• Bisikletimi kırsam size ne? Peki hayvanımı!

    Bisikletimi alıp evimin kapısının önüne çıksam ve her parçasını un ufak edercesine -sanki işkence ediyor gibi- kırsam ve böylece bir kızgınlığımı çıkarsam. Ya da kızgınlık dürtüsüyle değil ama, mesela meraktan, tekerleklerinden birisini çıkarıp geri kalan tekeri üzerinde sürüklemeye çalışsam acaba gazetelere, TV’lere konu olur eleştirilir miyim?

    Kuşkusuz bu yaptığımın tuhaf olduğunu düşünenler olmasına karşın yine de çoğunluğun hükmü “kendi malı değil mi ne istese yapar” gibisinden olacaktır. Her ne kadar men-i israfat yasasına hafiften bir temas varsa da kanıtlamak isteyenler epey zorlanır. “Bisikletimin üzerinde sağlamlık testleri yapıyorum” ya da “yeni bir bisiklet paradigması geliştiriyorum” dendiğinde akan sular durabilir.

    Benzer işlemleri başka eşyalar üzerinde de deneyebilirim. Örneğin TV alıcısını parça parça etsem bırakın şikayet etmeyi, programları kime şikayet edeceğini bilemeyen vatandaşlardan büyük yardım dahi görebilirim. Benzer duygular herhangi bir mal için de geçerli olabilir.

    Kurban bayramı sırasında kesilecek hayvanlara işkence ettiği söylenen, görüntülenen hayır adayı sahiplerini eleştirmeyen kalmadı. AB yolunda bu ne rezaletmiş, yollar kan gölüne dönmüş, çocukların gözü önünde bu yapılır mı imiş ve daha onlarca yakınma nedeni.

    Bir de bunlardan sosyolojik genellemeler çıkarıp, niçin kan dökmeye bu denli meraklı olduğumuzu açıklayan çok bilmişler var. Bir bölüm açıklama uzmanı ise işi iyiden çığırından çıkarıp, kurban sahiplerine psikopat diyor. Adam kesmeye niyetlendiği danaya hakim olamayınca arka bacaklarını kesmiş ve öylece kaçmasına engel olmaya çalışıyor ama hayvan kesik ayaklarıyla yine de kaçmaya çalışıyor. Bu adama psikopat diyorlar.

    Kurban sahipleri arasında normal dağılım uyarınca kuşkusuz psikopatlar, vurdum duymazlar, işkenceciler vardır; istatistiksel olarak olmalıdır. Ama olaya serinkanlı bakılırsa çoğunluğun bunlardan ibaret olmadığını -ister istemez- kabul etmek zorundayız. Çoğunluk bir bankada memurdur, amirdir, bir özel şirkette satın alma görevlisidir, market sahibi ya da tezgahtarıdır. Yani aramızda saygın olarak yaşayan insanlardır, psikopat olsalardı birileri farkına varırlardı.

    Peki o zaman bu -vahşet, katliam, işkence filan denilen- neyin nesidir?

    Ben de biraz evvel kınadığım açıklamacı grubuna dahil olup bu olguyu anlamaya -tabii sonra da açıklamaya- çalıştığımda vardığım sonuç şudur: Kurban sahipleri o hayvanları bir bisiklet, TV alıcısı, banyo bataryası filan gibi görmekte, mülkiyetleri de tamamen kendilerine ait olduğu için istedikleri gibi davranmaktadırlar.

    Ayrıca, çoğunluğun -yani psikopatlar hariç- hayvanlara işkence etmek gibi bir niyeti de yoktur, sadece öleceğini farkeden hayvanların can kurtarma içgüdülerinin desteklediği hareketlilikle başa çıkamadıkları için bacaklarını kırıp sürüklemektedirler; aynen bisikletlerine acımadan tekerlerini kırdıkları gibi.

    Sorun, hayvanların da bir canı olduğunu, kesimin kimseye göstermeden, kanını ortaya dökmeden -eskiden ortaya dökülmez çukura akıtılırdı-, gözünü bağlayıp başını okşaya okşaya gırtlağını çabucak kesmek gerektiğini savunan insancıllardadır.

    Çünkü onlara her şeyin insanlar için olduğu, insanın tüm yaratıklar içinde en yücesi olduğu öğretilmiş, onlarda ezbere belledikleri bu dogmayı sorgulamayı akıl edemedikleri için doğru sanmaya devam etmişler, sıradan insanlarımız da onları yargılarına güvenilir sayarak taklit etmişlerdir. Her şey insana hizmet için varsa, aynen bisiklet, bahçe çapası ya da traktör motoru gibi istenilen muameleye tabi tutulabilir.

    Düşünmeyi, aşikar görünenleri sorgulamayı bir yorgunluk sayan (kafa yormak deyimine dikkat) sıradan insanımız bütünüyle mazurdur. Mazur olmayan geride kalan çok bilmişlerdir. Medyada her Allahın günü her konuda akıl veren, her şeyle istihza eden, sürekli olarak barıştan insanlıktan bahseden köşe yazarı, köşe konuşuru insanların konuşup yazdıklarına bakınız; buram buram androposentrik manyaklık koktuğunu göreceksiniz.

    Sorun bizzat “insan hakları” kavramındadır.

    Birkaç yıl evvelki bir yazımdan bir alıntı:

    ………… “İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.

    Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:

    “İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”

    Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.

    Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.

    Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.

    Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.

    Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir”!.

    İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.

    Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.

    Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”

    Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.

    Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?

    Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.

    “Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.

    Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!

    İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.

    İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.

    İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.

    Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler………

    Suçlular ayağa kalksın!

    Hayvanları insandan ayrılabilir bir “şey” sayma öğretisini sorgulamayan, sorgulamadığı dogmaları kendisini rol modeli kabul etmek “durumunda” bulunanlara -yazısıyla, tavrıyla, sözleriyle- empoze etme yetkisini kendinde görenlere denilebilecek pek bir şey yoktur. Hele onların dışındaki sürü ise tamamen mazurdur.

    Her şeyin bir ve bütün olduğunun farkına varanlar. Galiba bir onlar mazur değillerdir.

    Cumartesi, Ocak 22, 2005

     

  • Zam ve çığ etkisi..

    Uzun yıllardan beri ya anlaşılamayan ya da bilerek gözardı edilen bir gerçek var: Türkiye’de hemen her alandaki eksik rekabet koşulları, herhangi bir nedenle herhangi bir mal veya hizmete yapılan zamın aynen (hatta fazlasıyla) diğer alanlara yayılmasına ve bir “Çığ Etkisi” oluşmasına yol açar.

    Günlük hayattan bir örnek: Taksi ücretlerini belirleyen maliyet ögelerinin hemen hepsine %100’e varan zamlar geldi ( gelmedi ama geldi varsayılsın ). Bunun üzerine derhal taksi ücretlerine de % 100 zam yapıldı. Talepte de hiç bir daralma olmadı.

    Bu durumda taksi sahipleri açısından zamlar ve ona bağlı enflasyon “yok” demektir. Hatta, taksi maliyetlerinin içinde benzin, parça, amortisman gibi %100 zamlanmış olabilecek girdilerin yanısıra, şoför ücreti gibi zamlanmamış veya %100’den daha az zamlanmış bileşenlerin de varlığı dikkate alınırsa, taksi sahiplerinin bu işten bir miktar karlı çıkmış olduklarıda anlaşılacaktır.

    Bazı işverenlerin, toplu sözleşmelerde -sendikanın istemeyişine rağmen- yüksek oranlı ücret zammı yapmasının nedeni de aynıdır.

    Böylece toplumun çok önemli bir kesimi zamlardan ve enflasyondan etkilenmemekte ama buna karşı beş çeşit istenmeyen olgu doğmaktadır;

    1. Zamlardan beklenen etkilerin en önemlilerinden birisi olan “tüketim eğilimlerinin frenlenmesi” mümkün olamamaktadır.
    2. Büyük bir kesim enflasyondan yapay olarak korunduğu için enflasyonla mücadele dışında kalmaktadır.
    3. Enflasyondan gerçekten koruması gereken kesimler daha ezilmekte ve sosyal çöl olgusu derinleşmektedir.
    4. Enflasyondan olumlu etkilenen -ve zaten güçlü olan- kesim daha güçlenmekte ve bir enflasyon lobisi yaratılmaktadır.
    5. Ve nihayet fiyatlar genel düzeyini artıran bir Çığ Etkisi tetiklenmiş olmakta, hiperenflasyon ve sonra da stagflasyon için uygun koşullar yaratılmış olmaktadır.

    Şu gerçeğin unutulmaması lazımdır: Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar, bu mal ve hizmetleri kullanan ürünler piyasasında eğer eksik rekebet var ise yalnızca Çığ Etkisi yaratmaya yarar.

    Ülkemizde, girişimciliğin devlet eliyle engellenmesi nedeniyle rekabet koşulları bir türlü gelişememektedir.

    Taksi ve ekmek fiyatlarının belediyelerce belirlenmesi yetmiyormuş gibi, bu piyasalara yeni gireceklerin yine devlet marifetiyle sınırlanması, bu kesimlerde rekabeti yok etmiştir. Rekabete son derece açık bu kesimde rekabetin zorla önlenmesi , bunun devlet eliyle yapılması ve de bunun serbest piyasa adına yapılması yalnızca bizim toplumumuza has bir (başkasına dilim varmıyor) acayipliktir.

    Girişimcilerin yapabileceği işlerin, girişimcilerden alınan vergilerle maaşları verilen kamu görevlilerince yapılmaya kalkışarak (ve de yapılmayarak) engellenmesi, ülkemize özgü bir kolektivizm türüdür (üniversiteler, MPM, TÜSSİDE, KOSGEB yalnız birkaç örnektir)..

    Fiyat ve ücretlerin serbest oluşumu, serbest rekabet ekonomisinin bir ayağıdır, ama öbür ayağı da rekabettir.

    Eksik rekabet koşulları altında enflasyonla mücadele ise önce ücret ve fiyat oranlarının geçici süreyle sınırlanıp Çığ Etkisi’nin durdurulması, bu arada kazanılan zaman içinde ise süratle üretim ve girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılmasıyla olur.

    Ekonomik hayatın temel denklemlerini gözardı edip parasal levyeleri “kurcalıyarak” ancak daha yeni (ve daha güç çözülebilir) sorunlar yaratabilir ve sonunda tam bir kolektivist sisteme öylece varılabilir.

    Pazar, 24 Nisan 1994

  • Yine öbür okullar..

    İş dünyamızın önde gelen saygıdeğer kişileri,

    Bir süre önce yazmış olduğum bir yazıyla (https://bityl.co/Ofz4), çocuk ve gençlerimizi derinden ve olumsuz etkileyen “öbür okullar” konusuna dikkat çekmeye çalışmıştım.

    Resmi okul kurumu, 6-18 yaş arasındaki gençlerin toplam zamanın ancak %9’unu kullanıyor. Geri kalan %91’lik süre ise “öbür okullar” denilebilecek kurumlarca kullanılıyor.

    Artık 40 yıl öncesinin etkisiz, amatör, çocuksu “öbür okulları” yok.

    Bu süre şimdilerde şiddetin ve cinsel sömürünün en uç noktalarını pazarlayan TV kanalları, sokak, futbol maçları, uyuşturucu pazarlanan okul önleri vs ile dolduruluyor.

    “Öbür okullar” içinde en etkilisi durumunda olan TV ve basının yaşam enerjisinin büyük bölümü reklamlardan geliyor.

    Eğer bu yalın yaklaşıma bir itirazınız yok ve “bunlar beni ilgilendirmez, istemeyen izlemesin; bir de medyayı kendime düşman mı edeyim; bak hiç benden olumsuz bahseden var mı?” demez iseniz size bir önerim var:

    Lütfen bir deklarasyonla:

    –       Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,

    –       “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,

    –       “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,

    –       “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,

    –       “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,

    –       “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programlarına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,

    –       “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,

    –       “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,

    –       “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,

    –       “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,

    –       “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.

    Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.

    Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.”

    diyebilerek duyarlığınızı gösteriniz.

    Lütfen, “bir tek benim yapmamla ne değişir” demeyiniz. Herkes böyle düşündüğü takdirde hiç kimse kılını kıpırdatmayacaktır. “Herkes yapsın ben de yapayım” demenin, “bir kişi dahi yapmazsa ben de yapmam” demek olduğunun kolayca anlaşılabilecek bir ön-koşul olduğunu düşününüz.

    Türkiye, başkalarının ne diyeceğine bakmadan doğruları arayıp yapabilenler varsa var olacaktır. Aksi halde..

    Ocak 9, 2005

  • İşsizlik

    “İş” denilen nedir?

    İş, ihtiyaç giderme değiş-tokuşunda taraflardan birisinin diğerine ödediği fiyattır. Eğer bir yerde ihtiyaç var ve birileri de bu ihtiyacı gideriyor ise her iki taraf da kendi ihtiyaçlarını karşılıyor demektir. Örneğin, ev kadınının ihtiyacı kesesine uygun sebze almaksa, bunu gideren seyyar satıcının aldığı para, bu değiş-tokuştan doğan işin bir diğer adıdır.

    Bu tanım basittir fakat işlevseldir. Yıllar boyu okuyup eline diploma alan, sonra da iş bulamadığından yakınan kişi öncelikle, hangi ihtiyacı gidermek üzere hangi becerileri kazandığını, bu becerilere kimin ihtiyacı olduğuna bakmalıdır.

    Ya da gerçekten iş (yani onun getireceği geliri) istiyor ise, ihtiyaçların neler olduğunu, insanların nelere para verme arzusunda olduğunu, bunları nasıl kazanabileceğini sormaya başlamalıdır.

    İhtiyacı kim giderirse iş onundur..

    Bu basit görünümlü süreçte ihtiyaç sahipleri ve ihtiyacı giderenler kimlerdir? Bunlar hep aynı ülkenin vatandaşları olmak zorunda değildir. Dünyanın herhangi bir yerindeki birileri, bir başka köşesindeki ihtiyacı gidermede, o yerin halkından daha iyi ve daha ekonomik olarak hizmet veriyor ise “iş”i yani ödülü onlar alır. Bunun adı “rekabet gücü”dür.

    Daha hızlı yürüyen, daha az uyku ile yetinebilen, daha az yiyip daha iyi beslenen, daha hızlı öğrenebilen, bildiklerinin bir bölümünü daha hızla unutabilen, başkalarından daha az yakınan, daha doğru sorular sorabilen, daha az korkan, daha akıllı olanların rekabet gücü daha yüksek olmaktadır.

    Düne kadar toplumumuzun içme suyu, yoğurt, gazoz ihtiyacını karşılayabilen insanlarımız bugün elindeki işi başkalarına kaptırmıştır; hem de bizzat kendi insanları aracılığıyla.

    Rekabet gücü, en aşılmaz sanılan duvarları aşabilmektedir. Girmeye can attığımız AB serbest dolaşım hakkı verseydi, bu ülke insanınca karşılanmakta bulunan şoförlük, avukatlık, doktorluk ve daha onlarca iş alanını rekabet gücü daha yüksek olanlara kaptıracaktı. İnsanlarımız Avrupa igücü pazarını ele geçirmeyi düşüne dursunlar, ellerindeki işleri de onlara kaptıracaklardır.

    Nitekim İngiltere’nin sıradan kadınları kolejlerimizde İngilizce öğretmeni olarak, Romanya ve Moldavia’nın ev kadınları ise yaşlı ve hasta bakımı sektöründe yerli halkı elimine etmişlerdir. Sıra Hindistan’dan gelecek olan bilgisayar okur-yazarlarıdır. Sıra diğerlerine de gelecektir.

    Halen çok öğündüğümüz KOBİ’lerimizin en büyük düşleri bir yabancı şirket tarafından satın alınabilmektir.

    Bütün bunlar bireylerimizin rekabet güçleri yani onların nitelikleri ile ilgilidir.

    Temel denklemler

    Giderek kronikleşen işsizlik sorunu konusunda temel denklemler denilebilecek birkaç ilke -anlaşılamaz biçimde- göz ardı ediliyor. Bu ilkeler üzerinde genel bir uzlaşı kurmak olmazsa olmazların başında geliyor.

    Ama bu uzlaşıyı kurabilmek için de bu ilkelerin hiç olmazsa gündemde bulunmaları, üzerinde birkaç kişi arasında da olsa konuşuluyor olması gerekiyor. Ama durum bu değildir.

    Nedenleri bırak sonuçlara bak..

    “İşsizlik” adı altında anılan olgunun ne olduğu, nere(ler)den kaynaklandığı ve bu kaynakların nasıl kurutulacağı değil, sonuçların yani işsizliğin nasıl ortadan kaldırılacağı konuşuluyor.

    10 milyon inşaat işçisi..

    İnşaat sektörünün canlandırılması yoluyla  işsizlere inşaat işçiliği yollarının açılması ya da her işyeri sahibinin ilave bir kişiyi işe alması gibi yollarsa halen en popüler olanlar. Bu ve benzeri çözümler, sözü edilen temel denklemlerin -bilerek ya da bilmezlikten ötürü- önemsenmediğini gösteriyor.

    İşsizliğin sıfır olduğu ve çalışan nüfusun büyük bölümünün inşaat işçisi -gerisi de otomobil üretimi işçisi, garson ve konfeksiyon işçisi- olduğu bir Türkiye vizyonu; vizyon 2023 herhalde budur!

    Denize düşen..

    Önerilen bu çözümler bir yandan da içine düşülmüş bulunan aczin boyutlarını gösteriyor. Bir anlamda denize düşen yılana sarılıyor!

    Ancak şuna hemen işaret edilmeli: inşaat sektörü yoluyla işsizliğin emilmesi yeni bir yaklaşım değildir. Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlümüz yıllar boyunca geliştire geliştire bu modeli bulabilmişler, işsizlik ne zaman konu edilse toplumun önüne bunu sürmüşlerdir.

    Faizler düşecek, ev fiyatları inecek, inşaat piyasası -yan piyasalarıyla birlikte- canlanacak, böylece doğrudan ve dolaylı istihdam imkanları artacaktır. Yetmişli yıllarda icat edilen bu model halen tedavüldedir.

    Bir diğer “çözüm”..

    Bulunabilen diğer “çözüm” ise kamu kadrolarını şişirmek olmuştur. Böylece kalabalıklaşan kamu kadrolarının -süreç parçalanmalarına yol açması, kamu görevlilerinin ücretlerinin düşmesi nedeniyle rüşvete yol açması gibi nedenlerle- ne büyük bir bela olduğu henüz yeni yeni -belki- anlaşılmaya başlanmıştır.

    Nedir bu temel denklemler?

    Temel Denklem 1 – İş, gelir yaratma yollarından birisidir, fakat tek yol değildir. Mutsuzluğa yol açan işsizliğin kendisi değil, onun sonucu olan “gelir yetmezliği”dir.

    Buna göre, sadece işsizlik ile uğraşmak yerine gelir yetmezliğine yol açan tüm nedenlere bakmak gerekir. İşsizliğin yarattığı gelir yetersizliğini, “iş” dışındaki yollardan bir(kaç)ı ile gidermek veya azaltmak mümkün olabilir.

    Bu temel denklemi gözde canlandırmanın iyi bir yolu, ikisi de dörder kişilik A ve B aileleridir. A ailesinin 1 bireyi yüksek bir ücretle çalışmakta, diğerleri ise aramalarına rağmen iş bulamamaktadır. B ailesinin ise tüm bireyleri asgari ücretle çalışmaktadırlar. Buna göre A ailesinde yüksek bir işsizlik oranı varken B ailesinde işsizlik oranı sıfırdır. Ama güç durumda olan, işsizliğin yüksek olduğu A ailesi değil sıfır işsizlik oranlı B ailesidir.

    Gelir yetmezliğine yol açan işsizlik dışındaki nedenler ise başta israf, öncelik belirleyememe, bilgi-beceri yetersizliği, çalışmanın kimi türlerinin benimsenmeyişi, ek gelir yaratma yollarının bilinmeyişi, yaratıcılık eksiği gibi etmenlerdir.

    Temel Denklem 2 – İş, üç bileşenin, uygun bir “iş iklimi” içinde bir araya gelmesiyle oluşur. Bunlar ihtiyaç, ihtiyaçları giderebilecek insan nitelikleri ve girişimcilik’tir. Bunlardan birisinin bile eksikliği ve/ya yetersizliği iş’in doğmasına ve/ya kalitesine (gelir düzeyi, sürekliliği vd) olumsuz etkiler yapacaktır.

    Temel Denklem 3 – İşleri kişiler yaratır. Kamu otoritesi (yerel ve merkezi) bunun için uygun iklim yaratır; hiçbir şekilde girişimcilerle rekabet etmez, doğrudan iş yaratmaya kalkmaz.

    İş’in bileşenleri açısından durum

    İhtiyaç:

    Bu açıdan toplumumuzda en küçük bir eksiklik yoktur. Tüm sosyal ve ekonomik kesimlerde mal ve hizmetler açısından ihtiyaçlar neredeyse sonsuzdur. Örneğin son 20 yıldaki iletişim devrimi, evvelce duyumsanmayan ihtiyaçları herkesin ihtiyaç dağarcığına sokmuştur.

    İnsan nitelikleri:

    En önemli sorun bu bileşen açısındandır. İhtiyaçları giderecek olan insanlarımızın “nitelikleri” deyimiyle kastedilen, onların: (1) zihinsel yeterlikleri, (2) bilgi ve becerileri, (3) ruhsal sağlıkları ve (4) genel kabul görmüş (evrensel) ortak ahlaki değerler açısından durumlarıdır.

    Bu dört boyutun çeşitli kombinezonları yapılır ve örneğin: yüksek zihinsel yeterlikli, iyi eğitim görmüş, ruh sağlığı yerinde ve ahlaksız bir kişi ile, aptal, bilgili, namuslu ve sağlıklı bir kişinin (ve daha binlerce varyasyonun), toplum dokumuz içinde yanyana yaşadıkları düşünülürse “durumumuz”un ne olduğu kolayca anlaşılacaktır.

    Akraba evlilikleri, beslenme bozuklukları gibi nedenlerle toplumumuzun zihinsel kalitesinde sorunlar doğmuş olması büyük bir olasılıktır.

    Bilgi-beceri açısından ise durum daha berraktır. “Ne iş olsa yaparım ama özel bir becerim yok” diyen milyonlar ile, “rahat bir iş isterim her işi yapmam” diyen yüzbinlerden ibaret “net” bir resim!

    Ruhsal sağlık açısından ise durum yine nettir. Adam öldürüp maç seyreden, döner bıçaklarıyla maça giden gençlerimiz, klakson çaldı diye adam döven insanımız “durum”un birer göstergesidir ve çoğunun serbest bırakılamayacak düzeyde hasta olduğu açıktır.

    Nihayet asgari evrensel ahlaki normlar açısından durumu anlamak isteyenler ise onlarca TV kanalını bir gözden geçirip, şiddet ve seks pazarlamacılarının nasıl iş adamı sayıldığını görebilirler.

    Talepkar ama yetersiz insan dokumuz açığını, rüşvetle, yasa ve ahlak dışı yollarla, tevekkülle, yakınarak, başkalarını suçlayarak ve her sorununu birilerine ihale ederek (şimdilerde AB’ne) kapamaya çalışmaktadır.

    Girişimcilik:

    Bir arada bulunmayan -iş fikri, beceri, yöneticilik, para gibi- kaynakları bulup bir araya getirebilme ve bunun risklerini taşıyabilme ya da taşıtabilme yoluyla birilerinin ihtiyaçlarını giderebilme becerisi olarak tanımlanabilir.

    Son yıllarda nisbeten gündemde olan bu kavram henüz mucitlik, yenileştirmecilik, finansörlük, patronluk, yöneticilik ile birlikte bir zihinsel kargaşa içindedir. Buna karşın diğer faktörlere oranla daha az sorunlu bir alandır.

    Ve iş iklimi:

    Yukarıda sayılan iş bileşenlerinin birleşip işi oluşturacağı iklim açısından sorunlar, bu bileşenlerden birisi olan “insan nitelikleri”ndeki yetersizliklerden doğrudan etkileniyor.

    Türkiye dışındaki hemen hemen tüm ülkelerde, eğitimsiz veya düşük eğitimli kişilerin, küçük sermayelerle kurabildikleri seyyar satıcılık sektörü, bir yandan işsizlikle mücadele diğer yandan da düşük gelirli kesimlerin ihtiyaçlarının karşılanmasında mükemmel bir buluşma yaratmada kullanılır. O toplumlar bunu akıl edebilecek asgari zihinsel yeteneklere sahiptirler.

    Yalnızca ülkemizde seyyar satıcılarla mücadele için devlet gücü kullanılır. Belediye zabıtası denilen örgüt büyük bir şevkle, ayakları üzerinde duran bu kesimi ve onlardan alış veriş yapan düşük gelirli kesimi perişan etmeye yarar. Bunun doğrudan doğruya akraba evliliği gibi nedenlere bağlı olduğu kesindir.

    Mücadele edilen seyyar satıcılardan küçük bir bölümü tekrar girişimde bulunup işlerini sürdürmeyi başarırsa da, diğer kısmı iş değiştirirler. Mafya veya terör örgütleri tetikçiliği, gasp, kapkaç gibi iş alanları zorunlu olarak gittikleri alanlardır.

    Seyyar satıcıların uymak zorunda oldukları normları belirleyip, onları eğitip denetleyen ve bu sektör içinde düzenli hizmet vermelerini sağlamak yerine onları düşmanlarının eline silah olarak vermek, bilgisizlik, görgüsüzlük gibi hafif nedenlerle açıklanamaz.

    Başlangıçta değinilen “kalabalık kamu kadroları” sorununa yol açan, kamu kadrolarını işsizlikle mücadele için kullanma çaresinin(!) bir diğer sonucu ise iş iklimi üzerine bir karabulut gibi çökmüştür.

    Parçalanmış süreçler (https://tinaztitiz.com/3727/surec-parcalanmasi-kar-depremvesaire/), bu parçaların her birini elinde tutan bürokrasi için birer geçim kaynağı olmuş, girişimcilerin önündeki büyük engellerden birisini oluşturmuştur. Çeşitli özendirmelere karşın yabancı sermayenin bir türlü gelmeyişinin, yerli sermayenin yurt dışında yatırım yapmasının altında ilk aranması gereken neden parçalanmış süreçler olgusudur.

    Sonuç nedir?

    Bu kısa yaklaşımdan çıkarılabilecek somut sonuç, işsizlikle mücadele (ya da daha doğru adlandırmayla İş ve Gelir yaratma) politikasının ilke ve araçlarının, burada çerçevesi çizilen alan içine oturtulması zorunluğudur.

    Hemen tahmin edilebileceği gibi bu politikanın kısa vadeli sonuçları yerine uzun vadeli sonuçlarına bel bağlamak daha gerçekçidir. Ayrıca da tüm araçların belirli bir eşgüdüm içinde uygulanması koşuluyla. Ama hepsinden öncelikli olarak temel denklemleri iyi anlamak ve onlara aykırı yaklaşımlar içinde olmamak kaydıyla.

    Görüldüğü gibi kök sorun, işsizlik ve gelir yetmezliği olarak görüntü veren rekabet gücü yetmezliği, onun da altındaki kök sorun bireylerimizin niteliklerindeki yetersizliklerdir.

    Bu son sorun kendini besler özelliktedir. Yani bireysel nitelik yetmezliğini algılayıp, çözümleyip çözüm geliştirmek durumunda olan kişilerin çoğunluğu -siyasetçi, bürokrat, akademisyen ve diğer okur-yazar kesim- bizzat nitelik yetmezliği hastalığı ile enfekte olmuş kişilerdir. Bu sorunun aşılabilmesi ise gerçek bir dönüm noktası olacaktır.

    Peki son bir soru: bunca yıldır böyle bir politika dokümanı hazırlanmamış mıdır; yoksa niçin ya da varsa niçin ortalıkta değildir?* Sırf bu sorunun yanıtı dahi çözümün çoğunu içinde barındırmaktadır.

    (*) 1985 yılında Devlet Bakanlığı’nca geliştirilip, 1987 Ekim’inde Türkçe ve İngilizce olarak basılan İstihdam Politikası, başta DPT kütüphanesi, Milli Kütüphane ve Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı kitaplığı olmak üzere çeşitli yerlerde mevcuttur. http://bit.ly/VzjBq3 adresinde ise bu belgenin sadece ilk 10 sayfası (Amaçlar ve içindekiler bölümü) verilmiştir.

    29 Aralık 2004

  • Zengin sorumluluğu için kişisel bir manifesto..

    Keşke..

    Babalarımız, büyükbabalarımız, büyük büyükbabalarımız ya da annelerimiz keşke daha daha uyanık olabilseler, bugünlerin geleceğini o zamanlardan görebilseler ve imkanlarını öylece kullanabilselerdi!”

    Bu sözleri şimdiden duyabiliyor musunuz?

    Zenginlikler nereye?

    Kurumlar ya da kişiler belirli bir maddi iriliğe, zenginliğe ulaştıktan sonra enerjilerinin giderek daha büyük bölümünü sadece o zenginliği sürdürmeye harcıyorlar.

    İrilik, tek başına belirli zorunluklar üretiyor ve kurum sahiplerini çekip çevirmeye başlıyor. Kurum sahipleri bunun farkına -çoğu zaman- varamıyor; iriliğin ürettiği sorunlar farkındalığı önlüyor.

    Farkına varabilenler ise kendilerine dönük mükemmeliyet oyunlarıyla kendilerini avutmaya -kendilerinden kaçmaya- başlıyorlar. Bu yarı-sarhoşluk, yarı-uyanıklık durumuna iğne batıranları ise duymazlıktan geliyor, rahatsız oluyorlar.

    İri ama zayıf projeler..

    Öte yandan, gönüllü kuruluşlar belirli bir maddi iriliğe erişmiş kişi ve kuruluşların kaynaklarını kullanarak çeşitli projeler üretiyorlar. Kimisi parlak görünüşlü ama içeriği zayıf, kimisi ise toplumun gerçek ihtiyaçlarına yönelik ama ancak “farkında” olanların destekleyebileceği parıltısız projeler. Burada kritik nokta, kişi ve kuruluşların zenginliklerinin hangi tür projelere kanalize olacağıdır.

    JFK’nin şu sözü damıtılmış bir bilgelik taşıyor: “İyi başkan, kendisine önerilenler içinde işe yarar olanları farkedebilendir“.

    Bu söylem zenginliklerin nasıl kullanılması gerektiğinin de yolunu göstermiyor mu?

    Kuşe kağıtlı raporlar göstergedir..

    Ülkemizde, başarılı pazarlama kurguları ve halkımızın yarı bilgili halini kullanarak milyon dolarlar toplayabilen ve bunları pahalı kuşe kağıtlara yazılı raporlar üreterek kullanan gönüllü kuruluşların yanısıra, bitki özsuları gibi “bütün organizmayı derinden, yavaş yavaş besleyen” projeler üretip uygulayan kuruluşlar da var.

    Serbest Pazar sisteminin altın kuralı “müşteri kıraldır” diyor.

    Bu doğrudur, ama ön-koşulları söylenmez ise tam doğru değildir.

    Müşteri kıraldır ama..

    Eğer müşteri:

    • Tüm seçenekler konusunda bilgi sahibi ise ve
    • Tüm seçeneklere erişme şansı varsa ve
    • Seçeneklerden birisi yönünde koşullandırılmıyor ise

    kıraldır.

    Gönüllü kuruluşlar da projelerini serbest pazar ilkelerine göre pazarlamalı ve bunda başarılı olanlar kaynaklara erişebilmelidirler. Ama şu koşulla: Eğer zenginlik sahipleri:

    • Toplam kaynakların sınırlı olduğunun bilincinde iseler,
    • Bu sınırlı kaynakların, tekrarlanabilirliği yüksek projelere tahsisinin getireceği yararları takdir edebiliyor iseler,
    • Destek seçeneklerinden bir veya birkaçına sempati, çıkar ilişkisi vbg nedenlerle daha yakın durmuyorlar ise

    projeler serbest pazar ilkelerine göre hak ettikleri destekleri bulmalıdırlar.

    Dikkat, dikkat..

    Bir toplum, çeşitli kaynaklarını kontrolda tutanların akıl ve ahlak düzeyleri kadar yaşamaya layıktır.

    Pazar, 26 Aralık 2004

  • Uzlaşma, kısa ifade becerisine bağlıdır!

    Düşünen, soran insanlarımız ile bunların düşüncelerini taşıyan iletişim kanallarının sayısı arttıkça bir sorun ortaya çıkmaya başladı: Zaman ve/ya yer yetmezliği!

    TV kanallarındaki tartışmalarda zaman yetmezliği açıkça görülüyor. Tartışma yöneticileri dahil tüm katılımcılar zamanın yetmezliğinden yakınıyorlar, zamanın bir bölümü de bu yakınmalara gidiyor.

    Zamanın sabit, yazılıp söyleneceklerin artması sonunda doğmuş gibi görünen bu sıkışmanın esas nedeni bir başka gerçekte saklıdır: Sözcüklerin, ne anlattıkları üzerinde fazlaca düşünmeden kullanımı. Bu, ifade edilmek istenilenlerin bir türlü anlatılamayışına, o da dönerek sözlerin uzatılmasına yol açmaktadır. Aynen, işlevini yapamayan organların giderek irileşip hastalanması gibi, sözler de giderek uzamakta, uzadıkça da anlam yükleme zorunluğu azalmakta, bir yandan da anlam yüklemek zorlaşmaktadır.

    Yazılı ve sözlü ifadelerin anlatım güçlerinin artması, olabilecek en kısa formlarına indirgenebilmesine bağlıdır.

    Kanonik İfade“* denilebilecek bu “kısa ifade becerisi“, yazılı ve sözlü anlatımlarda kullanılan sözcüklerin anlam alanlarının tam farkındalığı ile hiçbir tekrara ya da sayıp dökmeye yer verilmemesi gibi iki basit kurala dayalıdır.

    Önemli konularının hemen hiçbirisinde uzlaşmaya varamamış olan toplumumuzda, gereksindiğimiz çok seslilik ancak kısa ifade becerisi yoluyla sağlanabilir.

    Söyleyip yazacaklarını olabilecek en kısa forma sokmaya zorlanan birçok önemli insanımızın elinin ya da dilinin tutulduğunu, çünkü söyleyip yazmaya alıştıklarının büyük bölümünün dolgu malzemesi olduğu hayretle görülecektir.

    Ülke gündemini oluşturan sorunların iriliği karşısında böyle bir sorun önemsizmiş gibi görünebilir. Ama Yunus Emre bunun ne denli önemli olduğunun farkına varmış, bizleri uyarmaya çalışmaktadır:

    “Sözünü bilen kişinin / Yüzünü ağ ede bir söz / Sözünü pişirip diyenin / İşini sağ ede bir söz.

    Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Balıla yağ ede bir söz.

    Kişi bile söz demini / Demeye sözün kemini / Bu cihan cehennemini / Sekiz uçmağ** ede bir söz”

    (*) “Kanonik” (canonic) terimi bir başka alandan (elektronik devre tasarımı) ödünç alınmış bir deyimdir. Bir amacı gerçekleştirmek üzere tasarlanacak olan bir elektronik devrenin en az sayıda element kullanılarak gerçekleştirilmesine “kanonik form” denilmektedir. Diğer yandan “Laconic” sözcüğü bir ifadenin en az sözcükle gerçekleştirilmesi için kullanılan bir diğer terimdir.

    (**) Uçmağ = cennet

    Kasım 25, 2004

  • Bir matematik sorusu!

    Bir öğretmen arkadaşımın bana ilettiği aşağıdaki küçük olayı yorumsuz sizlere aktarıyorum. Lise son sınıf matematik dersinde limit konusu işleniyor ve öğretmen aşağıdaki örneği tahtada çözüyor:

    lim 1 / (x-8) = ∞

    x → 8

    Sonra da öğrencilerin alıştırma yapmaları için aşağıdaki soruları soruyor:

    lim 1 / (x-5) = ?

    x → 5

    lim 1 / (x-3) = ?

    x → 3

    Tüm sınıf -muhtemelen bir kısmı da kopya çekerek- aşağıdaki cevapları veriyorlar:

    lim 1 / (x-5) = yan yatmış 5

    x → 5

    lim 1 / (x-3) = yan yatmış 3

    x → 3

    İşte ezberin limiti budur!

    22 Kasım 2004

  • Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder”  çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep” e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz” a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, ençok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur*.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”, bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem”dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir. Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi”dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1)       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2)       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri’nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–    Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–    Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Çoğu “okullar” kapatılmalıdır..

    Ulemamız her ne sorun varsa çözümünü getirip getirip eğitime bağlayarak okulları adres göstermiş oluyor. Devlet ise müfredatı bu sorunların çözümleriyle şişiriyor ve sonunda bu kadar çözümün bellenmesi ancak ezberle mümkün olabileceği için de “sormayan, sorgulamayan, sadece itaat eden ve kendisine -her yönden- bakılmasını bekleyen” özel bir merinos türü yetişiyor.

    Adına “yüksek katma değer üretme yarışı çağı” denilebilecek zamanımızda kendisine yer olmayan, muhtaç, yakınıcı, tüketici, -her yönden- saygısız bir toplumsal tümör böylece ortaya çıkmaya başlıyor. “AB Türkiye’yi niçin istemiyor?” sorusunun yanıtını bu tarafta aramak daha yapıcı sonuçlara götürebilir.

    Toplumun kolektif mizah duygusu, “eğitim şart” iğnelemesini yakalamış, “hah işte söylemek istediğim buydu” demeye getirmiştir.

    Her sorunun en önemli bileşenlerinin başında “eğitim”in yer aldığı kolayca kanıtlanabilir. Ancak bu “eğitim”in hangi eğitim olduğu sorgulanmadığı için, sokaktaki insanımızın geleneksel adres olarak gördüğü okul, bu eğitimin doğal -ve sorgulama dışı kalmış- adresi olarak kabul edilegelmiştir.

    Halbuki okul, özellikle de günümüzün etkileşim araçları karşısında, “eğitim kaynakları kümesi” içindekilerden yalnızca bir tanesi, üstelik de pek etkili olmayanlardan birisidir.

    Artık bir tane okul değil bir dizi okul vardır:

    –        Milli Eğitim Bakanlığı’nca yönetilen bildik kurumlar okuldur,

    –        Aile okuldur,

    –        Stadyumlar okuldur,

    –        Sokaklar okuldur,

    –        Gazete ve dergiler okuldur,

    –        İnternet okuldur,

    –        Ve TV’ler:

    o      Geri zekalılık taklidi (taklit midir gerçek midir bilinmez) yoğunluklu dizileriyle,

    o      Cinsel açlık giderici-çoğaltıcı-pazarlayıcı programlarıyla,

    o      Cehalet timsali para ve/ya şöhret şımarıklarının sergilendiği magazinlerle

    başlı başına birer okuldur.

    Bütün bu okullar iki yolla etki yaratıyorlar: (1) Sistemlerinin gereği olarak sevdirme, kısmi zorlama, koşullandırma gibi yöntemlere dayalı “açık (resmi) içerikler” yoluyla, (2) rol modelleri üzerinden verdikleri “saklı içerikler” yoluyla (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=653, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=659, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=577) .

    Bu ikinci bileşen, bütün bu okullardaki eğitim süreçlerinin can alıcı noktasıdır. Hele, bilgi-beceri bileşenlerinin büyük ölçüde ezber ve koşullandırmalı bellemeye dayalı olduğu dikkate alınırsa ne denli az önem taşıdıkları, esas önemli etkinin “rol modeli” bileşenlerinden geldiği daha iyi görülebilecektir. Nitekim hemen herkes, yaşamını şekillendiren kişiliğinin, değerlerinin, böylesine rol modeli kişilerden etkilendiğini deneyimlemiştir.

    O halde önce yozlaştırıcı rol modeli okullara dikkat!

    2005 mali yılı bütçesine göre gerekli derslik sayısının sağlanabilmesi için 10 katrilyon TL (yaklaşık 7 milyar dolar) kaynak gerektiği biliniyor. Bu para -hattâ daha fazlası- bulunsa dahi, sağlanacak olumlu etkiyi tek başına yokedebilecek yozlaştırıcı rol modellerinden yüzlercesi hergün gözümüze kulağımıza sokulmaktadır.

    24 saat süreyle abazan yurttaşlarımıza tekstil sanayiinin ürünlerini(!) sunan bu işe tahsisli bir TV kanalı, diğer programların aralarına serpiştirilerek yayın yaparak gizli hayat kadınlarının -ki bu işi açık yapanların haklarını ihlal etmektedirler- pazarlamasını yapan TV’ler, yarışma adı altında dilenciliğe, onursuzluğa koşullandıran programlar, haber adı altında dahi kadınların sadece tek işe yaradığı saklı içeriğini işleyen -Asena olayında bir kadının sadece dansöz kimliğini tek kimlik olarak sunan- yayınlar bunlardan sadece birkaçıdır.

    Bu okulların büyük çoğunluğu, “eğitimin şart olduğu” konusunda boyuna ahkâm kesen, yol gösteren, akıl öğreten medya organlarınca işletilmektedir. Bu olgunun ardındaki gerçek dürtü ise -ne yolla olursa olsun- para kazanmak, savunulan neden ise “halkın böyle istediği“dir.

    Halk gerçekten istiyor mu ya da hangi halk?

    Halkın bir bölümünün bu tür muhabbet pazarlamasını istediği doğru olabilir. Ayrıca da bazı hallerde sunu ile arzın birbirini artırdığı da (pozitif geri besleme) bilinmektedir. Cinsellik konusu bunlardan birisidir. Cinselliği tanımamış genç nüfus çoğunluğu, başlıca motifi cinsellik olan dedikodu, mizah, haber gibi konulara doğal olarak eğilimlidir.

    Ama halkın bir bölümü de -belki sayıca daha az- bu tür yoz yayınlardan şikayetçidir ve hattâ nefret etmektedir; ama sesi de çıkmamaktadır.

    Çözüm bu noktadadır!

    Çözüm, sesi çıkmayan bu “diğer halk”ın sesinin çıkması, daha Türkçesi bu tür yayınları bütünüyle boykot etmesi ve de bunu bir yolla (izlemeyerek, reklâm vermeyerek ve bu eylemlerini yayarak) duyurmasıdır. Örneğin, telefon, faks, e-posta, mektup, makale ve diğer herhangi yollarla şöyle sesler çıkmasından başka çözüm görünmüyor:

    –       “Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,

    –       “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,

    –       “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,

    –       “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,

    –       “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,

    –       “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programlaına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,

    –       “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,

    –       “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,

    –       “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,

    –       “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,

    –       “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.

    Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.

    Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.

    Bu yoz okullar bu yolla kapatılmalıdır. Yoksa çare, çocuk ve gençlerimizin zamanlarının ancak %9 kadarını geçirdikleri okullara, bu pisliklerin temizlenmesi görevini vermek değildir.

    Okullardan istenecek olanlardan başlıcası ise, okul dışı okulların ürettiği yozluklardan kısmen de olsa korunabilmek için veli-okul-öğrenci arasında sözleşmeler yapılması, bunun gevşek bir seçenek değil bir numaralı zorunluk haline getirilmesidir (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=692).

    Pazartesi, Kasım 8, 2004

     

     

     

  • Dondurmacı kız!

    “Genelleştirme”, iki tarafı keskin kılıç gibidir. Gözlem, aktarılma, içine doğma gibi bir kanaldan edinilen küçük bir bilginin, daha geniş bir alanda sonuçlar üretilebilecek şekilde genelleştirilmesi hem safsatanın hem de bilimin kaynaklarından birisidir. Birbirine bu denli zıt iki alanın aynı bir kaynaktan besleniyor olması bir çelişki gibi görünüyor ise de, safsata ve bilimi oluşturan zihinsel kurgunun esas belirleyici olduğu unutulmamalıdır.

    “Dondurmacı kız” ile ilgili bir gözlemimi genelleştirerek tüm dondurmacılara ya da tüm kızlara yaygınlaştırmak gibi bir düşüncem yok. Ayrıca, söz konusu gözlemimin öznelerinden birisi de bir diğer tezgahtar “dondurmacı delikanlı”dır. Ama yine de “tüm gençler bunlara benzer” gibisinden korkutucu bir genelleme niyetinde kesinlikle değilim.

    Bir niyetim, sizlerin de çevrenizdeki kişilere dikkat etmenizi ve eğer buna benzer semptomları yaygın olarak görüyor iseniz o zaman bu salgını ilgili sağlık kuruluşuna haber vermemizi özendirmektir. Ama esas niyetim, eğer bu bir salgın ise, kaynak(lar)ının, herkesin ağzındaki okul sistemi olup olmadığını sorgulamak, hatta okul sisteminin de aynı salgın nedeniyle hastalanmış olabileceğini düşünerek onun da neden(ler)ini sorgulamaya davet etmektir. Bu kadar kalabalık lafa yol açan basit olay şöyle:

    Bir akşamüstü mahallemizdeki dondurmacıya bir arkadaşımla gidip dondurma yemek istedik. Gelen lezzetli dondurmanın miktarı, nefis körletici miktarın üzerinde göründüğü için servis yapan hanım kızla şöyle bir diyalog gelişti:

    • Hem dondurma yemek hem de aşırı kalori almamak için yediklerimin miktarına hep dikkat ediyorum. Bu dondurma çok lezzetli ama miktarı da çok görünüyor, acaba kaç gramdır söyleyebilir misiniz?
    • Nasıl yani?
    • Sakın aklınıza, paramın karşılığını ölçmek için miktarını bilmek istediğimi gibi bir şey gelmesin sadece az mı çok mu yiyorum bunu bilmek için soruyorum.
    • Neyi?
    • Dondurmacı kız diğer tezgahtara (dondurmacı delikanlı) dönüp yardım isteyen gözlerle baktı ve delikanlı aynı şekilde bize dönüp:
    • Nasıl yani?

    Bu defa arkadaşım prdoblemi kestirme yönden çözmek için atıldı ve:

    • Sizin teraziniz var mı?
    • Delikanlı: yok hayır tartı var.
    • Arkadaşım: tamam işte, siz bir boş kaseyi tartın.
    • Delikanlı ve kız aynı anda: ama sizinkinin içinde dondurma var, boş değil ki.
    • Ben ve arkadaşım: olsun siz boşunu tartın biz anlarız.

    Dondurmacı kız dondurmamı alıp götürdü ve tezgahın arkasından bir süre sonra heyecanla sesi yükseldi:

    • 350 gram.
    • Ben (biraz suçluluk duyarak arkadaşıma): gitti 800 kalori
    • Arkadaşım: ama bu dondurma o kadar var mı?
    • Ben dondurmacı kıza: bu 350 gram neyin ağırlığı?
    • Dondurmanızın ağırlığı, ama kapla beraber
    • Peki kabın ağırlığı ne kadar?
    • Onu ayrı tartmak lazım.. 150 gram geldi.
    • Ben (biraz rahatlamış olarak arkadaşıma): iyi bari 200 gramla kurtardık

    Para öderken çaktırmadan bu vakayı daha yakından tanımak için sordum:

    • Siz hesap kitap işlerini çok süratli yapıyorsunuz, lise mezunu filan mısınız?
    • Hayır ben üniversite öğrenciyim.
    • Oo çok iyi hangi bölümdesiniz?
    • İngilizce uluslararası ilişkiler bölümü son sınıftalyım. Zaten burası amcamın dükkanı ben yardım olsun diye duruyorum.
    • Talih amcanıza gülmüş, inşallah uluslararası ilişkilerimizde de aynı başarıyı gösterirsiniz.
    • (hafiçe kızararak) teşekkür ederim.

    Başta da belirttiğim gibi bu bireysel olayı genelleştirmek gibi bir niyetim yok. Ama içime de bir kurt düşmedi değil. Acaba bunlardan çok var mı diye.

    Kurt düşmesinin bir nedeni de, ABD’de yapılan benzer amaçlı bir test sorusuna verilen yanıtlardı. Kolej mezunlarına sorulan soru şöyleydi (tabii ki test sorusu): 100 sayısının %70’i aşağıdakilerden hangisidir? a) 70den küçüktür b) 70e eşittir c) 70den büyüktür d) hiçbiri.

    Doğru cevabı verenlerin, katılanların %20si dolayında olduğu belirtiliyordu. Bu %20ye ikinci bir genel kültür sorusu sorulmuştu. Soru şuydu: 5 yabancı ülke adı sayar mısınız? Cevapların çoğunluğu şu şekilde imiş: Michigan, Oregon, Seattle, Wisconsin vs.

    Risk Altındaki Ulus raporu A.B.D.’de 1983 yılında yayımlanmıştı. Halen o rapor üzerinde çeşitli araştırmalar yapılıyor (http://en.wikipedia.org/wiki/A_Nation_at_Risk).

    Amerikalı öğrencilerin bu durumuna -başkanlarına bakarak- şaşmamak lazım. Peki acaba bu dondurmacı kız ve delikanlılardan bizde de çok varsa ne yapacağız?

    Yok canım bu bir karabasan olur.

    Cumartesi, Ekim 2, 2004