-
Ağu 27 2014 Hindi Olsak N’olur? – 2
1990 yılında ortaya atılan bir kampanya fikri zaman zaman tekrar gündeme geliyor. Türkiye-turkey-hindi çağrışımından utanç duymamızı, bu nedenle de ülkemiz adının her dilde farklı farklı yazılmak yerine aynen bizim yazdığımız ve okuduğumuz biçimde kullanımının tüm ülkelere tebliğ edilmesi isteniliyor. Buradaki önemsiz bir varsayım, tüm ulusların bu talimatımıza uyacağı, tüm haritaları, basılı belgeleri, kitapları değiştirmek üzere harekete geçecekleridir. Bunu yapmadıkları veya ayak sürüyerek yapmaya kalkıştıklarında neler yapabileceğimizi evvelce test ettikleri için kuşkusuz böyle bir olasılık yoktur. Hatırlatmak amacıyla 24 yıl önceki yazımı tekrar ilginize sunuyorum. 27 Ağustos 2014 Çarşamba
Farzedin ki Hindiyiz!
Türkiye’nin hindi olmadığının kanıtlanması kampanyasının giderek daha fazla konuşulmaya başlaması üzerine bu konudaki düşüncelerimi siz okuyucularıma iletmeyi düşündüm.
Son söyleneceği baştan söyleyeyim: Bu iş gerçekten komiktir ve sonunda olsa olsa Türkiyenin hindiliğinin tescili gibi can sıkıcı bir noktaya varır. Yanılmıyorsam kırallık dönemi Fransa’sında bir hatip parlamentoda konuşurken ipin ucunu kaçırıp “bu parlamentonun yarısı ahlaksızdır” gibi bir laf eder. Ertesi gün, aldığı ağır tepkiler nedeniyle kürsüye çıkıp özür dilemek zorunda kalır ve “özür dilerim, sözlerimi geri alıyorum, parlamentonun yarısı ahlaksız değildir” şeklinde düzeltir(!).
Eğer söz konusu kampanya için yeterince para harcanır ve kampanya yaygın olarak yürütülebilirse, Dünyada İngilizceyi ana dili olarak konuşmayan ve Turkey-hindi çağrışımına konu olmayan yaklaşık 3 milyar insanın daha aklına, hindiliğimiz konusunda az da olsa bir şüphe yerleşeceğinden eminim, bu bir.
Diğer yandan, hayvanlara karşı olan tutumumuzun -ki kedileri yakıp, ayıların burunlarına halka geçirip işkence etmemiz ve bunu da “bakın oyun oynuyorlar” diye satmaya kalkışmamızla tescillidir-, hindilik çağrışımından gocunmamızla yakın bir ilişkisi vardır. Uzun zamandan beri, rastladığım yabancılara dillerinde “hayvan herif“in tam olarak nasıl söylendiğini sorarım. Bugüne kadar bilenine rastlamadım. Ama merakla soru soran çok oldu. Hiçbiri, iki farklı yaratık cinsinin adlarını niçin birleştirdiğimizi, bununla hayvanın mı yoksa insanın mı aşağılanmak istendiğini anlayamadı ve genellikle vardıkları yargı: “Siz hayvanları tanımıyor ve sevmiyorsunuz. Aslında, birbirinizi de sevmeyişinizin altındaki kaynak sebep, bu canlı sevgisizliğidir” oldu. Bir zoologdan aldığım bilgiye göre hindiler tüylerini birkaç sebeple kabartırlarmış: Birincisi, üşüdüklerinde tüyleri arasında ki hava boşluklarını artırarak ısı dengesini kurmak, ikincisi ise bir tehdit karşısında daha büyük görünerek düşmanını caydırmak imiş. Aslında bu ikincisi tüm canlılarda (insanlar dahil) vardır. Filmlerde silah çekmeye hazırlanan kovboyların kollarını kabartmalarının bir nedeni silaha davranırken kollarının bedenlerine sürtmemesi , ama daha önemlisi irice görünüp karşısındakinin gözünü korkutmaya çalışmak içindir. Dolayısıyla, hindiye benzetilmekten bu kadar korkmamızın altında hayvanlara karşı sevgisizliğimiz yatmaktadır. Bu da iki.
Üçüncüsü, eğer gülümsenecek bir yanımız varsa bu, ad değiştirmekle yok olmaz. Saçsızlıktan şikayet eden birisi (benim gibi) soyadını Gürsaç olarak değiştirse esas o zaman alay konusu olabilir. Kağıt ve su ile yapılması gereken temizliğini eliyle yapıp ondan sonra da yabancıları pislikle suçlamak, evrensel hale gelmiş dilleri öğrenmek yerine bunları okullardan mecburi ders olmaktan çıkarıp başkalarına Türkçe öğretmeye kalkmak, mevcut nüfusuna refah yaratmaya çalışmak yerine çoğalmaya ve başka ülkelerdeki Türklerle birleşmeye kalkışmak gibi huylarımızdan vazgeçmeden ülkemizin adını mesela ÇAĞDAŞ olarak değiştirsek bir faydası olabilir mi?
Ya da, kedi-köpek itlaf ekiplerine öldürme yerine işin doğrusunu öğretmeden, okul çocuklarının öğretmenlerince ihbar edilip tutuklatılmalarından vazgeçmeden adımızı HUMANIA olarak değiştirmemiz, bize kızanların fikirlerini değiştirebilir mi? “
Türkiye Hindi Değildir” kampanyası için mesai sarfedenlerden bir ricam var; Lütfen bizi daha fazla alay konusu yapmayınız. Eğer gerçekten saygınlığımıza katkıda bulunmak istiyorsanız, çağdaş ülkelerdeki insanların bize niçin kızdıklarını, niçin kabarma taklidi yapmaya çalıştığımızı iddia ettiklerini anlamaya ve sonra da bu yanlış huylarımızı değiştirmeye çalışınız. Hoşça kalınız. 1990-Ankara
-
Ağu 20 2014 Farklılıklarımız -nereye kadar- Zenginliktir ?
Son yılların galiba en çok kullanılan sloganlarından birisi de “farklılıklarımız zenginliktir” sözüdür. Gerçekten de cıvıl cıvıl renkler içeren bir buket çiçek, elbise ya da yatak örtüsündeki “bir aradalık” insana yaşam enerjisi katıyor.
Benzer şekilde bir arada yaşayabilen, dili, inancı, dış görünüşü farklı insanlardan oluşan bir insan topluluğu da, biteviyeliğin yıpratıcılığından koruyup, insan dışındaki canlı-cansız varlıklar bütününün bir parçasından başka bir şey olunmadığını sürekli hatırlatabilir.
Peki, bu çeşitliliğin bir sınırı var mıdır?
Ya da, yaşamı zenginleştiren –belki de evrimsel açıdan bir avantaj katan- bu farklılıklar nereden sonra bir dezavantaj olmaya başlar; böylesi bir sınır var mıdır?
Soru sorulunca cevabı da kendi içinden doğmaya başlıyor. Farklılıkların birlikte yaşamasını güçleştirecek tek olası neden, bir bileşenin, “bileşenler arası eşitliği bozacak derecede bir ayrımcılık talep etmesi”, bu yolda uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmasıdır. Bu durumda bir arada yaşamak güçleşeceği gibi, temeli uzlaşmak olan demokrasi gibi bir rejimin uygulanması da imkansız hale gelecektir.
Türkiye, demokratik rejimi benimsediği yıllardan bu yana, farklılıklar birliğini oluşturması hedeflenen bileşenlerin sürekli olarak ayrımcılık talepleri ile karşı karşıyadır: Kendinin Cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilip -coğrafi özerklik, su ve enerji kaynaklarının sahipliği gibi- ayrıcalıklı haklar verilmesini talep eden ırk temelli “farklılık” ya da İslam’ın özel bir yorumunun, defalarca yeniden yorumlarının (onlarca cemaat) tüm nüfusa uygulanması peşindeki “farklılıklar” sadece birkaç örnektir.
Dilini konuşmak, kültürel kimliğini korumak, İslam dininin gereklerini yerine getirmek gibi doğal hakların koruyuculuğu arkasında gizli kapaklı yürütülen farklılık talepleri ise birer zenginlik değil fakirlik kaynağıdır.
Kuşkusuz, her kesim kendince makul gördüğü bir ayrıcalığı talep edebilir; makul olmayan, bunu demokrasinin bir gereği olarak talep edip, sonra da bütünün kendi bütünlüğünü koruma yolundaki reflekslerini (terörle, fanatizmle mücadele gibi) anti-demokratik olarak nitelemek; dahası, bu refleksi dumura uğratacak girişimleri geçmişle yüzleşme, barışma vs olarak takdim etmektir.
Toplumumuzun aydın kesiminin henüz bir sorun –hatta sorunların anası- olarak gör(e)mediği Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği’nin sonuçlarından yalnızca birisi olan bu trajik durum, onu talebeden ve destekleyenleri de yutabilecek bir kısır döngü’dür.
Demokrasi eğer bir birlikte yaşama kontratı ise, tek kabul edilemeyecek kontrat maddesi birlikte yaşamı reddetmektir. Ayrı ayrı birlikte yaşamak ise ancak bir oksimoron örneği olabilir.
Sözün özü şudur..
Birbiriyle uzlaşamaz talepleri “zenginlik yaratan farklılıklar” olarak takdim etmek ya bir kavram tanımlama yetersizliği ya da akıl-fikir eksiği değilse, iyi gizlenememiş birer art niyettir.
20 Ağustos 2014