-
Kas 29 2012 Sorunlarımız ve Dil Kullanımı
Bir TV haberi..
Konuyu daha kolay irdeleyebilmek için önce bir haber.. 16 Ocak 2001 05.33’de Marmara Denizi’nde meydana gelen deprem ile ilgili NTV haberi:
«Bu sabah 5.33 civarında, Marmara Denizinde Kartal açıklarında 4.2 şiddetinde bir deprem olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Profesör Doktor Ahmet Mete Işıkara’dan alınan bilgiye göre, halkımızın herhangi bir galeyana kapılmasına gerek olmayıp dikkatli olması önerilmektedir….»
Bu haberle eşzamanlı olarak bazı diğer radyo ve TV’ler de benzer cümlelerle aynı haberi geçtiler. Dolayısıyla, verilen örnek yalnız bir istasyonla ilgili olmayıp geneldir.
Haberdeki, “5.33 civarında”, “depremin şiddeti” ve “galeyana gerek olmaması” ifadelerinin doğrularının, “5.33te ya da 5.30 civarında”, “depremin büyüklüğü” ve “telaş edilmemesi” olduğu ise bu yazının amaçları açısından ikincil önemdedir.
20 milyon civarında insanın yaşadığı Marmara bölgesinde meydana gelen ve geçmişi nedeniyle bütün bu insanları –ve yakınlarını- birinci derecede ilgilendiren bu önemli olayda merak edilen iki konu, (1) depremin merkez üssü, (2) öncü deprem özellikleri gösterip göstermediği idi. Yukarıya alınan haberdeki laf kalabalığı –rasathanenin bağlı bulunduğu yerler, haber kaynağının tam akademik ünvanlanları ve göbek adı dahil tüm adları, telaşa mahal olmadığı, dikkatli olunması gerektiği– içinde bunlardan sadece ilkine cevap verilmekte, buna karşılık kimseyi ilgilendirmeyen, hatta ayrıntı bile sayılamayacak bilgiler –o da şiddet gibi yanlış olarak- doldurulmaktadır.
Bu, rastgele seçilmiş bir haber olmakla birlikte, yayıncılık anlayışı, dili, ciddiyeti gibi açılardan ülkemiz düzeyinin çizgi üstü kuruluşlarından birisi aracılığıyla verildiği için, değinilecek problem açısından genelleştirilebilir niteliktedir.
Bu giriş kullanılarak değinilmek istenilen konu, “dilimizin bir ifade aracı olarak kullanılamayışı ve bu nedenle de bir sorun çözme aracı olmak bir yana, sorun üretimine yol açtığı”dır.
Her araç işlevlerini, belirli maddeleri değişime uğratarak yapar. Dil de bir ifade ve dolayısıyla sorun çözme aracıdır ve değişime uğrattığı şey de “bilgi”dir.
Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk bile, dil aracını –biraz komik biçimde de olsa- kullanarak örneğin “baba attâ ditti” derken, “babanın bir süre önce orada olduğu” bilgisini değişikliğe uğratmakta, bir bilgi katma değeri üretmektedir.
Bebenin dili ne denli etkili kullandığı, söylediklerinin hiçbirisinin gereksiz olmayıp 3 sözcükle en yüksek katma değeri üretebildiği; buna karşılık örnekteki deprem haberinin ise bilgi katma değeri açısından ne denli zayıf olduğu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur. Özellikle de dilimizi sonradan öğrenmiş yabancıların –kuşkusuz her yabancı toplum için değil- Türkçeyi ne denli etkili kullanabildiklerine dikkat edilirse, becerinin bizim bebeklerimize ait olmadığı, söz konusu beceriksizliğin erişkinlerimizin bir sorunu olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
İlk soru: Bu önemli midir, ya da ne kadar?
Bu noktada sorulması gereken soru, erişkinlerimizin –ve doğal olarak bebekliğini koruyamayan çocuk ve gençlerimizin- bilgi katma değeri üretmedeki bu yetersizliklerinin ne denli önemsenmesi gerektiğidir. Acaba bu bir belâgat eksiği olarak mı kalır, yoksa mal ve hizmet ürünlerimizin rekabet güçlerini azaltacak, hattâ toplumumuzun varlığını sürdürmedeki şansını azaltmaya kadar gidebilecek ölümcül bir tehdide mi dönüşür?
Bu sorunun yanıtı, bugünün acımasız rekabet düzeninde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmaz koşulunda gizlidir: Bu koşul, bir toplumun –ve tabii ki bireylerinin- ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içindeki bilgi katma değerinin, yarıştığı toplumlara göre makûl düzeyde –mümkünse daha yüksek- olmasıdır. Bu yarışımı acımasız yapan ise, dünyanın herhangi bir yerindeki bir topluluğun, hiç kimseden izin almadan, hiç kimseye haber vermeden daha yüksek bilgi katma değeri üretebilmesi olasılığıdır. Bu durumda, belirli bir refah düzeyini sürdürmekte olan bir toplum ne olduğunu bile anlamadan onu kaybetmekte, işsizliğe, açlığa mahkûm olabilmektedir.
1900’lerin başından bu yana, ürünlerin içine gömülü bulunan insan, malzeme, makine, para, yönetim ve pazarlama[1] öğeleri daima “bilgi çekirdeği” denilebilecek bir ana öğenin çevresine dizimişliklerini korumuşlardır. Ama bir farkla: bilgi çekirdeği giderek büyümüş, diğer 6 öğe göreceli önemlerini giderek kaybetmiştir.
Günümüzün rekabet gücü ise artık bilgi çekirdeği ne denli büyük mal veya hizmet üretildiği ile değil, bu çekirdeğe ne ölçüde katma değer eklenebildiği ile ölçülmektedir. İşte bu nedenle, son derece yüksek teknoloji ürünlerini üreten –Çin gibi- ülkeler bilgi çekirdeğine katma değer ekleyemezken[2], örneğin tarım ürünü üreten bir toplum ise –İsrail gibi- tarım ürünlerine daha büyük bilgi katma değeri ekleyebildiği için daha yüksek rekabet gücüne sahip olabilmektedir. Büyütmek için: http://bit.ly/Wxk2gI
Benzer örnek Türkiye için de verilebilir. F-16 uçakları gibi son derece gelişkin teknoloji ürünlerini bilgi katma değeri eklemeden üreten Türkiye ile, çok daha basit mal (ve hizmetlere[3]) sürekli olarak bilgi katma değeri ekleyebilen Singapur’un rekabet güçleri mukayese edilebilecek gibi değildir[4].
Bu kısa irdelemeden görülebileceği gibi artık günümüzün kritik sorunu, her ne üretiliyorsa onun içine ne ölçüde bilgi katılabildiğidir. Bilgi katma değeri üretemeyenler işlerin yükünü, kirliliğini, riskini taşımakta; katma değer üretebilenler ise net yararlar elde etmektedir.
Bu basit yargı, bilgiye erişme, bilgi üretme, bilgi işleme, bilgi depoloma gibi açılardan son derece önemli bir stratejik yol göstericiyi ortaya koymaktadır: Artık herhangi bir bilginin üretimi değil, rakiplerinizin ürettikleri mal ve hizmet ürünleri içine gömdükleri bilginin üzerine eklenebilecek bilgilerin üretilmesi, işlenmesi, depolonması, dağıtılması önem taşımaktadır.
Birer ansiklopedi gibi içine bilgi doldurulmuş, belirli testleri bir makine hızında yanıtlayabilen çocuk ve gençler bu anlamda bir değer taşımamakta, bu tür insanların yetiştirilmesi için harcanan bütçeler ne denli artırılırsa artırılsın toplumların rekabet güçlerine, dolayısıyla da refah düzeylerine etki yapamamaktadırlar. Türkiye’de milli eğitime ayrılan bütçe paylarının düşüklüğünün, eğitimdeki geri kalmışlığın başlıca nedeni olarak sürekli gösterilmesinin doğru bir tanı olmadığı görülmektedir.
Bu noktada ikinci soru gündeme gelmektedir.
Bilgi Katma Değeri nasıl üretilir?
Bilgi üretimi ile bilgi katma değeri üretimi ilk anda eşdeğer süreçler gibi görünebilir. Bilgi herhangi bir alanda herhangi bir hızda üretilebilir, dağıtılabilir, işlenebilir.
Herhangi bir durumdaki olasılıkları yarıya inderen bilgi, 1-bit’lik olarak ölçülendirilir.
Bu tanıma göre, filanca mankenin aşk yaşamı, üzerinde bilgi üretilebilecek bir alandır. Birileriyle çıkma kombinasyonları neredeyse sonsuz sayıda olan bir hatunun örneğin fişmanca işadamı ile basılması, enformatik açısından tam bir bilgidir. Böylece üretilen bilgi medya aracılığı ile yayılır ve kamuoyu bu bilgileri işler. Üretilen, yayılan ve işlenen bu bilgilere katma değer yapabilmek için söz konusu kişinin ortaya çıkmamış bir ilişkisi ya da bilinen ilişkilerinin ortaya çıkmamış bir yönü hakkında üretim yapılmalıdır. Buradan kolayca anlaşılabileceği gibi bilgi üretmek nisbeten kolay, bilgi katma değeri üretebilmek ise daha güçtür.
Fakat ne varki, bu durumda ne üretilen bilgi, ne de katma değeri toplumun refahını artırabilecek bir rekabet gücü artışına yol açamaz.
Rekabet gücünde bir artışa, ancak rakiplerimizin üretip mal ve hizmet ürünleri içine yerleştirdikleri bilgilerde bir katma değer üretimi yapabilmemiz yol açabilir. Bir başka deyimle, hangi bilginin üretileceğine kendimiz değil, belki de hiç tanımadığımız rakipler karar vermekte, çıtayı onlar –ve de acımasızca- yukarılara yerleştirmektedirler.
Şimdi soru tekrar sorulmalıdır: Ürettikleri mal ve hizmet ürünleri yoluyla bizim refah düzeyimizi belirleyen –hatta kontrol edebilen- rakiplerimizin üretmekte oldukları bilgi ve/ya bilgi katma değerlerine yeni katma değerler nasıl ekleyebiliriz?
Bunun basit bir formülü yoktur. Ancak bir dizi koşul yerine getirilirse katma değer üretimi mümkün olabilir şöyle ki;
(1) “Bilgi” ve “bilgi katma değeri” kavramları hakkında zihinsel netliğe kavuşmak,
(2) Herhangi bir mal/hizmet ürünü üretmeye yaramayan, çocuk ve gençleri ayaklı ansiklopediler haline getirmeyi amaçlamış bilgi edindirme’nin yararsızlığını –ve zararlarını- farketmek,
(3) Mevcut bir ürüne katma değer ekleyebilme yolunun, o ürünün tasarımına, üretimine, bakım ve onarımına ya da kullanımına ilişkin tüm koşullandırıcı etkilerden kurtulmak olduğunun farkına varmak ve bunu sağlamak için ise;
- “Zihinsel zincirler” denilebilecek ve tam özgür düşünebilmeyi engelleyen etkilerin farkına varmak, varılmasına yardımcı olmak,
- Hiçbir doğrunun mutlak olamayacağını, tüm doğruların göreceli olduğunu farketmek,
- Bu zihinsel özgürlüğü kısıtlama sonucu doğurabilecek her etkileyişin insan zihnine karşı işlenebilecek en önemli günah olduğunun bilincine varmak, vardırmak,
(4) İnsanın doğuştan var olan ve sonradan aile-okul-toplum üçlüsünce zayıflatılan –çoğu zaman da yokedilen- merakın, Tanrının en büyük nimeti olduğunu, merak sahibi bir insanın en güçlü yaşam destek aracına sahip olduğunun farkına varmak, özellikle çocukların merakını uyanık tutmak,
(5) “Ben zaten……” katil cümlesinden uzak durmak.
Bunlar bilgi katma değeri üretmenin ön–koşullarıdır.
Şimdi son soru sorulabilir: Merakı uyarılmış, zihinsel zincirlerinin farkına varıp onlardan kurtulma çabası gösteren, mutlak doğrulardan ve “ben zaten”lerden kurtulmuş bir kişi, hangi araçla bilgi katma değeri üretebilir?
Bu araç (dil)dir, ya da (dilin kullanımı).
Dilin bir katma değer üretimi “değer iletişimi[5]” adı verilen bir kavramla ilgilidir.
Değer İletişimi!
Ağızdan ya da kalemden çıkacak her sözcüğün mutlaka belirli bir amaçla kullanılmış olması anlamına gelmektedir. Diğer deyişle, her sözcüğün mutlaka bir katma değer taşıması demektir.
İşte, erişkinlerimizin dili bir sorun çözme aracı olarak kullanamayışlarının nedeni bu ilkenin ihlalinde gizlidir. Her sözcüğün bir değer içermesi ise, onların ancak yeterince net olmasına bağlıdır.
Çoğu erişkinimiz –kuşkusuz hepsi değil- kullandıkları sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmeden -zaman zaman bu bulanıklıktan bir yarar umarak – kullana kullana zamanla onun büyük sorun çözme gücünü kaybetmişlerdir. Bu ise, bir şeyi gerçekten ifade etmek gereğinde, bir sürü buğulu kavramı peşpeşe dizerek ifadenin güçlendirilmeye çalışılmasına, bu ise yeni sorunlar yaratılmasına yol açmaktadır. Medyada sık sık izlediğimiz “kalabalık söz –yetersiz anlam”ın nedeni budur.
Bir son adım atılarak, sözcükleri değer iletişimi ilkesine uygun olarak kullanmak kaydıyla “ne yapılarak” bilgi katma değeri üretileceği ortaya konulmalıdır.
Bu adım “soru sormak”tır. Katma değer ancak, ona yol açabilecek sorular sorup yanıtlar bulmaya çalışılarak üretilebilir.
Bütün bunlar, dil kullanımının (rhetoric) ne denli güçlü bir araç ya da aksine tehlikeli bir sorun kaynağı olabileceğini göstermektedir.
Sorun çözme ile herhangi bir düzeyde ilgilenenler, dilin etkili kullanılamayışını ve onun da giderek dilin yetersizleşmesine yol açmasını bir numaralı sorun olarak görmek durumundadırlar.
Salı, 16 Ocak 2001
[1] 6M = Man, Material, Machine, Money, Management, Marketing
[2] Fason olarak üretilebilen ürünler ve böylece elde edilebilen sınırlı gelir kastediliyor.
[3] Singapur Hava Yolları’nın defalarca “yılın en iyi hava yolu” seçilmesi bir rastlantı değildir.
[4] IMD, World Competitiveness Yearbook, 1998, verilerine göre rekabet gücü açısından Singapur 1nci, Türkiye 40ncı sıradadır.
[5] Value communication
-
Kas 01 2012 Cumhuriyet nedir?
İnternet yoluyla bana erişen ve cumhuriyeti şiirsel bir dille anlatan satırları okurlarımla paylaşmak ve sonuna da bu şiirsel anlatımın aksi bir soğukluktaki kendi tanımımı ekleyerek, yazının ortalama sıcaklığını biraz olsun azaltmak istedim:
<<Bazılarımız bizdeki Cumhuriyeti pek anlayamadılar. Ya da doğru dürüst bir şekilde anlatamadılar. Veya birileri anlamak istemediler, istemiyorlar. Bir de ben anlatayım Cumhuriyeti kısaca ve şöyle dilimin döndüğünce…
- Cumhuriyet, köşeye kıstırıldığı sanılan bir ulusun, bir at gibi kükreyişi ve şahlanışıdır.
- Cumhuriyet, mağdur edilen ve yok sayılarak üstüne gidilen bir ulusun dünyaya göklerden bakışı ve haykırışıdır.
- Cumhuriyet, özgürlük meşalesini sürekli yakan ateştir.
- Cumhuriyet, karanlığı kovan güneştir.
- Cumhuriyet, ülkemiz, vatanımız ve bayrağımızla özdeştir.
- Cumhuriyet, dünyada (adeta) cennete eştir.
- Cumhuriyet, dirençtir,
- Cumhuriyet, gönençtir.
- Cumhuriyet, erinçtir.
- Cumhuriyet, zincirleri, prangaları kırıştır.
- Cumhuriyet, düşmanların karşısında ak alınla, dimdik duruştur.
- Cumhuriyet, tüm çıkarcı ve karanlık kafalara vuruştur.
- Cumhuriyet, “Yurtta sulh, dünyada barıştır”.
- Cumhuriyet, insanlığın gelişiminde yarıştır.
- Cumhuriyet, hak, hukuk, adalet başta; en kutsal değerlere varıştır.
- Cumhuriyet, insanlık yolunda olağanüstü bir niyettir,
- Cumhuriyet, doğaya ve tüm canlılara hürriyettir.
- Cumhuriyet, çok güzel bir lisandır.
- Cumhuriyet, Türkler için büyük bir tarihtir, destandır.
- Cumhuriyet, velhasıl çok iyi ve hayırlı iştir.
- Cumhuriyet, insanlık âleminde tam bir yükseliştir.
- Cumhuriyet, özgürlük sevdalısı Türk’e yaraşır = Türk’tür.
- Cumhuriyet, ATATÜRK’tür.>>
Egemenlik açısından, üç önemli soru vardır:
(1) Egemenlik nedir?
(2) Egemenlik kime (kral, padişah, şah, sultan, imparator vbg bir kişiye, bir aileye, bir sınıfa, halk=cumhur’a vd) aittir?
(3) Egemenliği, ait olan adına kim (kişi, sınıf, aile, aracısız doğrudan halk, temsilcileriyle halk (parlamento, başkanvb) kullanır?
Birinci soru’nun yanıtı basittir: Egemenlik, kişilerin yaşam tercihleri’ni kimin yapacağıdır. Yaşam tercihleri, hangi topraklarda ve hangi bayrak altında yaşayacağı, nasıl giyineceği, ne yiyip içeceği, ne öğreneceği, hangi dine inanacağı, inanıp inanmayacağı vb konulardaki kararlardır.
Cumhuriyet, ikinci sorunun cevabıdır ve egemenliğin cumhur’a (halk) ait olduğunu; demokrasi ise üçüncü sorunun cevabı olup, egemenliği kullananın halk olduğunu ifade eder.
Bu tanımlar ışığında, egemen bir halk’ın (yani cumhuriyet), egemenliği yine kendisinin (yani demokrasi) kullandığında, kendisiyle ilgili tercihlere kendisi karar verir; sanılsa da öyle değildir 🙂
1 Kasım 2012
-
Kas 01 2012 Ombudsman kadın olsun..
https://tinaztitiz.com/3424/halk-avukati-ombudsman/ adresindeki yazı Mayıs 1993 tarihinde katıldığım Dünya Ombudsmanlar Konferansı sonrası kaleme alınmış ve edinilen kanaatler bağlamındaki öneriler TBMM başkanlığı da dahil tüm siyasi parti liderlerine bir mektup eşliğinde duyurulmuştu.
Bu yazıdan 1 ay sonra da https://tinaztitiz.com/3443/kamu-alimlari-ombudsmani/ adresinde ikinci bir yazı ile, bu defa daha dar –ama kesinlikle çok daha problemli- bir alanda ombudsmanlık oluşturulması önerilmişti. Girişimcilerin tartışmasız 1 numaralı sorunu olan “torpil”, “siyasi himaye (veya aksi)” gibi alanlardaki şikayetlerin ulaştırılabileceği bir halk avukatlığı sistemi o gün için de bugün için de önemli bir gereksinimdir.
Bugün, TBMM ombudsmanlığın hayata geçirilmesiyle ilgili prosedürü işletiyor. Başvuran adaylar arasından TBMM üç tur oylama yapıp “baş denetçi”yi (ombudsman) seçecek.
Şu ana kadar yaklaşık 700 aday başvurmuş durumda ve bu adayların sadece on’u kadın.
Kim olursa olsun ama..
TBMM’de temsil edilen siyasi partiler arasında nasıl bir uzlaşı olur bilinmez ama kanımca, seçilecek adaylarda aranması gereken birkaç özellik olmalı. Şöyle ki:
- Kadın ombudsman: Bir pozitif ayrımcılık uygulanarak kadın adaylar arasından seçilmesi, kadının toplum yaşamı içindeki yerinin pekiştirilmesi açısından doğru olur.
- Yabancı dil: Bir yabancı dili yeter düzeyde anlayan, yazan ve konuşan bir kişi olmalı,
- Dışımızdaki dünya ile ilişkileri bulunmalı,
Kuşkusuz daha başka koşulların da bulunması gerekebilir, ama zaten 10 kişilik aday için daha fazla koşul ileri sürmek, “kadın olmasın” anlamına gelir.
Ombudsmanlık kurumunun nasıl işleyeceği, seçilecek kişinin özellikleri kadar onu seçeceklerin de ne beklediklerine bağlı olarak seçim yapacaklarına bağlıdır.
Toplumumuza yararlı olması dileklerimle..
1 Kasım 2012 Perşembe
-
Eki 15 2012 Hayvan pazarına nakil..
Bir gazete haberi..
Gazeteler, Kırıkkale Belediyesi’nin, “birahane ve içkili eğlence mekanlarının” hayvan pazarına taşıma kararı aldığını yazdı. “İçkili mekan” kapsamına nerelerin gireceği konusunda bir ayrıntı yoksa da işin özü açsından pek de bir önemi yok.
Konunun, “insanların yaşam biçimlerine karışmak” yönünü fazla kurcalamadan bir tarafa bırakıyorum. Çünkü, kamu hizmetleri büyük ölçüde “insanların yaşam biçimleri”ne karışır. Vergi almak dahi en etkili biçimde “karışmak” değil midir?
Karışmak da nasıl?
Her konuda olduğu gibi, karışmak konusunda da sağlam bir ilke konulmadığı ve de ona uyulmadığı takdirde, karışmak kolaylıkla kişilerin en mahrem yaşam kesitlerine dahi girebilir. Bu konudaki ilke –benim önerim-, “başkalarının yaşam biçimlerine zarar verilmesini önlerken, zarar verdiği düşünülenlerin haklarına zarar vermemek” şeklindedir.
Örneğin, “kamuya açık bir mekanda içki içmek” bu ilkeyi test etmek için iyi bir konudur. Bir yanda, “kişilerin ne yiyip içeceklerine kendilerinin karar verme hakları” varken, diğer yanda da “başka kişilerin görsel ya da herhangi bir yolla içki içenlerden herhangi bir yolla zarar görmeme hakları” vardır. Kamu otoritesi (mesela belediye) ise, bu iki hak arasındaki dengeyi gözetip kurmak görevi ile yükümlüdür.
Hakkın kötüye kullanımı..
Aralarında denge kurulması gereken bu iki hak da pekala kötüye kullanılabilir. İçki içen –çeşitli yollarla- başkalarını –ki onlar da içki içen gruptan, hatta içenlerin yanıbaşlarında oturup içki içenler de olabilir- rahatsız edebilir. Böylece haklarını kötüye kullanmış olurlar.
Gerçekten rahatsız edici davranışlara muhatap olanların dışındaki kimi kişiler de, kendilerine özgü nedenlerle (dini, siyasal vd) rahatsız olduklarını ileri sürerek içki içenlerin bu haklarının ellerinden alınmasını talep edebilirler ki bu da bir hakkın kötüye kullanımıdır.
Devreye Sorun Çözme Kabiliyeti giriyor..
Bu yazının asıl konusu, kişilerin yaşam biçimlerine karışmanın hangi ilke uyarınca yapılabileceği ve de en önemlisi bunun “nasıl” yapılması gerektiğidir. Kamu otoritesi, bir hakkın (içki içmek, obez olmak, şarkı söylemek, hayvan beslemek ve bir hayvanın yaşam hakkı gibi) kötüye kullanımına nasıl engel olup da çeşitli hak sahipleri arasındaki dengeyi nasıl gözetecektir?
Böyle soru olur mu? Yasaklarsın olur biter..
Sadece kamu otoritesinin değil halkımızın genelde benimsediği sorun çözme aracı, hak sahiplerinden sesi çok çıkanın isteğine uyarak, diğerinin hakkını kullanmasını yasaklamak ya da yasaklamakla eşdeğer bir özgürlük(!) tanımaktır.
Kırıkkale belediyemiz de içki içenleri yasaklamamış, istedikleri kadar içebilecekleri şehrin dışındaki hayvan pazarını mekan olarak göstermiştir. Akıldan az nasipli insanların çoğundaki kurnazlık da muhtemelen bu kararda rol oynamıştır. Öyle ya tüm içkili eğlence yerleri yeni yere göçecek değil ya, bir bölümü bu işi bırakır, bırakmayanın bir bölümüne de yeni ruhsat sürecinde gereken kolaylıklar(!) gösterilir.
Daha iyi yollar var ama onları kim düşünecek..
Yıllar önce bir münasebetle Roma’da bir seyyar satıcı tezgahından alış verişte bulunurken, tezgahın üzerinde bir kitap gözüme çarptı ve ne olduğunu sorunca, yerel belediyenin seyyar satıcıların uymaları gereken kuralları içeren bir kitap yayımladıklarını öğrendim. Sık sık denetime gelen denetçilerle çıkabilecek anlaşmazlıklara karşı da satıcı kitabı tezgahının üzerinde bulunduruyormuş. Birkaç kuruş ödeyerek yenisini almasını önererek kitabı alıp, tanıdığım belediyecilere önermek üzere yanımda getirmiştim. Keşke, bir yerlerden ay taşı bulup getirseymişim; gösterdiğim nerkes yüzüme tuhaf tuhaf baktı.
https://tinaztitiz.com/3685/seyyar-saticilari/ adresinde, seyyar satıcılık gibi etkili bir işsizlikle mücadele aracının, en etkili kamu yönetim birimi olan belediyelerce tahrip edildiği örnekleniyordu. (Gece yarısı Eminönü’ndeki hanların bekar odalarında tıkış tıkış yatan ve el arabaları da aynı hana parkedilmiş seyyar satıcılara baskın yapılarak arabaları kırılıp bir daha bu kabahati(!) işlemelerinin önlenmesi üzerine o yazıyı yazmıştım.
Muhtemelen o baskından sonra tek yaşam sürdürme imkanını kaybeden seyyar satıcıların bir bölümü ile, can ve mal kaybına uğrayark dağlarda mücadele ediyoruz.
Böyle bir akıl yoksunluğundan nasibini alan Sorun Çözme Kabiliyeti ile ne kadar yol alınabilir?
İçki içenler ve içenden rahatsız olanlar için, doğru ve denetlenmesi mümkün kurallar koyup, bu işi bir “sistem tasarımı” ciddiyetiyle ele alıp, hem içki içmek isteyenlerin haklarını, hem de içki içme hakkını kötüye kullananlardan zarar görenlerin haklarını korumak, hayvan pazarında yer gösterme ilkelliğine sapmadan mümkün olamaz mı?
En çok içki tüketen ülkelerde bile içenler ve içmeyenlerin birbirlerine zarar vermeden birlikte yaşadıklarını, bunu nasıl yapabildiklerini de görüyoruz.
Şimdi soru şu: Kendi görüşüne uymayanları hayvan pazarlarına sürecek belediye başkanlarından nasıl korunulacaktır?
Çare, soru sormayı, bu ve benzeri insanların kıt akıllarıyla dayandıkları gerekçeleri birer birer havada bırakabilecek “ezber kalıplarının sorgulanması”nı bir moda akım haline getirebilmektir.
http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/ adresini lütfen ziyaret ediniz. İsterseniz kendinize bir blog yaparak üreteceğiniz kalıpları bir araya toplayıp yayımlayınız; isterseniz bu adresteki boş kalıp formlarına aklınıza gelen “hayvan pazarı” başkanlarının dayanak olarak kullandıkları kalıpları yazıp sorgulayınız.
Bu konuda yardım gerekiyorsa çocuklarınıza sorunuz; onlar en iyi soruları üretirler J
15 Ekim 2012 Pazartesi
-
Eki 10 2012 Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı?
Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün, “dağda ölen teröristin ardından ağlamayan insan değildir; İnsan katleden, canavarlaşmış bir teröristi enterne edemeyen de devlet değildir” sözleri arkasından her iki uçta tartışmalar başladı. Bir bölüm, emniyet müdürünü alkışlarken, bir o kadarı da kınadı.
Kullanılan ifadeler tek tek ele alındığında hem lehinde hem aleyhinde eşit miktarda savunu geliştirilebilir.
Ölen teröriste ağlanır mı ağlanmaz mı?
Ağlanır; çünkü terörist adı verilen kişi sonuçta yurttaşlardan birsidir; biyolojik olarak diğer insanlardan hiç bir farkı yoktur. Anası-babası, ailesi vardır; tüm insani duygular onlarca da duyulur. Bir insanın ölümü trajik bir olay, hele böyle bir son ile ölmesi daha da trajiktir. İnsani duyguları körelmemiş herkes böyle bir durumda üzüntü duyar. Bu üzüntünün düzeyi ve dışavurumu herkeste değişik ölçülerdedir.
Ağlanmaz; çünkü, birlikte yaşadığı yurttaşlarına silah çeken, onlara tuzak kuran, gündüz onlar gibi davranıp gece onlanları katleden, bununla da yetinmeyip dağa çıkarak kendi gibi düşünmeyenlere –hatta düşünenlere- resmen savaş açan bir insan’a duyulacak öfke, onun insan yanına duyulan sevgi ve saygıyı bastıracağı için ağlanmaz. Ağlamama olgusunun düzeyi de herkeste değişik olup, kimi kendini tutup ağlamaz iken kimi de intikamı alındı diye sevinir.
Teröristi enterne edemeyene devlet denilir mi denilmez mi?
Denilmez; çünkü herhangi bir devletin herkesçe kabullenilen tanımı, o devleti tanıyan kişilerin can ve mallarını güvence altına almakla başlar. Bunu başaramayan tanım dışına çıkacağı için o yapılanmaya devlet denilemez.
Denilir; çünkü, o devletin toplumu içinde–haklı veya haksız taleplerin karşılanmayışı, iç veya dış kışkırtmalar gibi- herhangi nedenlerle toplumu terörize etmeye, bunu bir silahlı propaganda aracı olarak kullanmaya kalkışanlar olabilir. Eğer bu kalkışmalar, yurt içi işbirlikleri –örn. İran’da solcuların ve mollaların işbirliği ile Şah’ı devirip sonra da aralarında hesaplaşmaları- ve/ya yurtdışı niyet sahiplerinin emelleriyle birleşirse bu durumda devletin mücadelesi, insanların sınırlı sabır sürelerini zorlamaya başlasa da devlet bu mücadeleyi sürdürürken devletlik vasfını kaybetmiş olmaz. Olsa olsa mücadeledeki başarı ya da başarısızlıktan –ki o da gri tonlardadır- söz edilebilir.
İyi de şimdi n’olacak?
Bu karşıt savlar daha da uzatılarak –hepsi de mantıklı argümanlarla- tek başına reddedilemeyecek hale getirilebilir.
Buradaki sorun, olguları gerçekte olduğu gibi bütün olarak ele almak yerine, parçalayarak ayrı parçalar halinde savunmaktan kaynaklanmaktadır. Teröriste ağlanmalı diyenler bunu diğer parçasından (ağlanmamalı) ayırıp da savunursa, bu defa başka bir şey söylüyor haline gelir. Aksine ağlanmamalı diyen de diğer parçasından (ağlanmalı) ayırarak dile getirdiğinde farklı bir söylem dile getiriyor demektir.
Olgular iki yönlü olduğuna göre, bu yönlerin tarafları özgürce hangi parçaları seçip savunacaklarına kendileri karar verebilirler. Kamu yöneticileri ise, bu iki parçayı ayırmadan ele almak zorundadırlar.
Somut örnek olarak: Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven, bu iki parçayı ayırmadan uygulamak zorunda iken, yurttaş Recep Güven istediği herhangi bir parçayı –ya da yine ikisini birlikte- savunabilir.
İkisi ayrı ayrı tamam da birlikte “uygulamak” nasıl olacak?
Teröristi dağa çıkmaktan, çıkanı eylemde bulunmaktan caydırmaya çalışmak, caydırının bittiği yerde değişen ölçülerde orantılı güç kullanarak zarar veremez duruma getirmek; bütün bu kademeli uygulamaya rağmen öldürülmek zorunda kalınan teröristin ardından ise:
– Sevinç gösterisinde bulunmamak,
– Cesedinin gömülmesine izin vermek, cesedin ayrı bir propaganda aracı yapılmasına izin vermemek,
– Olayın haberleştirilmesinde duyarlı davranmak,
– Şehit cenazelerinde kana kan söylemlerinden uzak durmak; bir intikam törenine dönüşmemesine –olabildiğince- özen göstermek.
Burada kritik nokta, kamu görevlisinin, bütünleşik (ayrılmaz) kalması gereken iki parçadan birisini ayırıp farklı bir mesaj olarak algılanmasına izin vermemesidir. Aksi halde, bir gün söylediği “ağlayalım”, ertesi gün uyguladığı “öldürelim” mesajıyla çelişir ve güvenilirliği yok olur.
Ayırma – bütünleşik tutma işaretleri..
Söz konusu Emniyet Müdürü’nün “dağa çıkıp ölen teröristin ardından ağlamak” ya da “devletin enterne etme görevi” konularındaki söylemlerinin peşpeşe yer alması bir anlamda “bütünleşik tutma” niyeti gibi değerlendirilebilir.
Burada eleştirilecek bir yan varsa o da, her iki yargının da sonlarına provokatif eklerin getirilmesidir. “…ağlamayan adam değildir”, “….devlet değildir” ekleri, amaçlarını aşan ifadeler olmuştur. Bunu söyleyip de ertesi gün ölen teröristin ardından ağlamadığı takdirde eleştirilere muhatap olacaktır.
Çevresinde sevilip sayılmak her kamu görevlisi için önemlidir. Hele hele Diyarbakır gibi bir yerde daha önemlidir. Ancak, bu sevgi ve saygınlığı artırmak amacıyla yapılabilecek söylemlerin daha az iddialı ve ertesi gün mahcubiyete yol açmayacak şekilde dillendirilmesi gerekir.
Burada işareti gereken bir nokta, bu tartışmadan daha önemli görünüyor.
Siyah – Beyaz / Evet – Hayır Mantığı..
Emniyet Müdürü’nün sarfettiği bir söz anında iki uca indirgendi: Teröristin ardından ağlanır mı ağlanmaz mı? İşin garip yanı, medyada bu konu üzerinde yorum yapanların büyük çoğunluğu –hepsi dememek için- ikili mantık sisteminin dışına çıkmadılar. …den yana ve …ye karşı olmak üzere ayrıştılar. Konunun üzerinde durulması gereken yanı bence budur ve toplumun ihtiyacı olan uzlaşıyı yok edebilecek mantık sistemi bu ikili mantık sistemidir. (bkz. https://tinaztitiz.com/kitaplar/EHDemokrasi.zip)
10 Ekim 2012
-
Eki 10 2012 Her şey enerjidir..
Nobel ödüllü ünlü fizikçi Richard P. Feynman, zaman zaman davet edildiği çeşitli devlet kurumlarında başından geçenleri kendine has üslubuyla bir mizah yazarına taş çıkaracak şekilde anlattığı “Muhakkak ki şaka ediyorsunuz bay Feynman”[1] adlı kitabında, kısa bir süre okul kitapları seçme komisyonunda görev yaptığını anlatır.
Komisyon, çeşitli yazarlarca orta öğretim öğrencilerine matematiği sevdirmek amacıyla hazırlanan kitaplar arasından seçme yaparken, yazımı henüz tamamlanmadığı için sadece ön ve arka kapakları basılmış bir kitabın da nasıl değerlendirmeye tabi tutulduğunu; toplamanın ne kadar eğlenceli bir iş olduğuna örnek olarak da sıcaklıkları birkaç bin derece olan uzak yıldızların toplam sıcaklığının hesaplanması gibi örnekleri anlatıyor. (Allahtan bizim ders kitaplarımızda böyle komiklikler yok da öğrencilerimiz matematiği sevip öğreniyorlar [2].)
Bir süre sonra sıra fizik kitaplarına gelir ve “enerji” konusunun çocuklarca öğrenilebilmesi için, kurmalı bir oyuncağı, bir otomobili ve bisikletli bir çocuğu hareket ettiren “şey”in ne olduğu sorulur ve ardından da hepsini hareket ettiren şeyin “enerji” olduğu cevabı verilerek, çocukların enerji kavramını anlamaları(!) sağlanır.
Feynman’ın tepesinin attığı bu nokta, ısrarla diploma töreni konuşması yapmak için davet edildiği bir üniversitede nihayet red edemeyip kürsüye çıktığında yaptığı zehir-zemberek konuşmada da örnek olarak verilir. Bu defa orta okul çocukları değil, hayata mühendis vs olarak atılacak olanlar söz konusudur ve Feynman örnek olarak üniversitede okutulan fizik kitabını eline alır ve enerji konusunun tamamen orta okul çocuklarına belletildiği gibi sadece “buna enerji denir” gibi anlatıldığını gösterir ve kitabı da oturanların önlerine fırlatır.
Sonra da belki merak eden olur diye enerjinin ne olduğunu tek cümleyle anlatır:
“Kitapta, oyuncağı hareket ettirenin içindeki yayın kurulması, otomobili hareket ettirenin motorunun içindeki kimyasal tepkime ve bisikletli çocuğu hareket ettirenin de biyolojik olarak adale gücü olduğunun açıklandığını sanıyordum. Bunları babam, bana küçükken, her ne hareket ediyorsa onu hareket ettirenin güneşin ışıması olduğunu anlatmış; sonrasında da aramızda şöyle eğlenceli bir tartışma geçmişti:
– Ben: Hayır, oyuncak hareket ediyor çünkü içindeki yay kuruludur.
– Babam: Peki yay nasıl kuruluyor?
– Ben: Ben kuruyorum.
– Babam: Sen nasıl elini hareket ettirerek kuruyorsun?
– Ben: Yemek yiyerek.
– Babam: Yiyecekler güneş ışıdığı için büyürler; dolayısıyla hepsinin hareket etmesinin nedeni güneşin ışımasıdır.
Böylece, hareket’in, güneşin gücünün dönüşümü kavramı olduğunu basitçe anlamıştım.”
Joseph Tainter, “Karmaşıklık, Sorun Çözme ve Sürdürülebilir Toplumlar”[3] adlı makalesinde, yaşamımızın her saniyesini dolduran sorun çözme uğraşılarının –her düzeyinin- mutlaka bir enerjiye ihtiyaç gösterdiğini anlatırken şöyle diyor:
“Sorun çözmedeki pahalı mâliyete karşı kaynaklarımızı daha akıllıca ve etkince kullanmamız önerilmektedir. Örneğin Timothy Allen ile Thomas Hoekstra, sürdürülebilirlikte, ekosistemlerin yönetiminde, yöneticilerin, süreçlerde eksik olan şeyi saptayıp sadece onu sağlamalarını, gerisini ekosistemin halledeceğini öne sürmüşlerdir. Herhangi başka bir yola başvurmadan, yönetim çabasını bırakın ekosistem (yani güneş enerjisi) halletsin (Allen ve Hoekstra 1992). Ne var ki aynı zamanda bu da çok bilgi gerektirir, ki o da bizde yoktur. Karmaşık ve pahalı araştırma için fosilyakıt yardımına ihtiyacımız var demektir.”
İyi de bunlardan bize ne!
Toplumlar ister mevcut refah düzeylerini koruyup sürdürmek, isterse artırmak istesin, bunun için mutlaka enerjiye ihtiyaç duyacakları anlaşılıyor. Bir kurma oyuncağın kurulabilmesi, bir konuda bir yöntem araştırılması için masa başında çalışılması ya da bir seçim konuşmasının yapılabilmesi, hepsi enerjiye (güneşin ışıması) gereksinim gösteriyor.
Bunu ya kendiniz makul bir maliyetle üretebileceksiniz –ki bunu bütünüyle yapabilen toplum yoktur- ve ayrıca da bunu sürdürebileceksiniz ya da sahip olan birilerinden transfer edeceksiniz.
Transfer edilecek olan doğrudan güneş ışıması olamayacağı için, onun dönüşüme uğramış formları transfer edilir. Yani, yiyecek, kereste, maden cevheri, petrol, insan kaynağı, bilgi gibi “değer”ler…………………
Bunlardan en az birkaçı herkeste olduğu için, bu tür kaynaklar uluslararası tasallut altında OLMAK ZORUNDA’dır ve bunu önleyebilecek hiçbir kural mevcut değildir. Uluslararası kurallar, bu didişmeyi engellemek için değil, olur olmaz toplumların kuralları değiştirmesine engel olmak için konulmuştur.
Bizi ilgilendiren kısım, sahip olduğumuz –yukarıda sayılan- enerji türevleridir.
İşte didişmenin –bitmeyecek- kaynağı budur!
İnsanın ve toplumların refah mücadelesi bitmeyeceğine göre, kaynaklarını bu –doğal sayılması gereken- tasalluttan korumak için dikkat edilmesi gereken tek nokta vardır: Yüksek sorun çözme kabiliyetine (SÇK) sahip olmak.
Her geçen gün ilerleyen bilim ve teknoloji, bu gün için sahip olunan Sorun Çözme Kabiliyeti’mizi geçersiz kılmaktadır. O halde, her toplum için değişmez vizyon, SÇK’ni günün koşullarına uygun düzeyde tutabilmek olmalıdır.
Bunun farkında olan ve olmayan toplumlar keskin çizgilerle bellidir. Farkında olmayanlar, sürekli olarak, sorunlarının kaynağı olarak “dış mihraklar”ı[4] görürler. Farkında olmayanlardan “sokak yurttaşı” durumundakiler, buna karşı çare geliştirebilecek akıl-fikir düzeyine sahip olamayacakları için “mallarını boykot etmek”, “bayraklarını yakmak”, “milli marşlarını ıslıklamak” gibi bağırma-çağırma tavırlarıyla karşı koymaya çalışırlar.
Farkında olanlar ise tasallutun mekaniğini anlamışlar ve her geçen gün, transfer ettikleri “değer”ler yoluyla bu mekaniği (yani SÇK’nin işleyişini) daha geliştirmektedirler.
Yapılması gereken, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramını dikkate alarak, olup biteni tekrar anlamlandırmak ve sonrasında da SÇK’ni güçlendirmeye çalışmaktan ibarettir. Ama tabii önce bunun öneminin farkına varmak!
05 Haziran 2011 Pazar
-
Eyl 29 2012 Kaynakça
Gerek bu sitedeki yazıları çeşitli anahtarlara göre derlemek, gerekse bazı konularda (örn. EZBER) daha derinlemesine ve site dışından kaynaklar derleyen bir KAYNAKÇA, bundan 3 yıl evvel Sn. Bülent Ağaoğlu (bulentagaoglu.ist@gmail.com) tarafından hazırlanmış ve bu siteye konulmuştu (https://tinaztitiz.com/kaynakca/).
Bu defa 29 Elül 2012 itibariyle KAYNAKÇA yine Sn. Ağaoğlu tarafından yenilenmiş ve hem aradan geçen sürede yayımlanan kaynaklar eklenerek güncellenmiş hem de daha kullanışlı bir formatla düzenlenmiştir. Okurlarımızın hizmetine sunar, bu çalışmayı yapan Sn. Ağaoğlu’na teşekkürlerimizi sunarız.
29 Eylül 2012
-
Eyl 20 2012 Kolektif akıl..
“Nasıl olur da bu kadar makûl bir fikir benimsenmez!”
Bu ifadeyle dile getirilen sorunu çoğu kişinin yaşadığını sanıyorum; sanmak bir yana bir çoğundan bizzat dinledim.
Üzerinde düşünüp nedenlerini anladığı, o nedenleri giderebilecek çözümleri ürettiğini düşünen bir kimse, vardığı bu sonuçları başkalarıyla paylaşıp gerçekleştirmeye ya da en azından düşüncelerinin onay görmesini sağlamaya çalışır. Ama çoğu zaman bu istekleri gerçekleşmez.
Bu durumu bir hayal kırıklığına çevirmeden önce kişinin muhtemelen kimi çözümlemeler yaparak bu başarısızlığının nedenlerini anlamaya çalıştığı tahmin edilebilir. En güçlü olasılık, bulgularını iyi anlatamamış olduğu sanısıdır. Bu durumda daha açık ifadelerle bulgularını çevresine anlatmaya çalışır.
Birkaç deneyden sonra..
İletişim stili, kullanılan metaforlar, sözcükler vbg parametrelerle oynadıktan ve yine de bulgularının içtenlikli kabul görmediğini deneyimledikten sonraki durak, bulguların paylaşıldığı kişilerin “olması gereken” kişiler olmadığı yargısıdır.
Örneğin, terör konusundaki çözümlemelerini paylaştığı kişilerin bir bölümünün, yaşamın sürükleyiciliğine kapılmış ve Guliver gibi küçük –ama çok- sayıda iple hareketleri kısıtlanmış kişiler olduğunu düşünebilir.
Yeni durak..
Çok sayıda kişiyle iletişim içine girerek istatistiki olarak, düşüncelerini paylaşıp gerçekleştirilmesini sağlayabileceği yeter sayıda kişiye rastlayabileceğini düşünüp başarılı olamayan kişinin bu aşamadaki yargısı muhtemelen –ve gayet yerinde olarak- kendi düşüncelerinden kuşkulanmaya başlamasıdır. Bu kadar insan eğri, sadece kendisinin doğru düşünmesi mümkün ama küçük bir olasılıktır.
Bu yolla düşüncelerinin bir bölümünden –hatta tamamından- vazgeçip, daha tutarlı fikirler üretebilir ya da ilk fikirlerine yeni kanıtlar aramaya başlar. Her iki halde de, önceki duruma göre daha “satılabilir” düşünceler olmasına rağmen yine de o düşünceler çevresinde anlamlı işbirlikleri mümkün olmayabilir.
Bu aşamanın en dikkate değer yanı, çok sayıda kişiyle iletişim sırasındaki verim kaybıdır. İletişilen her bir kişiye gösterilen saygı, katma değeri küçük konular çevresindeki tartışmalardan kaçabilmeyi güçleştirir ve işbirliğine yararı olmayan ayrıntılar çevresindeki sonu gelmeyen tartışmalarda boğulup gidilebilir.
Son durak: Crème de la crème!
Bir önceki aşamanın birçok sakıncasını bir vuruşta yok edebilecek çözüm budur. Bu tür kişiler için zaman değerlidir ve verim kaybı olasılığı düşüktür. Ayrıca, geliştirilmiş olan çözümleme ve çözümlere katkı yapma olasılıkları –birikimleri nedeniyle- yüksektir; işte tam 12 burası olmalıdır.
O da ne?
En çok dikkate alınması gerekirken üzerinden uzun atlanıp geçilen nokta, bu tür kişilerin –ünvanları, egoları, enerjileri, evvelce savundukları fikirlere yapışmışlıkları, birikimleri gibi nedenlerle- kendileri dışından gelebilecek fikirler çevresindeki işbirliklerine pek de açık olmayabilecekleri olgusudur.
Ama bütün bunlar sorunu tam açıklayamıyor..
Yukarda sıralanan nedenler, fikirler çevresindeki işbirliklerinin niçin “her zaman” sağlanamadığını tam açıklayamıyor. “Her zaman” vurgusunun nedeni, bazı hallerde binlerce insanın bir işaretle ve muhtemelen ne olduğuna pek de aldırmadan belirli bir hedef doğrultusunda hareket edebildiklerine işaret içindir.
Başka neden(ler) de olmalı..
İnsan organizması, kendini çevreleyen fizik ortamlardan etkilenerek –en az zarar görmek için- o çevrelere uyum gösterir. Sıcak ortamlarda terleyip buharlaştırarak, soğuk ortamlarda terleme-buharlaşmayı azaltarak vücut sıcaklığını sabit tutan; az oksijenli ortamlarda solunum sayısını artıran, bazı hallerde bayılıp kontrolu bütünüyle kişinin elinden alan bedenin bu davranışları birer uyum göstergesi değil midir?
Acaba, benzer şekilde zihinsel yapılar da onları çevreleyen çeşitli enformasyon [1] ortamları arasındaki farklılıklardan kaynaklanabilecek olası olumsuz etkilenmeleri en aza indirmek için kimi önlemler alıyor olabilir mi? Örneğin, bir enformasyon kaynağı (medya) ile bir diğer enformasyon kaynağından (okul) gelebilecek yönlendirmeler farklı olabilir.
Okul, başarının yolunun çalışmak, dürüst olmak ve insanlara güvenmek olduğu yönlendirmesini yaparken, çok daha güçlü bir diğer bilgi kaynağı olan medya, başarı yolunun kurnazlık, acımazlık, kimseye güvenmeme ve hak-hukuk gözetmeme gibi yönlendirme yapıyorsa, bu iki farklı yönlendirme aynı anda zihnin ayrı bölmelerinde tutulmaz, aksine bileşik bir hale gelerek biri sözel (sanal), diğeri reel (gerçel) iki ayrı kimlik oluşmasına yol açar.
Pratikte çok sık rastlanan, ağzından bal, elinden kir damlayan insan tipi böyle ortaya çıkıyor olabilir. Acaba, sık sık karşılaştığımız, “söylediklerinize tamamen katılıyorum; keşki bizi yönetenlere de bunları söyleseniz” türü onay gibi reddiye ifadeleri, bu bileşik kimliğin bir ifadesi olabilir mi? Bir yandan tam bir onay, diğer yandan işbirliğine tam bir kapalılık.
Kolektif akıl..
Burada basitleştirilerek ikiye indirilen enformasyon / bilgi kaynaklarının gerçekte çok daha fazla sayıda olduğunu tahmin etmek güç değildir. Bunların bir bölümünün kasıtlı olarak (dezenformasyon amaçlı) yayın yaptığı düşünüldüğünde, -teknik deyimle- “gürültü” ortamının ne denli etkili olabileceği anlaşılabilir.
Bu güçlü “gürültü” ortamının bir bileşen, kalıtsal miras, aile ortamı, eğtim ortamı, kariyer, ego gibi ortamların da diğer bileşenler olmak üzere toplumun bir “kolektif akıl” oluşturduğu varsayılabilir. Tüm olayları çözümleyen, yargılar üreten ve bunlardan oluşan birer bireysel (özgün) kimlikler üreten bir süreç.
Bu tür kimliklerin, kendi dışlarından gelen tüm çözümleme ve çözümleri –ne kadar doğru olduklarından bağımsız olarak- bu kolektif aklın başat etkisinde değerlendirmesi ve işbirliğine yanaşmaması normaldir.
20 Eylül 2012 Perşembe
[1] Veri (data), enformasyon (information) ve bilgi (knowledge) tanımları olarak şunlar kabul edilmiştir: Veri, sınıflandırılmamış ham bilgi (örn. bir topluluktakilerin boy, yaş ve cinsiyetleri); enformasyon, sınıflandırılmış veriler (örn. yaş ve cinsiyete göre gruplanmış boylar); bilgi, bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon (örn. ileri yaşlardaki kadın ve/ya erkeklerin, daha önceki nesillere göre boylarında bir değişim olup olmadığının araştırılarak ergonomi çalışmalarında yararlanmak.)
-
Eyl 19 2012 Şapka çıkarıyorum..
Bir gazete haberi: Sukuk [1] için islami izin belgesi alındı.
İslami bankacılık sistemi enstrümanlarından birisi olan ve Arapça sak (sertifika) sözcüğünün çoğulu olan sukuk varlığa dayalı bir menkul kıymet sertifikası. Bugüne kadar Türkiye’deki İslami bankacılık sistemi içinde yer almayan bu finans aracının alt yapısının oluşturularak, gerek yurt içinde gerek yurt dışındaki yatırımcıların varlıklarını Türkiye’ye çekmek amaçlanıyor. Buraya kadar pek ilginç bir durum yok.
İyi de şapka çıkarılacak olan nedir?
İşin teknik yanında bir incelik var. Öyle canı isteyen, “ben banka olarak varlığa dayalı İslami menkul kıymet sertifikası çıkaracağım” dese, potansiyel yatırımcılar soracaklardır: “İyi de bu sertifikalar helâl mi?” Yani meselenin ince yanı, bu sertifikaların “helâl” olduğunu belgeleyecek güvenilir bir kuruluşun, teknik deyimle underwrite etmesidir.
Bu güvenceyi kim verebilir?
İnsanın aklına çeşitli İslami örgütlenmeler geliyor; İslam Konferansı çatısı altındaki ilgili bir kuruluş ya da İslamiliği konusunda kuşku bulunmayan akademik bir kuruluş filan gibi.
Siz öyle sanın..
Yine gazetenin haberine göre, söz konusu sertifika, HSBC bankasının Amanah Merkezi Şeriat Komitesi’nden alınmış. Besmeleli ve tabii İngilizce olarak. Merkezi Şeriat Komitesi üyeleri, T.C. tarafından ihraç edilecek sertifikaların yapı, işleyiş ve kayıt açısından şeriat ilkelerine uygunluğunu imzalarıyla onaylıyorlar.
İşte şapka buna çıkar..
Britanya için söylenen “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” sözü boşuna değilmiş. Helâl belgesini vermeyi üzerine görev edinmiş bu insanlara şapka çıkarıyorum.
Ve bende yeni fikirler uyanıyor..
Yıllar önce Türkiye’de da yayımlanan NPQ Dergisi’nin ilk sayısında Super Fundementalism başlıklı bir makale çıkmıştı. Yazarı da sanırım Mısırlı saygın bir İslam akademisyendi. İddiasına göre, yıllar içinde İslam dini Hristiyanlar tarafından ilk köklerine (Mekke Bildirgesi) indirgenecek ve bir dünya dini haline gelecektir.
İngilizlerce verilen helâl sertifikası haberi, bu öngörünün –İslamın Hristiyanlarca dönüştürülmesi kısmı- pekala olabileceğini düşündürdü.
Hatta, yarın öbürgün, öyle önüne gelen “elhamdülillah Müslümanım diyemez, önce bizden sertifika almalısınız” derlerse hiç şaşırmayacağım. Böylelikle Müslüman nüfusunu arzu ettikleri seviyeye (birkaç on milyon gibi) indirip, geri kalanını da “bunlar ne Müslüman ne Hristiyan, dolayısıyla katli vaciptir” diyerek yokedebilirler. Ve bunun için de gereken sertifikayı kendileri çıkarıp onaylayablirler.
19 Eylül 2012 Çarşamba
[1] Sukuk, varlığa dayalı bir menkul kıymet karşılığında ihraç edilen sertifikalara verilen isimdir Bkz. https://bityl.co/GnN7
-
Eyl 16 2012 O film’e tepkiler hakkında..
A.B.D.de yaşayan karışık geçmişli, porno film yapımcısı Nakoula Basseley Nakoula (55) adlı bir kişinin, Hz. Muhammet ve İslam’ı aşağılayan –yaklaşık 1 yıl evvel çekildiği belirtilen- filmin bir özeti internete düşünce önce Libya ve Mısır, sonra da diğer İslam ülkelerinde şiddet yüklü protestolar başladı ve Libya’daki A.B.D. büyükelçisi dahil 4 kişi öldürüldü.
Olay 3 gün önce meydana geldi. Bugüne kadar geçen süre içinde gazete ve TV yorumlarında –çeşitli şekillerde de olsa özü tıpatıp aynı- şu iki grup yorum çıktı, çıkmaya da devam ediyor: (1) “Herhangi bir dine hakaret edilemez”, (2) “Şiddet hoş görülemez”. Bu iki argümanın hangisinin başa koyularak dile getirildiği, böylelikle bir saklı içerik mesaj verildiği de ayrı mesele.
Belki ana akım medyaya yansımamış kasaba ölçekli medyada, “etme bulma dünyası, Kaddafiyi parçalarsan bu da karşılığı olur, elinize sağlık koçum” mealinde yorumlar vardır, ama benim gözüme çarpmadı.
İki tesbit..
Görüntülerinden çıkardığım kadarıyla, protesto edenlerin büyük çoğunluğunun filmi seyretmediği –aslında ihtiyaç da duymadığı- belli. Ayrı bir tesbitim de şu: Her şeyin üzerinde değer verdiği, kılına zarar görmesini istemediği bir kişi ve onun tebliği ettiği dinin aşağılanması halinde ilk insani tepkinin derin bir üzüntü –ve üzüntünün çeşitli biçimlerde dışa vurumu-, ancak sonrasında bunun bir fiziki tepkinin olması beklenir. Protestocuların hiç birisinde böyle bir üzüntü görünmüyor.
“Neye tepki verildiğinin önemi olmadığı” odak noktası alınırsa, bu odak çevresinde tüm dünyada ve bu arada Türkiye’de sıklıkla olaylar oluyor. Film protestosu bunlardan sadece birisidir.
Bu müthiş bir koz’dur..
Bu yolla, bir kişi / bir servis / bir cemaat çok kolaylıkla büyük kesimleri harekete geçirebilir, yaktırıp yıktırabilir, sonra da durdurup bir süre sonra –herhangi bir nedenle- birbirlerini kırdırabilir ya da beğenmediği kesimleri ortadan kaldırabilir. Henüz bu esneklik ve yıkıcılıkta bir silah yapılmamıştır.
Bu silahın en önemli özelliği, şiddetle yok edilmeye çalışıldığı sürece “kin birikimi” yoluyla daha başa çıkılamaz hale gelmesidir. 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısından sonra Irak ve Afganistan’da öldürülen milyonlardan sonra, “o silah”ın daha keskinleşmiş olmasının nedeni budur.
Ama bunun için uygun insan malzemesi gerekir..
Sorgulamayı, kuşkulanmayı, kanıt aramayı ve bütün bu eleklerden geçebilen fikirleri dahi mutlak doğru / iyi / güzel olarak nitelememeyi, düşünme biçiminin ana ilkesi olarak benimsemiş bir insana, “git şu eylemi yap” deseniz ne olur? Olacak olan, en azından birkaç yüz soru ile karşılaşmanız ve onlara verebileceğiniz cevapların her biri için de bir o kadar yeni sorunun tepenize yağmasıdır. Kısacası bu tür insanları böyle eylemlere yönlendiremezsiniz.
Buradan, sürü formundaki eylemler için gereken insan malzemesinin başat karakteristiği ortaya çıkıyor: Soru sormayacak, itiraz etmeyecek, sadece denileni yapacak –hayatı pahasına dahi olsa-.
Bunlar ne kadar erken koşullandırılırsa başarı da o denli büyük olur. İntihar bombacılarının küçük çocuklardan devşirilmesinin nedeni budur; yani “tek doğrululuk”.
Esas merakım şudur..
Bu kolayca varılabilecek sonuca herkesin –sorgulamayan sürüler hariç- kolayca varması mümkündür, hatta kesindir. Peki nasıl oluyor da ulusal ya da uluslararası terörizm mücadelelerinde tek kelimeyle dahi bu “sorgulamayan insan tipi” ve onun kavramsal temelini oluşturan “sorgulanamazlık” hiç gündeme gelmiyor.
Hadi diyelim bir kısım insan mazurdur..
Trafikteki zebrada bekleyen, sadece dost ahbap toplantılarında esip gürleyen, ağlaşmaktan başka bir iş yapmayan yazarların yazılarını ileterek, Atatürk anıları ileterek kendini ve çevresini kandırdığını düşünenler mazurdur.
Türkiye’ye tuzaklar kurulduğunu, buna karşı uyanıp “bir şeyler yapılması gerektiğini” büyük bir celâdetle savunanlar da mazurdur.
“Sorgulamayan insan tipi”nin en güçlü silah olabileceğini, onu eline geçirenin herşeyi –ama herşeyi- yapabileceğini, çıkarları nedeniyle dile getirmeyenler de mazurdur.
Bunları düşünemeyenler de mazurdur.
İri ünvanları nedeniyle kendi doğruları dışında fikirleri kabullenemeyenler de mazurdur.
Bir kişi arıyorum..
Bu mazur kişi ve kesimlerin dışında, kamuoyunu veya onun küçük bir bölümünü etkileme kapasitesine sahip 1 (bir) kişi yokmudur ki, sorgulanamazlık virüsünün ve onun enfeksiyona yol açmış formu olan “soru sormayan, sorgulamayan insan tipi”nin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yok edilmesi gereken bir hastalık olduğunu farketmiş olsun ve bunun gereğini dostlar alış-verişte görsün yollu değil içtenlikli olarak yerine getirerek ilerisi için düzgün tohumlar atsın.
16 Eylül 2012 Pazar