-
May 25 2012 SORUN KİMYASI’NIN DÖRDÜNCÜ KANUNU!
Meksika kumarı’nı hemen herkes bilir. Kuralları şöyledir:
- Oyunu bir kişi yönetir ve iki kişiyle oynanır.
- Yönetmen, karşısındakinden bir sayı söylemesini ister.
- Söylenen sayıdan bir fazlasını kendisi söyler ve oyunun kuralını açıklar: büyük sayı söyleyen kazanır!
- Yönetmen karşısındakine devam edip etmediğini sorar. Kuralı öğrenmiş olan ikinci kişi kaybını çıkarmak hatta kazanca dönüştürmek için kabul eder.
- Yönetmen, karşısındakinden yine bir sayı söylemesini ister. Fakat bu defa karşısındaki itiraz edip ilk sayıyı yönetmenin söylemesini ister.
- Yönetmen kabul eder ve herhangi bir sayı söyler.
- İkinci oyuncu daha büyük bir sayı söyler ve kazandığını iddia eder.
- Yönetmen bu oyunun kuralını açıklar: Bu defa küçük söyleyen kazanıyordu!
Üç yıl önce İzmir GÖZLEM Gazetesine, “Sorun Kimyası” adıyla bir yazı yazmıştım. Önce ondan alıntı yapmak ve sonra da Meksika kumarı gibi bir ekleme yapmak istiyorum.
«Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası” da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru, ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.
“Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.
Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.»
Aradan geçen 3 yıl içinde bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği sonucuna vardım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kanun 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, bileşiksiz bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açar.
Nasrettin Hoca -ünlü düşünürler Wise Nasreddin diyorlar- beline ip bağladığı adamı bir çekişte aşağı indirip ölümüne neden olunca kendini savunur: Dün yine böyle bir kişi kurtarmıştım, ama galiba o kuyudaydı!
Bu, sorunlu ortamlarda birşey yapmadan teslimiyet içinde kaderine boyun eğmek gerektiği mi demektir?
Hayır. Sadece, Sorun Kimyasına boş vererek hiç bir sorunun çözülemeyeceği demektir.
1998 Kasım
-
May 25 2012 SORUN KİMYASI
Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası”da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.
“Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.
Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.
Pazar, 22 Ocak 1995
-
May 25 2012 SORUNLARI İNSANLAR ÇÖZEBİLİR !
Toplumumuz yaklaşık 150 yıldır, doğruluğundan hiç kuşkulanmadığı bir tanı uyarınca müthiş bir çaba harcıyor. Bu, “sorunlarımızın, anayasa ve yasalardaki yetersizliklerden kaynaklandığı, dolayısıyla, mükemmel bir anayasa ve ona uygun yasalar yapılırsa onların çözüleceği” yolundaki inançtır.
Toplumun seçkin kesimi bu teşhise o denli inanmıştır ki, adeta bir histeri halinde bunun gereğini yerine getirme peşine düşmüş ve bütün başarısızlıklara karşın bu uğraştan vazgeçmemiştir. Otuzbeş yıl boyunca yaşadığımız üç askeri müdahalenin nedenleri ayrı da olsa, üçünün de ilk hedefi yasaları yenilemek olmuştur.
Bugün sivil bir hükümet ve toplum yine, mevcut sorunların anayasa ve yasalardan kaynaklandığı ve yenilerinin bunları aşabileceği kanısındadır.
Toplumların refah ve mutlulukları ile yasaları arasında kuşkusuz bir ilişki vardır. Ama acaba bu ilişki, sanıldığı gibi “biri diğerini yaratır” biçiminde midir?
Her nerede gelişkin bir toplum varsa onun, yasaları da gelişkindir. Ama acaba toplumlar mı yasaları yoksa yasalar mı toplumları yaratmaktadır? Yoksa, gelişmesinin önündeki engelleri yok edebilen toplumlar, bu arada gelişkin yasalar yapıyorlar, o yasalar da toplumların daha da gelişmesine mi yardımcı oluyor? Ya da bir başka soruşla, “gelişmesinin önünde engeller bulunan bir toplum yasalarını değiştirerek refah ve mutluluğa erişebilir mi?”..
Toplumumuzun yasalara olan bu tutkusu, geleneksel birey – devlet ilişkilerinin bir sonucudur. Geleneksel anlayışımızda birey devlet için vardır. Bireyin neleri yapabileceğine (dikkat! neleri yapamayacağına değil !), devlet karar verir, bireye ise kayıtsız – koşulsuz itaat etmek düşer.
Bu temel anlayışı, devlet mekanizmasının tüm kurumlarına kadar özümleyen devlet (ve onu onaylayan bireyler), örneğin eğitim sisteminin üzerine oturacağı “öğretme” yönteminin ezber olmasına yol açmıştır. Bugün görünürde herkes eğitim sistemine “ezberci” demekte, fakat ezberi sistem dışına atmaya “en küçük” katkıda bulunmamaktadırlar. Bu, ezberin toplum tarafından benimsendiğinin bir göstergesidir.
Ezber, belirli kalıpların, nedenleri bilinmeksizin ve de sorulmaksızın bellekte tutulması demektir. Bu, bireylerin karşılaşacağı tahmin edilen sorunların çoğunun yanıtlarının, önceden (okulda) belleklere yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Birey, ezberlediği bu kalıpların dışında bir sorunla karşılaştığında derhal bir “öğretmen” (erişkinlikteki adı “kurtarıcı”dır) aramaya başlamaktadır. İşte bu arayış içinde ilk başvurulan çare, “bireylerin ne zaman ne yapacaklarını belirleyen” “yasalar” ve “anayasa” olmaktadır. Anayasa ve yasaların, “bireylerin neleri yapamayacaklarını değil neleri yapabileceklerini sıralaması”nın kökeni, eğitim sistemimizin ana özelliği olan “bireyin neye ihtiyacının varsa onların devlet tarafından belirlenip ona belletilmesi” yani ezber’dir.
Vatandaşların, her sorununa çözüm bekledikleri yerin meclis olmasının nedeni de yine, “bir başkasının ne yapacağımızı bize öğretmesi -ezberletmesi- alışkanlığımız” dan ötürüdür.
Anayasa ve yasaları meclis, refah ve mutluluğun kuralları olan hukuku ise toplum üretir. Toplumumuz işte bu hukuku üretememekte, onun yerine sürekli olarak yasa üretmekte, işe yaramadıkça yeniden üretmektedir.
Her idare, sorunların kaynağını iyi anayasa ve yasaların bulunmayışında görmekte, bütün siyasi partiler, yeni yasalar çıkararak toplumu geliştirmek için iktidar mücadelesi yapmaktadırlar.
Hukuk bir anlamda üretim ve paylaşım ilişkilerini düzenlediğine göre, gerçek anlamda bir üretim* yapmayan toplumumuz bir çeşit belirsiz denklem takımını çözmeye uğraşmaktadır.
Devlet, tarım kesimini, belirlediği taban fiyatlarla, özel sektör çalışanlarını ise kamu toplu sözleşmelerine indeksleme yoluyla bir çeşit devlet memuru yapıp, bunun dışında kalanları da memur, sözleşmeli ve kamu işçisi adları altında kendine bağlayıp bütçesinin %80’ini böylece harcarken, kamu personelinin refah sorununun , anayasaya konulacak grev hakkı ile çözülüvereceği sanılmaktadır.
Doğru soru sorabilme geleneğimiz oluşmuş olsaydı, herhalde sorulabilecek bir soru, “halen var olan yasalarımız niçin yeterince uygulanamıyor? Yeni yasalar yapılarak bunların uygulanması sağlanabilir mi? Yoksa başka nedenler mi vardır, varsa o nedenler nelerdir?” şeklinde olabilecekti.
Yasalar, toplumun ortak bilinci’nin tanımladığı hukuka oturduğu zaman işlevsel olabilirler. Dünya yüzünde, sorunlarını bu ortak bilinci geliştirmeden, yalnızca yasa ve anayasa yaparak çözebilmiş bir toplum yoktur.
Eğer herhangi bir yerde bir yasanın ardından olumlu gelişmeler görülmüşse mutlaka o yerde önce bir “ortak bilinç temeli” oluşmuş, yasalar da o temelin üzerine sağlamca oturmuştur. Yazılı anayasası bulunmayan, ama ortak bilinç temeli’ni kurabilmiş toplumlar bunun en somut kanıtıdır.
Pazar, 25 Haziran 1995
-
May 25 2012 SORUNLARI ÇÖZMEYE UĞRAŞMAYALIM!
Uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.
Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.
Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.
İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.
Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.
Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır.
Hangi karmaşıklıkta olursa olsun bir sorun, ancak ona yol açan nedenler ortadan kaldırılarak çözülebilir. Aksi halde, yani nedenler devam ettiği sürece, diğer koşullarda değişiklikler yapılarak yalnızca ilk sorunun belirtileri şekil değiştirilir ve bir süre sonra yeni belirtilerle, yeni (ve daha ağır) sorunlar doğar.
Kamu yönetiminde ister bürokrat ister politikacı olsun, bu altın kuralı tam anlamamış kişiler, sürekli olarak yeni koşullar oluşturup belirtilerin şekil değiştirmesine çalışırlar ve böylece sorunları “çözdüklerini” düşünürler.
Dışarıdan bakan bir kısım seyirci de sorunların çözüldüğünü sanır. Ve sevinir.
Salı, 05 Temmuz 1994
-
May 25 2012 SORULMAYAN SORULAR!
Üzerinde ambargo bulunmasa da düşünülmesi bir yolla caydırılmış olabilecek kavramlar ve o kavramlarla ilgili kesimler var. Bu kavramlardan birisi eğitim, bununla ilgili kesim de eğitim sınıfıdır. Eğitim ve sınıfı “kutsal” ilan edildiği için kimse eğitimin içeriği konusunda konuşamaz, eğitim sınıfının ne yaptığı konusunda soru soramaz, ama eğitime az ödenek ayrıldığı, eğitim sınıfının mağdur olduğu daima gündemde tutulur.
Eğer bir gün gelirse..
Türkiye bir gün eğitimde bir atılım yapabilecekse bunun, eğitimin içeriğinin ve de bu içeriği bunca yıl sorgulamayan eğitim sınıfının sorgulanmasından geçeceği neredeyse kesindir.
Benzer bir kavram da bilim ve teknolojidir. Bununla ilgili sınıf daha bir okumuş-yazmış olduğu için, bir gün gelip bilim-teknoloji kavramının ve onunla ilgili sınıfın sorgulanabileceğini öngörmüş ve buna bir önlem olarak da araya bir başka kavramı yerleştirmiş, böylece oluşan sütrenin gerisinde rahatsız edilmeden yaşamıştır. Bu kavram, araştırma-geliştirme‘dir.
Bilimi hayatımıza sokamadık!..
Ekonomik ve toplumsal alanlarda gelişmenin anahtarlarının en güçlülerinden olan bilim ve teknolojiyi kendine rehber edinmiş toplumlara oranla, yaşamının hemen hiç bir alanına bilimi sokamamış olan toplumumuz, bu garipliğin nasıl mümkün olabildiğini henüz sorgulamaya başlamamıştır. Çünkü ortada o denli açık (gibi) görünen bir yanıt vardır ki, ona rağmen soru sormak neredeyse bilimin yararlarını sorgulamakla eşdeğer sayılabilir.
Bu yanıt da, “ulusal gelirimiz içinden araştırma-geliştirmeye yeterli payın ayrılmamakta olduğu”dur.
Doğru ama tam doğru değil, yani yanıltıcı! .
Bu yanıtın hiç sorgulanmayışının nedeni doğru oluşu, ama tam doğru olmayışıdır. Doğru’dur çünkü gerçekte de ulusal gelirimizden araştırma-geliştirmeye ayrılan pay, kendimizi karşılaştırabileceğimiz ülkelere oranla 10 ila 40 kat daha düşüktür.
Devlet yücedir, o halde işler onundur..
Soru sorma konusunda çocukluğundan beri susturulmuş ve her ne yapılması gereken iş varsa bunları devletin yapması gerektiğine, kendisinin ise yalnızca talep etmek ve yakınmak gibi iki görevi bulunduğuna inandırılmış bulunan insanlarımız, ulusal pay içinden araştırma-geliştirmeye kimin para ayıracağını da sormamış, bunun olsa olsa devletin bir görevi olduğunu düşünegelmiştir.
Sloganlar afyondur..
Sokaktaki insanı ile aydınının düşünme biçimi arasında pek fark bulunmayan, her ikisinin de sloganlarla düşünmeye yatkın olduğu toplumumuzda, genelde aydın kesim, özelde ise bilim sınıfı da bunu böyle yorumlamıştır. Yani devlet, bütçe içinden araştırmaya pay ayıracak, bununla araştırma kurumları kuracak, üniversitelere para dağıtacak, bilimsel ünvan sahiplerini, gelişmiş ülkelerde benzer ünvan taşıyanlarla benzer yaşam ve tatmin standartlarına çıkaracaktır.
İşi para kazanmak olanlar ile sorunlarla ilgilenmek olanlar: iki kesimli toplum!
Bu süreç bu şekilde işlerken, toplumu oluşturan diğer kesimlerin ise bu bağlamda bir yükümlülükleri yoktur. Onlar yaşayacaklar, para kazanacaklar, eğlenecekler, devlet ise araştırma-geliştirmeye pay ayırıp, bu kişilerin daha çok para kazanmaları için gerekenleri -onlar her ne ise- yapacaktır. İnsanların tek görevi ise, devletin kendilerine ilgi göstermediğini, yanıp bittiklerini, araştırma-geliştirmeye yeterli pay ayrılmadığı için gerekli rekabet gücüne erişemediklerinden yakınmaktan ibarettir.
Bu toplumsal iş-bölümü içinde yanlış birşeyler bulunduğu bellidir. İlk kuşkulanmamız gereken, bu araştırma-geliştirme denilen işin kimlerin işi olduğu ve bu konuda zihnimizi berraklaştırmaktır.
Araştırma denilen nedir?
Araştırma, işlerin daha iyi, daha hızlı, daha ucuz ve paydaşlarına daha yüksek tatmin sağlayacak biçimde nasıl yapılabileceğinin mümkün olan her yolla ve bu süreçlere dahil olan kimler varsa onların tamamınca araştırılması; geliştirme de, bu işlere konu olan mal ve hizmetlerin, mevcut durumlarından, hedeflenen bu durumlara erişilebilmesi için bir plan uyarınca hareket edilmesi eylemidir.
Bu tanıma göre yapılması gerekenler, toplum yaşamının tamamını kapsamaktadır.
Yani araştırma herkesin vazgeçilmez işidir!
Yolların daha iyi, daha ucuz nasıl süpürülebileceği, trafik cezasının daha az zahmetle nasıl kesileceği, seçimlerde boyanmadan ve kuyruklarda beklemeden nasıl oy kullanılabileceği, tekstil ya da otomotiv ürünlerimizin katma değerlerinin nasıl yükseltilebileceği, maliyetlerimizi nasıl doğru hesaplayıp kar ettiğimizi sanarken batmaktan nasıl korunacağımız, parlamentoda daha az sorunun nasıl biriktirilebileceği, on-onbeş kişilik bakanlar kurulunun, ellişer kişilik bakanlıkların nasıl mümkün olacağı, insanların beyinlerini yıkamaya kalkışıp her türlü fanatizme çanak tutmadan nasıl eğitim yapılıp sonra da yobazlıkla karşılaşmayacağımız ve daha yüzlerce alanda araştırma -geliştirmeye ihtiyaç vardır. Ve bu araştırma-geliştirmeyi yapacak olanlar bizzat bu işleri yapanlar, bu kişileri yetiştirenler, bunlarla ilgili usulleri koyanlar ve bu işlerin bilimini yaptığını söyleyenlerdir.
Devletin rolü ise yalındır: toplumun verdiği katkılardan -vergiler- bir bölümünü, bu çabaları özendirecek şekilde ve de başka alanlardaki ihtiyaçları da dikkate alarak kullanmaktır. Devletin yapmaması gereken ise son derece nettir: Devlet hiç bir şekilde, vatandaşların yapmaları gereken işleri onlar adına ya da onlar yerine yapmamalıdır.
Şimdi, ulusal gelirden araştırma-geliştirmeye az pay ayrıldığı yargısının niçin tam-doğru olmadığı anlaşılmalıdır. Pay ayırması gerekenler, bizzat bu işten yakınanlardır.
Şimdi bu soruya yanıt bulmalıyız!
Ve yine şimdi, artık sorulabilmelidir: bilim sınıfı bu gerçeği niçin saklamaktadır. Farkında olmadığı için mi, kendisini çaba harcamaktan korumak için mi, yoksa devlet eliyle yapılacak araştırma-geliştirme, bu sınıfa daha büyük avantajlar sağladığı için mi?
Bu sorular yanıtlanmalıdır. Suçlu bulmak için değil, karabasanı yırtabilmek için!
-
May 25 2012 SIKINTISIZ YAŞAM!
Hemen her insanın genel hedefi “sıkıntısız” bir yaşam değil midir? Kişiler, toplumlar ve idarenin amacı sorunları enaza indirmek, mümkünse yoketmek değil midir?
Ama , “her dokunduğum altın olsa” diye yakaran kişinin dileği kabul olduğunda nasıl bir cehennem hayatı başladıysa, “Tanrım bana acı verme” diye dua eden birisinin de aynı cehennemle karşılaşacağından şüphe yoktur.
Acılar, sıkıntılar hatta felaketler, aslında Tanrı’nın insanlara verdiği en değerli yol göstericilerdir. İnsana verilen en büyük ceza, en büyük felaket ise onlardan yararlanmayı, ders almayı bilmemek, öğrenmemeye çalışmaktır. Doğru yorumladığınız takdirde neleri yapmamanız gerektiğini şaşmaz bir doğrulukla gösteren sıkıntı kaynaklarından daha sağlam bir dost bulunabilir mi? Ya da aksine, her türlü uyarıya karşın onlardan öğrenmeyen bir kişi için , kendisinden daha tehlikeli bir düşman var mıdır?
Ama ne gariptir ki insanlar, binlerce yıldır putlara va Tanrı’ya hep bu gerçek dostu kendilerinden ayırması için yakarmaktadırlar.
Toplum yaşamımızdaki çeşitli sorunlara bu gözlükle bakınca, ne kadar çok ve yol gösterici işaretle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yapılacak şey bunları doğru yorumlayıp, gereğini yapmak; yapılmaması gereken ise, sorunun kaynaklarını kurutmak yerine o işaretleri yani sorunun neden olduğu sıkıntıları gidermeğe çalışmaktır.
İşte gündelik ve köklü politikalar arasındaki ayrım buradadır. Her nerede”bu sorun nerelerden kaynaklanıyor?” diye soruluyorsa orada köklü politikalara yönelim vardır. Her nerede “sıkıntıları giderelim” diye bir eğilim varsa orada ise gündelik politika vardır.
“Çöp patlaması”, “hava kirliliği”, “trafik terörü”, “köktenci eğilimler”, ya da “adalet personelinin ücretleri” sorunlarına bu yaklaşımla bakıldığında son derece yararlı işaretler görülecektir. Yeter ki bu işaretlerin ne anlama geldiklerini merak edip,”bunlar niçin oluyor” diye sorabilelim.
-
May 25 2012 ŞAPKADAN TAVŞAN NASIL ÇIKARILIR?
Herşeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki şapkadan tavşan çıkarmak güçtür. Tabii, tavşandan daha büyük ve daha hareketli hayvanları çıkarmak çok daha zordur. Çühkü bir defa şapkaya sığmazlar, haydi bir an için sığdığı kabul edilse dahi bu defa da şapka içinde kıpır kıpır hareket edecekleri için iş daha da zorlaşır.
Bu güçlüklerin dışında, olmayan birşeyi var etmek ya da olan birşeyi yok etmenin imkansızlığı meselesiyle karşı karşıya gelinir. Bu, öyle yaptım oldu demekle çözülemez.
Ancak çok dikkatli olmak ve bu konuda epeyce tecrübeli olmak lazımdır, yani birdenbire tavşan çıkarmak yerine önce, sinek, böcek, kertenkele, kuş, sıçan gibi hayvanları çıkarmaya çalışmak gerekir.
Buna genel olarak hokus pokus denilebilir. Hokus pokus, halk arasında sirk hokkabazlarının göz boyama seansları sırasında seyredenlerin dikkatini başka yere çekmek için kullandıkları bir araç olarak addedilirse de aslında bu katiyen böyle anlaşılmamalıdır. Hokus pokus, imkansızı imkanlı yapmak için kullanılması gereken bilimsel bir metoddur.
Görüldüğü gibi, şapkadan tavşan çıkarmak için önce inançlı olmak, sonra da bir hamlede kulaklarından tutup tavşanı çekip çıkarmak yeterlidir.
Çevreden itiraz edenler, bunun seyircileri ahmak yerine koymak olduğunu iddia edenler bitabi olacaktır. Zaten her şapkadan herkesin tavşan filan çıkaramayışının nedeni de budur. Yoksa herkes her fırsatta tavşan çıkarır etraf tavşandan geçilmez olurdu. Hele demokrasilerde, konuşan toplumlarda bu daha da zordur. Alimallah adamı rezil ederler.
Anlaşılacağı gibi bu tür operasyonlar için seyircilerinde biraz şey, yani hoşgörülü olması gerekir.
Bu faydalı metodu, çeşitli meseleleri çözebilmek için kullanmak, tavşan çıkaran kadar seyredenlerin de istekli olmasına bağlıdır. Yoksa evvelce olduğu gibi ne tavşan çıkar ne başka birşey.
Şimdi durup dururken bu şapka-tavşan muhabbeti nereden çıktı denilebilir. Herhangi özel bir neden yok. Zaman zaman önemli bilimsel ilkeleri gözden geçirmek, unutmamak için de tekrarlamak lazım olduğu için aklıma geldi.
17 Ağustos sonrasında birşeyler yapıp eski günleri geride bırakmak, eski sorunların bulunmadığı yepyeni ortamlara varmayı -ama bizden de birşeyler istemeden- arzu ve temenni edenleri gördükçe şapkadan tavşan çıkarmak aklıma geliyor.
Herkes, kendi alanındaki alışkanlıklarını değiştirmek için zorlu çabalara girmeden birşeylerin değişeceğini ummak, şapkadan tavşan çıkarmak daha da imkansızdır.
-
May 25 2012 RADYASYON KOMEDİSİNİN BİR PERDESİ
Tarih denilen bilim dalına ait herhalde bazı kalıp tanımlar olsa da ona, “geçmişteki çeşitli süreçleri ve bunların etkileşimlerini aydınlatma bilimi” denilebileceğini düşünüyorum.
Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzun tarihinde bazı aydınlatılmamış süreçler bulunduğunu, bunlar tam olarak ortaya çıkmadan da “çağdaş uygarlığa erişme” savaşımımızın asla başarılı olamayacağını söyleyebilirim.
Bu süreçlerden birisi “icatçılık”tır. Toplumumuz geleneksel olarak icat yapana kötü gözle bakmış, onu öyle veya böyle bir punduna getirip cezalandırmış ya da onu yapamamışsa aşağılamış (ya da çalışmış)tır.
I Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (evet şaşırmayın birden fazla vardır) denilen utanç verici olay bunların en yaygın olarak bilinenidir ama en basitidir. Galata Kulesi’nden kanat takıp uçan ve bugünkü hang-glider’lerin büyükbabasını yapan bu “bin ilimler ustası” Ahmet Çelebi, zamanın padişahı üzerinde panik yaratmış, bu adamın olası icatlarının toplumu -allah korusun- uyandıracağı korkusuyla derhal Cezayir’e sürülmüştür.
Matbaanın 300 yıl kadar yurda sokulmayışı bundan da önemli bir olaydır ve ardışık sonuçlarının neler olduğunu, sosyal bilim ulemamız henüz merak etmemiştir.
Bu olaylar zannedilebileceği gibi tarihte kalmamış halen de devam etmektedir.
1986 yılında, kanser konusundaki gözlemleri üzerinde bilimsel araştırma yapılmasını isteyen bir hekimimiz mahkemeye verilmiş, meslekten menedilmeye çalışılmış ve kendisi basınımız tarafından “Zakkumcu Ziya” olarak aşağılanmaya çalışılmıştır. 1992 yılında A.B.D. ve Kanada’da buluşuna patent verilen bu hekimimize o zaman yöneltilen eleştiri, “senin doktoran yok ve böyle bir ilaç olabilseydi yabancılar bulurdu!” olmuştur. O günlerde, buluşu için yaptığı patent başvurusuna uzun ünvanlı yetkililerin “patent bir şey ifade etmez, her başvurana patent verilir” diyerek bu konudaki olağanüstü bilgisizliklerini göstermişlerdi. (Bilindiği gibi patent, bir konuya ancak bir yenilik yani katkı getiriyorsa verilebilir).
1992 yılında başlayıp hala süren II Hezarfen Olayı’nda ise, bir araştırma denizaltısı yapan bir mühendisimiz ağır cezaya verilmiş olup, Muğla valimizin çabalarıyla kendisine hukukun üstünlüğü “gösterilmeye” (ben sana gösteririm anlamında göstermek) çalışılmaktadır.
Tarihimizde aydınlığa kavuşmamış süreçlerden bir diğeri ise “akılcı düşüncenin toplum yaşamımızdaki egemenliği” dir.
Çağdaş uygarlığı oluşturmuş ve halen de ona katkıda bulunan toplumların temel niteliklerinden birisi olan akılcı düşünce’nin, toplum yaşamımıza egemen olamayışı, her soruna üstünkörü yaklaşıp bir “esas mesele” ile açıklamaya çalışan yarı-aydınlarımızca “islamiyetin kaderci yaklaşımı” ile izah edilirse de durum bunun tam tersidir. Bu akıldışılık, olsa olsa islamiyetin de yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bir ahlak öğretisi olarak toplumun en yüce değerlerinden birisi olmak gereken din kurumu bir dejenere politik ideoloji haline getirilmiştir.
Akıldışı yaklaşım örneklerimizin sonuncusu 1993 tarihlidir. Bir gün, toplumumuzun “akılcı düşünce süreci” ni inceleyecek toplum bilimcilerin,
I ve II Hezarfen Olayları’nın yanısıra hatırlayacakları bu olay Radyasyon Komedisi’dir.
Bir gazete haberinin güvenilirlik sınırları içinde şu ifadelere bakınız:
“Burada vazifeyi ihmal var, ama nereden nereye yükselir belirlemek zor. …………………. Radyoaktif maddeler Türkiye’yi ne kadar etkilemiştir? Kesin ölçümler yapılmış mıdır? Halkın sağlığı ne denli riskle karşı karşıya kalmıştır? Böyle bir risk varsa kanser hastalığı yapar mı? Bunları bilemiyoruz. Bilim adamları bir şey saptadılarsa açıklamalı. Bugünkü ceza kanunumuz sorumluları cezalandırmak açısından çok yetersiz. Tazminat davaları açıldı. Ama sebep-sonuç bağı bulunmadığı için bu davalar reddedilmeye mahkum.”
Bunu söyleyenin, her konudan bir politik çıkar uman bir kişi ya da sokaktaki bir adam olduğunu sanabilirsiniz. Ama öyle değildir. Bunu bir hukuk profesörü söylemektedir. Daha doğrusu gazete, öyle söylediğini yazmaktadır. Umarım durumumuz bu kadar vahim değildir.
Yani kısacası söylenen şudur: Ortada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, ama bunlar suçludur(!).
Akıldışılık, akılcılığa dönüştürülemediği sürece toplumumuz hiç bir sorununu çözemeyecektir. Mesele bununla da bitmeyecek, toplumumzun her kurumu, sorun çözmek bir yana sürekli sorun üretecektir. Başka ülkeleri yücelten kurumların nasıl olup da bizim elimizde birer “sorun üreteci” olduğunun nedeni bu akıldışılık’tır.
İşimizi gücümüzü bırakarak bu noktaya bakmalıyız. Türk toplumunun bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz.
-
May 25 2012 BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM !
Bundan tam 6 yıl önce, 26 Mayıs 1994’de yazdığım bir yazıdan bazı alıntılar yaparak, bugün içinde bulunduğumuz ve de herkesin ayrı bir kurtuluş reçetesi önerdiği ekonomik krize farklı bir açıdan bakılmasını sağlamaya çalışacağım:
«……..Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.
Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır….
…..Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.
XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandırdığı rivayet edilen IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır…..
….Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”,olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.
Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.
Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır……
…Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.
Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.
Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.
….T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.
Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır….
…İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?
Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?
Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?
Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?….
…Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.»
Beş yıl içinde böyle bir tartışma başlatamadık. Geçtiğimiz haftalar içinde II. Teknoloji Kongresi sırasında da dile getirilen bu yaklaşım, tekrar gündeme gelen ekonomik kriz içinde acaba aydınımızın gündemine girer mi?
-
May 25 2012 NE YAPMALI?
İnsan derisi 65 derece sıcaklıktan sonra yanmaya başlar. Ya da bir kişinin kafasına vurulacak 100 kilogramlık bir ağırlık onu öldürebilir. Zehirli bir akrep ya da yılan, bir ısırışta bir insanı öldürebilir.Ama diğer yandan, 700 derecelik kor ateşin üzerinde yürüyen insanlar vardır. Ağır sıklet boksörlerinin yumruklarının uyguladığı kuvvet 300 kilogramdan fazladır. Efsunlanmış denilen insanları ise yılan ve akrepler öldürememekte, hatta onları ısırmamaktadırlar.
On misli sıcaklıktan, üç misli kuvvetten ya da yılan ısırığından etkilenmemek, organizmayı eğitmek suretiyle mümkündür. Bu eğitimler, organizmanın bu tahripkar etkilere karşı “hazırlıklı” olmasını sağlarlar. Bu, vücudun salgıladığı ve yanma ya da zehirlenme olgularına engel olabilecek, kasların direnimini olağanüstü artırabilecek salgılar yoluyla olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan organizmasına o inanılmaz direnci veren şey, zamanla ve eğitimle kazanılan -ya da mevcut olup da ortaya çıkarılan- , “hazırlıklı olma” becerisidir.
Sosyal organizmaların, dış etkenlere karşı davranışları da benzerdir. Bir toplum da, kendini tahrip edebilecek iç ve/ya dış etkenlere karşı ancak bu yolla, “hazırlıklı olma” yoluyla karşı koyabilir. Bu iç ve dış etkenlerin ne olduğu önemli değildir. Hatta o denli önemli değildir ki, hazırlıksız bir bünyenin, o etkenleri bizzat kendisinin dahi ürettiği söylenebilir.
Toplumumuz, çeşitli sorunların çok yönlü kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle çeşitli derinlikteki kaynakları birbirinden farklı olduğundan ve herkes farklı derinliklere baktığından, bir “tanı karmaşası” yaşanmaktadır.
Bir kesim insana göre, en önemli sorun köktendincilik, bir kesime göre İslam’dan sapış, bir bölümüne göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır.
Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister “görünen sorun” (hayalet sorun), isterse “kaynak sorun” olsunlar, katı bir gerçek, toplumumuzun bunları çözemediğidir. Çünkü toplum, ne bunlara ne de başkalarına karşı koyabilecek “hazırlıklar”a sahip değildir. Bunu hisseden iç bünye de, dış ortam da (sokak deyimiyle dış mihraklar), bu topluma sürekli sorun üretmektedir.
Bir toplum bünyesi, olası sorunlar için nasıl “hazırlıklı” olabilir?
Bir insan bünyesi, olası sorunlar için -300 kiloluk yumruk, 700 derece sıcaklık ya da yılan ısırması gibi-, egzersiz ya da bir başka tür eğitimle, o sorunlara karşı birer “sorun çözme kalıbı” hazırlamakta, o sorunun varlığına işaret eden bir sinyal aldığında da “hazırladığı” kalıbı harekete geçirmektedir. Bunlara ek olarak da, her tür soruna müdahale etmeye hazır esnek güçleri harekete hazır olarak tutmaktadır.
O halde toplum bünyesi de, karşılaşabileceği sorunlar için böylesine ikili bir önlem stratejisi geliştirmek zorundadır. Bunlardan birisi, toplumun sorun çözme kabiliyeti denilebilecek beceridir. Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce onu anlamaya çalışmak, onu soyutlamak, analiz etmek, ona yol açan nedenleri bulmak, bunlar için yaratıcı çözümler üretmek gibi “sorun çözme aletleri”ni hazırda tutmak, bu becerinin özellikleridir.
Diğer önlem ise, çeşitli sorunlar karşısında örgütlenerek onlarla mücadele etmektir.
İşte bu iki önlem, bir toplum bünyesinin, olası iç ve/ya dış kaynaklı sorunlara karşı “hazırlıkları”dır.
Bu iki önlem açısından durumumuz nedir? Sorun Çözme Kabiliyetimizin düşük olduğunun en sağlam kanıtı, düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur.
Sorunlar karşısında örgütlenme konusunda ise iki ayrı zafiyet söz konusudur: Birincisi, örgütlenme kültürümüzün zayıflığıdır. En seçkin kesimlerin toplantılarında dahi, çok sayıda fikrin üretilmesine izin vermeyecek kadar uzun konuşulması, toplantıların başlama ve bitiş saatlerine uyulmayışı gibi en temel örgütlenme ilkeleri gözardı edilir.
Örgütlenme konusundaki ikinci zafiyet, sorunların tanımlanması konusundadır. Doğru tanımlanmamış bir sorunun çözümlenmesi imkansızdır. Rahatsızlık duyulan bir Görünen Sorun’un kaynaklarına inilmeden o sorun çevresinde yapılacak örgütlenme daima tek sonuç verir: yakınılan sorunun daha da büyümesine fırsat hazırlanmış olur!
Sorunlardan yakınan ve bunların çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin benimseyebilecekleri çeşitli yollar vardır.
Bunlardan biri, sorunların kimyasını öğrenmektir: Çok sayıdaki “Görünen Sorun”un, hangi temel sorun elementlerince (Kaynak Sorunlar) oluşturulduğunu, bunların, aralarında nasıl yeni bileşikler yaparak çoğaldıklarını, olumsuzluk üreten bir “sebep-sonuç” döngüsünün nasıl olumluya çevrilebileceğini anlamak ve bunlara göre yaratıcı çözüm geliştirme becerisi geliştirmek, bu yolda ilerleyen kişi ya da kuruluşlara yardım etmek bir yoldur.
Bir diğer yol daha pratiktir. Toplumda çok sayıda insana yaygınlaştırılabildiği takdirde olağanüstü sonuçlar almak, bu yolla mümkündür. Zaten, eğer bu tür bir örgütlenme yaygınlaştırılamaz ise o takdirde, toplum olası sorunlara karşı hazırlıklı da olamaz.
Bu yol, insanları rahatsız eden çeşitli sorunlar için “Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri” oluşturmaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ise ayrı bir yazıda işlenecektir.
Salı, 20 Ağustos 1996