• Diller üzerine..

    Önce Aristotle’nin (MÖ 384-322) hitabet (retorik) konusundaki sistematiğinden bir alıntı[1]:

    Hatip dinleyicileri ikna etmek amacıyla üç ana tür çağrı kullanır: Ethos (hatibin karakterini yansıtan çağrı); pathos (dinleyicilerin duygularına hitap eden çağrı) ve logos (mantıksal muhakemelere hitap eden çağrı).

    Aynı zamanda hitabeti üç üslup kategorisine ayırır: Gösterişli, açıklayıcı (kutsayıcı ya da suçlayıcı törensel konuşmalarda); Hukuki, adli (masumiyet ya da suçluluk hakkındaki konuşmalarda); Müzakereye yönelik (dinleyicileri bir konu hakkında karar vermeye çağıran konuşmalarda).

    Üçüncü bir boyut olarak da iki cins hitabet kanıtı kullanır: Örtük (kıyaslama yoluyla kanıtlama) ve paradigmal (örnekleme yoluyla kanıtlama)”

    Aristotle, bu eserinde[2] söz konusu kombinasyonları çeşitli örneklerle veriyor. Buna göre şiir dili, övme dili, sevgi ifadesi dili, öfke dili, teknik dil, sohbet dili, tartışma dili gibi “ayrı dil”lerden söz edilebilir.

    Bu alıntının nedeni, hangi lisanda olursa olsun, amaca uygun dillerin[3] kullanılması üzerinde yaklaşık 2500 yıldır bir uzlaşı oluşup neredeyse evrensel bir norm haline geldiğini; medeni toplumların nerede hangi “dil”in kullanılacağını artık tartışmadıklarıdır.

    Toplumumuzun çeşitli sorunlarının kaynakları olarak ileri sürülen ekonomik güçlükler, dış mihraklar gibi unsurlarla hiç ilgisi olmasa da, “nerede nasıl dil kullanılacağı” konusunda ısrarlı bir biçimde bu Dünya normuna ayak diremek gibi -basit görünüşlü ama hemen her alanı olumsuz etkileyen- bir sorun üzerinde durmak istiyorum.

    2001 yılında bir güneş tutulması sırasında biri yerli diğeri yabancı TV kanalındaki iki kişinin, bu son derece somut konuyu anlatım biçimlerini bir yazıya konu etmiştim[4].

    Daha sonraları, “Cumhuriyet’in doğru dürüst anlaşılmadığı, bu yüzden de değerinin bilinmediğinden” yakınan bir yazarımızdan internete düşen Cumhuriyet tanımları başka bir yazının konusu olmuştu[5].

    Hitabet konusu ile ilgi ve birikimi sadece yukardaki antik eseri okumaktan ibaret olan birisi olarak, burada işaret etmek istediğim konu sadece, sorun çözme amacıyla kullanılan dili, diğer çeşitli dillerden ayıran birkaç özelliğe değinmekle sınırlıdır.

    Güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeterek anlatan TV editörünün kullandığı amaca uygun olmayan dil nasıl ki dinleyenlere hiçbir işe yarar bilgi sağlamadıysa, herhangi bir sorunun çözümü amacıyla kullanılacak dil de doğru seçilmez ise benzer sonuç doğacaktır.

    Ele alınan bir sorun’un çözüm sürecinin değişik aşamalarında değişik diller kullanılabilir. Örneğin:

    • Sorun hakkında sadece genel bilgi vermek amacıyla “halka açık” dil,
    • Sorun ile ilgili uzmanları muhatap alan dil,
    • O sorun alanı ile ilgili olarak muhalefet veya iktidar partilerinin dile getirebilecekleri argümanları içeren dil,
    • O sorunu çözmek amacıyla çalışan bir grubun, akıl yürütmek amacıyla kullanacakları dil.

    Bu sonuncu dil:

    • Ne “güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeten editörünki”, ne “golün ofsayt mı değil mi olduğunu kabadayı üslubuyla anlatan yorumcununki” ve ne de “bir siyasi partiyi eleştirmek için ancak biplenerek dinlenebilecek” üslupta olabilir.
    • Her bir kelimesi önceden ve/ya bağlam içinde tanımlanmış olmalı.
    • İçindeki dolgu kelimeleri (şiirsel betimlemeler, her anlama çekilebilecek sözcükler gibi) çıkarıldıktan sonra geriye bir “öz” kalmalı,
    • Hayal kırıklıkları, inançları ifadeye yönelik değil, tüm övme ve övünmelerden arındırılmış olarak,
    • Mümkün olan kısalık ve mümkün olabilecek azami anlaşılabilir içerikte (efradını cami….),
    • Aynen bir kimya formülüne katılacak her bir harf veya rakamın tüm formülü geçersiz kılacağı duyarlığı içinde,
    • Sadece ve sadece bir değer (grubun diğer üyelerinin gerçekten işlerine yarayabilecek) sunmak amaçlı

    sözcüklerden ibaret olmalıdır. Bu tamamen “duruma özgü” bir dildir[6].

    Çağdaş uygarlık trenine binmek istiyor isek, önce dillerimizi gözden geçireceğiz.

    3 Kasım 2018

    [1] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Aristotle

    [2] Aristotle On Rhetoric, Çeviri: George A. Kennedy, Oxford University Press, 1991

    [3] Lisan ve dil eş anlamlı olmasına karşın, dil içinde dil gibi akıl karıştırıcı bir terim kullanmamak için, Türkçe, Fransızca vb diller için “lisan”, o lisandaki hitabet kategorilerine ise “dil” sözcüğü kullanılmıştır.

    [4] “Güneş ve Ay Tanık İstemedi”, http://wp.me/p2t6mi-Zo , 2001

    [5] “Cumhuriyet Nedir?”, http://wp.me/p2t6mi-1xx, 2012

    [6] Bkz. “Yeni bir dil lazım, hemen”, http://wp.me/p2t6mi-1Zt

  • Gözetimli Sınav Kader Değildir

    Ülkemizin içinden geçmekte olduğu zor koşullarda, toplum olarak sorunların önem ve önceliklerini belirlemekte zorlanıyoruz. Hemen bütün çarpıklıkların temelinde bir AHLAK sorunu olduğunu ise sanırım büyük çoğunluk kabul edecektir.

    Bu konuda geleceğimizin teminatı çocuklarımızın yüksek ahlaklı bireyler olabilmeleri için bazı tohumlar atmalıyız diye düşünüyoruz.

    Bir ilk adım olarak, okullarda sınavların gözetimsiz yapılması çocuklarımızın kişisel gelişimine büyük katkı sağlayacaktır.

    Sistemin esası, sınav için sınıfa gelen öğretmenin  “kopya çekmeyecek onura sahip olduğunuza güveniyorum; sizi onurunuza emanet ediyorum, sınav bitiminde gelip kağıtlarınızı toplarım” diyerek, öğrencilerde “kendine güvenilen insan olma” şuurunu yaratmasına dayanmaktadır.

    Ülkemizde sınavların çoğu seviye belirlemek için değil,  “fazlalıkları elemek” amacıyla yapılmaktadır. Burada “fazlalık” olarak adlandırılanlar, ezber yetenekleri zayıf ya da ezberin bir “zihinsel soykırım” olduğunu sezerek reddeden, gerçekte ise çocukların en parlak bölümüdür. Sınavları geçebilenlerin ise çok büyük çoğunluğu “neyin niçin olduğunu pek merak etmeden -dereyi geçene kadar- ezberleyen ve bir daha yaşamı boyunca bu bilgileri hatırlamayanlardır.

    Bu uygulamanın hayata geçirilebilmesi için başlangıçta;

    ·         Çok sık olarak ev sınavına başvurulup, giderek diğer sınavların ağırlığını ev sınavına aktarmak

    ·         Açık Kitap Açık Defter türü sınavlara ağırlık vermek yolları denenebilir.

    Öğretmenin “sözüne güvenilir” olma konusunda rol model olması, sürece çok önemli katkı sağlayacaktır.

    Önemli bir nokta, “ya hep ya hiç” türü yaklaşımlardan kaçınmaktır. Yani “ya ilk Okuldan itibaren gözetimsiz sınav sistemi ya da çok geç” gibi bir tuzaktan kaçınılmalıdır. Her sistem gibi Gözetimsiz Sınav Sistemi de öğretmen için bir miktar ilave çaba demektir. Bu çabayı harcamak istemeyen kişilerin sıklıkla sığındığı istirahat yeri “bu işler küçükten başlamazsa olmaz” dır. Gerçekte ise ilkokul ya da üniversite arasında bir fark yoktur. Özet olarak, her okul, her öğrenci farklıdır. Dolayısıyla sistemin uygulanmasını garanti edebilecek tek şey, Gözetimli Sınav’ın yıkıcılığını, kişilikleri tahrip ediciliğini fark edip, öğrencilere de fark ettirmektir.

    Konu ile ilgili ufuk açıcı iki yazı şu linklerde ilginize sunulmaktadır.

    http://wp.me/p2t6mi-WO     http://wp.me/p2t6mi-ZC

    Sizlerden beklentimiz bu önemli konuyu toplumun gündemine taşıyabilmek için katkı sunmanız, fikirlerinizi belirtmeniz ve çevrimlerinizde yayınlamanızdır.

    Konu ile ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi aşağıdaki iletişim kanallarından bizlerle paylaşabilirsiniz.

     

    Eposta  gozetimsizsinav@gmail.com 

    Twitter   https://twitter.com/Gozetmensizsin1

    Facebook   https://www.facebook.com/gozetimsizsinav

  • Daha Sağlam Hapishane Olur mu?

    İnsan türünün tüm diğer canlılar gibi doğuştan -büyük ölçüde- meraklı olduğunu biliyoruz. “Büyük ölçüde” deyişimin nedeni, Dünyaya gelirkenki kalıtsal mirasımız ve bir de doğum öncesi süre içinde annenin beslenmesi, içinde bulunduğu kültürel çevre vb. yoluyla henüz doğmamış da olsa bebeğin maruz kaldığı olumlu – olumsuz etkiler[1].

    İnsan ya da hayvan, bebekleri sevimli kılan da aslında naif meraklı halleri olsa gerek; fakat çevreyle etkileşim arttıkça bu halleri giderek bozulur. İşte nedenlerden rastgele bazıları:

    –        Genetik yatkınlıklar (yukarıda belirtilenler)

    –        Geçmişte edinilen ve/ya halen sahip olunan unvanlar,

    –        Birikimler (müktesebat),

    –        Bildiklerimiz (sağlam kanıtlı),

    –        Bildiğimizi zannettiklerimiz (kulaktan dolma),

    –        Düşünme becerisi zafiyetleri,

    –        Ölüm korkusu ve diğer korkular,

    –        Takıntılar,

    –        Umutlar,

    –        Nefret veya beğeniler,

    –        Rol modelleri,

    –        Stokta bekletilen intikam duyguları,

    –        Kıskançlıklar,

    –        Travmalar,

    –        İnançlar,

    –        Tehlikeye girebilecek çıkarlar,

    –        Kolay ikna olabilirlik, kolay yargılar,

    –        Koşullanmışlıklar,

    –        Yakın çevrenin otoriter tavırları,

    –        Sosyal çevrenin dayattığı sınırlamalar,

    –        Kendine benzerleri seçip, diğerlerinden uzak durma eğilimi,

    –        Güven çemberi içindekilerin kasıtsız ve/ya kasıtlı yanlış yönlendirmeleri,

    –        Zorunluklar,

    –        Erişilmek istenilen ülküler (vizyon),

    –        Varlık nedeni olarak benimsenen kavramlar (misyon),

    –        Yaşam için benimsenen değerler, ahlaki ilkeler,

    –        İkili (binary), bulanık (fuzzy), doğrusal (lineer), döngüsel mantık hakkındaki tercihler[2],

    –        Bütün bu etkenlerin kendi içlerinde ve aralarındaki pozitif ve/ya negatif geri beslemeleri (feed-back).

    Yukarda bir bölümü sıralanan etkenler aynen ince kevlar liflerden katmanlar halinde dokunmuş kurşun geçirmez bir kumaş gibi, kişileri -gerçekte ayrılmaz bir parçası olduğu- evrenden ayırmakta “ben” denilen sanal (ve acayip) kişiliği ortaya çıkarıyor. Böyle bir kişilikte, parçası olduğu evren ile ilgili bir merak ve o merakı tatmin aracı olan sorgulama isteği kalabilir mi?

    Bu açıklama girişimi, evren tasavvuru[3] denilebilecek ve içinde tüm meraklarımızı, cevaplarımızı (yargılarımız) bulunduran “alan”ın herkeste niçin aynı olamadığına da bir açıklama getiriyor gibi. Bazı kişilerde bu alanın genişlemesine fırsat vermeyen etkenler nedeniyle “tek doğrulu, kendine benzemeyenlerden nefret eden, putlarla dolu bir zihin yapısı” içinde yaşamaya -kısmen de kendi katkılarıyla- mahkûm edildiği anlaşılabiliyor.

    Cahil, yobaz, sosyopat vb. sıfatlar verdiğimiz bu tür kişilikler, daracık evren tasavvurları içinde, geri kalanlara son derece akıldışı ya da ahlakdışı gelebilecek tutum ve davranışlar içinde olabilirler.

    Kuşkusuz, bütün bu sıralanan ve bireysel hapishanelerimizi oluşturan katmanların hepsi birlikte bulunmayabilir. Kişilikleri çevreleyen duvarlarda yer yer delikler bulunabilir ki bunlara da kişinin şansı denilebilir. Çünkü, bazı hallerde, bu deliklerden başlayıp çok büyük alanlara erişebilen büyük sanatçılar, bilim insanları da çıkabiliyor. Aynen, tavşan balon şişirmekte ustalaşan baloncuların, istemedikleri yerleri sıkıp, sadece boşluk bıraktıkları yerlere üfleyerek kol, bacak, kulak yapmaları gibi.

    Medeni bir toplumda bu tür kişiliklerin normal dağılım uyarınca marjiinalize olacağı beklenirse de bu olmayabilir de.

    Bu durumda bir şey yapılabilir mi? Evet ve hayır!

    Hayır; çünkü toplumun “aklı başında” denilen, evren tasavvuru daha geniş, soruları çok cevabı daha az kesimleri, bu tür kişilikleri genelde aşağılamayı seçiyor. Bu ise, o tür kişiliklerin nefret stokunu artırmaktan, kendilerine yeni kanıtlar arayıp, icat etmelerinden başkaca sonuç vermiyor.

    Evet; eğer aşağılamanın çözüm olmadığı, “aklı başında” kesimlerin enerjilerinin en nadir kaynak olduğu idrak edilir ise, bu durumda “ümitsiz vakalarla uğraşmayı bırakıp, onlara rol model olabilecek, evren tasavvurunu çevreleyen duvarlarında delikler bulunan kişiliklere yönelmek” gibi bir yol denenebilir.

    O delikler “sorular” yoluyla genişletilebilir. Az dirençli kesimlere “kuşku yaratıcı sorular” yöneltilebilir ise ilginç sonuçlar -tavşan balon gibi- alınabilir.

    Eğer böylesi bir sonuç mümkün olabilecekse, bu ancak bazı uzak durulması gereken yollarla olabilir. Aklıma gelen birkaçı şunlar olabilir (mi?):

    –       Aşağılamayın; zaten bireysel hapishanesinde sıkışmış kişiliğin duvarlarını daha da tahkim etmeyin.

    –       Dini inanç, iman kısmını zorlamayın, oralar savunma mevzileridir, sağlamdır.

    –       Kişinin içtenlikli olarak “bilmiyorum” dediği yerler iş birliği yapılabilecek noktalar olabilir. Buralar için kesinlikle tek doğrulu alternatifler değil çok doğrulu seçenekler (ve onlar da ancak soru şeklinde) ileri sürülebilir.

    –       Kişinin “biliyorum, eminim” dediği yerler en kolay kuşku üretilebilecek yerlerdir. Bunun için “Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim” yaklaşımından[4] yararlanılabilir. En sağlam görünüşlü yargıların mutlaka en az bir ön koşulunun bulunduğu, o koşulun dışındaki “eğer … değil ise” alanında ayrı bir evrenin bulunduğu unutulmamalıdır.

    5 Eylül 2018

    [1] Bakınız. “İkili Kalıtım Kuramı”, https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=132

    [2] İki uca indirgemeci (ya bendensin ya karşı) ikili mantık alışkanlığının aksi, gerçek yaşamın çok seçenekli ve seçenekler arası bulanık (fuzzy) mantık. Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkar? doğrusallığının karşıtı ise “yumurta ve tavuk birbirlerini üretirler” döngüselliği.

    [3] Evren tasavvuru için bkz. http://wp.me/p2t6mi-23U, http://wp.me/p2t6mi-23M (parag. 19)

    [4] Koşul Farklılaştırmalı Yenileşim için bkz. https://goo.gl/Ciz2hK

  • Yanlış varsayım nelere mal oluyor?

    Kimi uğraşı alanlarının görevlilerinin görev, yetki ve sorumlulukları hakkındaki varsayım hatalarımız -her zaman olmasa da- genellikle katlanılabilir sonuçlara yol açar. Örneğin, bir taksi şoförünün para bozma gibi bir sorumluluğu olduğunu bilmeyen bir kişi, dükkân dükkân gezip para bozdurmaya çalışabilir. Ya da doktorun hastayı mutlaka iyileştirmesi gerektiği varsayımına sahip bir hasta yakını, iyileşmeyen hasta nedeniyle doktoru hastanelik edebilir.

    10 Ağustos döviz krizi bende, bir başka alandaki varsayımlarımız bağlamında epey (yani çok) yaygın bir yanılgının var olduğu kuşkusu yarattı. Bu varsayım, “Allah / Tanrı’ya atfedilen bağışlayıcı (gaffar) sıfatının, yaşam pratiği içinde nasıl işlediği” ile ilgilidir.

    Acaba, bu sıfat şunlardan hangisi anlamına gelmektedir?

    • Tüm uyarılara rağmen yanlışlarını düzeltmeyen bir kulunun her defasında uğradığı kaza belayı bağışlaması, geçmişi silmesi,
    • Eyleme girişmeden önce peşinen bağışlanmayı dileyip sonrasında yine yanlış eylemini sürdürmesi halinde de aynı şekilde bağışlanacağı,
    • Birkaç yanlışından sonra ders alıp eylemini düzelten bir kişinin geçmiş günahlarının yarattığı zararların silineceği,
    • Geçmiş yanlışların yol açtığı zararların birikimli olarak kalıp etkilerinin süreceği, ancak düzelmeden sonraki eylem değerlendirmelerinde bir kin güdülmeyip eski zararların dikkate alınmadan değerlendirme olacağı.

    Allah / Tanrı hakkında ancak kavramsal planda tasavvurlarımız var.Bu nedenle daha somut bir örnek iyi olabilir: Bir sıcak cisim (ütü, soba vbg.) kendi ile ilgili kurallara (örn. “sıcak iken dokunmamak”) uyduğumuz sürece sizi cezalandırmayacak, kurala karşı geldiğiniz her defasında ise cezayı kesecektir. Aslında burada cezalandırma eylemini hiçbir iradesi olmayan sıcak cisim değil, kurala uymama iradesi sahibi kişi bizzat uygulamaktadır. Üstelik, her cezalandırma bir diğerinden tamamen bağımsız, yani adil olsa da cezaların etkileri açısından bir birikimlilik söz konusudur (eğer hep aynı yer yanıyor ise giderek bir yaranın oluşması). Yani bir “toptan af” söz konusu olmayıp, sadece her defaki yargılamanın “tam adil” olacağı garantisi vardır ve gerisi bütünüyle irade sahibi kişiye aittir.

    Evren Tasavvuru

    Sıcak cisim konusundaki bu “eylem-karşılık süreci”nde -akıl sahipleri açısından- hiçbir karışıklık söz konusu değilken, sıra Allah’ın taraf olduğu eylemlere gelindiğinde ne hikmetse inanılmaz bir akıl dışılık ortaya çıkıyor. Kanımca bu akıl dışılığın başlıca nedeni, tabu haline geldiği / getirildiği için gündem dışı kalmış bir kavram ile ilgilidir: Evren tasavvuru!

    Evren tasavvuru[1] içinde tüm sorularımız –cevaplanmış, cevaplanmamış, arzu olarak kalmış, inanca dönüşmüş vd.- ve o bağlamda Tanrı kavramı da bulunuyor, daha doğrusu çoğu kişi için bulunuyor “idi”. Kültürümüzde Allah ile ilgili soru sorulması ya günah ya da “bilgiç bir tavırla” gereksiz-yersiz sayıla geldiği için şu soru’nun karşılığı yoktur: Allah’ın ‘zati (O’na özgü)’ ve ‘sübuti (kanıtlı)’ sıfatlarının zihnimizde şekillenmesine imkân olmadığına göre, insanların haklı olarak, bu sıfatlara kendilerinin işlerine gelebilecek yolda anlam vermeleri kaçınılmaz değil midir?

    Bu durumda, yukarıda 4 seçenek halindeki “bağışlayıcılık” sıfatının yaşam pratiği içindeki karşılığının bu dörtten herhangi birisi olmasını önleyen ne vardır?

    Tanrı böyle tanımlandığı ve yorumlanması konusunda din bilginlerine (CAH gibi) başvurmaktan başka çare bırakılmadığı sürece, doların TL karşısındaki değerinin yükselmemesi için salavat zinciri kurma’nın birçok insan nezdinde çok geçerli bir çare olacağı kaçınılmaz değil midir?

    Allah’ın yaşam içinde nasıl şekillendiğini A. Einstein şöyle anlatıyor[2]: “Ben, Dünya’nın yasalara dayalı uyumunda kendini açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum, insanlığın işlerini yapan ve kaderi belirleyen bir Tanrı’ya değil”. Dikkat edilirse bu tanım bir yandan Allah kavramının olağanüstü netlikte yerli yerine koyulabilmesini sağlarken, bir yandan da zati ve sübuti sıfatlarına bir aykırılık göstermemektedir.

    Bugüne kadar milyonlarca çocuk ve erişkinin zihinlerinde “pazarlık edilen”, “rüşvet vaat edilen”, gerektiğinde “hesap sorulan” sıradanlaştırılmış bir Tanrı yaratmak yerine, “her alandaki kusursuz yasalarda şaşmaz bir adaletle kendini açığa vuran ve bu sistemin anlaşılabilmesi için insanı da akılla donatan bir Allah” anlamlandırmasının yapılması için A.Einstein’lere ihtiyaç duyuyor olmamız günah sayılamaz, ama Müslüman Dünyası için ayıptır.

    Evren tasavvuru kavramının dağarcıklara girmesi ve sorgulama denilen akıl aracı ile zenginleştirilmesini bugüne kadar yapamamış olmanın cezalarını çektik ve bundan böyle de çekeceğiz. Geçmişe dönük af söz konusu olamaz. Bu nedenle, Allah’ı göreve çağırarak dolar kurunu düşürmeyi düşünmekten vazgeçip, eldeki değerli sorun çözme aracını (akıl) kullanmaktan başkaca çözüm yoktur. Bu kesinlikle aklın putlaştırılması değil, Tanrı’nın kurduğu sistemde tüm canlılara -bu arada biraz da insanlara- verdiği kendini anlama aracıdır.

    14 Ağustos 2018

     

    [1] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-23E, parag.13.

    [2] Albert Einstein’ın, New York’ta Rabbi’ Herbert S. Golstein’ın sorusunu yanıtladığı sözleri, 24 Nisan 1929

  • “Düşünme becerileri” ve eğitimi

    Düşünme becerileri konusunun bir süredir kamuoyu gündemine gelmesi ve “nerede bir sorun varsa hemen onun okul müfredatına konulması” gibi bir alışkanlığımız nedenleriyle kendi çapımda bir önlem almak amacıyla bu yazıyı yazmayı düşündüm.

    Giderek daha sık biçimde, “sorunlarımızın başlıca nedeni düşünme becerisi düşük insanlarımızdır” yargısını dile getirenler çoğaldıkça, bu konuyu biraz didiklemek ihtiyacı duydum.

    Önce bu cümledeki birkaç terim ve onlarla ilişkili olabilecekler hakkında tanımlama girişimi:

    • Beyin: Bütün omurgalı hayvanlarda ve omurgasızların çoğunda, sinir sisteminin merkezi olarak görev yapan bir organ[1].
    • Bellek: Beyin organının bilgileri depolayabilme kabiliyeti.
    • Veri (data), enformasyon ve bilgi (knowledge):
      1. Veri: Mevcut olasılıkları yarıya indiren miktarı 1 birim (bit) sayılan enformasyon parçası.
      2. Enformasyon: Bir bağlam ile ilişkilendirilerek anlam kazanmış veriler.
      3. Bilgi: Bir sonuç üretmeye yönelik enformasyon.
    • Akıl, zihin: Bilinç, algılama, düşünme, yargılama, belleme ve konuşma da dahil olmak üzere bir grup bilişsel yetiye verilen ad[2]. Bellekteki bilgiler arasında tutarlı neden-sonuç ilişkileri kurulmuşluğuna “akletme” (birbirine bağlama) adı verilmektedir[3].
    • Muhakeme (yargılama, akıl yürütme, akletme): Bellekteki “bilgiler” arasında bağlantı zincirleri kurarak anlamlı bir sonuca ulaşma süreci[4].
    • Zekâ: Çeşitli yollarla anlama, öz farkındalık (kendinin farkında oluş), öğrenme, duygusal biliş, mantık, akıl yürütme (yargılama, muhakeme), planlama, yaratıcılık ve problem çözme kapasitesini içeren bir zihinsel yeti. Daha genel olarak, enformasyonu algılayıp içselleştirerek onu bilgi olarak saklayabilme ve bu bilgiyi durumlara uyarlayarak kullanabilme yeteneği olarak tanımlanabilir[5].
    • Entelekt: İnsan aklı (zihni) ile ilgili çalışmalarda kullanılan bir terim olup, neyin doğru veya gerçek olduğunu ve sorunların nasıl çözülecekleri hakkında aklın doğru çıkarımlara varabilme kabiliyetini ifade etmek için kullanılmaktadır[6]. Gerçekte entelekt, zekânın (Intelligence) bir dalı olarak kullanılmaktadır.

    Bütün bu tanımlar arasında bazıları arasında net sınırlar varken (örn. beyin ve zekâ gibi), diğer bazıları arasında ise kesişimler bulunduğuna (örn. entelekt ve zekâ gibi) dikkat edilmelidir.

    Düşünme’nin amacı ne? Yersiz bir soru gibi görünse de bu amacı -her ne ise- en başa yazıp yol boyunca başvuruya açık tutmak iyi olur. Şöyle bir amaç önerisinde bulunayım: Kişinin kendi “akıl”ında oluşan ve/ya oluşturulan sorulara, “tutarlı” cevaplar bulabilmek için girişilen “zihin”sel süreç. Bu özet amaca biraz daha yakın plan bakılırsa şöyle bir çerçeve ortaya çıkıyor:

    • Sorular nereden çıkıyor da düşünmeye yol açıyor? Aslında sorular “var” ve aynı zamanda da “yok”lar. Eğer sorarsanız varlar, sormazsanız yoklar. Onları yaratan ve bizim sorup sormayacağımıza bakmaksızın var eden ise “yaşam” dediğimiz olgunun kendisi.
    • Yaşam ile ilgili sorular, doğum ile başlıyor (öncesini bilemem belki önce de soruyoruzdur). Temel ihtiyaçlar (beslenme gibi) soruları tetikliyor. Meme vakti gelince ağlamaya başlayan bebek aslında henüz konuşmayı sökmediği için ağlayarak -ki o da bir iletişim yolu- soru soruyor: “Ne zaman emzireceksin?”
    • Yaşam karmaşıklaştıkça ve kendini ifade becerisi kazandıkça sorular da çeşitleniyor. Sorulabilecek soruların çeşitliliği bir yandan yaşam ihtiyaçlarına, bir yandan da o sorulara verilecek cevaplara bağlı olarak artıp azalabiliyor.
    • Bu çeşitlenme farklılıkları, soran ve sormayan kişilikleri ilmek ilmek örüyor. Sorduğu sorulara tatmin edici cevap alan ya da alamasa dahi merak uyaracak karşılıklar alabilen çocuklar ömürleri boyunca bilgi peşinde koşan mücadeleci kişilikleri; diğerleri ise aldığı ya da almadığı cevaplarca örgülenen en az zarar göreceği pozisyonlarda sessizce bekleyip, kendisine verilene kanaat eden kişilikleri oluşturuyor.
    • Bu süreçte anne-baba-çevre üçlüsü kişiliklerin temellerinin atılmasında en büyük rolü oynuyor. Sormayan anne-babalar ve normal olarak tercih ettikleri sormayan çevrelerin verdikleri cevaplar genellikle kapalı uçlu (nedeni kendisi) olacağı için giderek sorularına dogmalar yoluyla cevap bulup rahatlamış kişiler bu cevapların mutlaklığına inanmaya başlıyorlar. Toplumdaki -herhangi bir öğretiye- fanatik olarak bağlı kişiler muhtemelen böyle bir süreç sonunda ortaya çıkıyor.
    • Dahası, bu sürecin çeşitli yararlar sağlayabilecek bir maden olduğunu keşfeden uyanık kişiler, o öğretileri deforme ve istismar ederek hem o kişileri hem de öğretileri yozlaştırıyor. (İslam dininin toplumumuzda uğradığı saldırılara böyle bakıldığında çok şey anlaşılabilir).
    • Evren tasavvurları’na ilk adımlar: Sorularının önü kesilmemiş kişilerin, ilk çocukluk çağlarından başlayarak evren ile ilgili sorular sormaya başlayarak, giderek gelişen (zaman zaman bütünüyle yenilenen) birer “evren tasavvuru” oluşturmaya başlamaları kaçınılmazdır.
    • Bu bireysel tasavvurların yararlarından birisi kişiyi sürekli bilgi arayışına itmesi, bir diğeri “bilmiyorum” cevabını utanılacak bir mazeret değil, gelişmelerinin ardındaki itici güç olarak kullanmaları, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” diyebilmeleridir.
    • Bu bireysel yararın dışında bir de toplumsal yarar beklenmelidir: “Bilmeyen, merak eden ve sürekli öğrenmek isteyen” bireylerin öğrenme kaynaklarından birisi de kendileri gibi “bilmeyen ama merak eden” kişiler olacağına göre, bu öğrenişim (bu sözcüğü ben icat ettim 🙂 ) süreçleri toplumda ortak kavramların oluşmasına yol açabilecektir.
    • Öyle görünüyor ki, “bilmiyorum ama merak ediyorum ve öğrenemeye çalışıyorum” çok verimli bir zihinsel dönüşüm tohumudur.
    • Merak, kendinin nedeni olmaya başlayınca. Bu tür kişilerin yaşamın her alanının gelişiminde de önemli roller oynamaları kaçınılmazdır. Bilim ve sanat bu alanların başında geliyor.
    • Ama en önemli etki beklenmesi gereken alan din alanıdır. Çünkü geleneksel anlayış, dinde -özellikle de iman bağlamında- soru sormanın, kuşku duymanın kabul edilemezliği üzerine oturmuştur. Bu ise otomatik olarak “iman’ın “sorgulanamaz son nokta” olması anlamına geliyor.
    • İmansızlık, dindarlığın herhangi bir aşamasında kabul edilebilir bir sıfat olamayacağına göre, din ile ilk karşılaşma anında derhal iman edilmiş olduğunun ikrarı gerekmektedir. Bu, evren tasavvuru sınırlarının kapanması, -içten ya da dıştan gelsin- imanı zedelemesi olası her soruya karşı “yaratılış” kalıbına sığınılmasını, nedenini bilmese de merak etmese de bu kalıpla savunmaya çekilmesi sonucunu yaratmaktadır.
    • Allah’ın sonsuz hikmetlerini temel almış bir dine karşı bundan daha büyük bir saygısızlık olabilir mi? Halbuki, sürekli kuşku ve merak içindeki bir kişi, içinde bulunduğu belirsizliği giderebilmek için o hikmetlerin daha derindeki katmanlarını anlamaya, bilmeye çalışacaktır. Nitekim İslam’a altın çağını yaşatan dönemin hâkim Mutezile anlayışının[7] “tahkiki iman” ilkesi, “sonsuza kadar bilgi peşinde koşmak ve bunu akıl yardımıyla yapmak” üzerine kuruludur.
    • Düşünme’nin olmazsa olmaz dörtlüsü!
      1. Kavram dağarcığının geliştirilmesi: Her öğrenilen yeni kavram düşünebileceklerimizin sınırını bir miktar genişletir. Ayrıca gerek öğrenilen yeni kavramların gerekse mevcut olanların iyi tanımlanmış olması da şarttır. Zihindeki bilgilerin taranması, yeni anahtarlara göre sıralanması vbg işlemler kuşkusuz evvelce kurulmamış yeni snaptik bağlantılar kurulmasına yol açabilir ki bunlar yeni bilgiler demektir. Ama, tüm soruları kapsayan küme olan evren tasavvuru’nun genişlemesine yol açan ana etken, öğrenilmiş yeni bilgilerdir. Yeni bilgiler belleğe girdikçe ve mevcutlarla bağlantıları kuruldukça (yani akletme) evren tasavvurumuz da genişleyecektir. Genişlemiş evren tasavvuru altında, düşünme yoluyla cevapları aranan sorulara cevap bulunması bir önceki duruma göre daha kolaylaşacaktır. Yeni bilgilerin edinilmesi ise birkaç yolla mümkündür. Geleneksel okuma, tartışma, gözlem, sezgi bunlardan birisidir. Bir diğeri ise “akılların birleştirilmesi”dir[8]. Bu durumda aklı oluşturan tüm öğeler bir diğeri ile yardımlaşma içine girmektedir.
      2. Bilgilerden, beklentilerden etkilenmemek: Her düşünme bir veya birkaç soru’nun cevaplanmaya çalışılması süreçleri olduğuna göre cevaplar bilgi ve beklentilerimizden de etkilenecektir. Buna göre mevcut bilgi ve beklentilerimiz -ki arzularımız, beğenilerimiz, nefretlerimiz, inançlarımız vb.- ne denli askıya alınabilirse sorular da o denli doğru cevaplanabilecektir. Askıya alabilmenin anahtarı ise bildiğimize inandıklarımızın ne kadar çok ön koşulu olduğunun hatırlanmasıdır[9].
      3. Nedensellik ve sıralamak: Düşündüğümüz, yani bir veya birkaç soruya sırasıyla cevap aradığımız süreçte, neden-sonuç bağlantılarını koparmadan (nedensellik) ilerlemek “gerek koşul”; bulunacak nedenlerin sonuç üzerindeki etkilerine göre sıralanması ise (eleştirel) “yeter koşul”dur. Gerek bilgi eksiği gerekse askıya alamamak nedenleriyle kopan bağlantılar yerine konulabilecek “zihinsel virüsler[10]” ve/ya referansı kuşkulu bağ elementleri düşünme sürecinin bütünüyle bozulmasına yol açabilecektir.
      4. Evren tasavvurunu kısmen veya tamamen değiştirmeye razı olmak: Birbiriyle tutarlı hale gelmiş, tutarsızlıkları tahminler, virüsler, çarpıtmalar ya da öznel inançlarla giderilmeye çalışılmış çeşitli bilgilerden oluşan bir evren tasavvuru örgüsünü değiştirmek -özellikle de zaman geçtikçe- güçtür ve doğru cevabı saptırmaya çalışan bir mıknatıs gibi etki yapar. Bu etkiden uzak kalmaya çalışmak gerekir.

    Şimdi bir soru!

    Düşünme becerilerini oluşturan bu elementlerdeki olası yetmezlikler dikkate alındığında, bu yetersizlikler acaba nasıl giderilebilir? Ya da okul müfredatlarına böylesi bir ders konularak sorun çözülebilir mi?

    Bu sorunun yanıtının okul müfredatına eklenecek ayrı bir ders olmadığı, kısacık “eğitim” sözcüğü içine tıkıştırılan yüzlerce istendik bilgi-beceri-tutum-davranış’ın okul kurumuna ihale edilerek kazandırılamayacağı bellidir.

    Çözüm, “eğitim paydaşları”nın[11] tümünün birinci derecede sorumlu oldukları gerçeğinde yatıyor. Bir Afrika atasözü de bunu doğruluyor: “Bir çocuk yetiştirmek için bütün bir köy gerekir”.

    İkinci soru!

    Gerek günümüz toplumları arasındaki acımasız rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmek (beka), gerekse varlıklar bütününü gözeten daha iyi çözümler bulup onları uygulayabilecek konumda olabilmek için, sorularının -dolayısıyla da merakının- önü kesilmiş, her şeyin açıklaması olarak ezbere belletilen[12] değişmez doğrulara tutunarak yaşamak isteyen bir toplumun; evren tasavvurlarını sürekli geliştirmeye çalışan, imanını sabit bir noktaya değil sürekli kuşku, merak ve öğrenmeye odaklamış toplumlar karşısında beka şansı var mıdır?

    Lütfen şu videoyu (https://goo.gl/zu2tjg) izleyiniz ve dev sekoya ağacının liflerinin hangi maddeden yapıldığını merak edip, bunun hangi ihtiyacımızı karşılayabileceğini soran ve nano-lifleri oluşturan maddenin nanocyristalline selüloz olduğunu ortaya çıkaran bir kişi ile bu soruları sormayıp sadece bunların yaratıcının hikmeti olduğunu söylemekle yetinen diğer bir kişi arasındaki farkı açıklamaya çalışınız.

    O halde!

    Sadece düşünme becerileri yetmezliği bağlamında bile bu kısa sorgulamadan çıkarılabilecek çok sonuç var. Seksen milyona yaklaşan nüfusumuzun bir anda silkinip bütün gerçekleri idrak etmesi gibi bir temenni peşinde koşmadan, doğrularını askıya alabilen, mazeret üretmeden gereklerini yerine getirmeye -gerçekten- razı örneğin 10 kişinin bir ağ oluşturması; ardından da uygun tohum fikirleri[13] üretip uygun topraklara (ortamlara) ekmeleri dahi iyi bir başlangıç sayılabilir.

    30 Temmuz 2018

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2uYTq3j

    [2] Bkz. http://bit.ly/2K4TEdN

    [3] Özakıncı, C., “Dil ve Din”, <Sah.107, Arapça “akıl” sözcüğünün kökeni>, Otopsi Yayınları, 2007

    [4] Bkz. http://bit.ly/2K6rkHR

    [5] Bkz. http://bit.ly/2LQRwLP

    [6] Bkz. http://bit.ly/2LQRu6F

    [7] Bkz. Aydoğan.S., “İslamın Altın Çağının Ardındaki Sır”, http://bit.ly/2GYqNXD

    [8] Bkz. http://bit.ly/2xyPr0I

    [9] Bkz. https://goo.gl/2necnY

    [10] Bkz. Zihinsel virüsler, http://wp.me/p2t6mi-1Wz

    [11] Bkz. Eğitim Paydaşları, http://bit.ly/2ClNyWr

    [12]Anlam kayması denilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir. Bu farkı vurgulamak için ezbere bellemek terimi kullanılmıştır.

    [13] Bkz. “Bir Dönüştürücü: Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw

  • KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ

    (Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014), (Apr7, 2018), (May 15, 2018)

    • Çeşitli kanallarla “satmak” için uğraştığımız kavramlarvar ve bunda güçlükler yaşıyoruz. (Örneğin, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramı)
    • İnsanlar kendilerine benzeyen kişilerle dost olmak, iletişim kurmak eğiliminde oluyor. Ve bu eğilim bir “filtre gibi” çalışarak, farkına varmadan tanımladığınız filtre şartnamelerine uymayan kişileri süzüp ilişki sistemi dışına taşıyor.
    • İçeride kalanlar ise, yeni kavramların, yeni yaklaşımların yaygınlaştırılmasına yetmiyor. (bakınız, aydın sorumluluğu konusundaki çağrıya birkaç kişinin dışında cevap dahi veren olmadı.)
    • Halbuki yeni yaklaşımlar, çok sayıda kişinin bu yaklaşımları “satın alması”, bunları kendi diline çevirmesi, sonra da çevresindeki etki alanının dillerine çevirmesi ve bunda ısrarlı olarak çaba harcaması gerekiyor. Belli ki bu sadece birkaç kişiyle olamaz. (kritik kütle meselesi)
    • Web sitelerimizi daha çekici kılmak, söylemlerimizi daha iyi anlatacak yöntemler bulmak kuşkusuz yapılması yararlı ve gerekli işler. Fakat, halen erişimimiz bulunmayan milyonlarca insan içinde, aynen bizlerle benzer isteklere sahip olanlar var. Biz onlardan habersiz, onlar bizden habersiz, elekle su taşımaya çalışıyoruz.
    • Acaba, yeni kavramların satışını yapmak üzere web tabanlı bir Kavramlar Akademisi (adını boş verin) tanımlasak ve bunu duyursak!
    • Ümidim şurada: İnsanlara erişmede pek de sıkıntımız yok, bugüne kadar bunu gördük. Fakat onlardan cevap alamayışımızın esas nedeni, duyuramayışımızdan çok, sattığımız kavramların o insanlarca kabul görmeyişi.
    • Kabul görmüyor, çünkü –büyük çoğunlukla- benzer kavramları herkes kendi hoşuna gider biçimde adlandırıyor ve o adlandırmalar hemen, kimliklerimizin “taciz edilmemesi gereken” birer parçası haline dönüşüyor.
    • Kısacası, ne anlatmak istediğimizden çok onu nasıl adlandırdığımız önemli oluyor.
    • Zaten, bu da bizim aradığımız bir cevap. Halbuki biz, o insanlara bir şeyler satmak istiyoruz ve onlar da sürekli ret ediyorlar. O halde cevap alamadığımızdan yakınırken görüyoruz ki aslında net cevaplar alıyormuşuz.
    • Buna göre bu defa doğrudan kavram satmaya çalışmayalım; insanları kavramlarını satabilecekleri bir “Pazar yeri”ne davet edelim. Gelsinler kendi kavramlarını satsınlar. Biz sadece satış formatı koyalım. Kısa, net, değer iletişimine uygun bir format gibi.
    • Peki bu bizim işimize yarar mı? Yarayabilir. Çünkü, şu görülebilir ki, bu insanların satışa çıkardıkları kavramlar belki bizimkilerin farklı adlandırılmış olanları. Buna bir örnek vereyim: Bir dostum var düzgün bir aydın. Bilgili, cesur, enerjik. Geçmiş yıllarda bir toplantıda dinledim. Konuşmasında şöyle bir ifadesi oldu: “…..sorun demiyorlar mı ifrit oluyorum, gerisini de dinlemiyorum. Mesele deyin, problem deyin bir sürü terim var. Sorun deyince “kime sorayım?” diyorum…
    • Şimdi düşününüz. Biz kendisine sorunlara yaklaşımımızla ilgili bir şeyler anlatmaya kalksak, mesela Sorunların İntikamını, Seçme İfadeleri vs okumasını istesek bam teline basmış olacağız. Bunu çok düşündüm. Sadece kullandığımız sözcükler değil, belki ifadelerimiz dahi o aradığımız insanların filtrelerine takılıp geçmiyor
    • Halbuki, Kavramlar Akademisi (ya da her ne ise) mensubu, sözünü ettiğim dostuma ve de benzer kişilere SÇK kavramını belki tercüme edip Türkiye Meseleleri şeklinde anlatır ve mükemmel bir yol arkadaşı daha bulmuş oluruz.
    • Peki bütün bu yaklaşım çoğu kimseye naif görünmez mi? Görünebilir.

    Daha uzatmadan… Ne dersiniz?

    Tınaz

  • Kuşkusuzluk bir hastalıktır

    Önce bir anekdot: Yıllardan beri seyahatler sırasında Sapanca gölü kıyısındaki BERCESTE® tesislerinde mola verirken bir defasında bu tescilli sözcüğün ne anlama geldiğini merak ederdim. Farsça kökenli sandığım bu kelimeyi sözlükte buldum[1] ve bir geçişimde garsonlardan birisine de sordum. Verdiği cevap “bereket, cesaret ve temizlik” sözcüklerinin ilk hecelerinin birleşmesi olduğu idi. “Nereden biliyorsun? diye sorunca “arkadaş söyledi”; “arkadaş nereden biliyormuş, emin misin?” deyince de son noktayı koydu: “abi tabii eminim, kitaptan okumuş”.

    Çılgınlık için “aklın açıklayamadıkları için sonuçta vardığı bir tür açıklama” gibi bir tanımlama duymuştum; uzman tanımı da böyle midir bilmem ama bana oldukça makul görünüyor. Hatta, başka açıklayamadıklarım için de yol gösterici olabilecek.

    Muhtemelen benim gibi başkalarının da açıklayamadıkları olgulardan birisi, “insanların birilerinin peşine takılıp -hipnotize olmuşçasına- söylenenleri -hem de yıllarca- yapması”dır.

    Bu olguya konu olanlar tek grup olmasa gerek; çocuk yaştakiler, asgari yaşam becerilerine öncülük edebilecek akli melekelere sahip olmayanlar, tutkuları akıllarının çok ötesine uzanıp olası çıkar beklentileri için her şeyi yapabilecekler vb. bunlardan birkaçıdır ve sergiledikleri akıl dışılıklar bir dereceye kadar anlaşılabilirdir.

    Esas anlaşılması gereken, okumuş yazmış, toplum içinde saygın konumlara erişmiş, hatta mesleği veya kariyeri kuşkulanma temeli üzerine oturan (örn. FETÖ’nün peşine takılan kurmay subaylar, Adnancı hekimler gibi) kişilerin durumudur.

    Bu durumun iyi anlaşılması önemli midir?

    Evet önemlidir, hem de çok. Eğer bu anlaşılamaz ise, o bilinmeyen nedenle enfekte olmuş zihinlere sahip, ticari, dini, askeri, siyasi ve/ya akademik saygınlık yoluyla ya da gözlerden uzak kaldığı için, saygın görünüşü altında çevresindekilere rol model olmayı sürdüren, sosyal ağlar yoluyla analizlerini, tahminlerini, öğretilerini binlere ulaştıran kişilerin üremesine uygun ortam sürecektir.

    Bir tahmin!

    Ben bu enfeksiyonun başlıca nedenlerinin:

    (1)   Kuşku ve şüphe sözcüklerinin çağrıştırdığı olumsuz anlamlar nedeniyle, varlığını kimsenin kendisine yakıştırmayışı,

    (2)   Bu birincinin tam aksine, inanmak sözcüğünün çağrıştırdığı, hatta zorladığı olumlu anlamlar nedeniyle, yokluğunu kimsenin kendine yakıştırmayışı,

    (3)   Gerek kuşku gerek inanmak kavramlarının her ikisinin de derinlemesine sorgulama gerektirmesi, bunun ise egemen kültürümüz açısından zahmetli ve de ayıp[2]

    olduğunu ileri sürüyor ve özellikle de otomatik saygınlığa sahip kişilerce dile getirilen hikmetlerden kuşkulanmayan, onlara inanan ve böylece oluşan rahatlık ortamında, neyin ne ve niçin olup olmadığından kuşkulanarak merak edip çaba harcamak yerine “arkadaş söyledi”, “kitap yazıyormuş” gibi rahatını sürdürecek yolları tercih ettiğini düşünüyorum.

    Bir konudaki kuşkularını gidermek ya da bir inancın temelini anlamak yolunda çaba harcayanlara yönelik “takdir görüntüsü altında aşağılama” örneklerinden en bilineni, “senin bu söylediklerini acaba kaç kişi anlıyordur” türü istirahat yöntemidir.

    Bir “hoca”nın peşine takılanların hepsi aptal olamaz!

    Bu ve benzer toplumlarda bir kültürel kod haline geldiği anlaşılan “kuşkusuzluk”, ikinci bir kod olan “tembellik” ile birleşmiş ve ölümcül bileşimi oluşturmuştur. Çeşitli “hoca”ların peşlerine takılanların, kişisel çıkarları söz konusu olduğunda bir tilki kadar kurnaz olabildiklerini deneyimlemeyen yoktur. O halde kamuoyunda söylenegeldiği gibi bu kişiler “aldatılıp kötü yola düşmüş” filan değillerdir. Tam aksine toplum çoğunluğu onlar gibidir, sadece herkes toplumun gözüne batacak kadar seçme değildir.

    Toplumumuzun büyük çoğunluğunun zihinlerinde bir kuşku odağı oluşmamıştır. Her insan sorularına cevap arar ve arkadaş söylemi, kitap, hoca dedi ki, dinimizin emri vb. yoluyla buldukları içinden seçtikleriyle bir evren tasavvuru oluşturur; bunu tüm yaşamı boyunca sürdürür ve giderek oluşan tasavvura uygun düşen (ona aykırı düşmeyen) cevapları eklemler. Burada anahtar faktör “tembellik”tir. Yaşamının herhangi bir anına kadar ördüğü evren tasavvurunu silip yeni bir gözlemi çevresinde yeniden işe girişmeye razı olmak yerine, zihindeki kuşku lobunu “selektif inaktivite” konumuna getirir.

    Müteahhitten alacağı yarım metrekare için tüm beyin hücrelerini günlerce harekete geçirmeye üşenmezken, onlarca yıldır doğru bellediklerini gözden geçirmek için “seçici eylemsizlik” konumunu yeğler.

    Kuşku lobu harekete geçirilebilir mi?

    Her gün Atatürk’ün çıkıp gelerek sorunlarımızı çözeceğini düşünen insanımız, O’nun başlayıp bitiremediği zihinsel dönüşümü -ki tam bir bilimsel kuşku inşaı idi- pekala devam ettirebilir. Bunun için, gerek “kuşku”yu gerekse “inanç”ı bugünkü yerlerinden doğru konumlara oturtmak gerekiyor. Bilim de Din de böylece doğru konumlanabilir[3] ve kuşkusuzluk bataklığında üreyen sineklerden kurtulabiliriz.

    16 Temmuz 2018

     

     

    [1] Berceste: (1) Sağlam ve latif, (2) Seçme, (3) Zahmetsizce hatıra geliveren, fakat yüksek bir mana taşıyan mısra.

    [2] Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinde 2014 yılında mevcut olan ve bugüne kadar yeri 4ncü defa değiştirilen “tahkiki iman” (https://goo.gl/61Rc93, Sah 71-72) kavramından duyulan rahatsızlık ilginç bir örnektir.

    [3] “Din ve Bilim Kurumlarının Toplumumuzda Yanlış Konumlanmışlğı”, http://bit.ly/2IayAlS

  • İslam Bu Donmuşluğu Aşabilecek mi ya da Nasıl?

    NPQ dergisin 2004 sonbahar sayısında “İslam ve Bilimsel Köktencilik” (Islam and Scientific Fundamentalism) başlıklı bir makale[1] yayımlanmıştı. Makale, İslam’ın Altın Çağı[2] olarak bilinen 8nci ila 13ncü yy’lar arasındaki döneme yol açan İslam yorumunun en temel belirleyici özelliği olarak şu savı ileri sürmekteydi: “Din ve seküler felsefe arasındaki ayrışmayı bilginin kaynak ve edinim yöntemleri belirlediğinden ve İslami bilginin kaynaklarından birisi olan inanç da bilgisel (kognitif) bir içeriğe sahip olduğundan ötürü söz konusu ayrışma ortadan kalkar”.

    Bu ifadede dikkat çekici olan bir paradigmadır. İslam’ın temel kavramlarından birisi olan “iman”ın, akla ait bir özelliğine yapılan vurgu, İslam Dünyasının içine düştüğü perişan durumu açıklayabilecek; üstelik o çukurdan çıkmasına yol gösterebilecek bir ipucunu da barındırıyor: İman ve akıl etkileşimi!

    Bu etkileşimi sağlayan bağlaç ise, bilimin temel ilkelerinin birisi olan “yanlışlanabilirlik” ve onun öncülü “kuşku”dur; kısacası iman (bir anlamda kuşkusuzluk) ve kuşku birbiriyle etkileşim halindedir.

    Birbirine zıt iki şey ancak bir şekilde bir araya gelebilir: Kuşkusuzluk (iman) ve bilimsel kuşku (akıl) bir spiral biçimde sonsuza kadar birbirlerini tetiklerler ise[3]!

    İlk bakışta çelişki gibi görünebilecek bu döngüyü İslam’ın temeli olarak ilan eden Kuran referansı ise çeşitli vesilelerle 75 yerde geçen “akıl, akletme, akıl işletme” terimleridir[4].

    Yan yana gelmesi günümüzde düşünülemeyen kuşku ve iman kavramları, kuşku temelli iman (tahkiki iman) şeklinde 500 yıl boyunca bir medeniyete yol açmış; sonrasında ise tekrar ayrışıp, akıl ve imanı donuk, kopuk, soyut kavramlar haline getirmiştir. Şimdilerde ise, tahkiki iman, DİB resmî sitesinde zaman zaman yer değiştirip gözlerden saklanarak, Müslümanların imanları korunmaya(!) çalışılmaktadır[5].

    Köklere dönüş!

    Mevcut “kuşku ve iman bir araya gelmezliği” paradigması sonunda doğan sorgulamama, itaat, biat, donmuşluk ve herkesin kendi ezberi içinde kutuplaşması, İslam’a altın çağ yaşatmış olan “kuşku ve iman etkileşiminin akıl yoluyla sağlanması” paradigmasına dönebildiği takdirde bugünkü durumdan çıkılıp sorgulama, hareket, gelişme ve barışıklık için bir imkân doğabilir.

    Bu yapılabilir mi, nasıl?

    Bugünün ortalama insanı büyük bir bilgi bombardımanı altında olduğu için, birisinin “kral çıplak” demesi hemen hiçbir etki yapmayabilir. Daha açıkçası artık o denli kalabalık ve o denli söylem yağmuru altındayız ve üstüne üstlük koşullanma[6] o denli derin bir hastalık haline geldi ki artık toplumu bir kül olarak ele almak mümkün görünmüyor.

    Buna göre yeni bir “ikna felsefesine” ihtiyaç var. Tohum uygulamaları[7] belki aranan yollardan “birisi” olabilir. “Kuşku ve imanın, akıl aracılığı ile öğrenme peşindeki sonsuz döngüsü” şeklinde tanımlanan paradigma toplum tarafından çeşitli şekillerde yorumlanıp mutasyonlar üretilmesine izin verilmeli; bunlardan yaşayabilenler toplumu dönüştürebilmelidir.

    Bu sürecin başarılı olması halinde gerek toplumumuz gerekse benzer durumdaki toplumlar için yeni bir güneş doğabilir; ama eğer doğmaz ise bu da akla aykırı bir sonuç sayılmamalıdır.

     

    18 Haziran 2018

     

    [1] Bkz. http://www.digitalnpq.org/archive/2004_fall/27_anees.html

    [2] Bkz. Serhat Aydoğan, “Hıristiyan ve İslam Toplumlarında Gelişim üzerine mezheplerin etkisi perspektifinde ‘İslam’ın Altın Çağı’nın ardındaki ‘sır’ın incelenmesi”, http://bit.ly/2GYqNXD

    [3] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-22O, (Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?)

    [4] Bkz. http://bit.ly/2tiWe9B

    [5] 2014 yılında DİB resmi web sitesinde http://www.diyanet.gov.tr/dijitalyayin/ilmihal_cilt_1.pdf Sah 71-72 adresinde iken, http://www.diyanet.gov.tr/UserFiles/DiniBilgiler/Akaid.pdf adresine, oradan da http://bit.ly/2fq8PSmadresine nakledilmiş. Haziran 18 2018 itibariyle yeri belli değildir. DİB’nın Iman’ı tahkik ’ten ayırma konusundaki bu çabası birçok sorunun kaynağını açıklar niteliktedir.

    [6] Bkz. https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

    [7] Bkz. http://bit.ly/2D6Uecp ve http://bit.ly/2FumYIw

  • Dilin kemiği!

    Dil organının son derece esnek oluşunu –yiyecek ve tükürüğün ağız içindeki dolaşımını kontrol dışındaki– temsil eden bu deyim, “gerçekliği belirsiz bir kanı veya tasavvurun -fıskos’tan bambam’a kadar- çeşitli açıklıklarda ifadesi” anlamında kullanılıyor.

    Buna bir örnek, son zamanlarda sıkça kullanılan ve duyanlarda bir ferahlık yaratan “liyakate göre atama yapılacağı” vaatleridir.

    Önce -kör kör parmağım gözüne- türü bir gerçeğin altı çizilmelidir: Nadir haller bir yana, yapılmış, yapılmakta ve gelecekte de yapılacağından kuşku duyulmaması gereken tüm (şirket, vakıf, her tür bürokrasideki) atamalarda tek gözetilen öğe “liyakat”tir. Hangi liyakat denilirse tanım basittir: “Benim -yani atama otoritesi- düşünce ve eylemlerimi sorgulamaksızın, ne pahasına olursa olsun yerine getiren” (çünkü bulunduğu yere en layık olan benim).

    Kastedilen liyakat o liyakat değil mi?

    Tanımlanmış bir işin gereklerine en çok uyduğu tahmin edilen” denilmek isteniliyorsa orada biraz durulması gerekir. Bu efradını câmî ağyârını mânî tanımın gerçekleştirilebilmesinin ön koşulları olup olmadığına bakılmalıdır. Akla gelebilecek birkaçı şunlar olabilir:

    (1)   Tanımlar ve o tanımlar çerçevesinde verilecek direktif ve emirler kavramlardan oluştuğuna; kritik önemdeki kavramların çoğu da tanımsız olduğuna göre[1], bir işin yapımında yer alacaklar arasında bir saklı dilsizlik[2] olgusu ortaya çıkacaktır.

    (2)   Dildeki virüsler: Çoğunluk tarafından sık tekrarlandıkça dile yerleşmiş ve mantık sistemini geçersiz kılan sözcüklerdir. Bu tür sözcükler özellikle de sıkı bir retorik ve inkarı mümkün olmayan doğruların arasına sıkıştırıldığı için fark edilmesi güçtür.

    Emniyet şeridine girip herkesi avanak yerine koyan çakarlı saygısız kendini “evet emniyet şeridi kullanılmamalı, ama yaptırım uygulayıp kullananlar engellense ben de kullanmam” şeklinde savunurken; gözetimsiz sınav[3] yapmayan öğretmen de benzer şekilde “tüm öğretmenler yapsa ben de uygularım” şeklinde bir virüsten yararlanıyor[4].

    (3)   Kavram dağarcığı ne denli zengin, tanımlar da o denli iyi yapılmış olsunlar, yine de bunların aralarında çimento göreviyle eksikleri tamamlayan, tamam olanları ise birbirlerine bağlayan bir öğe daha vardır: Ahlaki ilkeler.

    Özellikle yüksek düzeyli siyasal içerikli görevler açısından tanımlar ikinci dereceye düşerken, birinci (hatta sıfırıncı) sıraya ahlaki ilkeler yükselecektir.

    Gerek seküler gerek dindar aydın kesimlerimizi oluşturan bireylerin tek tek ahlaki ilkeleri kuşkusuz vardır. Ama aynı kesinlikte belli olan bir diğer gerçek ise ne kesimlerin için de ne de arasında bir ortak ahlaki ilkeler belirlenmemiştir. Örneğin, her şey bir kenara bırakılsa dahi, çiğnenmesi hiç tolere edilmeyecek olan -ve tüm kesimlerin uzlaşı halinde olduğu- ortak ve de uygulamada da çiğnenmeyen, çiğnendiğinde tüm toplumun kurumlarıyla birlikte ayağa kalktığı bir ilke yoktur[5].

    (4)   Halkın denetimi: Bütün bu sıralananlardan oluşan bütünün kilit taşı ise yaygın denetim sistemi olup, demokrasi denilen halk yönetiminin vazgeçilmez ilkesidir. Halkımızın önemli bir bölümü ise bu işlevi iki nedenle yerine getiremiyor: (1) Bu işlevin kendine ait olduğunun farkında değil, kendini tebaanın kullarından birisi sayıyor, (2) Başına dert alacağından -haklı olarak- korkuyor; çünkü kavram dağarcığı içinde korkmama özgürlüğü[6] kavramı yok. Buna sahip olan aydın kesim ise bunu tohumlama yoluyla[7] gerçekleştirmek için birilerinin kendi adına bunu yapmasını bekliyor.

    Şimdi dönüp liyakate göre atama vaatlerine tekrar bir bakalım!

    Söz konusu vaatlere konu olan modüllerden sadece dört tanesi bile şunları gösteriyor:

    –       Bu modüllerde açıklananlar yerine getirilmeden ya da sivil toplumca o yolda yol gösterici, kuvvetli talep içeren adımlar atılmadan mevcut liyakat sistemi(!) yürürlükte kalacaktır.

    –       Bu modüllerin her biri sadece liyakat için değil, onlarca toplum sorununun yapı taşlarıdır. Örneğin ahlaki ilkeler modülünün işe karışmadığı bir süreç var mıdır?

    –       Aydın kesim -büyük bölümü- bir tatmin aracı haline getirdiği “salt yakınma” alışkanlığından sıyrılmadıkça, sürekli olarak “sorunların çözülmesi gerektiği” ve/ya “Japonya’da öyle burada böyle” yaklaşımlarıyla hem kendi hem başkalarının vakitlerini harcıyorlar. Halbuki yukardaki modüllerin her birinde her bir dakikada yapılabilecekler var.

    Kalabalığın bilgeliği

    Sosyal inovasyon kavramı epeydir biliniyor. Buna göre bizi bu uyku modundan uyandırabilecek bir sosyal inovasyona ihtiyaç var. Bunun için bu konulara duyarlı kişilerin somut, kendini çoğaltabilir (doğurgan), ön koşulları az (ya da hiç koşulsuz) fikirlerine ihtiyaç var. Yakınmasız, suçlamasız, -meli/-malı’sız ve yaratıcı.

    Lütfen http://bit.ly/2kqZaNB adresine tıklayıp yazar mısınız? (Bu da bir katılım yöntemi olabilir)

    25 Mayıs 2018

     

     

    [1] Bkz. http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram

    [2] Saklı dilsizlik ile kast edilen, bir dili konuşabilen, fakat o dilin yüksek seviyeli soyut kavramlarını ancak yüzeysel anlamlarıyla anlamlandırabilen kişiler arasındaki iletişimdir. Örneğin, cumhuriyet, demokrasi, birey, özgürlük, laiklik vb. soyut kavramların tanımları üzerinde bir anlam birliği oluşturamamış kişilerin bu konular çevresinde tartışmaları, mücadele etmeleri, kamplaşmaları mümkündür, ama sadece ortak anlayış geliştirmeleri mümkün değildir. Bu duruma saklı dilsizlik denilebilir. Bu konudaki kısa birkaç açıklama için bkz. http://bit.ly/2rNQ16P, Sah.2-III ve Sah.4-XV.

    [3] Onur Sistemine göre sınav için bkz. http://wp.me/p2t6mi-WO

    [4] Dilimizdeki virüsler için bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Wz

    [5] Bkz. “Üç parçalı toplum, sürdürülebilirlik (beka) ve bir model önerisi”, http://wp.me/p2t6mi-1Y2

    [6] Bkz. “Korkmama Özgürlüğü ve hukuk”, http://wp.me/p2t6mi-Tj

    [7] Bkz. “Davranış Tohumlama”, http://bit.ly/2FumYIw

  • İstanbul’daki piyano akortçuları, Fermi’nin sınav soruları ve sorun çözme!

    Başlıktaki üç benzemez ifadenin açıklanmasından önce bir kitap tanıtımı: Philip E. Tetlock ve Dan Gardner’in birlikte yazdıkları “Süper Tahminleme: Öngörü Sanat ve Bilimi”[1].

    Böyle bir kitap adı ilk bakışta pek az kimseyi ilgilendirir gibi görünebilir. Ama biraz düşününce, tahmin yapmanın, doğru tahmin yapmanın, hele hele süper tahmin denilebilecek kadar güç tahminleri yapabilmenin ilgilendirmediği hemen hiç kimse olmadığını kolayca çıkarabiliriz.

    Kim olursak olalım yaşamlarımızın her karesini dolduran tek ortak şey “sorun çözmek” denilebilir. Ev kadını, futbol takımı teknik direktörü, filanca kuruluşun CEO’su ya da bir politikacı, herkes her an kendi çapında bir sorunu çözmeye çalışıyor.

    Bu çabaların yine hemen hepsi, bazı varsayımlara onlar da tahminlere dayanıyor. Ev kadınının yemek pişirirkenki varsayımı pişirdiği yemeğin onu yiyecek olanların hoşlarına gideceği; bir önce hafta harika bir gol asisti yapan futbolcuyu ilk 11de sahaya süren direktörün varsayımı bu hafta da aynı performansı göstereceği varsayımı; emekliye ikramiye vaat eden politikacının varsayımı ise emeklilerin kendi partisine oy vereceği varsayımları yani tahminleridir.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek sonuç, sorun çözmek ile tahmin yapmak arasındaki sıkı bağlantıdır. Karl Popper’in ünlü “Tüm yaşam sorun çözmektir” sözünü biraz çevirip “Tüm yaşam tahmin yapmaktır” dense yeridir (hatta galiba biraz daha doğrudur).

    Biraz daha ileri gidelim!

    Tahminlerin sadece sorun çözme aracı değil, o sorunların ortaya çıkmasının da en önemli sebeplerinden birisi olduğu söylenebilir. Lütfen şahsen çeşitli zamanlarda ya da tam şu anda çözmeye uğraştığınız sorunların nedenlerini bir düşününüz. İçinde mutlaka en az bir yanlış tahmin vardır.

    Dünyanın başına iş açmış dertlere bakıldığında, mesela Irakta 1 milyona yakın insanın öldüğü özgürleştirme(!) savaşının nedeni “Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu” yanlış tahmini (ya da o tahminin bahane olarak kullanımı) değil miydi?

    Kısacası, nerede bir hatalı tahmin varsa ardından mutlaka en az bir sorun ortaya çıkar. Tahminler ve sorun çözme arasındaki yakın akrabalık buradan çıkıyor.

    Fermi’nin sınav soruları!

    Enrico Fermi (İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi) ders verdiği Maryland Üniversitesi mühendislik fakültesindeki bir sınavda sorduğu “bir dönem boyunca üniversite öğrencilerinin tüketmiş oldukları toplam pizzanın alanının tahmini” sorusu daha sonraları mühendislik müfredatına girmişti[2].

    Fermi’nin sorularından birisi de “Chicago kentindeki piyano akortçularının sayısı” idi ve hemen çoğu kimsenin “ne bileyim ben!” diyebileceği belirsizlikte bir sorudur. Ama bu problemi, tahmini -nispeten- daha kolay sorulara[3] bölerek gerçeğe epey yakın bir tahmin yapabilmiş

    Bunlar kimin işine yarar?

    Net yanıt, “herkesin işine yarar” olsa da, “en çok kimin işine yarar?” şeklinde tekrar sorulursa, doğru yapılmamış bir tahmin sonunda doğabilecek zarar en çok neredeyse orası ile ilgili insanların işine yarar denilebilir.

    Buna göre “akşam yemeğine ne pişirsem?” konusunda tahmin yapan bir kişinin yanılması ile “şirketimize kimi seçsek sorun stokumuzu en az zararla azaltır?” konusunda yanılacak şirket hissedarlarının uğrayacağı zarar tabii ki aynı değildir. Birincisinin karşılaşabileceği durum, “eline sağlık ama ben tokum, almayayım” iken, ikinci durumda “iflas masasına ne zaman başvursak” şeklinde olabilir.

    İstihbarat servisleri, politik tahminciler, ekonomik analiz yapanlar ve bütün bu kanallardan gelen bilgileri kullanarak ülke ya da şirket yönetenler, doğru tahmin konusunda birincil müşterilerdir.

    Burada işareti gereken en kritik nokta ise, “doğru tahmin” deyimindeki “doğru” nitelemesidir.

    Tahminin doğrusu nasıl olur?

    Tahminlemenin iki bileşeni istatistik ve sezgi olarak biliniyor. İstatistik yoluyla en doğru (yani en az yanlışla) tahmin yapabilmek, eldeki sorun’un daha elemanter sorulara bölünmesine, böylece birden fazla soru’nun aynı soru içinde bulunmayışına bağlı.

    İstanbul’da kaç piyano akortçusu bulunduğu, içinde en az 6 grup soru bulunduğuna hatta bunların da içinde de başka alt sorular bulunabileceğine göre doğru bir soru değildir. Ama alt sorular, istatistik tahmine daha uygundurlar.

    İkinci bileşen sezgi olup, yakın zamana kadar varlığı bile kuşkuluyken bugün deneysel yolla gösterilebilmiştir[4].

    İstatistik tahminin doğruluğu nasıl ki dar alana sıkıştırılmış sorular koşuluna bağlı ise, sezgisel tahminin doğruluğu da bir diğer koşula bağlıdır: Sezgilerin dayandığı bilgi tabanının zenginliğine.

    Bu ikinci koşul, sıkça karşılaştığımız derinden etkilendiğimiz kutuplaşma sorununu da anlamaya yol açıyor: Az bilgi ve kesin inanç sahibi olundukça düşüncelerinde gayet samimi olan birçok insan, tahminlerinin doğruluğundan o denli emin hale geliyorlar ki, benzer tahminlere dayalı tasavvurlara sahip olmayanları “öteki” olarak etiketliyor.

    Buna göre doğru tahmin, olabildiğince elemanter cevapları olabilecek yalın sorulara ayırmak ve zengin bir bilgi tabanından beslenen sezgileri de hesaba katmak yoluyla yapılabilir.

    Aksine, hoşa gidenlerin, doğru sandıklarımızın, en kötüsü de işimize gelenlerin paketlenip başkalarını ikna amacıyla kullanımı tahmin değil falcılıktır.

    Sorun Çözme Kabiliyeti (veya kapasitesi) düşük olduğu için sürekli artan ve altında ezilmekte olduğumuz sorun stokunu küçültme yolunda güçlü araçlardan birisi de hem sanat hem bilim sayılabilecek olan tahminleme aracıdır. Bu aracı doğru kullanmaya yönelmek, stoku küçültmek için sağlam adımlardan birisi sayılmalıdır.

    3 Mayıs 2018

    [1] Tetelock, E.D and Gardner, D., Superforecasting: The Art and Science of Prediction, 2015, NewYork

    [2] Vefa Lisesi matematik öğretmenlerinden rahmetli İhsan Irk’ın (salla İhsan) geometri sınavında -her öğrenciye ayrı sorduğu- sorulardan bana düşen soru benzer nitelikteydi: “Bir masa satın almak isteyen kişi, birbirine yakın fiyatlı iki masadan 3 ayaklı olanı mı 4 ayaklı olanı seçmelidir ve niçin?” Belki o da imkan bulsaydı bir başka Fermi olabilirdi. Bu vesileyle nur içinde yatsın.

    [3] Sorduğu sorular: (1) Kentin nüfusu nedir? (2) İnsanların yüzde kaçında piyano olabilir? (3) Başka piyano bulunduran kurumlar kaç tane olabilir? (4) Bir piyano ne kadar zamanda bir akort edilir? (5) Bir akordun süresi ne kadar olabilir? (6) Bir akortçu ortalama ne kadar çalışır? Sorularına verilen olsa olsa türü tahminlere göre bulduğu 62.5 akortçu’nun gerçeğe ne kadar uyduğunu sarı telefon sayfalarından kontrol etmiş ve 63 rakamına ulaşmış. (Fakat çoğu ismin mükerrer olduğunu, dolayısıyla tahminin gerçekten farklı olduğunu da not etmiş). Bu satırlar dipnot1’deki kitaptan alınmıştır.

    [4] Avustralya New South Wales Üniversitesi’nden Ass.Prof. Joel Pearson ve 20 öğrencisinin yaptığı bir deney için bkz. http://bit.ly/2H3cRvT.