-
Oca 05 2020 Ajan’ın Mektubu-2
Mart 1994’teki Ajanın Mektubu-1[1] yazısından 25 yıl sonra John’a ikinci mektup elime geçti ve hemen paylaşıyorum.
Azizim John, ne desen haklısın; son söyleneceği baştan söyleyip rahatlayayım: İlk mektubumun sonunda da belirttiğim gibi, Türklerin dış katkı olmadan kendilerini bitireceklerine o denli emin olmuştum ki uzun süreli tatile çıktım ve şiş kebap, lokum (anlarsın), meze filan derken, bütün bunları ödeyen vergi mükelleflerimizi anca hatırladım.
Ama hemen söyleyim ki yanılmamışım, o günlerdeki laik cumhuriyet rejimine bağlı toplum aynen öngördüğüm gibi artık neredeyse sadece bir sözden ibaret. Sakın yanlış anlama, cumhuriyet yerine dine dayalı bir rejim de değil, ikisi de olmayan bir idare kurdular adına da başkanlık diyorlar.
Merak ettiğini biliyorum, onun için ayrıntıları geçip, bu duruma kendi kendilerini nasıl getirdiklerini anlatayım, başka yerlerde de lazım olur.
Hatırlarsın Türkler için “dilsiz toplum” yakıştırmasını yapmıştım; bunu çoğu kimse az konuştukları ya da konuşmaktan korktukları anlamında almıştı. Öyle değil, aksine çok konuşuyor, çok yazıyor, yazışıyorlar. Ama ağız ve kalemlerinden çıkan, medeniyetin temel yapıtaşı olan soyut kavramları tanımlayamadıkları için, sözlerini uzatıyor ve de uzatıyorlar. Bunun sonucu olarak sıkılan insanlar katiyen birbirlerini dinlemiyor, sadece karşısındakinin sözünün bitip sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ayrıca, şikayet-suçlama kültürü o denli derine işlemiş ki sorunları doğru dürüst tanımlayıp yaratıcı çözümler (yaratıcı sözü de yasak gibi) bulmayı da beceremiyorlar.
Böylesi bir ağzı kalabalık topluluğun, üstelik rasyonel düşünme geleneği olmayışını da katarsan en küçük konuda bile anlaşamayacaklarını kolayca anlarsın.
Ben bu arada onlar gibi konuşmayı da öğrendim, ara sıra karıma o dille bir şeyler söylüyorum hiçbir şey anlamıyor ve aklı karışıyor. Ama başkalarına konuştuğumda -aralara da bizim dilden karıştırınca- anlamını tam bilmedikleri için de anlamış gibi yapıyorlar, bayılıyorum. Burada çocuklara da bizim dili öğretme yarışı var, anlamadıkları sürece sorun da yok. Ne de olsa dilimizi çat pat da olsa bilen -ama kesinlikle anlamayan- insanlara da ihtiyaç var.
Lafı uzatmayayım; bütün bu laf kalabalığını iki grupta toplayabilirim: Yüzde 99’u oluşturan grup, ballandıra ballandıra en küçük ayrıntısına kadar ülkedeki eğrilikleri birbirlerine anlatıyorlar. Her anlatan bir diğerinden üste çıkmak için daha eğri bir şey anlatma peşinde. Medya adını verdikleri birkaç gazete ve bizim ellerine verdiğimiz kim kiminle ne yapmış, ne yemiş, nereye gitmiş kanalları yoluyla birbirleriyle yarışıyorlar. Halbuki bilmiyorlar ki her birinin ne yiyip içtiklerini dahi biliyoruz. Bu bir gelenek haline gelmiş, her yerde uygulanabilir.
Bu grup aynı zamanda saklı içerikle ikinci bir mesaj da yayıyor: “Buradan çıkış yok; ancak hepiniz bir araya gelir birlik olur, çağdaşlık yolunda toplanırsanız kurtulabilirsiniz”. Tabii bunun olmayacak duaya amin demek olduğunun da muhtemelen farkındalar. Ama gerek tembellik, gerekse ezberleri nedeniyle başka bir şey düşünebilecek durumda değiller. Bir kısmı da meselenin sandıkta ya da sokakta çözüleceğini düşünüyor, halbuki o yolların çoktan kapandığının farkında değiller ve dağarcıklarında başka da araç yok.
Belki yüzde bir gibi bir bölüm ise M.K.Atatürk’ün işaret ettiği “en gerçek yol göstericiyi” (akıl) çıkar yol olarak savunsa da onların en güçlü karşıtları Atatürk’ün sözlerini (ama ezberden) tekrar edip, kendilerini O’nun askerleri olarak tanımlayanlar. Biz o küçük kesime dikkat ediyoruz ama müdahaleye en azından şimdilik gerek yok. En güvendiğimiz kısım ise “bir şey yapılması gerektiğini savunanlar”; bizim esas kitlemiz onlar.
Akıl yoluyla bir çıkış yolu bulunabileceğini düşünenlerin büyük bölümü ise aklın yolunun tek olduğuna, o yolun da kendilerinin ezbere-belledikleri yol olduğuna iman etmiş olanlar. Dolayısıyla kişi sayısı kadar akıl olduğu için anlaşmalarına imkan yok. Akılları birleştirmeyi ise akıl edebileceklerini sanmıyorum. Güvencem yine “Atatürk sözcüleri” ile “bir şeyler yapılmalıcılar”.
Bazen ta şurama geliyor çıkıp da: “Yahu siz ne biçim insanlarsınız, en değerli kaynağınız olan zamanlarınızı sürekli ağlaşarak geçiriyorsunuz da, sizi esir almış olan ezberlerinizi askıya almaya akıl ve cesaret edip acaba daha yetkin bir akıl nasıl oluşturabiliriz ya da bunu yapamazsak yapmaya çalışanlara yardım ederiz?” diye sormuyorsunuz; alışkanlıklarını değiştirmeye, zihinsel hapishanelerinizden kurtulmaya çalışmıyorsunuz, başınıza gelenlere müstahaksınız” diyesim geliyor, ama sonra görevimi hatırlıyorum.
Neyse şimdilik bu kadar fırsat bulursam yine yazarım. Selam ve sevgiler. Patrona hürmetler.”
John
Ocak 5, 2020
-
Oca 05 2020 Ajan’ın Mektubu-2
Mart 1994’teki Ajanın Mektubu-1[1] yazısından 25 yıl sonra John’a ikinci mektup elime geçti ve hemen paylaşıyorum.
Azizim John, ne desen haklısın; son söyleneceği baştan söyleyip rahatlayayım: İlk mektubumun sonunda da belirttiğim gibi, Türklerin dış katkı olmadan kendilerini bitireceklerine o denli emin olmuştum ki uzun süreli tatile çıktım ve şiş kebap, lokum (anlarsın), meze filan derken, bütün bunları ödeyen vergi mükelleflerimizi anca hatırladım.
Ama hemen söyleyim ki yanılmamışım, o günlerdeki laik cumhuriyet rejimine bağlı toplum aynen öngördüğüm gibi artık neredeyse sadece bir sözden ibaret. Sakın yanlış anlama, cumhuriyet yerine dine dayalı bir rejim de değil, ikisi de olmayan bir idare kurdular adına da başkanlık diyorlar.
Merak ettiğini biliyorum, onun için ayrıntıları geçip, bu duruma kendi kendilerini nasıl getirdiklerini anlatayım, başka yerlerde de lazım olur.
Hatırlarsın Türkler için “dilsiz toplum” yakıştırmasını yapmıştım; bunu çoğu kimse az konuştukları ya da konuşmaktan korktukları anlamında almıştı. Öyle değil, aksine çok konuşuyor, çok yazıyor, yazışıyorlar. Ama ağız ve kalemlerinden çıkan, medeniyetin temel yapıtaşı olan soyut kavramları tanımlayamadıkları için, sözlerini uzatıyor ve de uzatıyorlar. Bunun sonucu olarak sıkılan insanlar katiyen birbirlerini dinlemiyor, sadece karşısındakinin sözünün bitip sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ayrıca, şikayet-suçlama kültürü o denli derine işlemiş ki sorunları doğru dürüst tanımlayıp yaratıcı çözümler (yaratıcı sözü de yasak gibi) bulmayı da beceremiyorlar.
Böylesi bir ağzı kalabalık topluluğun, üstelik rasyonel düşünme geleneği olmayışını da katarsan en küçük konuda bile anlaşamayacaklarını kolayca anlarsın.
Ben bu arada onlar gibi konuşmayı da öğrendim, ara sıra karıma o dille bir şeyler söylüyorum hiçbir şey anlamıyor ve aklı karışıyor. Ama başkalarına konuştuğumda -aralara da bizim dilden karıştırınca- anlamını tam bilmedikleri için de anlamış gibi yapıyorlar, bayılıyorum. Burada çocuklara da bizim dili öğretme yarışı var, anlamadıkları sürece sorun da yok. Ne de olsa dilimizi çat pat da olsa bilen -ama kesinlikle anlamayan- insanlara da ihtiyaç var.
Lafı uzatmayayım; bütün bu laf kalabalığını iki grupta toplayabilirim: Yüzde 99’u oluşturan grup, ballandıra ballandıra en küçük ayrıntısına kadar ülkedeki eğrilikleri birbirlerine anlatıyorlar. Her anlatan bir diğerinden üste çıkmak için daha eğri bir şey anlatma peşinde. Medya adını verdikleri birkaç gazete ve bizim ellerine verdiğimiz kim kiminle ne yapmış, ne yemiş, nereye gitmiş kanalları yoluyla birbirleriyle yarışıyorlar. Halbuki bilmiyorlar ki her birinin ne yiyip içtiklerini dahi biliyoruz. Bu bir gelenek haline gelmiş, her yerde uygulanabilir.
Bu grup aynı zamanda saklı içerikle ikinci bir mesaj da yayıyor: “Buradan çıkış yok; ancak hepiniz bir araya gelir birlik olur, çağdaşlık yolunda toplanırsanız kurtulabilirsiniz”. Tabii bunun olmayacak duaya amin demek olduğunun da muhtemelen farkındalar. Ama gerek tembellik, gerekse ezberleri nedeniyle başka bir şey düşünebilecek durumda değiller. Bir kısmı da meselenin sandıkta ya da sokakta çözüleceğini düşünüyor, halbuki o yolların çoktan kapandığının farkında değiller ve dağarcıklarında başka da araç yok.
Belki yüzde bir gibi bir bölüm ise M.K.Atatürk’ün işaret ettiği “en gerçek yol göstericiyi” (akıl) çıkar yol olarak savunsa da onların en güçlü karşıtları Atatürk’ün sözlerini (ama ezberden) tekrar edip, kendilerini O’nun askerleri olarak tanımlayanlar. Biz o küçük kesime dikkat ediyoruz ama müdahaleye en azından şimdilik gerek yok. En güvendiğimiz kısım ise “bir şey yapılması gerektiğini savunanlar”; bizim esas kitlemiz onlar.
Akıl yoluyla bir çıkış yolu bulunabileceğini düşünenlerin büyük bölümü ise aklın yolunun tek olduğuna, o yolun da kendilerinin ezbere-belledikleri yol olduğuna iman etmiş olanlar. Dolayısıyla kişi sayısı kadar akıl olduğu için anlaşmalarına imkan yok. Akılları birleştirmeyi ise akıl edebileceklerini sanmıyorum. Güvencem yine “Atatürk sözcüleri” ile “bir şeyler yapılmalıcılar”.
Bazen ta şurama geliyor çıkıp da: “Yahu siz ne biçim insanlarsınız, en değerli kaynağınız olan zamanlarınızı sürekli ağlaşarak geçiriyorsunuz da, sizi esir almış olan ezberlerinizi askıya almaya akıl ve cesaret edip acaba daha yetkin bir akıl nasıl oluşturabiliriz ya da bunu yapamazsak yapmaya çalışanlara yardım ederiz?” diye sormuyorsunuz; alışkanlıklarını değiştirmeye, zihinsel hapishanelerinizden kurtulmaya çalışmıyorsunuz, başınıza gelenlere müstahaksınız” diyesim geliyor, ama sonra görevimi hatırlıyorum.
Neyse şimdilik bu kadar fırsat bulursam yine yazarım. Selam ve sevgiler. Patrona hürmetler.”
John
Ocak 5, 2020