yaklaşık $40-50 milyon arasında bir sabit yatırım,
- Yatırımın fiziki kalitesi olarak mükemmel. Birkaç örnek; ana okulunun basketbol sahası (evet yanlış okumadınız) NBA standartlarında, sayısız kapalı ve tenis kortları, kapalı, suyu ısıtılmış olimpik ve 15 kulvarlı yüzme havuzu, açık ve kapalı atletizm sahaları, uluslararası standartlarda spor salonu, 2000 metrekare kadar bir kütüphane ve içinde hepsi internete bağlı 50 kadar bilgisayar, binlerce kitap, sayısız fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarı, son teknoloji donanım, öğrenci yurtları, içinde yer aldığı kentin her yerine ulaşımı sağlayan servis araçları ve diğerleri,
Bu yatırımın önemli bir bölümünün, devletin eğitim alanına tanıdığı yüksek sübvansiyonlarla yapıldığı açık. Sübvansiyonların kaynağı ise iç ve/ya dış borçlar. Böyle borçlanmaya helâl olsundan başka ne denilebilir? Kim bu yatırıma gereksiz diyebilir?
Ama şimdi sıkı durun. Bu kurumun sınıflarında ne yapıldığına yakından bakıldığında ise görünen aynen şudur:
- Ana okulunda (5-6 yaş grubu), bir çocuk -herhalde onların öğretmeni- bebelere, tahtada tebeşirle çokgen çizmesini “öğretiyor”,
- Tüm spor alanları, tüm laboratuvarlar, tüm “öğrenme mahalleri” bomboş,
- Sınıflarda, aile bütçesine katkı yapmaktan başka bir hedefi olmadığı yüzünden belli öğretmenler, sıra sıra dizip susturdukları -adına disiplin diyorlar- çocuklara “öğretiyor”lar,
- Kurumu gezdiren yetkili ise milli eğitim müfredatına nasıl uygun eğitim yaptıklarını anlatıp övünüyor; gözümün önüne Irak’ta Saddam resimlerini -Saddamı’ın tekrar gelmeyeceğine iyice emin olduktan sonra- terliğiyle dövüp aklı sıra övünen zavallıların beceriksizliği geliyor.
Bu kurumun -ki borç gözüyle bakılabilir- üzerine beton döküp tamamen kullanılamaz duruma getirilmiş olsaydı bugünküne göre ne gibi bir kayıp olabilirdi? Kayıp olacağını sanmam, aksine, ortaçağın faşizan davranış şekillendirme misyonundan vazgeçip kafamızı işleterek, bu kısıtlı imkânlarla çocuk ve gençlerimizin, gereksinimlerini kendilerinin belirleyip kendilerinin öğrenmeleri için neler yapılabileceğini düşünelim diyebilen birkaç kişi çıkabilirdi. Şimdi ise çıkamaz, hattâ bu tür kurumları daha da yaygınlaştırmak için daha çok para bulmaya çalışılır. Sokaktaki -eğitimli ve eğitimsiz- garibanlar da her sorunun eğitimle çözüleceğini sanar ve avunurlar.
Her gece televizyonlarımızda borçların nasıl çevrileceğini bilgiç tavırlarıyla bize öğütleyen televoleci tayfanın aklına acaba bir gün “biz bu paraları ne yapıyoruz; sakın ola ki bu paralarla hiçbir şey yapıyor olmayalım” diye bir soru sormak gelir mi?
Acaba bir gün, bu yatırımı yapan özel girişimciler -tam sayılarını bilmiyorum, belki de bir kişidir- bizim burada yaptığımızla Bingöl’de yapılan eğitim arasında ne fark var; oradakiler gerçek yaşam koşullarında ve zihinleri daha az iğdiş edilmiş olarak bizim eğittiğimizi sandıklarımızdan daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha çalışkan, daha yüksek değerlere sahip olmasınlar diye sormak gelir mi?
Ezbere bellediklerini peşpeşe sıralayan insanları -hem de tek tip olarak- yetiştirmek için borç alıyoruz ve sonra da bu borcu bir sorun olarak algılıyor ve nasıl çözeceğimizi kara kara düşünüyoruz.
Geliniz, borcun sorun olmadığını ve de olmayacağını, esas sorunun para harcama aklı eksikliği olduğunu görelim. Hattâ öyle görelim ki, yalnız devlette değil özel kurumlarda, gönüllü kuruluşlarda, eğitim adına bu acayiplikleri yapan ya da destek olduğunu söyleyenlerde, tek tek bireylerde para harcama aklı eksikliğinin esas sorun olduğunu görebilelim.
Bu sorun çözülebilir. Hem de aynı insanlar, aynı kurumlarca çözülebilir, ama diğer sorunu sorun sanmaktan vazgeçip bir an bir şey yapmadan durabilir ve yaptıklarının gerçekte ne olduğunu içtenlikli olarak kendilerine sorabilirlerse.
4 Mayıs 2003