-
Eyl 28 2025 Toprağımız, dilimiz, dinimiz ve Atatürk
“İnsan kendini beğenmezse çatlarmış” ya da “Kişi kendini över, işi meydana çıkar” gibi deyimler, övünmenin insan -dolayısıyla insan topluluklarına- özgü genel bir nitelik olduğunu söylese de bunun herkes ya da her toplumda eşit olduğu anlamına gelmeyeceği de bellidir.
Ulusal övünç bazı toplumlarda daha fazla açıkça ifade edilir ve teşvik edilirken, bazı kültürlerde kolektif tevazu ve bireysel övgüye mesafe yerleşmiş bir normdur. Örneğin, ABD, Hindistan, Türkiye, Çin gibi ülkelerde “ülkemle gurur duyuyorum” diyenlerin oranı genellikle çok yüksek iken, Almanya, Japonya, Birleşik Krallık gibi ülkelerde toplumsal gurur oranı görece daha düşüktür ve bu, kolektif tevazu kültüründen kaynaklanmaktadır
Bu konuda uluslar ölçeğinde bir sıralama olup olmadığını biraz araştırınca ilginç bazı bilgilere eriştim. Bunlardan birisi de “Janteloven”[1] (ya da Jante Yasası).
Janteloven, toplumsal uyumu, eşitliği ve alçakgönüllülüğü vurgulayan; bireysel sivrilmeyi, gösterişi ve övünmeyi hoş karşılamayan bir yaşam ve düşünce biçimini ifade eder. İskandinav toplumlarında mütevazı, sade yaşamın, düşük gösteriş ve yüksek eşitlik idealinin temelinde bu normların etkisinin olduğu kabul edilir. Janteloven (veya Jante Yasası), İskandinav ülkelerinde (özellikle Danimarka, Norveç ve İsveç’te) kişisel başarı ve bireysel öne çıkmanın hoş görülmediği, alçakgönüllülük ve toplumsal eşitliğin yüceltildiği sosyal bir normlar bütünüdür. 1933’te Aksel Sandemose’nin bir romanında on kural olarak formüle edilen Janteloven özetle şunu der:
• Özel olduğunu sanma.
• Bizden iyi, zeki, önemli veya üstün olduğunu düşünme.
• Bir konuda iyi olduğunu ya da başkalarına bir şey öğretebileceğini varsayma.
Bu kültürel yaklaşım, İskandinav ülkelerinde övünçten uzak, mütevazı ve eşitlikçi bir toplumsal düzenin temel öğelerindendir.
Toplumumuzun en çok övündüğü özelliklerimizin başında ise, bu yazının başlığındaki -bir önceliklendirme îmâ etmeksizin- dörtlü sayılabilir.
Bu açıklamadan sonra, demek istediğimi paylaşayım: Oluşumunda katkınız olmayan üstünlüklerinizle övünmeyiniz ya da aksine neden olmadığınız eksiklerinizden yüksünmeyiniz. Üstünlüklerinize lâyık olmaya, eksiklerinizi ise gidermeye çalışınız.
Gerçekten dört mevsimi bir anda yaşayabilen, nadir elementler dahil doğal zenginliklerle dolu, stratejik konumu nedeniyle herkesin ele geçirmek istediği topraklarımıza lâyık tutum ve davranışlar içinde miyiz, yoksa aksi mi?
Matematiksel yapısı nedeniyle tek sözcük içinde çeşitli anlamlarda farklı sözcükler üretebilme yeteneğine sahip Türkçeyi -ancak bir kursun başlangıç düzeyindeki kadar yetkinlikle kullanabildiğimiz için- PISA testlerinde çocuklarımız okuduklarını anlayamayıp hep son sıralarda yer alıyorlar.
Tüm âleme benimsetmek için uğraşılan İslâm dininin evrensel yol gösterici olabilecek “Kul Hakkı” ilkesindeki “kul” sözcüğünün anlamını dahi merak etmemiş olup, insan dışındaki tüm varlıkları “insana hizmet için yaratılmış” zannetmek acaba ne anlama geliyor?
Ve yabancıların “yüzyılda bir gelen bir dahinin Türklere nasip olduğu” şikayetlerine konu olan M.K.Atatürk’ü sürekli birbirimize övüp, ama onun, zamanının imkânlarını nasıl kullandığından[2] hiç mi hiç ders almadan salt övmeyi yeter sanmak.
Türkçemiz bugünkü kullanım düzeyimiz açısından, üzerine nasıl katma değer ekleyeceğimizi bilemeyip ancak ham olarak satabildiğimiz; üstüne üstlük bir de bu kaynaklara sahip olmak isteyenlerin düşmanlıklarına sebep olan yeraltındaki toryum ya da bor cevherleri[3] kadar değerlidir.
Türkçenin korunması, her yabancı sözcüğe bir Türkçe karşılık üretilmesinden ibaret değildir; hattâ karşılık üretmek sorunun en küçük parçasıdır. Sorun, dilimizin bir sorun çözme aracı olan “yetkin akıl” ile bağlantısını[4] fark edip etmemektir.
Çocuklarımızın ve erişkinlerimizin kalem ve ağızlarından çıkanların kökenlerini bilmeleri[5]; sırf anlamlı görünmesi için ifadelerini süsleyip bir “gürültü”[6] haline getirmeden düşünüp ifade edebilmeleri, dilimize karşı birincil görevimizdir.
28 Eylül 2025
Tınaz Titiz
[1] Janteloven kelimesi Norveççe ve Danca kökenli olup, “Jante Yasası” anlamına gelir. Etimolojik olarak iki öğeden oluşur: “Jante” ve “loven.” “Jante”, Danimarkalı-Norveçli yazar Aksel Sandemose’nin 1933’teki romanında hayali bir kasaba adı olarak geçer ve toplumun kurallarını temsil eder. “Loven” ise bu dillerde “yasa” veya “kanun” anlamındadır.
[2] Bkz. Telgrafı Atatürk gibi kullanmak, https://tinaztitiz.com/15268
[3] Bkz. Trilyon dolarlık kaynaklar, eyvah! https://tinaztitiz.com/3724
[4] Bkz. https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/
[5] Bkz. Ağzından, kaleminden çıkanın kökenini bilmek konulu eBeyin Fırtınası: https://bit.ly/3pesyIJ
[6] Bkz. “Türkçe Yetkinliği ve “Gürültü”den Arınmış Düşünme”. https://bit.ly/46aKad8
-
Eyl 06 2025 Cesaret: Deli Zamanlarda Doğruyu Seçmek!
Türkiye’nin içinden geçtiği bu zor dönemde “cesaret” kavramı sıklıkla gündeme geliyor. Çoğunluk için cesaret, güce karşı açık ve sert tutumlar sergileyebilmektir. Toplum yaşamının çeşitli kesimlerini zorlaştıran hukuk, özgürlükler, ekonomi gibi uygulamalardan pek etkilenmeyip sessiz kalarak durumunu sürdürebilenler içinse cesaretin pek bir anlamı yok. Hepsinden ufak bir kesim ise ne olup bittiğini -yaşam güçlüklerinin hemen eylem talep eden çekiciliğine aldırmadan- anlayıp, bu çetrefil içinden çıkabilme aklını üretmeye çalışanlar olabilir ki onlar için cesaret -hattâ hiç adlandırmadan- sadece “gereğini anlayıp yapmak”tan ibarettir.
Yaşamın hemen her kesiti ayrı bir cesaret türü tanımlıyor. Savaşta cesaret, kumarda, girişimcilikte, akıl daraltıcıları ile yüzleşmede, kendini değiştirmede, yaşam konforundan vazgeçmede ve daha onlarca türde cesaret. İlginç olan bir nokta bu çeşitlilikteki her cesaret türünün -genellikle- birbirinden bağımsız olması; birinden çok cesur olabilen kişilerin diğer alanlarda aynı cesarete sahip olamayışıdır. Aynı ilginçlikte bir diğer nokta ise, bir alandaki cesareti yüksek olan -ya da öyle olduğuna inanan- bir kişinin, diğer alanlardaki çekinikliğini gizlemek için her fırsatta ilkini sergileme eğilimidir.
Aynı anda çeşitli cesaret türlerine birlikte sahip olunması gereken -örneğin yüksek karmaşıklık düzeyli bekâ sorunları gibi- durumlar ise karmaşık ve zahmetli bir cesaret yolculuğunu gerektirebilir. Bunun böyle olup olmadığı, mevcut karmaşık durumun tüm katmanlarıyla ortaya konulmasına bağlı. Bu zahmete katlanmadan sadece bireysel duygu ve/ya inançlarımıza aykırı görünen olgulara bakılarak girişilecek eylemler -bireysel tatmin sağlasa da- en azından yarar getirmeyecektir.
Bütün yaşam kesitleri için farklı cesaret tanımları yapılsa da en derinde bu tanımları birbirine bağlayabilecek bazı işaretler bulunabilir, bulunmalıdır da. Herhangi bir tür cesaretin içinde mutlaka bulunması gereken öğe ‘risk’ kavramıdır. Buna göre en kaba tarifle ‘cesaret risk alabilmektir’ denilebilir. Ancak bu haliyle tanım ‘deli cesareti’ denilen kavramla karışabileceği için ‘katlanılabilir risk’[1] denilmesi daha doğru olabilecektir.
Cesaret Sorgulamakla Başlar
Cesaretin ‘katlanılabilir (hesaplanmış) bir riski üstlenmek’ olduğu oldukça iyi bir tanım olsa da bileşik risklerin bir arada bulunması ve bazı risklerin daha katlanılabilir iken bazı risk bileşenlerinin katlanılamaz (sürdürülebilirliği bozabilecek) olduğu haller için yetersizdir. Böyle bir durumda kişilerin, içinde bulunulan duruma ne genişlikte bir sistem olarak baktıkları belirleyici olacaktır. Bekâ sorunları bu tür çok bileşenli riskler içerir ve bireysel cesaret gösterileri için bir çeşit yasak bölge’dir. Bu durumda farklı kişilerin üstlenmeleri gereken katlanılabilir riskleri birbirleriyle uyumlu hale getirebilmek için ‘hangi sürdürülebilir bir geleceğe varmak istiyorsunuz?’ sorusuna cevap üretilmesi gerekir[2]. Bu soruya farklı cevaplar veren iki cesur kişiden (dar bir çerçevede bakan) birisi hemen gözüne çarpan bir eğriliğe tepki gösterip cesaret sergilerken, (uluslararası ilişkileri daha geniş çerçeve içinde gören kişilerden destek alan) bir diğeri, stratejik davranıp daha sürdürülebilir bir gelecek için çaba gösterebilir. Buradaki esas sakınılması gereken risk, farklı gelecek tasavvurlarına sahip gruplar içindeki uyumsuzluğun yaratabileceği sorunlardır.
Hakiki cesaret “neyin, niçin ve nasıl olduğunu” derinlemesine sorgulamakla başlar. Ama ne yazık ki sorgulamanın başarısı sorgulayanın nesnelliğine (objektiflik), o ise akıl daraltıcıları hakkındaki öz farkındalığına; ayrıca da sorgulanacak alanlar ile ilgili bilgisine bağlıdır. Sorgulama sürecinin bu zorlukları yetmezmiş gibi hemen her alandaki belirsizlikler, mevcut durumun tanımında geniş karanlıklar yaratacaktır.
Bu belirsizlik ağırlıklı sorun ortamında, ölümü bu denli kutsamış[3] bir toplumun, çözümü bireysel cesaretler ve onun ayrılmaz ikizi ‘alkışlanabilir imkânsızlar’a[4] ya da arkasında uygulanabilir kozlar bulunmayan girişimlere[5] bağlayıp geçici bir rahatlamadan öteye geçemeyişi kaçınılmaz görünüyor.
Gerçek cesaret, sorunların kökenine inip bunları açıkça ifade edebilmektir. Bu, bazen iktidara, bazen muhalefete, bazen de kendi çevremize karşı durmayı gerektirir. Cesaret, aynı zamanda bu duruşu yaygınlaştıracak yaratıcı yolları bulmayı da içerir.
“Deli Zamanlarda Doğru Düşünme”den, “Deli Zamanlarda Cesaret”e!
1930’ların, Nazi işgali altındaki Viyana’da, The Vienna Circle (Viyana Çevresi) adlı ve hepsi ünlü bilim insanlarından oluşan bir aydınlar topluluğu, “Exact Thinking in Demented Times” (Deli Zamanlarda Doğru Düşünme) başlıklı bir eserle tarihe geçti. Onlar, aklın karanlığa yenik düştüğü bir dönemde, bilimin ve mantığın ışığını taşıma cesaretini gösterdiler. Bugün Türkiye’de ihtiyaç duyduğumuz şey de tam olarak bu: “The Courage in Demented Times” – Deli Zamanlarda Cesaret.
Viyana Çevresi’nin faşizmin yükselişi karşısında gösterdiği direnç, sadece siyasi bir tavır değil, aynı zamanda epistemolojik bir duruştu. Onlar, “deli zamanlar”ın yarattığı kafa karışıklığına ve korkuya rağmen, “doğru düşünme”nin metodolojisinden taviz vermediler. Bugün Türkiye’de de benzer bir cesarete ihtiyacımız var: duygusal tepkilerin ve kutuplaşmış söylemlerin kolaycılığına kapılmadan, sorunları soğukkanlılıkla analiz etme ve rasyonel çözümler üretme cesareti.
Sonuç: Deli Zamanlarda Cesaret Bir Varoluş Biçimidir
Cesaret, sadece belirli anlarda gösterilen bir tavır değil, sürdürülebilir bir varoluş biçimidir. Sürekli öğrenmeyi, değişimi kabullenmeyi, diyaloğa açık olmayı ve en önemlisi – her koşulda – hakikati savunmayı gerektirir.
Tıpkı Viyana Çevresi’nin “deli zamanlarda doğru düşünme“yi seçmesi gibi, bizim de “deli zamanlarda cesaret” göstermemiz gerekiyor. Bu cesaret, korkuya ve belirsizliğe rağmen, aklı, erdemi ve adaleti rehber edinmektir.
Türkiye’yi bugünlere getiren nedenleri anlamadan, sistemsel analiz yapmadan, uzun erimli ve kapsayıcı çözümler üretmeden sadece suçlamak, cesaret değil aslında entelektüel bir tembelliktir.
Gerçek cesaret, kolay olanı değil, doğru olanı; popüler olanı değil, hakikati; kısa vadeli kazanımları değil, uzun vadeli iyiyi seçmektir. Ve bu cesaret, Türkiye’nin geleceği için en çok ihtiyaç duyduğumuz şeydir.
6 Eylül 2025
Tınaz Titiz
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/katlanilabilir-risk
[2] Bu soru çevresinde düzenlenen bir eBeyin Fırtınasına gösterilen ilginin azlığı anlamlıdır. https://bit.ly/4n1ZUWn
[3] Bkz. tinaztitiz.com/7306
[4] ‘Alkışlanabilir Ama imkânsız’ (tinaztitiz.com/7094) başlıklı yazıdaki örnekler kastediliyor.
[5] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma
