• türban

    Başörtüsünü, kendilerinin “doğru”,”iyi” ve “güzel” değer yargısı tercihlerini “sergilemeyi” ifade eden bir ideolojik simge olarak kulanabilmek için, aynı başörtüsünü ideoloji dışındaki amaçlarla –inancı gereği saçını göstermemek,soğuktan korunmak, saç dağınıklığını gizlemek ve bu gibi-kullananların arasına karışanlar, yarından itibaren bu “perde kullanma” yönteminden vazgeçseler ve belirli bir formdaki -mesela-“yüzük”leri kullanmaya başlasalar acaba neler olur? Bu konuda ne Anayasa Mahkemesi kararı ve ne de üzerinde uzlaşılmış bir “bu, şu demektir?” yargısı bulunmadığına göre, bu “tanıma yüzükleri“ni yasaklamak ya da en hafifinden tavır koymak mümkün olamayacaktır. Hattâ daha ileri giderek, olası bir yasaklama halinde simgeyi değiştirip bir yenisini -mesela rozetleri sağ yakaya takmak, kafa tokuşturarak selamlaşmak gibi- ortaya sürmek de mümkün olabilecektir. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür simgelerle başa çıkmanın -zora başvurmaksızın- bir yolu yoktur. Peki, düşünce ve inançlarını simgeler yoluyla açığa vurma isteğinin altındaki -bu denli mücadeleyi besleyebilen- güçlü neden nedir? Bu soru’nun yanıtı, çok aşına olduğumuz bir kavramla ilgilidir: “koşullandırma”!. Bir ideolojinin simgelerinin yeterli sıklıkta tekrarlanması, giderek ideolojinin özünün de benimsenmesine yol açmaktadır. Tarihte hemen tüm ideolojiler bu tür simgesel koşullandırma aracını kullanmışlardır. Simgeleri -isteyerek ya da görüntüyü kurtarmak amacıyla- kullanmayı seçenler, direnenler ya da kararsızlar için önemli bir baskı aracı olabilmektedir. Güçlüden yana olmak insanoğlunun önemli bir zafiyetidir. Dolayısıyla, bir ideolojiyi yaymak isteyenlerin ilk adımı onun simgeleri konusunda koşullandırma yaratmaktır. Ama bu kesinlikle bir nihai hedef değildir, hatta nihai hedef açısından komik denecek kadar anlamsızdır da. Esas satılmak istenilen ideolojinin özüdür ve bu öz satılmadıkça -ya da bu yolda çaba harcanmadıkça- simgelerle uğraşmak aptalcadır. Başörtüsüne karşı olanların gerçekteki endişesi ise tabii ki başörtüsünün kendi olmasa gerekir. Gerçek endişe, “kimsenin kendi inancını başkasına kabul ettirmeye -hiç bir yolla- zorlamadığı” bir ortak yaşam biçimi olan laik yaşamın bir yolla -kanlı ya da kansız- değiştirilmesidir. Son derece esnek bir ideolojik koşullandırma aracı olan simgelerle -orta ve uzun vadede- başa çıkılamayacağına göre, bu simgelerle atbaşı yürütülen “öze ilişkin çabalar“a dikkat edilmelidir. Simgesel çabalar aslında bu “öze ilişkin çabalar” için mükemmel bir perdeleme yaratırlar. Öze ilişkin çabalar, simgesel çabalar gibi “ince” değildir ve tarihteki tüm ideolojik mücadeleler hep aynı şu kaba aleti kullanagelmişlerdir: kendi düşüncesini dayatmak! Bu ise ya doğrudan ya da aşamalı -önce tek tip düşünme biçimi sonra tek tip düşünce- olarak yapılmaktadır. Başarılı(!) totaliter ideolojilerin hemen hepsi bu “aşamalı” yöntemi kullanmışlardır. Buradan, totaliter rejim çabalarına karşı uygulanabilecek hemen hemen tek mücadele yöntemi de ortaya çıkmaktadır. Bu, hangi yolla olursa olsun ve ne denli sevimli ve çağdaş olursa olsun tek tip düşünme ve tek tip düşüncenin dayatılmasını reddetmektir. Dini ya da siyasi hangi ideoloji olursa olsun, tek tip düşünme ve düşünceyi ister simgesel koşullandırma ister siyasi dayatma ister kanlı ister kansız olarak sevdirmeye, ikna etmeye, alıştırmaya, zorlamaya çalışmamalıdır. Toplumumuz, birkaç ana fay hattı boyunca kamplara ayrılmışlardır. Bunların başında da “laikler” ve “dindarlar” gelmektedir, daha doğrusu kendilerine bu adları vermektedirler. Her iki kesim de küçük(!) bir farkla yukarıdaki satırlara yürekten katılacaklardır: “bizim gibi düşünmek kaydıyla kimse kimseyi zorlamamalıdır, çünkü bizim doğrularımız, iyilerimiz ve güzellerimiz, onlarınkinden daha doğru, iyi ve güzeldir!”. Peki şimdi bir soru: simgelerle başa çıkmanın güçlüğünü, başörtüsünün ardında belirli bir dünya görüşünü yaymanın esas hedef olduğunu, esas mücadele edilmesi gerekenin “düşünme biçimi ve düşünce dayatması” olduğunu, başörtüsüne karşı olanlar bilmiyorlar mı? Başörtüsüne karşı olanlar tek kişi değildir. İçinde bunu düşünememiş, sadece göbeğini açamayacak olmanın endişesini taşıyanlar da bulunabilir. Nitekim laikliğin talihsizliği denilebilecek bu kişilere göre şeriat düzeninin kaybettireceği, meyhanelerin, genelevelerin ve porno TV kanallarının kapatılacak olmasından ibarettir. Ama laik kesim içinde yukarılardaki basit akıl yürütmeyi yapabilenlerin çoğunlukta olduğu da neredeyse kesindir. Peki o zaman niçin başörtüsü gibi, Batılıların deyimiyle bir “hayalet sorun” ile uğraşıyorlar da, tek tip düşünme biçimi ve düşüncenin öğretildiği ve öğretilen insan sayısı arttıkça da başarı kazanıldığının sanıldığı alana, yani eğitim alanına gözlerini çevirmiyorlar? En çağdaş öğretimlerin yapıldığı söylenen okullarımızda, üniversitelerimizde öğretilenlerin doğruluğundan kuşkulanan insan sayısı acaba kaç kişidir? Bu soru’nun yanıtı pek basit değildir. “Bizi yönetenler düşünen insan istemiyor” ya da “biz soran sorgulayan çocuklar yetiştiriyoruz ama vs” kolaycılıklarını bir kenara bırakıp bu soruyu düşünelim. Tekrar soralım. Bu soru ile oynayalım. Bu soruyu gerçekte hiç sormadığımızı söyleyenler olursa onlara kulak verelim. Kendi doğru, iyi ve güzel değerleri yolunda çocukları koşullandırmanın ne demek olduğunu ve nelere yol açtığını görmeye çalışalım. Ve lütfen, “peki ama nasıl?” diye sormayalım. Önce, doğru zannederek bugüne kadar yapmaya çalıştıklarımızın ve yapmaya halen devam ettiklerimizin aslında mücadele ettiğimizi sandığımız bağnazlıkları besleyen esas yakıt olduğu trajedisine yüreğimizi dayandırmaya çalışalım.

    25 Mayıs 2012

  •  İş Yaratma için Politika Belgesi

    (Beyaz Nokta© Gelişim Vakfı Politika Belgesi Serisi v3.1, 19.04.2003)

    1. Giriş

    İş  Yaratmak, alışık olmayana garip gelen bir deyimdir. Genellikle, ihtiyaç olmamakla birlikte, zorunluk dolayısıyla tanımlanan işler için kullanılmaktadır.

    Buradaki şanssızlık, hem ve hem de yaratmak sözcüklerinin, çok farklı ve ters anlamlarda  kullanılabilmesinden doğmaktadır. “Başa iş çıkarmak“, “başa iş açamak“, “başka işi olmamak“, “bu iş burada biter“, “iş yok“, “işimiz iş” gibi  deyimlerdeki iş’in, burada kullanılan ve bir kişiye gelir sağlayan olmadığı, ancak bu şekilde açıklamalarla anlaşılabilmektedir.

    Aynı şekilde yaratmak sözcüğü de birbirinden farklı anlamlara işaret edebilmektedir. “Fırsat yaratmak“, “sebep yaratmak” gibi deyimler de, aslında ihtiyaç olmayan ama bir başka nedenle ortaya çıkarılan “fırsat” ve “sebepler”i anlatıyor.

    Ancak İş Yaratmak  burada, bu deyimlerdeki anlamları taşımamaktadır. Tıpkı bir eser yaratmak deyimindeki fayda ve gerekliliği vurgulamaktadır.

    Bir iş, gerçekten “yaratılabilir mi?”

    Bir şeyin yaratılabilmesi, genellikle “yoktan varetme” ile eşanlamlı kullanılır. İş Yaratma deyiminde ise, gereken şartlara sahip bir ortam içindeki zaten mevcut bileşenlerin bir araya gelmesinin temini yoluyla bir işin oluşturulması kastedilmektedir. Bu bileşenler zaten mevcut olmalıdır ve ancak bir araya gelmesi için ortam koşulları uygun hale getirilmelidir.

    Buna göre İş Yaratmak denilen süreç aslında, bir uygun ortam oluşturma sürecidir. Öyle bir ortam ki, iş’i meydana getirebilecek parçalar, bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi birbirlerini çeksin ve bir bütün olsunlar.

    İş elle dokunulur bir nesne değildir. Dolayısıyla bütün elle dokunulamayan şeyler gibi ancak etkileriyle anlaşılabilir.

    Yer çekimi, insan hakları gibi kavramlar da benzer şekilde etkileriyle anlaşılabilir. Bir cismin yere düşmesini sağlayan etki yer çekimi, bir kişinin fikrini ifade edebilmesini sağlayan etki insan haklarıdır.

    İş in varlığını belli eden etki de, bir kişiye gelir sağlamasıdır. Bu gelir az ya da çok olabilir. Buna göre iş de değişik isimler alır. Yüksek gelir getiren iş lere iyi iş, az çabayla yüksek gelir getiren işlere tatlı iş, ancak yüksek çaba ve risk gerektiren işlere de zor iş denilmesinin nedeni budur.

    Bir uğraşın bu teknik tanıma uyması ayrı, yasal ve ahlâki normlara uygunluğu ise tamamen ayrı bir konudur. Uyuşturucu madde ticareti ne yasal ne de ahlâki olmamakla beraber, yapana gelir sağladığı için teknik tanım dolayısıyla bir iştir.

    Bazı iş ler bir kişinin ailesiyle birlikte yüksek standartta yaşamasına imkan verebilecek bir gelir sağlayabilirken, bazı iş ler ancak ek gelir sağlayabilecek niteliktedir. Ama tanım itibariyle hepsi iştir.

    Gelir sağlamayan, ancak duygusal tatmin yaratan çabalara ise iş yerine, mesela uğraş vs demek daha doğrudur.

    2. İşin Bileşenleri

    Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    1. Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,
    2. Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceri,
    3. İhtiyaçlar ve beceriyi, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli koşullara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur. Bu ortam, şu koşulları sağlamalıdır:

    • Kamu yönetiminin ihtiyaç gördüğü şartlar, iş leri yapacak olanları caydırabilecek ağırlıkta olmamalıdır,
    • İşin gerektirdiği kaynaklar mevcut olmalıdır,
    • Girişimcinin bu kaynaklara ulaşabilmesi, pratik olarak mümkün kılınmış olmalıdır.

    Aşağıda, önce işin 3 bileşeni ve daha sonra da iş ortamının 3 şartı incelenmektedir.

    2.1.   Tatmin Edilmeye Hazır İhtiyaç

    Bir iş in vazgeçilmez parçasıdır. Bu ihtiyaç, dünyanın herhangi bir yerindeki ihtiyaç olabilirse de pratik olarak, girişimcinin yakın çevresindeki ihtiyaç ön planda gelir.

    Bu bazen kısmen tatmin edilmekte bulunan, fakat tatmin boşlukları bulunan bir ihtiyaç olabilir. Bir yerdeki insanların ihtiyacı olan ekmekleri sağlayan, fakat miktar, kalite ya da zamanlaması bakımından yetersiz fırınlar, tam karşılanamayan ihtiyaca örnektir.

    Ya da bu ihtiyaç henüz hissedilmeyen, fakat tanıtma yoluyla ortaya çıkarılabilecek bir gereksinim olabilir. Birçok yeni tüketim malı buna örnek olabilir.

    Girişimci, her iki tür ihtiyacın tesbiti için çeşitli yollar kullanabilir. Soruşturma, ürünün piyasaya az miktarda verilip deneme yapılması, uzman önerisine başvurma gibi yöntemler kullanılabilir.

    Bu amaçla kullanılan bir metod da “Bunu Yapabilir misiniz Sergileri“dir. Bir sergi düzenlenir, kişi ve kurumlardan ihtiyaçlarının birer örneğini sergide teşhir edip tanıtmaları istenir. Sergiyi dolaşan girişimciler, buradan çeşitli iş fikirleri üretebilirler. 1974 Kıbrıs harekâtından sonra TSK tarafından düzenlenen bu tür sergiler, günümüz KOBİ’lerinin temelini oluşturmuştur.

    Bir diğer yöntem, belli bir çevredeki insanların sorunlarını saptayıp, bu sorunlar üzerine iş fikirleri inşa etmektir.

    Örneğin, bedensel özürü bulunan insanların ulaşım ihtiyacı bir sorundur. Bir girişimci, bu kişiler için bir taşıma imkanı yaratıp, bir miktar maliyetinin de yerel idare ya da bir gönüllü kuruluş tarafından karşılanmasını istese, buradan bir iş imkânı doğabilir. Ya da görmeyen insanların günlük gazete okumaları bir sorun ise, bir girişimci bir okuma servisi kurarak bundan para kazanabilir.

    Veya işsizliğin kendisi bir sorun olduğuna göre İş Yaratmak bir girişimci tarafından ele alınabilir (bu dokümandaki yöntemler kullanılarak). İngiltere’de bir kuruluş (JCL Ltd.) bunu yapmıştır.

    Özet olarak, tatmin bekleyen ihtiyaçlar, işlerin kaynağıdırlar.

    Girişimcinin ilk niteliği, bir gözlemci olması, çevresindeki sorunları, tatmin bekleyen ihtiyaçları görebilmesidir. Girişimcinin başarısı, bu saptamayı yaparken gösterdiği gerçekçiliğe bağlıdır. Gelir düzeyi yeterli olmayan bir ortamda kedi bisküviti satmaya kalkan bir girişimci sonuçta, kendisini bisküvitleriyle doyurmak zorunda kalabilir.

    Tatmin bekleyen ihtiyaçlar bazen garip görünüşlü, çevre tarafından yadırganan sorunlara dayalı olabilir. Başarılı girişimcilerin çoğu da böyledir. Örneğin, büyük hesap tablolarının yatay ve düşey toplamlarının tutturulması sorunu, 1978 yılında Visi Calc  adlı bilgisayar programını yazan genç çocukları dolar milyarderi yapmıştır.

    Ya da, bir çok yere mektup yazmak isteyen kişilere adres satmanın düşünülmesi de böyledir. Egzos gazını temizleyerek çevre kirliliğinin önlenmesi yine bir sorun yoluyla para kazanmanın örneğidir.

    Bir yörede iş yaratılacağı zaman kullanılan bir yöntem de, o yöreye yöre dışından giren mal ve hizmetlerin tesbitidir. Eğer o mal ve hizmet(ler)in yöre içinden temini, maliyet, teslim süresi, kalite vs yönünden kolaylık sağlıyorsa, bir çok iş fikrine ulaşılmış demektir. Bunu Yapabilir misiniz Sergileri bu amaçla da kullanılabilir.

    İş yaratma organizasyonları (genellikle Girişim Destekleme Ajansları –Enterprise Agency– olarak adlandırılır) tarafından düzenlenebilecek bu tür sergiler, bir çok yeni işin kaynağı olurlar.

    Sonuç olarak denilebilir ki, bir ortamda yaratılabilecek iş sayısı, bu ortam içindeki kişi ve kuruluşların ihtiyaç potansiyeli ile doğru orantılıdır. O halde kişilerin,  ihtiyaçların farkına varması sağlanmalı (eğitim, tanıtma vb yollarla) ya da henüz oluşmamış ihtiyaçlar tahrik edilmelidir.

    Girişimcilere, hangi alanlara bakmaları gerektiğini hatırlatmak üzere -o alanlarda mutlaka ihtiyaç var demek değildir-, potansiyel iş fikirlerini açıklayan yayınlar mevcuttur. (BNGV kütüphanesinde 1000 dolayında iş fikrini içeren Potansiyel İşler Kılavuzu bulunmaktadır).

    Bir Girişim Destekleme Ajansı’nın önemli işlevlerinden birisi, ait olduğu yöre için geçerli olabilecek iş fikirlerinin derlenip yayımlanmasıdır.

    2.2.   İhtiyacı Tatmin Edebilecek Beceri

    Bir işin ikinci önemli parçasıdır. Bir toplumdaki insanların becerileri ne kadar gelişmişse, yaratılabilecek işlerin hacmi de o denli fazladır. Bir kişiye kazandırılan beceri, o kişinin yeni mal ve hizmetler arzetmesine, onu pazarlamasına, dolayısıyla çevrenin o mal veya hizmete ihtiyaç duymasına sebep olabilir.

    Örneğin bebek bakıcılığı becerisi kazanan bir öğrenci derhal bu becerisinden etrafını haberdar etmeye kalkacak ve belki o güne kadar böyle bir hizmet olmadığı için bu hizmeti kullanmayanlar da talepte bulunmaya başlayacaklardır. Vitrinlerde pazarlanan yeni ithal edilmiş mallara, bir çeşit “ithal beceri” gözüyle bakılabilir. Bunların alıcı buluyor olması, bu güne kadar bu ihtiyaçların tatmin edilmeyi beklediğini gösterir. Beceri öylesine sihirli bir kavramdır ki, kendi ihtiyacını kendi yaratan bir mal gibidir. Dolayısıyla İş Yaratmanın en kolay yollarından birisi, kişilere yeni beceriler kazandırılmasıdır.

    Kazandırılan beceri ne kadar karmaşık (sofistike) ise sağlayabileceği gelir de o denli yüksektir. Tabii ki o becerinin, gerçekten duyulan -ya da hatırlanabilecek olan- bir ihtiyaca karşı gelmesi şartıyla!

    Bir toplumdaki iş hacmi, o toplumdaki kişilerin ortalama beceri düzeylerine –beceri dokusu denilebilir- bağlıdır.

    Belirli bir beceri düzeyine sahip bir kişinin sağlıyabileceği gelir, bu düzeye bağlıdır.

    Eğer kişi -ya da toplum- herhangi bir yolla, sahip olduğu beceriye karşı gelen gelir düzeyinden daha yüksek bir gelir elde ediyorsa bunun anlamı, diğer bazı kişilerin de hak ettiklerinden daha az kazanıyor olmalarıdır. Yani bir çeşit haksız kazanç vardır.

    2.3.   “İhtiyaç”larla “Beceri”yi Birleştirme Yeteneği = Girişimcilik

    Bir işin üçüncü, ama en önemli parçasıdır. Girişimciliğin en önemli unsuru ise, etrafına bakmayı bilme yeteneğidir. Buna yetenek denilebileceği gibi, sonradan kazanılabilecek bir beceri de denilebilir. Çevresindeki sorunlara birer iş  imkânı olarak bakabilen, kişi ve kurumların dile getirmedikleri ihtiyaçlarını saptayabilen kişiler gerçek girişimcilerdir.

    Yolları su bastığı zaman, ayakkabısının ıslanmasını istemeyenleri bakışlarından tanıyıp onları sırtta karşıya geçirenler, basit de olsa birer girişimcidirler. Ya da insanların şehirlerin havasından bunaldığını tahmin ederek dağ yürüyüşü turları düzenleyenler de yine girişimcilerdir. Benzer şekilde, şehirlerin kalabalığı dolayısıyla kurye işlerinin aksadığını görüp, motosikletli öğrenciler tarafından paket ulaştırma servisi veren kişiler de girişimcilerdir.

    Sorunları birer imkân haline dönüştürmek, bir kişinin en değerli niteliğidir. Aynı olgu, toplumlar için de geçerlidir. Yüksek işçi ücretleri sorununu bir avantaj gibi kullanarak, Dünyanın en gelişmiş robot endüstrisini kuran ve işçilere de bunların tasarım, üretim, programlama ve bakım işleri gibi daha üst fonksiyonları yapabilecek becerileri kazandırıp, verdikleri yüksek ücretlerin bu defa tam karşılığını almayı becerebilen Japonlar bu duruma en iyi örnektir.

    Girişimciliğin bir diğer özelliği riske katlanabilmektir. Sürekli ve fakat düşük bir gelire katlanmak yerine kendi işinin sahibi olarak bazen düşük (hatta hiç) ama bazen de yüksek gelir riskini üstlenebilmek, bir girişimcinin değişmez özelliğidir.

    Bu açıdan bakıldığında, sürekli gelir sağlayan işler, bir bakıma o işlerde çalışanların en önemli kaynağını (risk alma yeteneğini) sürekli aşındıran birer törpüdür. Özellikle kamu görevleri, bu bakımdan kayda değerdir.

    Bu önemli sakıncayı ortadan kaldırmak için önlem geliştiren ülkelerde, girişimciyi cesaretlendirmek için belli bir süre (1 yıl gibi), sabit bir ücretle desteklemek gibi yöntemler kullanılmaktadır (İngiltere’deki Enterprise Allowance Scheme  gibi).

    Girişimciliğin bir bölümü aileden ve sosyal çevreden gelirse de bir bölümü eğitimle pekiştirilebilir. Özellikle İş Yaratmayı bir iş haline getirmiş ülkelerde bu amaçla uygulanan programlar mevcuttur. (A.B.D.’de kullanılan PACE- Program for Acquiring Competence on Entrepreneurship – Girişimcilikte Yeterlik Kazandırma Programı).

    2.4.    İş Ortamı

    İşi oluşturan bu 3 unsur –ihtiyaç, beceri ve girişimcilik-, iş ortamı adı verilen bir ortam içinde bulunur. Eğer bu ortam uygunsa iş oluşur, değilse oluşmaz. İşin doğması için bu ortamın yerine getirmesi gereken 3 koşulun durumuna gelince:

    2.4.1.  Kurallar Caydırmamalı

    Kamu yönetimi, kamu düzenini sağlayabilmek için bazı kurallar, sınırlamalar koymak zorundadır. Eğer bunlar çok fazla, girift ve uygulamaları keyfiliğe açıksa girişimciler iş kurmaktan vazgeçerler.

    İş kurma sırasında alınması gerekli izinler, ruhsat işlemleri ile iş lerin yürütümü sırasındaki vergi, beyanname vb işlemler girişimciyi caydıran engellerdir.

    Uygun bir iş ortamının en belirgin özelliği, girişimcinin önündeki engellerin azlığıdır. Özellikle kamu görevlilerinin, kendilerini girişimcilerin denetçisi veya amiri gibi değil, onların işlerini kolaylaştırıcı yardımcılar olarak görmesi son derece önemli bir ihtiyaç hatta bir zorunluktur.

    Bu çerçeve içinde işareti gereken ve son derece yaygın olarak yapılan bir yanlış vardır: Kamu adına kural koyanlar genellikle, bazı suistimalleri önlemek, kötü niyetli bazı girişimcilerin kuralların boşluklarından yararlanarak haksız kazanç sağlamalarına engel olmak için, işleri zorlaştırıcı ek kurallar koyarlar. Bunlar delindikçe yeni ek kurallar getirilir. Bunlar, kötü niyetlileri engelleyemez. Çünkü onların işi kuralları kötüye kullanmaktır. Ama diğer yandan dürüst girişimciler bundan büyük zarar görürler, bir kısım girişimciler de tamamen cayarlar. Özet olarak, İş Yaratma konusunda uygun ortam oluşturmak için, girişimcilerin önlerindeki engeller kaldırılmalıdır (Müteşebbisler Klübü (derneği)nün yayımlamış olduğu GİRİŞİMCİLİĞİN ÖZENDİRİLMESİ  adlı çalışma dokümanı, bu alanda yapılması gerekenlerin başlıklarını sıralamaktadır.)

    2.4.2. Kaynaklar Mevcut Olmalı

    Uygun ortamın ikinci koşulu, gerekli kaynakların mevcut olmasıdır. Bir iş in gerektirdiği kaynaklar çok sayıdadır.

    İlk bakışta kaynak denilince para akla gelirse de bu doğru değildir. Hattâ para, kolay temin edilebildiği takdirde, girişimciyi yanıltan, diğer gereklerin yerine getirilmesini ihmal ettirebilen bir unsurdur. Bir girişim parasız başarılı olamaz. Ama yalnız para ile de kati surette başarılı olunamaz. Paradan başka hiçbir kaynağa ihtiyacı olmadığına inanmış bir girişimciyi batmaktan koruyabilecek tek şansı, arzuladığı parayı bulamamasıdır.

    Bununla beraber, finansman kaynakları mevcut, fakat belli şartlar -gerçekçi bir iş planı gibi- yerine gelmemişse erişilemez olmalıdır. İyi bir girişimci, ihtiyaç olan diğer kaynaklar gibi parayı da bulabilen girişimcidir. Bir iş plânı için aranan para bulunamıyor ise ilk kuşkulanılması gereken, paranın yokluğu değil, para arama becerisinin yokluğu ya da bu değilse bizzat iş planının yetersizliği olmalıdır.

    Girişimci için önem taşıyan kaynakların bütününe  ÇOK YÖNLÜ DESTEK (ÇYD) denilebilir. Bunun içinde, işini doğru yönetebilmesi için bilmesi gerekenleri öğrenebileceği eğitim kaynakları, teknolojik desteği alabileceği kaynaklar (patent kütüphaneleri, bilgi erişim imkanları, teknik danışma hizmetleri gibi), tek başına istihdam edemeyebileceği uzman personeli temin edebileceği bir sistem yer almaktadır. Çok sayıda uzman kişi çalıştıran ve bu kişilerin bazı boş zamanlarını, girişimcilere yardım (ücretsiz ya da düşük ücretle) olarak sağlayan büyük kuruluşlar yoluyla sağlanması, gelişmiş ülkelerde alışılmış bir yoldur (secondment).

    Girişim Destekleme Ajanslarının bir fonksiyonu da bu ÇYD ortamını oluşturmaktır. Her yörenin ihtiyaç profili ve girişimci profili birbirinden farklı olduğu için, tüm ÇYD unsurlarının tek kuruluş (ve özellikle bu işle görevlendirilmiş bir kamu kuruluşu) tarafından karşılanmaya çalışılmaması  hayati önem taşımaktadır. Aksi halde bu, hiç bir destek sağlamamaktan daha kötüdür.

    ÇYD ortamının vazgeçilmez -ama çok dikkatli kullanılması gereken- kaynağı paradır. Girişim Sermayesi (venture capital), düşük faizli kredi ve hibe gibi mali imkanlar, kurulacak işlerin yakıtı durumundadır.

    2.4.3. Kaynaklar Erişilebilir Olmalı

    Nihayet uygun iş ortamının üçüncü koşulu, bu ÇYD kaynaklarının pratik erişilebilirliğidir.

    Tüm koşulları kağıt üzerinde sağlanmış olan, fakat pratikte kullanımı uzun formalitelere ya da uygulayıcıların keyfiliğine bağlanmış bir ÇYD sistemi yok demektir. İş Yaratmak için yukarıda sıralanan ve 3+3 şeklinde formüle edilebilecek unsurlar toparlanırsa:

    İhtiyaç – Beceri – Girişim ve
    Az engel – Kaynakların varlığı – Kaynakların erişilebilirliği

    olarak özetlenebilir,

    3.      Bu Yolla Yaratılan İşin Yaşama Şansı

    Bir işin yaratılması ile yaşaması iki ayrı özelliktir. Her yaratılan iş, yaşayabilir demek değildir. Nitekim bütün ülkelerde, yaratılan işlerin bir bölümü batmaktadır. Önemli olan yaratılan “net iş” sayısıdır.

    Yaratılan bir işin batmaması için ise gereken iyi yönetim ve uygun ortam şartları, ÇYD ortamının birer tabii sonucudur. Bunun dışında bir öğe ise nihai olarak bir işin ayakta kalıp kalamıyacağını belirlemektedir: Innovation  yani  buluşçuluk!

    Bir anlamda sürekli olarak yeniye doğru değişme demek olan innovation, bir girişimin ayakta kalıp kalamıyacağını belirleyen önemli bir faktördür. Innovation, genellikle teknolojik alan için geçerli sanılırsa da burada kastedilen her alanda sürekli iyiye doğru değişimdir. Yönetimde, teknolojide, pazarlamada, ilişkilerde velhasıl iş ile ilgili her şeyde!

    Başkalarının daha iyi yaptığı bir işten hiç kimse para kazanamaz, kazanmaması doğrudur da. Bir işi başkalarından daha iyi yapmanın yolu ise sürekli iyiye doğru değişmeden geçmektedir. Yani  innovation‘dan!

    4.      İş yaratma araçları

    Yukarıda açıklanan genel çerçeve içinde şu soru’nun yanıtı arandığında, birbirinden farklı ve birbirlerinin boşluklarını örtebilecek şekilde çeşitlendirilmiş “iş yaratma araçları”nın oluşturulması ve oluşturulanların da bir birbirleriyle uyum içinde kullanılmaları gerekir. Soru şudur: “kimler için iş yaratılmak isteniliyor?”

    Soru derhal, yaratılacak işlerin -dolayısıyla da bunları yaratma araçlarının geniş bir alana yayılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Örneğin bir yanda yaşlı, bedensel özürlü ve bir becerisi bulunmayan insanlara, diğer yanda ise yüksek teknoloji konusunda eğitim görmüş, yüksek katma değer üretebilecek gençler için işler -daha doğrusu iş yaratabilme ortamları- yaratılmalıdır.

    Buna göre aşağıdaki başlıklar -Ekim 1987’de Devlet Bakanlığı tarafından yayımlanan İstihdam Politikası’nın revize edilen dizin kısmından alınmıştır- bu çeşitli alanlar için araçların neler olabileceğini göstermektedir:

    4.1.      Mali teşvik araçları

    4.1.1.    Ek istihdam için ücret sübvansiyonu

    4.1.2.    Küçük girişimci vergi yükünün azaltılması

    4.1.3.    Risk sermayesi

    4.1.4.    Bankaların iş kurma kredisi sistemi oluşturması

    4.2.      Organizasyonel araçlar

    4.2.1.    İstihdamı Geliştirme Yüksek Koordinasyon Kurulu teşkili

    4.2.2.    İş Vakfı kurulması

    4.2.3.    Çalışma Genel Müdürlüğünün reorganizasyonu

    4.2.4.    Küçük Girişimler İdaresi kurulması

    4.2.5.    Girişimciler Klübü kurulması

    4.2.6.    Üniversitelerde girişimcilik klüplerinin kurulmasının özendirilmesi

    4.3.      Uluslararası işbirliği araçları

    4.3.1.    OECD ile işbirliği

    4.3.2.    BM ile işbirliği

    4.3.3.    Avrupa Konseyi ile işbirliği

    4.4.      İstihdam bilinci geliştirme araçları

    4.4.1.    Kamuoyunun doğru kavramlar çevresinde yönlendirilmesi

    4.5.      Mevzuat araçları

    4.5.1.    İstihdam ortamının geliştirilmesi için mevzuat

    4.5.2.    Küçük girişimlerin tabi olduğu mevzuatın basitleştirilmesi

    4.5.2.1.   Ruhsat mevzuatı basitleştirme

    4.5.2.2.   İşletme mevzuatının basitleştirilmesi

    4.5.3.    İstihdamı güçleştiren mevzuatın değiştirilmesi

    4.6.      Nitelik geliştirme araçları

    4.6.1.    Mevcut işsizlerin niteliklerinin yükseltilmesi yoluyla istihdam imkanlarının artırılması

    4.6.1.1.   Beceri Kazandırma Programları (BKP)

    4.6.1.1.1.  Devlet eliyle yürütülecek olan BKP

    4.6.1.1.2.  Özel girişimciler eliyle yürütülecek olan BKP

    4.6.1.1.3.  Özel sektörün düzenleyeceği BKP

    4.6.1.2.   BKP için görsel-işitsel eğitim araçları geliştirilmesi

    4.6.1.3.   Bedensel engelliler için meslek merkezleri kurulması

    4.6.1.4.   Çekirdek beceriler (core skills) programı

    4.6.2.    Çalışanların niteliklerinin yükseltilmesi için BKP

    4.5.4.    Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) yoluyla eğitimin yaygınlaştırılması ve kalitesinin geliştirilmesi

    4.7.      İstihdam rehberliği araçları

    4.7.1.    Meslek seçimi için rehberlik sistemi kurulması

    4.7.2.    İş aramada rehberlik sistemi kurulması

    4.5.5.    İş ve işçinin buluşturulması sisteminin geliştirilmesi

    4.8.      İş kurma araçları

    4.8.1.    Girişimcilik eğitimi

    4.8.2.    Girişim Destekleme Ajansları (şirketleri)

    4.8.3.    Tekno-parklar kurulması

    4.8.4.    Kamu kurum ve kuruluşlarının Kendi İşini Kurmak (KİK) isteyenleri desteklemeleri

    4.8.4.1.   KİT’lerin destek sağlamaları

    4.8.4.2.   Belediyelerin KİK isteyene destek sağlamaları

    4.8.4.3.   Valiliklerin (İl Özel İdareleri) KİK isteyene destek sağlamaları

    4.5.6.    Franchising (imtiyaz) sistemi

    4.9.      İstihdam anlaşmaları

    4.5.7.    Özel sektörle yapılacak iş yaratma esaslı anlaşmalar

    4.10.   Emek-yoğun istihdam anlaşmaları

    4.10.1. El halıcılığının geliştirilmesi

    4.10.1.1.Türk El Halıcılığı (TEH) Geliştirme Projesi

    4.10.1.2.Türk Halıcılık vakfı

    4.10.1.3.Devlet Bakanlığı- Kültür ve Turizm Bakanlığı TEH Projesi

    4.10.2. Kürk hayvancılığının geliştirilmesi

    4.10.2.1.Kürk hayvancılığının özendirilmesi

    4.10.2.2.Kürk dikiminin özendirilmesi

    4.10.3. Kıymetli taş işçiliğinin geliştirilmesi

    4.10.4. Mermerciliğin geliştirilmesi

    4.10.5. El sanatlarının geliştirilmesi

    4.10.6. Özel bayındırlık projeleri

    4.10.7. Yol yapımında parke taş kullanımının özendirilmesi

    4.10.8. Yazılım ihracının özendirilmesi

    4.5.8.    Emek yoğun uğraş köylerinin kurulması

    4.11.   İşgücü piyasası bilgi sistemi araçları

    4.5.9.    İşgücü piyasası bilgi sistemi kurulması

    4.12.   Tasarruf araçları

    4.12.1. Ucuz konut yapımının özendirilmesi

    4.12.2. Çok amaçlı mobilyanın özendirilmesi

    4.12.3. Beslenme bilinçlendirilmesi

    4.12.4. Isı tasarrufu projeleri

    4.12.4.1.Yüksek verimli soba projesi

    4.12.4.2.Konutların ısı yalıtımlarının özendirilmesi

    4.12.4.3.Sanayide enerji tasarrufu

    4.12.4.3.1. Atık ısı geriye kazanma

    4.12.4.3.2. Atık enerjinin tarifeye bağlanması

    4.12.5. Tasarruf bilincinin geliştirilmesi

    4.12.6. Parasal tasarrufların özendirilmesi

    4.12.6.3.Pozitif faiz uygulanması

    4.12.6.4.Sermaye piyasasında “rating” (derecelendirme) merkezinin oluşturulması

    4.13.   İstihdamı koruma araçları

    4.13.1. İşsiz kalmak durumnda olan kişilere kendi işlerini kurabilecekleri bir ortamın yaratılması programı

    4.13.2. Yönetim teknikleri eğitimi

    4.13.3. Audit (denetim) şirketleri kurulması

    4.13.4. İşgören-teşebbüs ortaklığı projesi

    4.13.5.Kriz yönetimi şirketlerinin kurulması

    4.14.   Bilgi toplumu oluşturma araçları

    4.14.1. “Bilgi” hakkında genel bilinç yaratılması

    4.14.2. Bilgisayar piyasasının liberalizasyonu

    4.14.3. Enformasyon Teknolojisi Merkezi (TETM)

    4.14.4.Uluslararası bilgi ağlarına bağlanmak

    4.15.   İstihdam konularına bilgi desteği sağlama araçları

    4.15.1. Yabancı ülke yayınlarının izlenmesi

    4.15.2. Üniversitelerin istihdam konularına yönlendirilmesi

    4.15.3.İstihdam bilgileri dokümantasyon sisteminin oluşturulması

    4.16.   Enformasyon desteği sağlama araçları

    4.16.1. Türkiye hizmet envanteri sistemi kurulması

    4.16.2. Patent arşivleri sistemi kurulması

    4.16.3. Üniversite mezunları için iş arama rehberi oluşturulması

    4.16.4.Destek literatürünün getirilmesi

    4.17.   Hızlı nüfus artışı ile ilgili araçlar

    4.17.1.Hızlı nüfus artışı nedenlerinin analizi ile bu nedenlere yönelik bir çözüm paketinin geliştirilmesi

    4.18.   Rekabeti önleyen unsurların giderilmesi için araçlar

    4.18.1. İthalatta korumacılık yönetimi

    4.18.2.Belli iş kollarında iş yapmayı yasaklayan hususların giderilmesi

    4.19.   Enflasyon ile mücadele araçları

    4.19.1. Genel araçlar (bkz. BNGV Politika Dokümanları dizisi: Enflasyonla Mücadele)

    4.19.2. Spiral etki (Çığ Etkisi) araştırması (bkz. https://tinaztitiz.com/3847/3847/ )

    4.20.   Bilim ve Teknolojiyi geliştirme araçları

    4.20.1.Bilim ve Teknoloji Politikası dokümanının onaylanması

    4.21.   Üretimin teşviki araçları

    4.21.1. Kapasite kullanımının artırılması

    4.21.1.3.kapasite kullanımını sınırlayan nedenlerin analizi

    4.21.1.4.Pazarlamanın geliştirilmesi

    4.21.1.5.vardiyalı çalışmanın özendirilmesi

    4.21.2. verimlilik ve üretkenliğin artırılması

    4.21.2.3.İş tanımları ve iş gereklerinin hazırlanması

    4.21.2.4.Planlı bakım-onarım faaliyetlerinin özendirilmesi

    4.21.2.5.İş standartları bilgi bankasının kurulması

    4.21.2.6.Teşvikli ücret sistemlerinin özendirilmesi

    4.21.2.7.verimlilik, eğitim ve danışmanlık şirketlerinin özendirilmesi

    4.21.2.8.Hizmet içi eğitim sistemlerinin kurulması ve işleyişinin özendirilmesi

    4.22.   Bölgesel potansiyellerin harekete geçirilmesi araçları

    4.22.1.Yerel potansiyel değerlendirme sisteminin kurulması

    4.23.   Küçük girişimlerin özendirilmesi araçları

    4.23.1. Yurtdışı müteahhitlik firmalarının yurt içinden alım yapmalarının özendirilmesi

    4.23.2. Sanayi sitelerinde  Yönetimi sağlanmış İşyerleri (managed workshops) kurulması

    4.23.3. Küçük girişim vergi yükünün azaltılması (bkz. 4.1.2)

    4.23.4. Küçük girişimin tabi olduğu mevzuatın basitleştirilmesi (4.5.2)

    4.23.5. İş kurma araçları (4.8)

    4.23.6. İşsiz kalmak durumunda olanlara kendi işlerini kurabilecekleri ortamın yaratılması (4.13.1)

    4.23.7. Patent arşivleri kurulması (4.16.2)

    4.23.8.İş yapmayı sınırlayan hususların giderilmesi (4.18.2)

    4.24.   Ekonomik büyüme araçları

    4.24.1.Genel ekonomik büyüme araçları

    4.25.   Yatırımların hızlandırılması araçları

    4.25.1. Yatırımların ek finansman yolu ile hızlandırılması

    4.25.2.Proje zamanlama ve izleme sistemi kurulması

    4.26.   İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi araçları

    4.26.1. Kişilerin iş değiştirmelerinin kolaylaştırılması

    4.26.2.Çalışmakta olanlara kendi işini kurma yardımı yapılması

    5.      Sonuç

    Bir iş in yaratılması için gereken koşullar buraya kadar özetlenmiştir. Görüleceği üzere bu süreç basit değildir. Bu süreci karmaşık ve meşakkatli bularak reddedenler bulunabilir.  Bunların bir bölümü başka yollarla gelir sağlayabilirler de!

    Ancak bir toplum için, bugünün acımasız rekabet dünya’sında varlığını sürdürebilmenin bundan başka yolu mevcut değildir.

    Azgın deniz dalgalarıyla başa çıkmanın en kolay yolu onlara direnmek değil, onunla birlikte hareket etmeye çalışmaktır. Bugün, ister kişiler ister toplumlar düzeyinde olsun bu gerçeğin farkında olanlar ayakta kalacaklar, farkına varamayanlar ise varlıklarını sürdüremiyeceklerdir. Tarih bunu doğrulamaktadır. (Rev. 2.1, Nisan 2003)

  • PİŞMİŞ GİRİŞİMCİNİN BAŞINA GELENLER !

    Üç kareli bir karikatür vardı. Birincisinde, çok yaşlı bir hanımla gençten bir adam bir odada uygunsuz durumdalar. İkinci karede oda kapısı açılmış ve yaşlı bir general olan, hanımın kocası bu uygunsuz durumun üzerine gelmiş. Generalin göğsü madalya dolu. İki aşık şaşkınlıkla, koca ise hem hırs hem de şaşkınlıkla kısa bir süre bakışıyorlar. Nihayet son karede koca, korkudan titreyen genç adamı tutup, göğsündeki madalyalardan birisini ona takıyor.

    Türkiye’deki girişimcilerin hepsine böyle birer madalya takmak lazım. El birliği ile tüm sistem onların girişimciliğini öldürmeye uğraşsa da onlar yılmadan çabalıyorlar.

    Girişimcilik nasıl özendirilip desteklenebilir? Bu, bu köşenin hacmini çok aşar. Merak edenlere önerim, Müteşebbisler Kulübü (Ayazağa asfaltı, 3ncü yol, Maslak-İstanbul) tarafından hazırlanmış bir raporu (Girişimciliğin Özendirilmesi) okumalarıdır. Raporda bu konu iyice incelenmiş.

    Benim, okurlarıma ayrı bir önerim var: Ülkemizde girişimciler, bürokraside öyle işlerle karşılaşmışlardır ki, bunları bir editör bir araya toplasa, hem girişimciler ve hem de girişimciliği özendirmek isteyebilecek yetkililer (KOSGEB, İş ve İşçi Bulma Kurumu, İstihdamdan Sorumlu Devlet Bakanlığı, Üniversiteler vbg) için son derece değerli bir “vaka kolleksiyonu” (case collection) ortaya çıkar.

    Girişimciler birbirlerinin başlarına ne geldiğini, devlet de onların başlarına neler getirdiğini öğrenir ve bakarsınız birileri bunları düzeltmeye çalışır.

    Şimdi ben bu köşe aracılığıyla bir çağrı yapmak istiyorum. Kendisini “müteşebbis” olarak adlandıran kim varsa onlara bir çağrı: Başınıza gelen ve girişimcilik açısından ilginç olduğunu düşündüğünüz “vaka”ları bana yazınız. İsterseniz adınızı saklı tutalım, isterseniz adınızla birlikte yayımlayalım. Bu işin editörlüğünü yapmayı ve sonra da bastırmak için bir sponsor arayıp bulmayı ben üstleniyorum.

    Eğer bu kitap olur ve hele de satarsa, tüm gelirini Müteşebbisler Kulübüne bırakalım. Böylece o kuruluş da çalışmalarını daha iyi yürütebilir. Bana herhangi bir yolla (BAROMETRE ya da TBMM) ve GİRİŞİM VAKALARI rümuzuyla yazabilirsiniz.

    Ne dersiniz?

  • BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!

     

    Değerli okurlarım,

    İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.

    «…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….

    Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……

    Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»

    Değerli kardeşim,

    Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.

    Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.

    ·       Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    (1)     Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,

    (2)     Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),

    (3)     İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.

    İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.

    ·       “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.

    ·       Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.

    ·       Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.

    ·       Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan  tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.

    ·       Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.

    ·       Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.

    ·       İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.

    ·       Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:

    (1)     İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.

    (2)     İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.

    (3)     Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:

    a.        Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.

    b.        Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.

    Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.

    ·       Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.

    ·       Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.

    ·       Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.

    ·       İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:

    İlke 1.  Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.

    İlke 2.  Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.

    İlke 3.  Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.

    İlke 4.  Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.

    İlke 5.  Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    İlke 6.  Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    İlke 7.  Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).

    İlke 8.  Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.

    Değerli kardeşim,

    Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.

    Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.

    Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.

    Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.

    Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.

    Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!

    Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,

    İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.

    23 Mart 2003

     

  • ESKİ OYUN BİTTİ!

    Yaklaşan -ya da öyle gösterilen- ABD-Irak savaşına Türkiye’nin -bir şekilde- dahil olup olmaması uzunca süredir gündemde ve öyle kalacağa da benziyor.

    Ta başından beri konu iki uç noktadan birisini seçme sorununa indirgendi ve kamuoyu, birisi kalabalık ve etkisiz diğeri ise seyrek fakat etkili iki uç görüşü savunur hale geldi: savaşa hayır yanlıları ve (örtülü) savaş yandaşları.

    Bu görüntü, tüm sorunlar karşısında hemen çift kale maç yapmaya hazır toplumumuza ve özelde de okur-yazar kesimimize gayet uygun bir duruştur. Türbandan yana ve karşı olanlar, laikler ve olmayanlar, Türkler ve Kürtler, çalışanlar ve çalıştıranlar, Aleviler ve Sünniler vd..

    Toplum gerçekte böyle net siyah ve beyazlardan mı oluşmaktadır? Kuşkusuz ki uçların aralarındaki gri tonların toplamıuçlardaki siyah ve beyazlardan daha fazladır.

    Ama bu tür konuları modellemek -adı konulmasa da yapılanın teknik adı budur- durumunda olan okur-yazar kesimimizin çoğunluğunun benimsediği düşünce biçimi ancak iki durumlu mantık olduğu için bu kalabalık ara tonlar hangi uca yakınsa o uca dahil edilir.

    Toplumumuzun inanç profilini tanımlamaya çalışanların sık sık “%99.5’u müslüman” diye başlayan betimlemeleri de yine böyle bir “iki durumlu mantık” ürünüdür. Tam müslüman olanlarla müslümanlıkla sadece nüfus kağıdı bağı olanlar arasında kalan gri çoğunluk, istek sahibinin meşrebine göre genellikle tam müslüman sayılır. Ama bu büyük gri çoğunluk yeri gelince de bu defa tam aksi uca itilir ve geride kalanlar “inananlar” adlı özel gruba dahil edilirler. Yani duruma göre hangi uç gerekiyorsa oraya dahil etme. Buna da herhalde “dinamik lojik”(!) demek gerek.

    Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu iyice tanımlayabilecek bir benzetme “iki ucu değil tamamı kirli değnek” olabilir. Rest çekip “bu benim savaşım değil” dese yarınki oluşumlardan zarar görebilecek; ben de varım dese hem komşusu ile bozuşacak hem de bir insanlık suçuna katılmış olacaktır.

    Bu açmaz durum aslında ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da içinde barındırıyor. Ne ekonomik, ne diplomatik ne askeri ve ne de bir başka açıdan direnebilme gücü -toplumsal bağışıklık sisteminin gücü denilebilir- bulunmayan Türkiye’nin, bu durumunun farkına varması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Çünkü, bundan evvelki toplumsal belâlar tek tek geliyor kâh ekonomik kriz, kâh deprem, kâh etnik terör ya da Kıbrıs sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.

    “Bireysel belâlı durumlar” denilebilecek hallerin bir bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli dışavurumları olduğu ise çok az kişi istisna edilirse dile getirilmiyor ve eğer o anki sorun çözülürse düze çıkılacağı varsayılıyordu. Tek arzusu “sorunsuz yaşamak” olan geniş halk toplulukları için de bundan daha uygun bir beklenti olamazdı.

    Bu defa durum değişiktir. Cumhuriyet tarihimizin en köklü krizi ile karşı karşıyayız. Bu duruma bir talihsizlik, bir felâket olarak bakmak mümkündür ama daha iyisi, bunu bir “iyi şans” olarak görmektir.

    Sağlığını ihmal etmiş, yapılmaması gereken ne varsa hepsini yapmış bir insanın bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılması ailesi açısından benzer bir felâket sayılabilir. Ama akılcı düşünce bunun bir şans olduğunu, bütün yanlış yaşam alışkanlıklarının muhasebesini yapmak için zorlayıcı bir neden ortaya çıktığını söylemektedir.

    Türkiye, elindeki kartlarla kimseye rest çekebilecek durumda değildir. Bunu herkes -hattâ belki kendi de- bilmektedir. Çeşitli vesilelerle duyduğumuz kükreme sesleri, orman hayatını biraz bilenlere yabancı değildir ve tamamı korkudan çıkarılan seslerdir.

    Ancak bu önemli -ve çok yararlı- gerçeği bildikten sonra neler yapılması gerektiği düşünülebilir.

    Sorun ABD değil düşük olan “toplumsal bağışıklık gücümüz”dür. Nitekim bu yetersizlik sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ, her yıl bir savaştaki kadar yurttaşımızı yitirdiğimiz trafik terörü de, yılda bir Kıbrıs kadar toprak kaybetmemize yol açan erozyon da, her yıl çeşitli okullarımızdan mezun ettiğimiz çocuk ve gençlerimizin özgüvenlerini yokedip kendilerini “potansiyel hırsız” olarak kabul etmeleri sorunu da bu bağışıklık gücü yetersizliğinin farklı görüntülerinden ibarettir.

    O halde yapılması gereken, sorun çözme kabiliyeti yetersizliği olarak her fırsatta ortaya çıkan bu bağışıklık sistemi yetmezliğini gidermektir.

    Bunun nasıl yapılacağının tartışılacağı ortam bir yazının kapsamı dışındadır. Ama önemli olan, bu tanıda birleşebilmektir. Sorun çözme kabiliyetinin bileşenlerinin neler olduğu ve onların nasıl olup da hiç tartışılmadığı kuşkusuz böyle bir tanı birliğinden sonra konuşulabilir.

    Sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesi orta-uzun vadeli çözümleri içerebilir.

    Karşı karşıya bulunduğumuz çoğu uluslararası nitelikli belâlarla başa çıkabilmek içinse daha kısa-orta vadeli çözümlere ihtiyacımız vardır.

    Bu bağlamda ise bir kavramsal buluşçuluğa ihtiyaç var. Bugüne kadar ve de halen uluslararası ilişkilerimize esas oluşturagelmiş kavram “Doğrudan Güç Kullanımı” ya da “Doğrudan Koz” denilebilecek bir konsepttir. Bu, bir isteğimizi yaptırmak istediğimiz ya da bir isteği karşısında pazarlık edebilecek durumda bulunmak istediğimiz bir ülkeye karşı sahip olduğumuz doğrudan koz(lar) ve o ülkenin Türkiye’ye karşı sahip olduğu koz(lar) demektir.

    Osmanlı İmparatorluğu, bu konsepte dayalı pazarlık gücü yetersiz olduğu için dayanamamış, parçalanarak yok olmuştur.

    Ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar, Osmanlı’yı parçalayan dış dinamiklerin kendi içindeki dengesi nedeniyle varlığını sürdürebilmiştir.

    Şimdi artık o denge bozulmuş -ya da daha iyi deyimle değişmiş-, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden öğeler ortaya çıkmıştır.

    Dünya enerji kaynaklarının %35’ine doğrudan komşu, yavaş yavaş ekonomik olmaya başlayan petrol rezervlerine ise doğrudan sahip -ki Türkiye’nin rezervleri kayaçlar içinde olup klasik madencilik metotları ile işlenebilecektir- bir ülkede bulunmamız, artık doğrudan tehdit altında olmamızın başlıca nedenidir. Ve, geleneksel uluslararası ilişkiler konsepti -Doğrudan Koz konsepti- ile bu tehditlere karşı koymamız mümkün değildir. Bunun da bilinip üzerinde tanı birliğine varılması, çözüm yolunda önemli bir adım sayılmalıdır.

    Yeni kavram: Harekete Geçirilebilir Güç

    Yeni kavram “Harekete Geçirilebilir Güç” olarak adlandırılabilir. Türkiye, sadece doğrudan ilişkide bulunduğu değil, ilişkide bulunduklarının ilişkide bulundukları, onların da ilişkili oldukları, ilh. ülkelerin birbirlerine karşı tüm kozlarını bilmek, ihtiyaçlarına göre bunlardan oluşan yeni etki güzergâhları oluşturabilmek zorundadır.

    Geleneksel konseptin en büyük dayanağı, yıllardır her şeyi sadece iki boyuta (siyah ve beyazlar, evet ve hayırlar) indirgemiş mantık sistemimizdir. “Savaştan yana mıyız karşı mı” kıskacından kurtulabilmeli, “gevşek mantık” (bulanık mantık, fuzzy logic)  uyarınca hem bu durum hem de gelecek durumlar için neler yapmamız gerektiğinin hesabını yapabilmeliyiz. Kuzey Irak’a girip çıkamamak kötüdür, ama daha kötü olan bu ikili (evet-hayır) mantık kıskacıdır. İlk kurtulunması gereken, bu düşünsel cenderedir.

    Bunun da nasıl yapılacağı bir yazının kapsamı dışındadır, ama önemli olan yine tanı birliğidir.

    En kısa vadeli sorun ise olası savaş karşısındaki tutumun ne olması gerektiğidir.

    Bugün ortaya çıkmış bulunan kamuoyu duyarlığı ve onu dikkate alma konusunda olabildiğince dikkatli davranmaya çalışan idare, eli son derece zayıf bir oyuncunun yapabileceklerini yapmaya çalışmaktadır.

    Bilinmesi gereken, bugün ne yapılmak gerektiği değil, bugünleri kullanarak yarınlardaki benzer durumlarda elimizi nasıl güçlendireceğimizdir.

    Bu el ile hiçbir oyun kazanılamaz. Eski oyun bitti.

    26.02.2003

     

     

     

     

     

     

     

  • BİR “SAKLI İÇERİK”: KAR TATİLİ

    “Saklı içerik” kavramının kimi okurlarımıza yabancı gelebileceği nedeniyle kısaca hatırlatmak gerekiyor.

    “İçerik” ya da eski deyimle “müfredat”, okullardaki eğitim-öğretim faaliyetinin resmi haritasıdır. Okulda -ana okulu ya da üniversite- nelerin öğrenileceği, hangi tutum ve davranışların kazandırılacağı, bu okulların bağlı bulundukları resmi kurumlarca -Milli Eğitim Bakanlığı veya YÖK- belirlenir ve okullara tebliğ edilir.

    Bu resmi içerik, resmi kurumlarca belirlenmiş “doğrular”, “iyiler” ve “güzeller” çevresinde, eğitimcilerce tasarımlanmıştır.

    Akıl (doğru-yanlış), ahlâk (iyi-kötü) ve estetik (güzel-çirkin) boyutlarının eğitim-öğretime yansıması da denilebilecek “içeriğin” böylece, ders kitapları, öğretmen söylemleri, okul-veli işbirlikleri, velhasıl okul ile ilgili her alan için şaşmaz birer yol gösterici olduğu kabul edilir. Bu nedenle bu içeriğe “resmi içerik” denilmesi doğru olabilir.

    Zaman zaman resmi içerik eleştirilir. Ama bu eleştiri içerik kavramına değil, akıl-ahlâk-estetik değerlerin içerikteki temsil şeklinedir. Yoksa herkes bir “resmi içerik” bulunması konusunda uzlaşı içindedir.

    Buraya kadar işin kitabî yanıdır. Bu noktada sorulması gereken, bu “resmi içerik”in öğrencilerin -ana okulu ya da üniversitelerde-  gerçekten de bilgi-beceri-tutum ve davranışlara yansıyıp yansımadığıdır. Eğer yansımıyor ise de, çocuk ve gençlerin bilgi-beceri-tutum-davranışlarını şekillendiren başka bir içeriğin bulunup bulunmadığı ve varsa onu kimlerin tasarımladığıdır.

    İşte “saklı içerik” bu soruya verilen cevap dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Evet, çocuk ve gençlerimiz resmi içerikten değil, ortada görünmeyen -ama gizli olmayıp sadece saklı olan- içerikten öğrenmekte, tutum ve davranışları “saklı içerik” yoluyla şekillenmektedir.

    Örneğin, öğrenim yaşamı boyunca girdiği sınavlarda kopya çekmesi olasılığına karşı başında gözetmen bulundurulan bir öğrenciye sürekli biçimde “sen potansiyel bir hırsızsın, şimdi kopya çekmiyor olabilirsin, fakat bu çekmeyeceğin anlamına gelmez” mesajı verilmekte, bir anlamda koşullandırılmaktadır. Bu tür bir koşullandırmanın etkileri, resmi içerik uyarınca yapılan eğitimden daha derin ve daha kalıcı değil midir?

    Saklı içerik, öğrenilmesi istenilerek, öğrenilip öğrenilmediği sınav ve not yoluyla denetlenerek öğretilmez, örnekler (rol modelleri) yoluyla öğrenilir. Ama, saklı içeriğin öğrenilmesindeki derinlik ve kalıcılığın nedeni bu değildir. Esas neden, öğrenci üzerinde görünür bir zorlama olmaması, doğrudan bilinç altına hitap edilmesi ve bu işlemin uzun süreler boyunca tekrarlanarak kalıcılık kazanmasıdır.

    Saklı içerik yoluyla olumsuzlar kadar olumlular da öğrenilebilir. Örneğin, bir öğretmenin adil davranışları, bir yöneticinin hoşgörüsü, arkadaşlar arası dayanışma ya da sportif konulardaki tatlı rekabet hep saklı içerik ürünleridir. Saklı içerik işte böyle bir şeydir.

    Peki ya kar tatili yoluyla öğrenilen nedir?

    Hemen her kar yağışında okullar tatil edilir. Nedeni açıktır ve her şeye itiraz eden insanlarımız tarafından dahi kabullenildiğine göre çoğunluk tarafından da onaylanmaktadır.

    Hattâ bu kar tatili işi o denli tutmuştur ki, okulların dışına çıkmış resmi dairelere de yaygınlaşmıştır. Zaman zaman hava çok karlayıp soğuduğunda kamu kuruluşlarının tatil edildiği görülmektedir.

    Zaten her fırsatta tatil yapan, onunla da yetinmeyip ardından gelen -kaç gün sonra gelirse gelsin- hafta sonlarını da ekleyerek yıllık izin kadar uzatabilen insanımızdan da bu beklenirdi.

    Kar tatili yoluyla verilen saklı içerik şudur: «Sevgili çocuklar ve gençler -ve onların velileri-; Yaşam, sıkıntısız olmalıdır. Bu sıkıntılar herhangi kaynaklı olabilir. Kar da bunlardan birisidir. Okula ulaşımınızı güçleştirir, okulda ısınmanızı güçleştirir, yollarda üşüyüp hasta olursunuz. Zaten sizler kendi kendinizi idareden aciz, daima başkalarının kollamasına muhtaç kişilersiniz.

    Sizleri götürüp getiren servis araçları da bu tür havalarda hareket edemezler. Şoförleri beceriksiz, tedbirsiz ve tembeldir. Onların görevi sorunsuz ortamlarda para kazanmaktan ibarettir.

    Özet olarak böyle güçlükler sizi de bizi de aşar. Siz ancak sorunsuz ortamlarda yaşayabilirsiniz. O tür ortamları sağlamak da bizim değil “bizleri yönetenlerin” görevidir. İnsan zaten dünyaya niye gelir ki? İki günlük ömrümüzde bir de kar kış sorunlarıyla mı uğraşacağız?

    Yabancı soğuk ülkelerdeki insanlar alışmışlardır, biz onlarla bir olamayız, bizler ana kuzularıyız. Onlar -20 derecede de okula ya da işe gidip gelirler, en fakirleri dahi ortam koşullarına göre giyinmeyi bilir. Bizler ise bilmeyiz, ama biz de padişahlarımızın doğum tarihlerini, ölüm nedenlerini -pardon onu bilmeyiz-, ülkelerin darı ve yulaf üretimlerini filan biliriz, onlar da bunu bilmezler.

    Şimdi gidin ortam sorunsuz hale gelene kadar evlerinizde oturun, sorun kalmayınca tekrar ortaya çıkarsınız

    Bu kar tatili fikrini icadeden kimdir bilinmez. Fakat eğer melânet mühendisliği diye bir disiplin varsa o dalda uzman olduğundan kuşku yoktur.

    Bir toplumun sorun çözme kabiliyetinin gelişmesine imkân sağlayabilecek bu kadar basit -ama etkili- bir durumun kullanılabilmesini dahi bu insanların ellerinden almış, üstelik bunu kimseyi ürkütmeden yapabilmiştir.

    Her fırsatta eğitimin önemini başımıza kakanlar, her kar yağdıkça okulları tatil edenler şunu akıl edememektedir: «Öğrenme ancak gerçek yaşam senaryoları yoluyla olur. Bunun dışındaki “şeylerin adlarını belleyip ezberlemek” ile öğrenmenin bir ilgisi yoktur, o sadece dostlar alış-verişte görsün diye yapılan öylesine bir iştir. Zaten eğitim denilen şeyi görenlerin bir işine yaramayışı da bunu gösteriyor.

    Gerçek yaşam senaryoları ise mutlaka sorunları içerirler. Çünkü yaşamın temeli sorun çözmek ve-bireysel, ailesel, kurumsal, toplumsal ve de türsel- varlığını sürdürebilmektir.

    Çocuk ve gençleri sorunlu durumlardan uzak tutmak onların ve onlardan oluşan toplumun varlıklarını sürdürme şanslarını ellerinden almak demektir.

    O halde biz erişkinlere düşen görev, sorunlu durumların yönetimidir. Yani, o durumla gerçekten başa çıkamayacak olanları -bebekler, çok yaşlılar, hastalar ve ölüler- korumak, diğerlerini ise kontrollu olarak zorluklarla temas ettirmek ve böylece en güç koşullarla dahi başa çıkabilme yetisi kazanmalarına yardımcı olmaktır. Eğitimin gerçek anlamı da budur

    Bu saklı içerik, kar tatili gibi masum görünüşünü terketmiş bir tümör gibi toplumu sarmıştır.

    Artık iş işten geçmiş, saklı içerik çoğunluğun bilinç altına şu şekilde yerleşmiştir: “Yaşam sorunsuz olmalıdır; sorunlar olmaması gereken şeylerdir; ama olursa birilerinin -bizleri yönetenler- sorunları çözmeleri gerekir. Bizler, sorunsuz ortamlarda kebap yapıp yemekle meşgulüz!”

    Eğer birileri gerçekten bir şey yapmak istiyorsa, tüm illerin valilerine şu 4 kelimelik emri versin: “okullar hiçbir nedenle kapatılmayacaktır”. 20 Şubat 2003

     

     

     

     

  • Milli Eğitim Bakanına açık mektup

     Cuma, 10 Ocak 2003

    Sayın Bakan,

    Size bu mektubu yeni görevinizde başarı dilemek ve eğer arzu edilirse, olası katkılarım hakkında düşüncelerimi iletmek için yazıyorum.

    Ama bir yandan da, bu tür önerilerin -belki biraz da fazlasıyla- aktığını ve bir çeşit öneri kirliliği yarattığını da tahmin ediyorum.

    Sanırım ki J. F. Kennedy de benzer bir öneri akımı altında şu ünlü deyişi üretmiştir: “her başkana binlerce öneri gelir; iyi başkan, bu kalabalık içinde kulak verilmesi gerekenleri sezebilendir“.

    Sizin bu yöndeki sezginize güvenerek, önerilerimi kısa başlıklar halinde sunacağım. Eğer arzu edilirse, bunların ayrıntıları üzerinde konuşabiliriz:

    • Bugün mevcut olan sorunlar, onlara yol açmış yaklaşımlar sürdürülerek çözülemez. Bugün çözüm önerenlerin, bizzat sorun yaratan yaklaşımların sahipleri olduğu unutulmamalıdır.
    • Herkes eğitim “sistemi”nden yakınıyor. Halbuki “sistem” denilen şey, bu işin paydaşlarını -veli, öğrenci, öğretmen, idareci, akademisyen, bürokrat, politikacı, asker, basın, sanatçı, sponsor, sivil toplum kuruluşu vd- oluşturan birey ve kesimlerin, birbiriyle uzlaşmaz isteklerinin toplamından ibarettir.

    Dolayısıyla sorun “sistem”de değil, bir sistemden bu denli farklı isteklerde bulunan, üstelik de bunları mutlak doğru zannedip israrla savunan ve fırsat bulduğunda fırsat bulduğu kadarını uygulayan toplumdadır.

    Eğitimden neler beklenmesi gerektiği konusunda bir zihinsel netliğe kavuşmadan bu kargaşanın çözülmesi imkânsızdır.

    Eğitim alanındaki paydaşların sayısı çok ve statüleri birbirinden farklıdır. Bunları bir araya getirebilecek ve böylece ortak akıl üretebilecek en etkili araç “Ağ Temelli Yaklaşım”lardır. Tüm Avrupa ülkelerinde neredeyse norm olan bu yaklaşım (Sokrates, Leonardo vb ağlar) Türkiye’miz için de etkili bir yoldur. Bu yolda geçen yıl atılan bir adım, sizin girişiminizle hayata geçebilir.

    Bu tür bir ağın ilk faaliyeti olarak bir arama konferansı yapılabilir ve eğitim konusundaki stratejik çerçeve çizilebilir.

    Cumhuriyetin ilk yıllarında, 10 milyon kadar nüfusu okur-yazar yapmak ve savaştan çıkmış bir ülkeyi kalkındırmak için gereken yurttaş tipini yaratmaya yönelik yaklaşım o gün için doğru sayılabilir.

    Yanlış olan, 21nci yy.’ın karmaşık ilişkiler dünyasının getirdiği neredeyse sonsuz öğrenme ihtiyaçlarını ideolojik indoktrinasyon yaklaşımıyla gerçekleştirmeye çalışmaktır.

    Bugün bu kalabalık ve genç nüfusun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışlar ancak kişinin kendisinin “öğrenmesi” yoluyla mümkündür. İşte bu nedenle de “öğrenme” (learning) kavramı bütün dünyada giderek ön plâna gelmektedir.

    Eğitim fakültelerimiz ise halâ B. F. Skinner’in (1904-1990) hayvan deneylerinden mülhem “davranış şekillendirme” elemanları yetiştirmekle meşguldür. Halbuki “öğretme” yoluyla davranış şekillendirme artık neredeyse bir “zihinsel taciz” sayılmak durumundadır.

    Devletin bu bağlamda yapması gereken 2 önemli işlev vardır:

    1. Kişilerin, kendi öğrenme ihtiyaçlarını, kendi keşfedecekleri öğrenme profillerine göre özgürce belirleyip giderebilecekleri ortamların hazırlanmasına “yardımcı olmak”. Bu bağlamda, elinizdeki iletişim imkânlarını kullanarak kamuoyunu ikna edip, tüm Türkiye’yi bir öğrenme ortamı haline getirebilirsiniz. İnsanlar, doğuştan sahip oldukları olağanüstü öğrenme yeteneklerini unutup, okulun, çevrenin, özellikle medyanın etkisiyle öğrenemeyeceklerine ikna edilmişlerdir. Ama bu kalıcı bir kayıp değildir. Tekrar uyandırılabilir. Tüm insanların çevrelerindeki tüm imkânları kullanarak ihtiyaçlarını öğrenme yoluyla karşılamaya başladıkları bir Türkiye’yi hayal edebiliyor musunuz?
    2. Kişilerin öğrenme ihtiyaçlarının ancak ve yalnız kendilerince belirlenmesi ve de giderilmesi demek olan “öğrenme özgürlüğü” ortamını zedeleyebilecek her türlü indoktrinasyon girişimini kesin olarak caydırmak.

    Bugün, yeni işe başlayan bir bakan olarak sizi bekleyen en ciddi birkaç tehlike -tabii ki kanaatimce- şunlardır:

    •  Sıradan bürokratik işlerin akışı içine çekilmeniz ve mevcut sistemin bir parçası haline gelmeniz,
    • Çeşitli bahanelerle statükonun muhafaza edilmesi gerektiğine ikna edilmeye -hattâ hafifçe dayatılmaya- çalışılmanız,
    • Birkaç ay sonra da artık sistemi savunur hale gelip her türlü dış eleştiriyi bir saldırı olarak görmeye zorlanmanız.
    • Ama bu tehlikelerden daha da ciddisi, bugünkü “davranış şekillendirme”ye yönelik indoktrinasyon temelli eğitimin bizzat kurbanı durumunda olanların olası tepkileridir. İnsanlarımız “öğretilme bağımlısı” haline getirilmişler, bir öğretici olmadan hiçbir şeyi öğrenemeyeceklerine inanmışlardır. Bu nedenle, bu yeteneklerinin varlığını ancak kararlı ve uzunca süreli bir uygulama sonunda tam olarak hatırlayabileceklerdir.

    Size, bu yoğun çabalarınızın gerektireceği bir zaman ve sabır ortamı gerekecektir. Bunun için ise daha kısa vade içinde sonuç verecek uygulamalara ihtiyaç vardır. Bunlardan 2 tanesini şöylece önerebilirim:

    (a) Onur Sistemi’ne göre sınav: Maliyeti sıfırdır. Kısa dönemde prestij kazandırır; uzun dönemde ise yaşamsal önemdedir.

    En önemli insan hakkı ihlali sayılan “potansiyel suçlu” kavramının temeli, ilkokuldan üniversitelerdeki sınavlara kadar yaygın şekilde uygulanan “kopyaya karşı gözetim” ile atılmaktadır. Bir sınav sırasında öğrencinin başında bekleyen gözetmen, öğrencinin potansiyel hırsız (kopyacı) olduğunu varsaymaktadır. İşin acı yanı, -eski Sovyetlerde olduğu gibi- öğrenci de “potansiyel suçlu” olduğunu kabul etmekte, buna karşı bir tepki verememektedir.
    Gözetim olsa da olmasa da kopya çekme eğiliminde olanların oranının %10 dolayında olduğunu bizzat gözlemledim. Bunlar her koşul altında kopya çekebiliyorlar. Ama kazanç, bu yöntemle onurlu olduklarına güvenildiği gösterilecek olan %90’dır.
    Bu insanlar yarınlarda, yaptıkları yasaları, yönettikleri insanları, hizmet ettikleri üstlerini “güven” esasına göre değerlendireceklerdir. Günümüz Türkiyesi’nin 1 numaralı sorunu kimsenin kimseye güvenmemesi değil midir? Bunun temellerini biz okullarımızda inşa ediyoruz.
    Mevcut yapı -öğretmenler, idareciler, hattâ bazı öğrenciler-  gözetimsiz sınav uygulamasına karşı çıkabilecek, gözetim olmazsa kopya çekileceği tehdidinde bulunacaktır. Bunlara karşı önlemler vardır, yeter ki uygulanmak istenilsin.
    (b) Müfredat sistemindeki her “doğru”nun göreceli olduğunun öğretmenlerce anlaşılması ve derslerin buna göre işlenmesi.
    Sayın Bakan,
    Sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, Osmanlı’dan bu yana tarihimizin en kritik varsayımı, “doğrular, iyiler ve güzellerin tek oldukları”dır. Doğru-yanlış’lar akıl ve bilimin; iyi-kötüler ahlâk ve dinin; güzel-çirkin’ler ise estetik ve sanatın konularıdır. Bunlar tek ve mutlak değillerdir ve içinde bulunulan koşullara “göre”dirler.
    • 5×5 yalnızca 10 tabanlı sayı sisteminde 25’dir,
    • İki nokta arasındaki en kısa uzaklık yalnızca durağan koordinat sistemleri için bir doğru parçasıdır,
    • Bir üçgenin iç açılarının toplamı yalnızca düzlem üzerine çizilmiş üçgenler için 180o‘dir.
    • Bir metindeki noktalama işaretlerinin doğru kullanılması yalnızca, anlatılmak istenilenlerin açıkça anlaşılmasının istendiği hallerde geçerlidir. Şifreli metinler için bunun tam aksi geçerlidir.
    • Yalan söylemek eğer bir yuvayı yıkılmaktan kurtaracaksa mübahtır.

    Bunların sayısı istenildiği kadar artırılabilir. En güzide okullarımızda ya da bir mezra okulundaki öğretmenimiz eğer isterlerse yarın sabahtan itibaren doğruların göreli olduğunu kavrayabilir ve derslerini böyle işlemeye başlayabilir. Bunun da maliyeti sıfırdır. Bunun kısa, orta ve uzun dönem yararları tahmin edilemeyecek kadar çoktur. Bugün toplumumuz çok sayıda iki kutuplu kesime ayrılmış, kamplaşmıştır. Türkler ve Kürtler, laikçiler ve şeriatçılar, Aleviler ve Sünniler, çalışanlar ve çalıştıranlar, AB’ne yandaş ve karşı olanlar ve daha birçoğu..

    Bu  insanlarımızın bunu idrak etmelerini sağlamak zorundayız: Doğru olarak bellediğimiz ve uğrunda ölmeye ve öldürmeye hazır olduğumuz doğrular-iyiler-güzeller hep görecelidirTek gözetmek durumunda olduğumuz gerçek, evrenin gerçeklerinin çok az bir bölümünü biliyor olduğumuzu “zannetmemiz”den ibarettir. Her doğrunun içinde biraz yanlış, her iyinin içinde biraz kötü ve her güzelin içinde biraz çirkin vardır. Hattâ denilebilir ki, yaşamımız hep gri tonlardan ibarettir. Tam siyah ve tam beyazlar yoktur.
    Öğretmenlerimiz başta olmak üzere toplumumuzda rol modeli olan herkesin bu gerçeği anlaması ve kendi doğrularını ölesiye ve öldüresiye savunmaktan vazgeçmesi gerekiyor.
    Batılıların kendi geçmişlerinde olmamasına karşın akıllarıyla buldukları bu gerçek bizim kültür köklerimizde (tasavvuf) vardır. Bu yüzden biz çok da şanslı sayılırız.
    Toplumsal barışın, bugünkü dayatmacı metotlarla sağlanması imkânsızdır. Çeşitli inanç ve ideoloji sahibi kişi ve kesimlerin şunu farketmelerini sağlayabilmeliyiz: Kendi doğru, iyi ve güzel’lerimizin geçerlik sınırı, başkalarının sınırlarında biter. Onları etkilemeye çalışmak doğru değildir, zorlamak ise asla kabûl edilemez.
    Toplumsal barışı ancak ve yalnız, doğruların göreli olduğu gerçeğini benimseterek sağlayabilirsiniz.
    Bilim ve sezgi, aklın, birbirlerinden koparılmaması gereken araçlarıdır. Toplumumuz bu iki alanı ayırmış ve her birinden yana olanlar (laikler ve olmayanlar) kamplara ayrılmışlardır. Her iki kesim de birbirinin varlığını kabul etmemekte, diğerini  -mümkünse- yok etmeye çalışmaktadır. Halbuki tüm keşif ve icatlar, tüm sanat eserleri, tüm sosyal abideler, hepsi bu iki alanın ayrılmaz bütünlüğü ile inşa edilmişlerdir.
    Bu nasıl bir iştir ki, tüm Batı medeniyetini oluşturan bu bütünlük bizde ıska geçilmiş, bununla da kalınmayıp toplumu birbirine düşman hale getirmiştir. Bunun nedeni, doğruların tekliğidir. Bilim alanındakiler de sezgi alanındakiler de kendi doğrularından kuşkulanmamakta, onu egemen kılmak için kıyasıya enerji tüketmektedirler. Aslında ise tüketilen öz yaşam enerjimizdir. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Bunu birilerinin farketmesi, bu ahmakça çatışmayı durdurup, bilim ve sezginin sinerjisini sağlaması gerekiyor. Bu “birisi” niçin siz olmayasınız?
    Sayın Bakan,
    Kısa diye başladığım sözlerimi daha çok uzatmak istemiyorum. Sizden ricam, bu konulara derinlikli bakmanız ve insanlarımızın içine itildiği çaresizliklerin köklerini görebilmenizdir.
    Bilvesile saygılarımı sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Sağlıcakla kalınız.

     


    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz:

    http://www.beyaznokta.org.tr

    Teşekkür ederim :-))
  • VAKİT YA DA İLGİ YETMEZLİĞİ MÜMKÜNDÜR, AMA…

    Yıllardır bende bir takıntı haline gelen, “bayram-seyranda, toptan kutlama mesajı yollama” konusunu sizlerle paylaşmak ve böylece -eğer mümkün olursa- bu takıntıdan biraz olsun kurtulmak istiyorum.

    Takıntımın epey geçmişe gittiğine ilişkin bir kanıtı, ’80’li yıllarda yazdığım aşağıdaki yazıdır:

    TEBRİK ALDATMACASI

    Kişilerin seyrek de olsa tanıdıklarına, dostlarına iyi dileklerini iletmesi ne kadar güzel bir adetse, bunu, bilgisayarlara yüklenmiş adresler arasındaki otomatik tebrikleşme komedisine çevirmek de o denli yakışıksızdır.

    Matbaada, ya tam basılan ya da bazı yerleri ……… bırakılıp, bayram çeşidine göre doldurulan kartların üzerinde ne yazarsa yazsın taşıdığı mesaj  şudur: “Benim sana ayıracak zamanım yok. Ya da sen, iki-üç kelime yazmama değer bir kişi değilsin. Ama bu kartları yollamak adet olmuş, o sebeple sekreterim (hatta bilgisayarım) bu angaryayı yapıyor.”

    İş sadece “yakışık” konusu da değildir. Konunun bir de “aldatma” boyutu vardır.

    İçerdiği mesaj, yukarıdaki olduğundan şüphe bulunmayan tebrikler dolayısıyla doğabileceği tahmin edilen kızgınlık ve alınganlığa yol açmamak için son yıllarda keşfedilen bir yöntem, el yazısıyla yazılmış ve de kasıtlı  silintiler içeren tebriklerin, aslından ayırdedilemeyecek bir şekilde matbaada basılmasıdır.

    Bazısı matbaa yazısının altında, sanki yollayan tarafından dolmakalemle imzalanmış gibi imza taşıyan, bazısı da bütünüyle dolmakalemle gibi yazı taşıyan tebrikler (!) tek kelime ile rencide edicidir.

    Bu tekniklere aşina olmayan köylü vatandaşlarımızı, “bak bana filancadan  kendi el yazısıyla tebrik geldi”  yanılgısına düşürmeyi amaçladığından şüphe olmayan bu tebrikler, karşısındakileri cahil yerine koymanın Türkçesidir.

    İş yaptığı müşterilerinin tümüne  tebrik yollaması, birlikte çalıştığı beşinci sınıf reklam ajansı tarafından tavsiye edilen bir genel müdür pekala, “ben bu kadar insana tek tek nasıl yazabilirim” diyebilir.

    Bu işin  “yakışıklı” kuralı basittir: Eğer bir kişiye 5-10 kelime (yaklaşık 15 saniye) yazamayacak kadar değerli bulmuyorsanız ya da bu iş için ayırabileceğiniz zamanın, değerli bulduğunuz insan sayısına bölümü 15 saniyeden daha küçükse bu defa hiç yazmayınız.

    Buna karşı mesela bir gazeteye ilan vererek, “tüm müşterilerimizin (tabii her zaman müşteri olmayabilir, başka şeyler de olabilir!) mübarek bayramlarını tebrik eyleriz” şeklinde işi kısa kesmek daha dürüstçedir.

    Doğrusu ben, bu tür aldatma motifi içeren tebrikleri kati surette cevaplamıyorum. Diğerlerine ise vaktimin elverdiği ölçüde 2-3 kelime de olsa kendi elimle bir şeyler yazıyorum.

    Tebrik bir zorunluk, bir iş gereği, bir yatırım değildir. Bir gönül almadır. İçine aldatmaca karıştırılmamalıdır.

    Yaklaşık 20 yıl içinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da gelişmeler oldu ve işin içine internet girdi, şimdilerde insan aldatmak daha kolay.

    Bilgisayarınızın posta programına yüklü adres defterinden seçtiğiniz -bu da bir defa yapılıp otomatik hale getirilebilir- onlarca / yüzlerce adrese, hattâ istenilirse sadece size yazıldığı izlenimi verebilecek şekilde- çok (multiple) anlamlı kutlama mesajları yollamak mümkün hale geldi: “Bu mutlu günde en içten dileklerimi(zi) sunuyorum(z)” mesajı; resmi ve dini bayram, nişan, düğün, sünnet, terfi, seçim veya maç kazanma, sevgililier günü ya da yeni ürünün lansmanı münasebetiyle yollanabilir.

    Kutlama, kişisel ya da çok dar kapsamlı (aile gibi), duygu boyutu çok ağırlıklı bir “insani” işlevdir ve hiç kaybedilmemesi gereken öz-içeriği, “bu özel münasebetle, senin özel duygusal gereksinimlerine … iyi dileklerimi yolluyorum“dan ibarettir.

    Bunun, listeler halinde yapılması, “sen bir sürünün, bence hiçbir farkı bulunmayan üyesisin; bu mesajı da sana senin için değil, bu kadar çok kişiye istediğim anda erişebileceğimi, bilgisayar sahibi olduğumu, bu işlerden anladığımı anlatmak için yolluyorum” demektir, “saklı içerik” budur.

    Evet, başkaları ne düşünürse düşünsün, bana bu şekilde “sürü üyesi” muamelesi yapanlara cevap vermiyorum. Pahalı bir kartın içine birkaç tane kartviziti koyarak güya vazife ifa eden kutlama(!) mesajlarını doğrudan çöpe atıyorum.

    Gelin 2003’ü bireyler olarak karşılayalım, birbirimize sürü muamelesi yapmayalım.

  • HAYVANLARI İNSANLARDAN KORUMANIN YOLUNU ARIYORUZ!

    İnsanlar,  hayvanlar ve de tüm varlıklar arasında bir “değer” farkı gözetmeyen, bunların ancak ve yalnız birlikte var olabileceğinin bilincinde olan canlı dostları,

    Adana’lı ir canlı dostu, Sayın Nesrin Çıtırık’ın mektubunu aynen, üzerinde hiçbir yorum yapmadan aşağıya alıyorum. Ve şunu muhasebeyi kendi kendime yapıyorum:

    Bu konudaki duyarsız kişi ve kurumlara kızmayı, onları eleştirmeyi ve onlarla didişmeyi bir kenara bırak. Onlar da  doğamızın birer parçası. Tüm varlıkların bir bütün oldukları gerçeğinin farkında olanlar ve de olmayan iki ucunun arasındaki alanda, kazanılabilecek ve dayanışma sağlanabilecek çok sayıda insan var.

    Hayvanlara düşman olan bu “insan” ve “kurumlar”ın, tüm yaşam alanları için birer sorun kaynağı olduğunu somut örneklerle gösterebilecek fırsatları arayıp bularak bu insanlara göstermeye çalış ve konunun salt bir “hayvan sevgisi” olmadığını göstermeye çalış.

    Bunun için iki somut araç var: internet ve TV dizileri. Bunların, bu bilinci yaygınlaştırmak için kullanımının akıllıca tasarımlanması için tüm tanıdıklarını, onların tanıdıklarını ve de onların tanıdıklarını harekete geçirmeye çalış. Şimdi yapılmak gereken budur. 17 Kasım 2002

     

    Sayın Tınaz Titiz,

    Bir süre önce damda ölüme terkedilen köpekle ilgili beni aradığınızda web sayfanızın adresini bana vermiştiniz. Beynimin özellikle teknolojik alanda yeni şeyler öğrenmeye ilişkin bölümünün tamamen kapalı olması nedeniyle, çok mecbur kaldığım için ancak internete girmeyi öğrendim ve sitenizi ziyaret ettim.

    Hayvanları korumaya yönelik çalışmalarımız umutsuzca çırpınışlar halinde fakat yılmadan, yıkılmadan devam etmekte. Bir avuç insan pek çok cephede savaş vermekteyiz.

    Bizim Adana’da belediye ile birlikte yönettiğimiz bir barınağımız var. Bir ölçüde kişisel ve sosyal konumlarımız nedeniyle, büyük ölçüde ise basının büyük desteği arkamızda olduğu için belediyeler istemeden bin dereden su getirerek barınağa hizmet veriyorlar.

     Ama inanıyorum ki biz biz olmasaydık, basın arkamızda olmasaydı, barınak yerine bu çaresiz hayvancıklarımızı takır takır vurmayı yüzlerce defa tercih ederlerdi.

    Tamamen bizim çabalarımızla Adana’da durum çok vahim değil. Barınak oldukça iyi durumda, kışın soğuktan, yazın güneşten korunabiliyorlar. Beton bloklar içinde değiller. Geniş gezinti alanları var ve karınları çok iyi  biçimde doyuyor. Yaklaşık aktif olarak çalışan 10 kişiyiz fakat l000 kişiye bedeliz.

    Adana daki sorunun çözülmesiyle iş bitmiyor tabii. Tarsus belediyesi bir barınak yapmış. Yüzlerce, birkaç metrekarelik beton hücreler, hiç gezinti alanı yok. Hayvan bu birkaç metrekare içinde yiyecek, içecek, çişini kakasını yapacak ve orada yaşayacak. Bir çeşit yavaş ölüm hücresi. Barınak yapılıp bittikten ve belediye sıkıntı yaşamaya başladıktan sonra bizi aradılar. Başkan iyi niyetli. Fakat alt birimler ahmak ya da kötü niyetli. Muhtemelen müteahhite para kazandırmak ve paylaşmak için inanılmaz bir çimento yığını haline getirmişler burayı. Islahı için bazı öneriler götürdük. Bir ölçüde yaptılar. Sonra da bir dönem buraya uğrayamadık. Belki de uğrayınca göreceklerimiz bizi korkuttuğu için uğramak istemedik.

    l5 gün önce Mersin den bir hanım bu barınakta açlıktan köpeklerin birbirlerini parçalıdıklarını, pislik idrar ve su içinde perişan durumda olduklarını feryat figan bize bildirdi. Gittiğimizde gördüğümüz manzara feciydi. Sil baştan belediye ile görüşmelere başladık. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar sıkıntılarla sorunu çözmeye başladık. Yani savaş vererek.

    Yine daha önce çok kötü koşullarda olduğunu duydugumuz HAYVANAT BAHÇESİNİ de ziyaret ettik. Oraya da,  göreceklerimizin korkusuyla  gitmemiştik. Aman tanrım, kaplanlar, ayılar, aslanlar, maymunlar hepsi birkaç metrekare beton hücreler içinde. Ne güneş, ne toprak, ne de bitki var. O gururlu, o dağı taşı titreten hayvanlar,  suçları olmadan hücre cezasına çarptırılmış, şaşkın ve ürkek bakıyorlar. Binlerce insan da onlara bakıyor. Ben Elazığlıyım. Bizim oralarda bir laf vardır. Ayranı yok içmeye, atla gider  ………………şeklinde bir sözdür bu. Sokağındaki lağıma çare bulamayan bu belediye kalkmış hayvanat bahçesi yapmış.

    Birde Mersin belediyesinin yaptığı bir barınak sorunu var. Sokağa atılan hayvanlara bakan bir kaç hayvanseverin oluşturduğu barınak zamanla yüzlerce köpekle dolup artık ihtiyaca cevap veremez olunca, MERSİN HAYVAN DOSTLARI adıyla dernekleşen bu iyi yürekli ve kahraman bir grup insan,  bizim de (biz DOHAYKO yuz. Yani Doğayı Hayvanları Koruma ve Yaşatma Derneği) desteğimizle uzun savaşlardan sonra belediyeye bir barınak yaptırabildi. Fakat barınaktan sorumlu olan belediye başkan danışmanına muhalif olan belediye genel sekreteri ve onun avanesi, ellerinden gelen her türlü engellemeyi yaparak orada bulunan yüzlerce hayvancığa büyük sıkıntılar çektirmekteler. Dernek üyeleri ise inanılmız özveri ile canını dişine takmış mücadele etmekteler. Muhaliflerin niyeti barınakta çok ciddi sorunlar yaşanmasını sağlayarak, oradan sorumlu olan danışmanı başkanın gözünden düşürmek. Bu şark kurnazı küçük ve ahmak ve de gözünü dünya hırsları bürümüş adamlara karşı da bir başka cephede savaşıyoruz.

    Daha önceleri belediyeler köpekleri vurup zehirlemesin, barınaklarda barındırsın düşüncesindeydim. Son deneyimlerimden sonra, HAYIR, BELEDİYELER KÖPEKLERİ VURARAK FAZLA IZDIRAP ÇEKTİRMEDEN ÖLDÜRSÜNLER, ÇÜNKÜ BU HAYVANCIKLARA BARINAKLARDA YAVAŞ YAVAŞ VE DAHA IZDIRAPLİ BİR ÖLÜM ŞEKLİ REVA GÖRÜYORLAR noktasına geldim.

    Sokaklarda dayak, taşlanma, tecavüz, açlık, hastalık ve kurşunla mücadele eden bu gariban yaratıklar, barınaklarda ise beton hücreler içinde sebebini kendileninin de bizim de bilmediğimiz bir suçtan dolayı ölüm hapsine layık görülmektedirler.

    Geçen hafta Mersin ve Tarsus barınaklarından Adana ya dönerken, yol boyunca hem araba kullandım, hem de ağlayarak TÜM KEDİ VE KÖPEKLERİN bir gecede acı çekmeden ölerek İNSANLARIN ELİNDEN kurtulmaları için dua ettim.

    Milyonlarca metrekarelik uçsuz bucaksız bu dünyada kendilerine yer bulamayan, yaşamalarına izin verilmeyen, tek suçlari insanı dost bilmek olan bu hayvanlar,  maalesef hiç bir yere sığamadılar. Bu nasıl dünya, bu nasıl adalet, bu nasıl insanlık!

    Seçim öncesi, barınaktaki işkence görmüş olan kedi köpek ve leyleliğimizi de alarak parti merkezlerini ziyaret ederek, basın önünde HAYVAN HAKLARI KANUNU çıkartacaklarına dair söz aldık. AK PARTİ ziyaretinde aynı zamanda genel başkanın siyasi danışmanı da olan milletvekili adayı ( şimdi milletvekili oldu)  ÖMER ÇELİK bu kanunu çıkartacaklarına dair çok kesin söz verdi. Hatta “hiç diğer partileri dolaşmayın, bu kanunu biz mutlaka çıkaracağız, aksi takdirde gelin bizim yakamıza yapışın, hesap sorun” dedi.

    Umutlandık ve inandık. Bekliyoruz.

    Çevre bakanlığı nın organizasyonuyla 4 ekimde  Ankara da ERTUĞRUL ÖZKÖK ve sevgili BEKİR COŞKUN’a  törenle plaket verildi. Türkiye den pek çok hayvan hakları dernekleri temsilcileri de katıldı. Bizler de hepimiz iş güç sahibi insanlar olmamıza rağmen, çevre bakanlığının böyle geniş bir organizasyonu yapmasının ana amacının bizim gibi dernekleri bir araya getirerek bir güç platformu oluşturma çalışması gibi düşünerek, işimizi bıraktık gittik.

    Orada, yurdun dört bir yanından gelmiş pek çok dernek temsilcisinin bulunduğunu gördük. Fakat sonra anladık ki, çevre bakanı  muhtemelen Hürriyet gazetesi ile ilişkisini düzeltmek için bir tören düzenlemiş ve bizleri de figüran olarak çalıştırmış. Tören sonunda bir panel yaptılar, katılan 5 konuşmacıya 3’er dakika verdiler. Zamanımız doldu, çabuk bitirmek zorundayız dediler. Kalkıp itiraz ettim, “bizler işkadınıyız ve işyerlerimizi bırakıp ciddi bir çalışma olacak diye geldik. bir törene figüran olamayacak kadar zamanı kıymetli insanlarız. Lütfen bu kadar insan burada toplanmışken ulusal bazda bir işbirliğinin ön çalışmasını yapalım” diyerek itiraz ettim.

    Enteresandır, orada bulunan çevre bakanı da “evet, hanımefendi çok haklıdır, bu toplantı bir vesile olsun, mutlaka örgütlenmenin kararını alın ve ilk adımı burada atın” diye beni destekledi. Sanki toplantıyı bu biçimde kendi bakanlığı değil de başkaları düzenlemişti. Tabii ki soramadık, madem doğru bu idi, neden baştan planlamadınız diye….

    Biz orada ankara da bulunan dernek ve vakıf yöneticilerinden rica ettik, bu birliğin ilk çalışmalarını siz başlatın, biz maddi manevi yanınızdayız dedik. Onlar da bir çalışma sanıyorum başlattılar. Fakat aralarında sürtüşmeler olduğu için nasıl olacak bilemiyorum.

    Sayın Tınaz Bey, affınıza ve hoşgörünüze sığınarak durumu uzunca anlattım. Vaziyet bu. Bir tarafta çaresiz ve muhtaç hayvanlar; bir tarafta bu hayvanlar için cansiperane çırpınıp belediyelere karşı amansız mücadele veren, ama bu mücadeleyi verirken de birbirleri ile de kıyasıya didişen geçimsiz fakat iyi yürekli insanlar; bir diğer tarafta ise gözünü kişisel hırs ve çıkarları bürümüş yüreğinde allah korkusu taşımayan gözü ve gönlü kör kurumlar…

    Hırsızları, canileri affederken, bu gariban hayvanları kurtaracak kanunu çıkarmayan adamlar……..

    Günlerdir düşünüyorum NE YAPMALI, NASIL YAPMALI diye…..Bu savaş nasıl kazanılır diye…… Bu zavallı hayvanları bu belediyelerin elinden  nasıl kurtarırız diye………..

    Ankarada başlatılan güçbirliği çalışmasının başarıya ulaşmasını pek beklemiyorum. Ama güçbirliği yapmadan da  netice alamıyacağımızı biliyorum.

    Aklıma şu geldi. Tamamen telefon, faks ve internetle haberleşen ve kararlar alan,  her konuda toplu olarak tepki veren birlikte hareket eden bir  HAYVAN HAKLARI EYLEM PLATFORMU oluşturmak için  bir çalışma yapsak…… Türkiyenin bir yerinden kalkıp bir yerine gitmek, orada toplantı yapmak bir olur, iki olur,  bu çok kolay değil. Ama iletişimin bu kadar gelişmiş olduğu günümüzde, yüzyüze gelme gereği olmadan iletişim araçlarını kullanarak  bir fikir ve eylem birliği oluşturulabilir mi?

    Mesela Tarsustaki hayvanat bahçesine veya barınağa, böyle bir platformun üyelerinden  dört bir yandan protesto yağsa…….. Meclise sistemli bir şekilde kanunun çıkması için talep yağsa………Yine planlı bir şekilde tüm köşe yazarlarına konuyu gündeme getirmeleri  için sürekli talepte bulunulsa……… Ama bunlar spontane değil, sistemli ve planlı bir güçbirliği ve çalışmanın ürünü olarak yapılsa…….Bir sorunla ilgili aynı anda pek çok platform üyesi savcılıklara, valiliklere ve diğer ilgili kuruluşlara başvursa……..

    Günlerdir arkadaşlarımla bunu konuşuyoruz. Bu gün vaktiyle sizin notunuzu yazmış olduğum bir kağıdı tesadüfen bulup, interneti de yeni öğrenmenin verdiği hevesle sitenize girince, acaba bu konuda sizinle tartışıp fikirlerinizden yararlanabilirmiyiz diye düşündüm…..

    Eğer yazdıklarım ve tasarladıklarım size saçma gelir ve zaman vermeye değer bulmazsanız, kırılmam.  Çünkü ben de bizlerin pek de normal insanlar olmadığımızı düşünüyorum. Bizler hastayız, gerçekten hastayız. İmkanlarımızı kullanıp hayatın keyfini çıkarmak varken, kedi köpek peşinde olmak pek de sağlık belirtisi  değil ama, nasıl unutabiliriz tel kafeslerin arkasından bize yalvararak bakan terierleri, diğer minik köpekleri, kocaman sokak köpeklerini, heybetli ayıları, ormanların hakimi aslanları, kaplanları, kurtları ve diğerlerini…………Biz bu hastalıktan iyileşemeyiz….. Bu çaresiz bir hastalık çünkü…….. Onlar oradalar, mahsun, mazlum ve çaresiz…..Hayır, hayır biz iyileşemeyiz, ve de iyileşmemeliyiz. Biz iyileşirsek onlar ölürler….

    Zamanınızı aldığım için özür dilerim.

    Nesrin ÇITIRIK

    DOHAYKO Genel Sekreteri

    Adres. NESRİN MAĞAZASI

    M.Saracoğlu caddesi, Gökkuşağı apt 6/H  ADANA

    Tel. (322)457-5422  veya (532)223-3683

  • EĞİTİM SİSTEMİMİZ BAŞARILIDIR..

    Tam bir fikir birliği

    Eğitim sistemimizden memnun olan pek kimse olmadığını anlamak için, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimse ile konuşmak yeterlidir.

    Eğitim işiyle herhangi bir yanından -veli, öğrenci, eğitici gibi- ilgisi olanlar ya da bu kesimlerle dolaylı bir ilgisi olanlar bu yargıyı abartılı bulmayacaklardır. Özel amaçlı bir istatistik bulunmasa da, hemen her tür platformda dile getirilen çeşitli sorunların başlıca nedenlerinin başında eğitim sistemimizin yetersizliği tanısının bulunduğuna hepimiz şahidiz. Dolayısıyla bu yargı için ek kanıt aramaya ihtiyaç yoktur.

    Milli Eğitim bürokrasisi de bu genelleme içine dahildir. Onlar da sistemden mutsuz, ama mevcut imkânlar içinde iyi şeyler yaptıklarından dolayı mutludurlar. Dolayısıyla “sistemden” memnuniyetsiz kesim gerçekten büyüktür.

    Ama bu haksızlıktır!

    Eğitim sisteminden memnun olmayanlara ilk sorulması -ve de öğretilmesi- gereken, bir sistemden memnuniyet ya da memnuniyetsizliğin öyle ceff-el-kalem (birdenbire, bir kalemde) dile getirilemeyeceği, başarım (performans) ölçüt(ler)i tanımlanmadıkça memnuniyet ya da aksinin pek bir anlam ifade etmeyeceğidir.

    Peki, eğitim sistemi için hangi başarım ölçüt(ler)i, ondan mutlu olan ya da olmayanların düşüncelerini en iyi betimler? Herhalde başlıcası, “kendinden beklenenleri yerine getirmek” olmalıdır. Bunu akılda tutalım, aşağıda bu açıdan bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

    Şimdi bir kısa -ve iddiasız- bir adım daha atarak, bu memnuniyetsizliğin nerelerden kaynaklandığına bakalım. Hangi ideolojiden, hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsun hemen herkesin yakınmalarının tek noktada birleştiğini görebilirsiniz:

    Ortak tanı: Eğitim sistemi, çocuk ve gençlerimizi, gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlarla -ki eğitimcilerin teknik deyimi budur- donatmıyor!

    Bu, sevinilecek bir yakınma ve tanı birliğidir. Bir sistemden memnun olmayanlar bu denli fikir birliği içindelerse sorunların -her neler ise- çözülmemesi imkânsızdır.

    Peki ama!

    Yakınma ve tanıda bu denli benzer düşüncelere sahip bir toplum, nasıl olup da yakındığı sorunların çözülmesini sağlayamıyor?

    İşte bu noktada, yukarıda değinilen o büyük fikir birlikteliği dağılmaya başlıyor. Birbiri ile uzlaşamaz fikirleri bize bir uzlaşı gibi gösteren sihirli sözcük “gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlar” deyimi içindeki “gereken” kavramıdır.

    Her kesim “gereken”i kendi değer yargıları kümesine göre tanımlamakta ve çocukluktan beri aldığı örgün ve yaygın eğitim nedeniyle de bu tanımlamanın mutlak doğru olduğuna, bunun dışında başkaca doğrular da bulunmayacağına inanmaktadır.

    Bu yargıyı abartılı bulanlar, çevrelerindeki rastgele 50 kişiye “eğitim niçin yapılmalı?” şeklinde bir soru sorup, alacakları cevapların uyuşmazlığını görebilirler.

    Bununla beraber, bu çeşitlilik içinde yine bir ortak nokta vardır ki işte o, daha temeldeki tanı birliklerine varmayı imkânsız kılar. O ortak nokta, “benim eğitimin amacı olarak tanımladıklarım, herkese benimsetilmelidir, hattâ gerekirse -şu ya da bu yolla- zorlayarak!”

    Eğitim sistemi, bu farklı beklentileri yerine getiriyor!

    Bir aşçıdan şöyle bir yemek istiyorsunuz: bana bir tatlı yap; üzerinde parça etler, kızarmış portakal ve maydanozla birlikte bulunsun. Çikolata sosu döktükten sonra  dondurma koyup fırınla ve üzerine sirke-sarımsak koy. Sakın soğan koyma, çünkü tadı bozulur!

    Mevcut eğitim sistemimiz açısından gelmiş geçmiş aşçılara verilen talimat yukarıdaki yemek tarifine tamı tamına benzemektedir. Toplumun her kesiminin eğitimden beklentileri uzun zaman süresi içinde çeşitli -siyasi, ticari, ideolojik, kültürel gibi- yollarla milli eğitim sisteminin içinde temsil edilir olmuştur.

    O halde eğitim sistemi başarısız değildir!

    Görüldüğü gibi, sistem performansını betimleyebilecek başlıca ölçüt, yani “farklı beklentileri optimize ederek karşılamak”, tam olarak yerine gelmektedir. Sistem, birbirinden farklı bu beklentileri, beklentilerin ait olduğu kesimlerin etkileme güçleri ile orantılı biçimde içermektedir. Bu bir optimizasyon başarısı sayılmalıdır.

    Yemeğin tadı mı? Ha o başka konu!

    Eğitim sisteminin başarılı olduğu yolundaki yukarıdaki çıkarsama bir şaka değildir. Sorunun yanlış yerde arandığını -belki biraz karikatürize ederek- göstermekten ibarettir.

    Geçtiğimiz günlerde, hepsi de “çağdaş eğitim”den yana kişilerden ibaret bir grupta, eğitimin, belirli doğru-iyi-güzellerin çocuk ve gençlere benimsetilmesi olarak anlaşıldığını bir kere daha net olarak gözlemledim.

    Bundan hiçbir kuşkuları olmadığını, yeter ki bu doğru-iyi-güzellerin kendilerinin doğru-iyi-güzel tanımlarıyla uyuşum içinde olması gerektiğini, zaten o doğru-iyi-güzellerin de çağdaş dünyanın benimsedikleriyle aynı olduğunu savundular. Daha doğrusu savunmadılar, savunmaya ihtiyaç duymadılar. Buna itikat düzeyinde inanmışlardı.

    Ne istediğimize tekrar bakalım..

    Eğitim sisteminin orasına burasına bakarak eleştirmeyi bırakıp, biz ne istediğimize bakalım. Ama öyle bakalım ki, isteklerimizin doğru olduğu varsayımını içtenlikli olarak terkedip öyle bakalım. O zaman göreceğimiz şey muhtemelen bir kafa karışıklığından ibarettir.

    Evren, varlık nedenimiz, diğer varlıklar, onların rolleri gibi konularda kulaktan dolma denilebilecek güvenilirlikteki bilgi ve sezgilerimizden yola çıkıp, doğanın birer sanat eseri olarak dünyaya eksiksiz gönderilen çocuklarımıza yarım yamalak bir şeyleri büyük bir güvenle “öğretmeye” çalışıyoruz. Ayrıca da bunu, kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi defalarca değişime uğratıp üstüne de kendi özlemlerimizi, korkularımızı, ideolojilerimizi bindiriyoruz.

    İnsanın o olağanüstü öğrenme yeteneği, bu abuk sabuklukları da doğru sanıp “öğreniyor”. Ama sonunda ortaya çıkan bileşke kişiliklere bakıp korkuyoruz.

    İçerik tasarımcıları, eğitim politikacıları şu noktaya dikkat etmelidirler: Çocuk ve gençlere birşeyler öğretmekten vazgeçip, onların öğrenme ihtiyaçlarını kendilerinin giderebilecekleri öğrenme ortamlarını oluştursunlar.

    Birlikte yaşama pratiği açısından boyuna sınıfta kalan toplumumuzda artık ihtiyacımız olan, yeni doğru-iyi-güzeller değildir. Onlar insanların çevrelerinde ve doğasında vardır.

    Yapılmak gereken, kimsenin kimseye kendi doğru-iyi-güzellerini öğretmeye ve de uygulatmaya çalışmamasıdır. Ama okulda, ama camide, ama sokakta..

    7 Kasım 2002