• Din ve Bilim

    İnsanlık tarihinin en başında, bugünkü anlamda ne dinler ne de bilim olduğuna ilişkin bir kanıt var. Var olduğu tahmin edilebilecek tek şey korkular ve belki bazı sezgisel sorulara yine sezgisel cevapsılar olabilir.

    Zaman içinde, toplu yaşam formları oluştukça, topluluklar içindeki kişilerin zekâ dağılımlarına göre çeşitli açıklamalar ortaya çıktığı ve giderek daha tatminkar cevap verebilenlerin belirginleştiği tahmin edilebilir.

    Bu açıklamaların sahipleri o günlerin büyücüleriydi. Bunlar sadece cevap üretmiyor, bazı çözümler de -kurban veya meyve ikramı gibi- uyguluyor olabilirler.

    Zaman ilerledikçe, topluluklar içinde büyücü pozisyonları için rekabet başlamış olmalı. Mevcut büyücüyü gözden düşürmek için çeşitli yöntemler bulunduğu düşünülebilir. Bu yöntemler bir süre -mesela birkaç bin yıl- vaziyeti idare ettiyse de giderek uzmanlaşan büyücüler büyük ölçüde sezgi, biraz -o zamanki- istatistik, biraz da risk alarak daha tutarlı tahmin ve çözümler üretmeye başlamış olmalılar. Bunlara i̇lk bilimciler denilebilir.

    Sürecin buralarda çatallaştığını, bazı büyücüleri bu tahmin işinde -mutasyon olgusunun da yardımıyla- yanlışlama’nın i̇lk öncülleri yoluyla diğer büyücüleri saf dışı etmeyi keşfettiklerini; diğerlerinin ise alıştıkları sezgisel yollarla rakip büyücüleri alt etmeye çalıştıklarını tahmin edebiliriz. Bu noktada akıl kullanımı sınırlı da olsa devreye girerek bilimin evrimsel gelişimine bir avantaj sağlıyor.

    Her iki kesimin başlıca tahmin aracı sezgi olsa da, giderek belirginleşen -i̇ki renk ipliğin birbirine dolanıp tek iplik oluşturması gibi- sezgi ve akıl’ın “bir” olmadığı, ama varlıklarını sürdürerek bir “bütün” oluşturduğu düşünülebilir. Bunlar sezgi (çok ağırlıklı) ve akıl (az ağırlıklı) tahmin süreçleridir.

    Bu süreç boyunca kuvvetli bir olasılık, i̇ki süreç arasındaki -rekabet nedeniyle- güçlü bir etkileşimin varlığıdır. Nitekim binlerce yıl sonra bugün de bu olgu akıl-sezgi etkileşimi olarak devam ediyor ve koparılmadığı takdirde insanoğluna bilim ve teknolojideki gelişmeleri sunuyor (http://wp.me/p2t6mi-Zu). Bu bütünlüğü koparanlar ise birbirlerinin gözlerini oyarak egolarını daha da şişirmeye, haklılıklarını ispat etmeye ya da çıkarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İşte bilim ve din arasındaki temelden bağlantı buradan, yani her iki sürecin de amacının “sorulara cevap ve o cevaplara dayalı çözüm üretmek oluşundan” gelse gerekir.

    Yine kısa ve sağlam bir adım olarak, bu etkileşimli akıl-sezgi sürecine paralel olarak ikinci bir patika oluştuğu, özellikle sezgi’nin kanıt gösterme zorunluğunun olmayışının yarattığı avantajı kullanan ve bundan ticari, siyasi hatta akademik çıkar üretenlerin -ki bugün de bol miktarda var-, bol miktarda sahte sezgilere dayalı sahte dinler ve sahte bilimler ürettiği söylenebilir.

    Fakat şu dikkatten uzak tutulmamalı: Her iki süreç boyunca, ana amaç sorulara cevap aramak olsa da, bu süreç sorumlularının sahip oldukları ayrıcalıklardan yararlanmak isteyen (gibi bilim insanları – pseudo scientists) ve (gibi din insanları – pseudo clergy) ortaya çıkacak, hatta Machiavelli’nin nasihatı doğrultusunda gerçeklerini de aşacaklardır.

    Sahte din ve bilimlerin son derece somut çıkar sağlama vaatlerinin yanısıra, evren ile ilgili sorulara cevap arayan sezgi ve de akıl yandaşlarının oluşturdukları din ve bilim topluluklarının hiç de özenilecek bir şey vaat etmedikleri, vaat bir yana, “seküler veya dini iyi ahlak” ilkeleri nedeniyle yaşamı güçleştirdikleri de bir gerçektir.

    Buraya kadarki akıl yürütmede büyük boşluk yoksa ve de sahte bilim ve sahte din mensupları tartışma dışı bırakılırsa (ve bu bağlamda ne yapılması gerektiği ayrıca ele alınmak suretiyle), bilim ve dinin çıkış noktasının aynı olduğu ve gelişim süreçleri boyunca daima sorulara cevaplar aradıkları; bir yandan da süreçlerin ayrı ayrı örgütlendiği, bu örgütlerin sahtelerinin de gerçekleri ile çatışma halinde olduğu, kimi toplumlarda ve kimi zamanlar sahtelerinin daha baskın roller oynadığı söylenebilir.

    Sahte din ve bilimin kendilerini “tek amacı sorulara yanıt aramak” olanlardan ayırt edilmemesi için gereken her türlü sahtekarlığa -pek başarılı biçimde- başvurduklarını tahmin etmek güç değildir. Böylece geniş halk kitleleri nezdinde iki ayrı din ya da iki ayrı bilim değil, sadece din ve bilim gibi, içlerinde tutarsızlıklar içeren algılar ve de kurumlar ortaya çıkmış görünüyor. Din kurumunun, ayrı bir bilim kurumuna ihtiyaç olmadığını göstermek istercesine “ilim” adında bir disiplini de icat etiğine işaret edilmelidir.

    Bu kargaşadan çıkarılabilecek bir diğer sonuç da, sorulara cevap arayan bilimin aracı akıl ile benzer amaca sahip din’in aracı sezgi’nin başlangıçtan beri sürdürdüğü etkileşimin hala -ve daha da kuvvetle- var olduğudur. Gerek bilim gerekse dinin çağlar boyunca zaman zaman ve yer yer sahte, kötü niyetli uygulamalarına bakarak, akıl ve sezgi iplikçiklerinin bütünlüğünü koparmaya yönelik tek yanlı bakışların, özümüzü oluşturan bilinmeyen karşısındaki korkusoru – merak – kuşku – inanç döngüsünü görmezden gelmeye neden olmamalı.

    Kuşku ve inanç yanyana, olmaz öyle şey ya da olur mu acaba?

    Aradan geçen -şimdilik- 12,000 yıl sonunda insan toplulukları bilim ve din açısından büyük ölçüde kamplaşmış durumdalar. Kimi toplumlar -bizim gibi- bu konuda daha becerikli(!). A.B.D.’nin en yüksek nişanı olarak bilinen başkanlık Özgürlük Madalyası sahibi yazar Eric Hoffer “Kesin İnançlılar” kitabını muhtemelen Türkiye seyahatinden sonra kaleme almıştır.

    Toplumumuz hem din hem bilim yandaşlarının bir bölümlerince, “İslam dininin, ayrı bir bilime gerek bırakmayacak kadar mufassal olduğu” ve “Din’in gereksiz bir kurum olduğu, ama yine de ilgi duyanlara tahammül edilmesinin demokrasinin bir gereği olduğu” konusunda en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin inançlıdır.

    Korku – soru – merak – kuşku dörtlüsü aralarındaki ilişki gerek ilk insan gerekse günümüz insanı açısından oldukça belirlidir; çeşitli durumlar karşısındaki duygularımızın bu sıralamaya uydukları test edilebilir. Şablon bu olsa da dörtlünün her öğesinin herkeste aynı düzeyde olmayacağı, kalıtsal ve kültürel farklar nedeniyle bunların değişik düzeylerde olabileceği; bunun da farklı kişilikler oluşturacağı tahmin edilebilir.

    Kabullenilmesi o kadar kolay olmayan ise bu dörtlüye eklenecek beşinci öğe, “inanç” açısından olup özellikle de kuşku ile inancın asla bir araya gelemeyeceği düşünülebilir.

    İslam’ın “tahkiki iman[1]” ilkesi, iman’ın (inancın en üst derecesi) şüphe ve itirazlara karşı korunabilmesi için tahkik (=sorgulama yoluyla doğrulama) gerektiğini ileri sürüyor.

    Tam bu noktada kritik bir soru şu olabilir: Şüphe’nin (kuşku) ortadan kalkacağı bir nokta var mıdır yoksa bu döngüsel bir süreç midir? Yani, doğru olduğundan hiç kuşku duyulmayıp “iman” edilen bir denge durumunda, ister bir başkası aracılığıyla ister kişinin kendince, durup dururken ya da yeni edindiği bir bilgi nedeniyle yeniden kuşku doğması kaçınılmaz olduğuna göre mevcut “iman dengesi” sakatlanmış olur ve bu kuşkunun ortadan kaldırılması Müslüman’a görev olarak verildiğine göre, bu süreç döngüsel olmak zorundadır; yani, imanın sağlam tutulması için, bilgi çerçevesinin genişlemesinden sakınarak (cehalete sığınarak) imanı korumak değil, bilgi’nin yani kuşku uyarıcısının peşinde koşup, sürekli olarak kuşkuyu (ve böylece imanı) sağlam tutmak gerekecektir.

    Bu nereye kadar gider?

    Bu döngü spiral biçimde işleyeceğine göre;

    -> Bir nedenle doğabilecek kuşku > imanın zedelenmesinden duyulan korku > soru > merak > bilgi> iman’ın yeni dengesi > başa dön ->

    döngüsünün sonsuzda sonlanacağı nokta, giderek bu altı öğenin üst üste geldiği, her bildiğinin son nokta (tek doğru) olmadığı, yeni bir bilginin mutlaka var olacağı, bunun yarattığı büyük merak ve bu döngünün kopmasından duyulan korkunun birleşik olduğu bir nokta olabilir.

    Peki tutarsızlıklar ne olacak?

    Tüm din kitapları içinde çevirilerin, kültürel uyumlandırma (içtihat) eksiklerinin bozucu etkileri kuşkusuz olmuştur. Bunlar örnek gösterilerek akıl-sezgi bütünlüğünün anlamsızlığı ileri sürülebilir. Ama şu anahtar soru sorulabildiğinde, başka bir resim ortaya çıkar: Sahte sezgi ve sahte akıl tarafından kirletilmemiş ve insanlığın (ve tüm varlıkların) mutluluğuna yarayabilecek kimi ortak kurucu ilkeler var ise, bunları bırakıp ayrıntılarda taraf olmak, o sahte kesimlere hizmetten başka bir işe yarar mı?

    Toplumumuz, bu hastalığı derinden yaşıyor. Seküler kesim de dindarlar da “ortak iyi”lerini belirlemeye ihtiyaç duymadıkları gibi, her iki kesimin de “ortak iyi”lerinin bir “ortak ortak iyi” oluşturduğunu ya fark etmiyor ya da fark ediyor ama sürüklenmekten de kendilerini kurtaramıyorlar.

    İyi de bilim bu kadar ilerledi, hala niçin dine gerek var ya da var mı?

    Bu konuda öncelikli soru din’e gerek olup olmadığı değil, “gerek vardır ya da yoktur” gibi bir yanıtın bir işe yarayıp yaramayacağıdır. Din’in sosyolojik bir gerçeklik olduğu konusunda tartışma olmadığına göre, olsa olsa “bilim’in hızlı gelişmeleri karşısında din hala niçin var?” şeklinde bir soru olabilir ve bu soru hala çok sayıda kişi tarafından da sorulmaktadır.

    Muhtemelen şöylesi yanıtları olabilir:

    • Bilimin bir konuda açıklama getirmesi öncesinde din tarafından o konuda yapılan açıklamanın, bilim açıklama getirdikten sonra da alışkanlık nedeniyle terkedil(e)meyişi,
    • Din’in bir konudaki açıklamasının, derhal başka alanlardaki soruların cevaplanmasına da yol göstermesi ve böylece tek konudaki alışkanlık yerine birçok alanda alışkanlıkların oluşması; bunun ise henüz cevabı bilinmeyen sorulara da cevapların yine -alışık olunan- alan içinde aranması; bunun giderek bir kimlik oluşturması ve kimliğin korunması gibi giderek kendini güçlendiren bir duyguyu beraberinde getirmesi,
    • “Yaratıcı” kavramının eksiksiz / kesintisiz açıklamalar yapmaya yeterli güçte bir mantık operatörü olması; bilimin ise bilinmezlerin ancak bir bölümünü açıklayabilmesi,
    • Bilimin, bazı konulardaki açıklamalarının yol açtığı itiraz noktalarının varlığı (irreducible complexity[2] gibi),
    • Bilimsel yaklaşımın temelini oluşturan “yanlışlanabilirlik[3]” ilkesini tam kavramamış kişilerin, “bilimin her şeyi açıklayabildiği” şeklindeki iddialarının bilimi gözden düşürücülüğü,
    • Bilim alanına girmeyen öte Dünya gibi kavramlara dinin açıklamalarının oluşu ve bunların çekiciliği,
    • Herkesin bir ölçüde deneyimleyebildiği “sezgi”nin din lehine yarattığı, ama gerçekte yersiz olan genelleme,
    • Dinin açıklamalarının herkesçe tekrarlanabilirken, bilimin çekiciliğinin herkesçe kolayca deneyimlenemeyişi,
    • Dinin kimi ilkelerinin bilimle örtüşmesi[4] ve nihayet
    • Din kurumu adına ileri sürülebilecek her iddianın tahkiki iman ilkesi uyarınca doğrulanamayışı halinde imanın ancak “taklit” olacağının yaygınlıkla bilinmeyişi nedeniyle her konuda doğrulanmamış çok sayıda uydurma bilginin “Allah emri” şeklinde lanse edilerek, böylece üretilen sahte dinlerin yaygınlaştırılması; bunların çoğunun ticari, siyasi vd. amaçlarla gerçek dindarları baskılaması.

    Bu durumdan koruyabilecek kalkan tahkiki iman ilkesi iken, ilgili resmi kurumun (D.İ.B.) web sitelerinde dahi bu ilkenin zaman zaman yerinin değiştirilmesinin uyandırdığı “kurum da bilinmesinden yana değil; gerçek imana değil taklit imana dayalı olsa da dindar görünümlü olmak önemli” anlayışı.

    Ne yapalım?

    Gerek bozulma gerek düzelme süreçleri, birer çığ etkisi[5] oluşturmak eğiliminde. Şimdi mesele doğrularımızı bir süreliğine de olsa askıya alıp, buradan çıkışın yollarında yardımlaşmak.

    Din ve bilimin, yukarda ancak bir kısmına değinilen etkiler altında yaşamımızda olması gereken yerlerin dışına sürüklendiğini söyleyebiliriz. Bu sorun din ya da bilimi kutsamak ya da nefret etmekle çözülemeyeceğine göre, her iki alandan da gelebilecek iddialara “her türlü inancımızın sorgulanıp doğrulanmaya çalışılması” yani tahkiki iman ve yanlışlanabilirlik operatörlerine başvurulması ile cevap vermek iyi bir çözüm olabilir. (Bu arada bu iki operatörün de ne işe yaradığına daha dikkatle eğilinmesi önerilir).

    Böylece, gerek din adına gerek bilim adına ileri sürülecek (….dir) ifadelerine meşrebimize göre kredi vermeyip, akıl ve sezginin bütünlüğünden yararlanmaya bakalım. Çünkü biz burada dövüşürken, atlılar Üsküdar’ı geçmekteler.

    24 Şubat 2018

     

     

    [1] “Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklidî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklidî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkiki iman denir. Aslolan her Müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır”, http://bit.ly/2fq8PSmSah. 71-72

    [2] Bkz. http://bit.ly/2GIHYw5

    [3] Bkz. http://bit.ly/2HHTt8k

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Y2

    [5] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-Ok