• BİLİŞİM BAKANLIĞI !

    Dünya’nın çeşitli toplumları içindeki “sokaktaki insan” denilen kesimler arasında bir yarışma düzenlense ve bunların çözüm ürettikleri sorunların tip ve cinsleri yarıştırılsa, bizim sokaktaki insanlarımız büyük farkla birinci olurdu. Şimdiki adı “kahve”, orijinal adı ise kıraathane (okuma yeri) olan yerlerdeki boş vakti fazla vatandaşlarımızın el atmadığı bir sorun alanı -hemen hemen- yoktur. “Bilişim”, bu alanların dışında kalıyor zannedilebilirse de, “robotlar, cep telefonu ve bilgisayar” başlıkları altında çoktan ilgi alanına alınmış bulunmaktadır.

    Buralarda üretilen çözümler öyle rastgele akla geldiği gibi olmayıp, belirli bir sistematiğe oturur. Şöyle ki:

    1. Sorun, mevcut kamu kurumlarından birisinin alanına giriyorsa 3’e, girmiyorsa 2’ye gidiniz
    2. Yeni bir kurum kurulmalı, bu kurum tercihan başbakan yardımcılığı, o olmuyorsa bakanlık, hiç olmazsa genel müdürlük olmalıdır. Ancak hiç bir durumda daha aşağısına razı olunmamalıdır. Bu adım gerçekleştirilince 8’e gidiniz.
    3. Bu alanda mevcut bir yasa varsa 5’e, yok ise 4’e gidiniz.
    4. Bir yasa çıkarılmalı. Yasa çıkınca 8’e gidiniz.
    5. Bu alandaki yasa yeterli yaptırımı sağlayabiliyor sa 7’ye, yoksa 6’ya gidiniz.
    6. Yaptırım gücü mevcuda göre daha yüksek bir yasa yapılmalı, ayrıca anayasaya paralel bir hüküm konulmalı ve üstüne üstlük -ibret olması için- bu yasa hükmüne uymayan birkaç kişi hemencik sallandırılmalı. Gerçekleşince 8’e gidiniz
    7. Bu konuda Devlet Politikası gerekir. (Bu, hiç bir siyasi partinin bozamayacağı, yani askeri darbelerden sonra yapılan bir yasa gibi olmalı demektir). Ayrıca, bu önemli konunun, siyasilerin erişemeyeceği bir yere konulması iyi olur. Yapılınca 8’e gidiniz
    8. Sorun çözülmüştür. Rahat!

    Bu algoritmadan hemen anlaşılabileceği üzere, kahvelerdeki vatandaşlarımız öyle sanıldığı gibi boş durmamakta, ülkemizin sorunları için durmadan çözüm üretmektedirler.

    Çağımız bilişim çağı olduğu ve bu alanda birçok sorun mevcut olduğu için, yeni hükümetimize bir hizmet olmak üzere, bu sistematik uyarınca geliştirilecek 2 numaralı çözüm herhalde yakında ilgililere sunulacak ve bir “Bilişim Bakanlığı”nın kurulması gündeme gelecektir.

    Bu çalışmalar sırasında dikkate alınması yararlı olabilecek bir küçük hatırlatmayı, yukarıdaki algoritmaya bir ilave yoluyla yapmak bir görev sayılabilir. Bu da, çevre, insan hakları, bilim ve teknoloji, trafik, bilişim gibi alanların birer süreç oldukları, süreç yönetimlerinin ise fonksiyonel biçimde örgütlenme yoluyla yönetilemeyeceği, çünkü süreçlerin, onları ilgilendiren tüm fonksiyonları -ki tüm fonksiyonlardır- yatay biçimde kestiği gerçeğinin hatırlanmasıdır.

    Eğer bilişim alanında sorunlar varsa, önce bunların nedenlerine, sonra onların nedenlerine, daha sonra da onların nedenlerine ilh. bakmak ve böylece daralan “kök nedenler” alanına girmek gerekir. Orada bulunacakların ne oldukları belki sürpriz olacaktır. Ama içlerinde “Bilişim Bakanlığı”nın bulunmayacağı kesindir.

    2 Ekim 2001

  • BEYİN GÖÇÜNÜ TERSİNE ÇEVİRMEK!

    “Yurt dışında bulunan ve kendi alanında başarılı olmuş insanlarımızı yurda getirmek ve bu yolla ülkemizde bir gelişme sıçraması yaratmak” düşüncesi, sık sık dile getirilen bir öneridir.

    İlk bakışta gerçekten de heyecan verici bu düşünce, diğer yandan bazı gerçekleri açığa çıkarması nedeniyle çok yararlıdır. Şöyle ki;

    Halen yurt dışında bulunan ve bulundukları yerlerde temayüz etmiş bulunan `beyin’ler, kısmen sahip oldukları nitelikler, ama büyük ölçüde de içinde bulundukları ortamlar nedeniyle birer `beyin’ durumundadırlar.

    `Ortam’ faktörünün dikkate alınmayıp marifetin o insanlarda olduğunun sanılması, nitelikli insanlardan nasıl yararlanılabileceği konusunda yanlış modellere sahip olunduğunun ya da bu konuda fazla düşünülmemiş olmanın bir işaretidir.

    Nitekim, yurt dışında sürekli olarak başarılı çalışmalar yapmakta (daha doğrusu o çalışmaların birer parçası olabilmekte) iken herhangi bir nedenle geri dönen insanlarımızın -çoğunun-, umulduğu gibi sıçrama yaratamayışları, aksine, yurt dışına göçmemiş olarlardan daha düşük performans gösterebildiği nadir değildir.

    “Tersine beyin göçü” düşüncesinin açığa çıkardığı bir diğer gerçek, `kalkınma’ denilen sürecin yeterince anlaşılmamış olduğudur. `Kalkınma’, bir kısım insanın olduğu yerde oturup, bazı kurtarıcıların ya da “beyin”lerin gelip onları `onlara rağmen’ kalkındırması süreci değildir.

    Peki, yurt dışında yaşayan ve yüksek performans göstermekte bulunan insanlarımızdan yararlanmak mümkün değil midir? Mümkündür ve hatta bu zorunludur. Ama bunun için `yapılmaması’ ve `yapılması’ gerekenler vardır.

    Yapılmaması gerekenlerin başında, bu insanlarımızın, başarılı oldukları ortamlardan koparılmaması gelmektedir. Yani “tersine beyin göçü” düşüncesinden vazgeçilmelidir. Onlar, ancak oralarda olduğu sürece bulundukları ortamların değerlerini Türkiye’ye aktarabilirler.

    Ancak, bu `aktarma’ kendiliğinden olamaz. `Networking’ (ağ oluşturma) yöntemi, bu aktarma için kullanılabilecek mükemmel bir metodtur. Buna göre, nesneleri fiziksel olarak biraraya getirmeye dayalı geleneksel kurumlaşmalar (dernekler, vakıflar, kurullar gibi) yerine, nesneleri yerlerinde muhafaza edip aralarında iletişim kanalları oluşturulur.

    Yurt dışında, Dünya’nın önemli bilim, sanat ve ticaret odaklarında yaşamakta bulunan insanlarımız arasında oluşturulabilecek bir “ağ sistemi”, bu değerli insanlarımızın o odaklardan sağlayabilecekleri bilgi ve imkanları Türkiye’ye ulaştırabilirler.

    Bunun gerçekleştirilmesi çok kolay değildir. Ancak bunun aksi, yani bütün bu insanlarımızı o verimli ortamlardan koparıp yurda getirmek hem daha güçtür ve üstelik de yararsız ve de zararlıdır.

    Bunun gerçekleşebilmesi ise, Türkiye’de yaşayanların, sorunlarını `bilgi dışı’ yollarla değil `bilgi’ ile çözmeye çalışmaları ve böylece bilgiye ihtiyaç duymalarına bağlıdır.

    5 Haziran 2000

  • Beton Makinaları, Boş İşçiler ve İşsizler!

    İşgüçünün nadir ve dolayısıyla da pahalı olduğu ya da işgücü niteliğinin yüksekliği nedeniyle niteliksiz işgücünün bulunmadığı ülkelerde bu sorun otomatik makinelerle aşılmaktadır.

    Ülkemizde durum ise daha farklıdır. Özellikle belediyelerimizde, bütçelerinin %70-80’ini harcayan ve büyük çoğunluğu da düşük nitelikli olan işçilerimiz varken, inanılmaz bir makineleşme de sürüp gitmektedir.

    Bu yüzden de, makinelerin yanında eli cebinde duran boş insanlara rastlamak genel bir durum haline gelmiştir.

    Benzer durum özel sektörde de vardır.

    Örneğin artık hemen her yerde, binalara beton dökülürken hortumunu uzatmış beton döken makinalara rastlıyoruz. Rastlamak bir yana, elle beton karıp döken işçiler artık istisnadır.

    Şöyle bir hesap yapalım:

    Bir beton pompası makinesinin değeri 3 milyar TL, bu yatırımın aylık faizi ise 300 milyon TL cıvarındadır.

    Bu ise, aylığı bürüt 3 milyon TL olan 100 işçi demektir.

    Demek ki bu başabaş noktasına ulaşıncaya kadar işçi çalıştırmak makine kullanmaktan daha ekonomiktir. Ayrıca da makine kullanımı esnekliği olmayan bir yöntemdir. Yani işin azalması halinde makinenin elden çıkarılması mümkün (en azından pratik) değildir.

    Şimdi işin can alıcı sorusuna gelelim:

    Peki bu basit hesabı iş adamlarımız yapmıyorlar da onun için mi ekonomik olmayan bir yola sapıyorlar?

    Cevap basittir: Hayır herkes hesabını iyi biliyor. Ama işçi çalıştırmanın sorunları nedeniyle bu pahalı yolu seçiyorlar.

    Belediye’lerdeki durum ise daha değişiktir. Onlar, siyasi yandaş (görünen) kişilere belediye kadrolarını peşkeş çektikleri için hem makine hem işçi kullanırlar.

    Bu basit gözlemden çıkarılabilecek önemli sonuçlar vardır.

    İşsizlikle mücadele en güç sorunlardan birisi, herhangi geçerli bir bilgi-beceriye sahip olmayan işsizlerin ne yapılacağıdır.

    Bu bakımdan, düşük nitelikli işgücüne ihtiyaç gösteren işler bir altın değerindedir.

    Bu değerli imkanı kullanmayıp, niteliksiz insanları kenarda tutup yüksek maliyetli araç-gereç kullanmak bir trajedidir.

    İşçi haklarını savunmak durumunda olan kurumların, bu acı gerçeğe dikkat etmeleri ve tutumlarını buna göre ayarlamaları gerekir. İşçi çalıştırmayı güçleştiren bu tutum, herşeyden önce işi olanlara yönelmiş en ciddi tehdittir..

  • BEN NEYMİŞİM YAHU !

    Uzun süredir düşünüp duruyorum da bir türlü akıl erdiremiyorum, ben neymişim de kendim bile farkında değilmişim diye.

    Uzun yıllar değerimin farkında olmadan yaşamışım. Eğer bu göreve gelmemiş olsaydım yine de farkına varamayacaktım.

    Beni bu aymazlıktan kurtaran Hüseyin ve Ayşe’ye, Cemal, Müzeyyen, Erhan ve Cemile’ye, Aysel, Ayfer, Ayten ve Muzaffer’e minnet borçluyum.

    Bu memurlarım olmasaydı, ağzımdan çıkan sözlerin hepsinin doğru olduğunu, memlekete ne büyük faydalar sağladığımı, çevremdekilerin hepsinden daha zeki, daha yetenekli ve muktedir olduğumu anlayamayacak, kendimi, alalade bir vatandaş olarak (allah korusun) görmeye devam edecektim.

    Ne zaman ki onlar önümde ceket ve tayyörlerini iliklemeye başladılar, ne zaman ki odacım Şerafettin kahve isteyince topuk vurarak “başüstüne” demeye başladı, işte o zaman içimden bir ses “yahu Cemalettin, sen neymişsin” demeye başladı, değerimin farkına vardım.

    Sonradan düşündüm de hakikaten memurlarımın dediği gibi ben çok büyük bir adamım. Şimdi geldiğim bu görevde inşallah 250-300 yıl kalırım da daha büyük bir adam olurum.

    Laf aramızda en çok hoşuma giden, beni gölge gibi izleyen Celal. Daha doğrusu Celal’in telsizi. Henüz telsizi kullanmasını öğrenmedi ama onu işaret parmağı gibi kullanmayı çok iyi biliyor. Bir yeri işaret edeceği zaman parmağıyla “nah”, “aha” vs şeklinde göstermek varken telsizle işaret ediyor. Dikkat ettim, etraftaki herkes de telsizden çok korkuyor. Hatta geçen gün efendiden birisi, “aman evladım ne olur bana çevirme, şeytan doldurmuş olabilir” gibisinden bir laf etti.

    Bizim hanım söyledi, yan kapı komşumuz Muktedir beyin karısı tutturmuş” illa ben de telsizli koca isterim” diye. Adam da ne yapsın, bu yaştan sonra ona buna rezil olacağına gitmiş telsizli bir adam tutmuş. Ama adam kamu görevlisi filan olmadığı için halim selim görünüşlü biri. Hiç bizim Murat gibi korkutucu bakamıyor. Muktedir beyin karısı da sinir krizleri geçiriyor.

    Bir de bizim makam arabasıyla giderken Murat telsizli kolunu camdan çıkarıp yandan geçen arabalara “kenara çekil ulan” demiyor mu ona bayılıyorum. Vatandaşlar da tabii ki hemen kenara çekiliyorlar. Belli mi olur telsizli adam bu.

    Dairenin önüne gelince üstüme saldırıp pardon atılıp, “sayın müdürüm allah seni bize bağışlasın” deyip çantamı elimden almaları yok mu o çok hoşuma gidiyor. Çantamın içinde saç boyam, tansiyon ilacım ve neskahve poşetlerim var ama kim bilecek, önemli bir şey var sanıyorlar.

    Geçen gün yönetim kurumu toplantısında, çıkaracağımız yönetmenlikleri tartışıyorduk. Daha doğrusu müdürler tartışıyor, ben de bizim çocuğu bir dış göreve nasıl tayin ettiririm diye düşünüyordum. Öyle dalmışım ki yardımcım, “sayın genel müdürüm sizce de uygun mu?” deyince başımı kaldırıp “evet münasiptir” dedim.

    Öğleden sonra arkadaşlar benim bu iki kelimeyle ne derin şeyler söylediğimi keşfetmeye çalışıyorlardı. Demek hakikaten bende bir cevher var. Yoksa bu kadar insan bana yağcılık yapıp kendi dümenlerini mi yürütecekler?

    Ya işte böyle; allah sizlere de nasip etsin diyeceğim ama tabii herkes böyle mesuliyetli işleri kaldıramaz.

    ***

  • BELEDİYE ŞİKAYET SİSTEMİ

    Her yerel seçimde adaylar, belediye hizmetlerinin kapsamını dile getirip, kendilerinin ne geniş bir görev alanına talip olduklarını belirtirlerken, “belediyeler, beşikten mezara hizmet verirler” derler.

    Doğrudur. Bu kadar geniş alandan bu denli ayrıntı düzeyinde sorumlu hiçbir kurum, kuruluş ve kişi yoktur ve olamaz da! Ama ilginç olan nokta, Atlas’ın Dünyayı taşımaya kalkması gibi belediyeler de bu işleri tek başlarına yani halkın katılımı olmaksızın yapabileceklerine kendilerini inandırmışlırdır.

    Bu kesin yargıya şuradan varıyorum. Bakınız, binden fazla belediyenin kaçında bir şikayet sistemi vardır? Halbuki şikayet sistemleri, belediyelerin (ve özellikle de katılımcılık iddiasında bulunanların) en önemli enstrümanıdır.

    Şikayet sistemi bir geri-besleme (feed-back) mekanizmasıdır.

    Toplumda kural koyan kuruluşların başında belediyeler gelmektedir. Ama acaba;

    • bu kurallar ne kadar gerçekçidir?

    • kurallara uyması gerekenler ne kadar uymaktadırlar?

    • uyanlar, niçin ve nasıl uymakta, uymayanlar niçin ve nasıl uymamaktadırlar?

    • kurallara uymayı sağlamanın çareleri nelerdir?

    gibi birçok soru’nun cevabını zabıta memurları değil halkın ancak kendisi verebilir.

    Ama bunun için belediyelere düşen bir görev vardır: Bu bilgilerin iletim kanalını oluşturup onu işler tutmak!

    Demokrasi sözcüğü, bir “kendi kendini tamin aracı” değil aksine somut mekanizmalardan oluşan bir sistemdir. Bu mekanizmalardan birisi de halkın katılımını sağlayan şikayet sistemi dir.

    Batı’nın (OMBUDSMAN) kurumları da işte bu somut ihtiyaçtan doğmuştur.

    Bazı şeyleri yapmak para vs gibi kaynaklara ihtiyaç gösterir. Bazıları ise biraz sağduyu, biraz da beceri.

    Belediye Şikayet Sistemi, bu ikincisini gerektirir bir iştir.

    Ama bu sistemler bir türlü kurulmamışsa acaba bu ne demektir?

    Ağustos 1993

  • BELEDİYE BAŞKANLARININ İLK İŞİ NE OLMALIDIR?

    Belediye başkanı, elinde çeşitli kaynakları bulunduran ve bunları, hizmet vereceği yöre halkının çeşitli ihtiyaçlarının önceliklerine göre tahsis eden kişidir. Bu, hemen tüm başkanlar ve de kendisine hizmet verilecek insanların çoğunluğu tarafından böyle bilinir.

    Ama uygulamanın bu rasyonel ilkeye tam uyduğu pek söylenemez. Ne başkanlar ve ne de halk açısından! Bakınız niçin

    Belediye başkanlarının, genellikle seçime girdiği yöreyi, o yörenin insanlarını, o insanların ihtiyaçlarını iyi bildiği varsayılır. Gerçekten de başkan seçilen kişiler, seçim yöreleri hakkında, sıradan kişilerden daha fazla bilgiye sahiptir. Ancak sorun, sahip olunması gereken bilgilerin genişlik ve derinliği ile sahip olunan bilgilerin genişlik ve derinliği arasındaki farklılıktan oluşur.

    Sahip olunan bilgiler, daha çok seçim için gereken bilgilerdir. Yörenin etkin kişileri, politik dengeler, oylarını politik tavırlara, vaatlere göre belirleyen “değişken oy” sahibi kesimler hakkındaki bilgiler, bir başkanın seçim başarısını belirleyen bilgilerdir.

    Sahip olunması gereken bilgiler ise, yöre halkını oluşturan çeşitli kesimlerin ihtiyaçları ve bu gereksinimlerin göreli ağırlıklarıdır. Bu kesimlerin sayısı tahmin edilebilecekten çok daha fazla ve ihtiyaçları da herkesin bilebileceği sıradan bilgilerden daha değişiktir.

    Bir yörenin halkını oluşturan kesimlerin bir bölümü her yerde aynı, geri kalan kesimleri ise ancak o yöreye özgüdür.

    Hemen her yörede, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, özürlüler, esnaf gibi kesimler bulunurlar. Ama, sanatçı, bilim adamı, yerli turist, harp malulü, çocuk işçi, eski hükümlü, yazar ve daha yüzlerce kesim her yerde bulunmayabilir. Bunların hepsine birden, o yöredeki “ilgi ve çıkar grupları” denilebilir.

    Bu değişik kesimlerin ihtiyaçlarının ne ölçüde bilinebildiği ise ayrı bir konudur. Her yörede bulunan ve herkesçe varlıkları bilinen örneğin bedensel özürlülerin ihtiyaçları, belediye başkanları tarafından tam olarak bilinmekte midir? Ya da daha seyrek olarak rastlanan uyuşturucu bağımlılarının gereksinimleri nelerdir?

    Bir kesimin ihtiyaçlarının bütününe, o kesimin “ihtiyaç profili” denilebilir.

    Bir de bunların dışında var olduğu ancak özel dikkat gösterildiğinde akla gelen kesimler vardır. Dayak yiyen kadınlar bunlardan yalnız birisidir. Bunların özel ihtiyaçları da dahil olmak üzere “ihtiyaç profili” nasıldır?

    Bir belediye başkanının, bütün bu kesimlerin ihtiyaç profillerini ayrıntılı olarak bilebilmesine imkan yoktur. Ancak özel bir sistematik yardımıyla bunlardan haberdar olabilir.

    Belediye başkanının imkansızlığı bir yana, acaba bizzat bu kesimler, ihtiyaç profillerini tam olarak bilmekte midirler? Şüphesiz ki bir kesimin ihtiyaçlarını en iyi o kesime dahil insanlar bilirler. Ama bu, bu kesime dahil her kişinin bu ihtiyaçların tamamını yani o kesimin ihtiyaç profilini bilebildiği anlamına gelmez. Örneğin uyuşturucu bağımlısı veya zeka özürlü ya da sokakta yatıp kalkan bir çocuk bazı ihtiyaçlarını bilir ama, o kesimlerin profilini ancak o konularda araştırma yapanlar bilebilir.

    Kocasından sürekli dayak yiyen, cinsel tacize uğrayan insanlar da bazı ihtiyaçlarını hissedebilir ama bunları bir başkanın yararlanabileceği formda ifade edemez.

    İşte bu nedenlerden ötürü bir başkan, bu profiller ve bunlar arasındaki göreli öncelikler yerine, genellikle kendince önemli gördüğü konulara ağırlık verip kaynaklarını buna göre tahsis eder. Daha sıradan bir ifadeyle, “benim önceliklerim, herhalde yöredekilerin de öncelikleridir -daha doğrusu öyle olmalıdır-” şeklinde düşünür. Böyle düşündükleri, verilen belediye hizmetlerinin birbirine benzerliğinden ve hemen hiç bir belediyenin bir “İhtiyaçlar Profili Dokümanı” na sahip olmayışından bellidir.

    Bir yöredeki çeşitli kesimlerin ihtiyaçlarının “tam” olarak bilinebilmesi, ya belediye başkanlarının uzun süreli ve meşakkatli araştırmalar yaptırmasıyla -ki mümkün değildir- ya da bizzat bu kesimlerin organize olup kendi ihtiyaçlarını birer “İhtiyaçlar Profili Dokümanı” haline getirmeleriyle mümkündür.

    Ancak bugün uygulamada bu ikinci yöntem, iki nedenden dolayı mümkün değildir: Birincisi, çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının pek azı örgütlenmiştir. Organize olmuş bulunanlar da, çıkarları tam olarak ortak olmayan kesimlerdir. Örneğin “körler” böyledir. “Körlük” yanında diğer özellikler -işsizlik, çocukluk, dayak yemek, zenginlik gibi-, tüm körlerin tek “ilgi ve çıkar grubu” olmasını engellemektedir.

    İkincisi, organize olmuş ilgi ve çıkar grupları, ihtiyaçlarının sistematik bir dökümünü yapamamaktadırlar. Mali durumu elverişli ilgi ve çıkar gruplarının dahi -her ne hikmetse- bu tür tesbitleri yap(a)madığı herkesçe bilinen bir gerçektir.

    İşte bu iki nedenden dolayı, belediye başkanları, kaynaklarını tahsis etmede kendilerine yol gösterici olabilecek olan “ihtiyaçlar listesi”ni elde edemezler.

    Pekiyi bu durumda ne olacaktır? Pratikte olan, belediye başkanlarının sezgileri ve daha da çok kendi tercihleri ile sınırlı bir ihtiyaç belirlemesidir. Ve bunun, -iyi niyete dayalı da olsa- haksızlıklarla dolu bir sistem olduğu açıktır.

    Bunları önlemenin bir yolu vardır: “Her doğru en az iki iyi sonuç verir” özdeyişi uyarınca, bu sorunu çözebilecek olan önlem, bir başka yarar daha sağlayacaktır.

    Dikkat edilirse, ortadaki sorun, çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının organize ol(a)mayışlarından kaynaklanmaktadır. O halde, bu nedeni ortadan kaldıracak bir çözüme gereksinim vardır. Böyle bir çözüm, belediye başkanının yöre halkına bir çağrıda bulunup, kendilerini ait hissettikleri ilgi ve çıkar grupları olarak organize olmalarını istemesi olabilir,

    Bu konuda deneyime ya da örgütlenmek için yeterli motivasyona sahip bulunmayanlara yardım etmek üzere de küçük bir büro oluşturulması halinde belediye, çok sayıdaki ilgi ve çıkar grubunun ihtiyaç profillerinin belirlenmesi için bir alt-yapı kurmuş olacaktır.

    Bundan sonra, bu gruplara, ihtiyaçlarının sistematik bir dökümünü nasıl yapacakları konusunda yardımcı olunması gelir. Bu ise çeşitli yollarla yapılabilir. Bizzat belediyenin bir-iki elemanının yol göstermesi olabileceği gibi, bu işi profesyonel olarak yapabilecek kuruluşlardan hizmet satın alınması, belediyenin de bunun ücretini kısmen ya da tamamen karşılaması da mümkündür.

    Bu yöntem uyarınca verilecek belediye hizmetlerinin, mevcut hizmet biçimlerinden epey farklı olacağı, hiç dikkate alınmayan ihtiyaçlara yer verilirken, standart belediye hizmeti haline gelen kaldırım döşemek, özel girişimcilerle rekabet etmek (ekmek üretmek, otobüs işletmek, su satmak, sağlık hizmeti vermeye çalışmak vs) gibi işlerden vazgeçilecektir.

    Bu “doğru” nun sağlayacağı ikinci yarar ise, katılımcı demokratik sistemin vazgeçilmez gereği olan “ilgi ve çıkar gruplarının örgütlenip, bir çıkar dengeleri tabanı oluşturulması” yolunda çok ciddi bir adım atılmış olmasıdır. Hatta bu örgütlenmenin, birçok kamu hizmeti kuruluşunun da işlerini kolaylaştıracağı da görülmektedir. Böylece, herşeyi devletten bekleyen, devletin kullarına (!) uygun gördüğü hizmetlere razı olmayı bir yaşam felsefesi haline getirmiş insanlarımız, bu defa gerçek vatandaş olmanın bilincine ve zevkine varmış olacaklardır.

    Pazartesi, 17 Ekim 1994

  • BECERİKSİZLİĞİN BU KADARI!

    18 Nisan seçimleri ve sonuçları üzerinde yapılabilecek çeşitli spekülasyonlar olabilir. Bundan önceki çeşitli seçimlerle birçok bakımdan benzerlikler ve farklılıklar bulunabilir. Ama, gelmiş geçmiş bütün bu seçimler arasında öylesine bir ortak yan var ki, o hiç değişmedi : oy pusulalarının kötü tasarımı!

    Yüksek Seçim Kurulu adı verilen yüksek kuruluşta, Form Tasarımı denilen ve birkaç saatlik bir eğitimle öğrenilebilecek olan bir becerinin varlığını bilen, bir kişi yok mudur? 21 siyasi partinin adlarının, amblemlerinin ve adaylarının, toplam 2-3 desimetrekarelik -tek yüzlü- bir yere sığması kolaylıkla mümkündür. Halen kullanılan pusulalar ise yaklaşık 5 kat büyüktür ve de ortasından birkaç defa katlandığında verilen zarfa da sığmamaktadır.

    Ayrıca, 4 ayrı sandıkta 4 ayrı zarfla kullandırılan ve her defasında neredeyse ayrı bir kişinin oy kullanması kadar zaman israf ettiren yöntem yerine, bir defada tüm pusulaların verilip, gerekli yerlere mühür basıldıktan sonra tek zarf içinde tek sandığa atılması da mümkündür.

    Vatandaşa yaşamın bu kesitini kolaylaştırabilecek olan bu basit önlemlerin uygulanmayışının birkaç nedeni vardır: birincisi, bu tür -basit de olsa- akıl yürütme isteyen işlere kafası ermemeyi bir marifet zannedip, bunun yerine anlaşılmaz laflar etmeyi “hukuk”, kendi “ezberden belledikleri” dışındaki bir alandaki becerilerden yararlanmayı afra-tafrasına yedirememeyi ise “hukuk adamlığının ağırlığı” saymaktır.

    İkinci neden ise, “bizim vatandaş ufak şeyleri ayırdedemez” anlayışıdır. Siyasi partiler yasasında hiç bir emredici hüküm olmamasına karşın her parti kendine bir amblem edinmiştir. Seçim propagandalarının son günlerinde, mühür basacağı yeri iyice belletmek için, örneğin “önce arıya sonra kalbura bas” gibisinden veciz hatırlatmalarla tek aklının erdiği “kalbura basma” fiiliyle ilişkilendirilmesi, cahil ve ahmak olanların sistemin temel belirleyicisi olarak kabul edildiğini göstermektedir.

    Zaman zaman entel toplantılarında dile getirilen bir özlem vardır: herkese bir oy hakkı yerine, entellektüel düzeyi ile orantılı oy hakkı vermek!

    Bu ne kadar zırva ise, bir sistemi, o sistemi kullanacak olanların en duyarsız ve en cahiline göre tasarımlamak da o denli zırvadır. ATM makinesini ya da cep telefonu kullanmak, belirli bir asgari beceri gerektirmektedir. Hiç kimse bu cihazları başka türlü yapmayı düşünmemektedir. Toplumsal yaşam, asgari bir “genel okur-yazarlık düzeyi” ister. Köylü standartını -ki köylülerin çoğunun bu konulardaki standartı düşünülenden yüksek olabilir- benimseyerek, bunu demokrasi adına sürdürmek, kamu yönetiminin bu aracının kötüye kullanımıdır.

    Bu tür sorunları ortadan kaldırılacağına inanılan bilgisayarlı oy kullanma, bu iki taraflı cehaleti ortadan kaldırmaz, sadece gizler. Bu nedenle, bilgisayarın henüz oy verme amacıyla kullanılamaması, mevcut utandırıcı tabloyu değiştirmek isteyenler için bir imkan sayılmalıdır. Aksi halde, cehalet bu defa bilgisayar destekli olarak sürmeye başlayacaktır.

  • DOLAR NİYE FIRLADI, NİYE DÜŞMEZ, ZORLA DÜŞÜRÜLÜRSE NE OLUR ?

    İstatistik biliminin peygamberi olarak anılan Robert G. Brown şöyle diyor: “Bir tek gaz molekülünün hareketleri çok düzensiz, hiçbir kanuna bağlı olmayan biçimde görünebilir. Ama bir gaz kitlesinin hareketleri son derece düzenli, önceden tahmin edilebilir ve fizik kanunlarına uygundur..”

    “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan ve dolar’ın bir gün içinde yaklaşık % 40 değer kazanması olgusuna bu deyişin ışığında bakılmalıdır.

    Dolar’ın bu ani yükselişini mikro düzeyde açıklayabilecek fetvaları okuyor, dinliyoruz. Bunun üstüne bir de politika esnafının gerçekleri gizleme çabaları ya da cehaleti biniyor: “Dolar, bir kısım spekülatörlerin kötü niyetleri dolayısıyla fırlamış bulunmakta ve birliğimiz bütünlüğümüz ve kararlılığımız vs…”

    Olaya, işin temel kanunları açısından bakılırsa hiç de garipsenecek bir durumun olmadığı görülecektir. Dolar’ın TL cinsinden fiyatı, dolar’ın satınalma gücüne ve TL’nin satınalma gücüne göre serbestçe oluşur.

    Bir paranın satınalma gücü ise başlıca, o paraya bağlı üretim gücüyle belirlenir. Dolar’ın bağlı bulunduğu sistemin üretim gücü yüksektir ve bir Çığ Etkisi altında giderek daha da güçlenmektedir.

    TL’nin satınalma gücünü belirleyen üretim gücü ise düşüktür ve giderek daha da zayıflamaktadır. Türk insanı, bir sürü çok bilmiş görünüşlü cahilin telkiniyle, birşey üretmeden daha çok refahın mümkün olabileceği gibi bir simya formülünün etkisi altındadır.

    Bir tane yeni buluş yapmadan, yeni buluş yapanlarını mahkemelerde yargılamaktan utanmadan, tüketime ve daha çok tüketime özendirilen, üretken demokrasilerin kurumlarının birşey üretmeyen insanlarının da hakkı olduğu yalanıyla dolduruşa getirilen insanlarımız ellerindeki kağıtları (para) artırmanın yollarını aramaktadır.

    Dolar düşmez, daha da yükselir. TL’nin gerçek değerini belirleyen üretim gücü ile Dolar’ın değerini belirleyen dev üretim gücü arasındaki gerçekçi denge oluşana kadar yükselir.

    Pekiyi, zorlamalar, işin aslını değiştiremeyen para operasyonları yoluyla düşürülürse ne olur, yine düşmez mi?

    Evet, kısa bir süre için düşer ve esas felaket de o zaman başlar. İleride daha büyük devalüasyonlarla karşılaşılır ve ekonomi bütünüyle çöker.

    Bu eğilim, parayla oynayarak refah sağlanamayacağı, refahın tek parametresinin üretim ve akıl olduğu gerçeği anlaşılana kadar sürecektir.

  • AYDIN KRİZİ

    Ne kaynaklı olursa olsun çalkantılı dönemler, çok sayıda yönün ortaya atıldığı ve bunların savunucularının da -bazen canları pahasına- bu yönleri savundukları dönemlerdir. Akılcılık her zaman iyi bir yol göstericidir, ama işte özellikle bu gibi dönemlerde tek çıkış yoludur.

    İnsan mezarlıkları gibi toplum mezarlıkları da bulunsaydı, orada herhalde yalnız bir tür mezar taşı bulunur ve üzerinde şu yazardı: “Bu toplum, sorunlarını anlamak ve sonra da çözmek için akılcılığı kullanamadı..”

    Gazete ve TV’ler, sanki merkezi bir kaynaktan emir alıyor gibi, birkaç standart kalıp dışına çık(a)mıyorlar. “Filan partinin ağır toplarından fişmanca, memleketin durumu iyiye gitmiyor dedi ve bunu söylerken de sağ işaret parmağını anlamlı biçimde çay bardağına dokundurdu” benzeri yorumlar, saatlerce okutulup dinletilmeye çalışılıyor.

    Her mal satılabildiği sürece vardır. Toplumumuzun sorunlarıyla yakın uzak bir ilgisi bulunmayan bu yorumlar, bunlara konu olan kişiler ve kurumlar, satabildiği için vardırlar. Daha doğrusu, bu saçmalıkları görebilen insanlar, bunları aşabilecek biçimde bir örgütlenme biçimi geliştiremedikleri için meydan bu zırvalıklara kalmıştır.

    Türkiye, bir siyasal veya ekonomik ya da toplumsal kriz değil, bir aydın krizi yaşamaktadır. Eski Yunancada karar anlamına gelen kriz, kendini aydın olarak niteleyen kesimin bir dizi karar verme durumuyla karşı karşıya bulunduğunu söylemektedir.

    Aydınlarımızın önemli bir bölümünün eğitim kökü, yurt içindeki ezbere dayalı eğitim sistemidir. Bu sistem, insanların doğruları, iyileri ve güzelleri kendilerinin bulmalarına değil, nelerin doğru, iyi ve güzel olduğunun onlara yarı-zorla belletilmelerine dayalıdır. Bunun bir doğal sonucu olarak da örgütlenme denilince akla, herkesin kendi düşünce ve eylem özgürlüğünü terkedip, bir liderin kesin buyrultuları altına girilmesi gelmektedir.

    Bu anlayış kalıbı -ki ezber geleneğinin bir doğal sonucudur-, bir amaç çevresinde örgütlenen insanların kısa süre içinde dağılıp parçalanmalarına yol açmaktadır. Çünkü, ya o örgüt liderinin tüm buyrultularına uyulacak ya da oradan ihraç edilip benzer amaca yönelik ikinci, üçüncü, ilh örgütlenmelere gidilecektir. Siyasi partiler bu sürece en iyi örnektir. Siyasi liderlere sık sık çatılmasına, onların diktatörlükle suçlanmalarına karşın, çok sayıda insanın (partililer) nasıl olup da hem bireysel düşünce ve eylem özgürlüklerini koruyacakları ve hem de bir örgüt (parti) olarak hareket edebilecekleri üzerinde durulmamıştır.

    Aydın krizi’nin ikinci dramatik yönü, bir amaç çevresinde ve kendilerini, bireysel özgürlüklerini terketmek zorunda hissederek bir araya gelerek örgütlenen bu kişilerin, örgütler arası bir birlikteliği ise katiyen becerememeleridir. Çünkü böyle bir birlikteliğin ancak, örgütlerden birisinin, yani onun liderinin başkanlığında sağlanabileceği, bunun da her örgütün kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçip bir boyunduruğa girmekle olabileceğini düşünmektedirler.

    Halbuki örneğin, “Sokak Hayvanlarını Canavar Ruhlu İtlaf Ekiplerinden Koruma Derneği”, “Gözaltında Kaybolanlar Derneği” ve “Ekoloji Vakfı”, amaç kümelerinin ortak alanı için ve hiçbirisi de kendi düşünce ve eylem özgürlüğünden vazgeçmeden, liderlerinin birisinin emrine girmeksizin işbirliği yapabilirler. Bunun için tek gerek ve yeter koşul, her örgütün, örgüt üyelerinin (ve özellikle liderinin) kafalarının arkalarında toplum çıkarlarına aykırı bencil çıkar düşünceleri taşımamalarıdır.

    Bugün içinde yaşamak zorunda kaldığımız ilkel çatışma ortamından, bu ortamın birer parçası durumunda bulunanlar eliyle çıkılamayacağını anlamak zorundayız. Lideri kaşını çatıp tayfaları kanalıyla azıcık gözdağı verince uslu kedi yavruları gibi köşesine sinen ve tüm söylediklerinden geri dönen, kimi zeki, zengin, öğrenimli “ağır toplar”ın peşinde gitmenin sonunu görebilmeliyiz. Bu kriz onların değil, onlar gibi olmayanların, yani aydınlarımızın yol açtığı bir krizdir.

    Türkiye’nin dört bir yanında, yukarıda değinilen türde bir “bağımsız örgütlenme” modelini anlayıp, üstelik bunun gereklerini de yerine getirebilecek ahlaki standartlarda en az yüzlerce insanı vardır. Ama bunlar bir araya gelemez, kendilerinin yaşamlarına hala “delege mühendisleri”nin yön vermesine rıza gösterirlerse, bunun adı siyasal kriz değil “aydın krizi” olmalı ve aydınlar buna müstahak sayılmalıdır.

    Pazartesi, 10 Haziran 1996

  • ASIL TEHLİKE !

    Başta medya olmak üzere bir kısım politikacılar bir süredir, “tehlike geliyor” ya da “bana oy vermezseniz sizi öcü kapar” uyarısında bulunarak toplumu olası bir tehlike konusunda önbilgilendiriyorlar.

    Teokratik devlet yandaşı bir diğer bölüm politikacı ise pastayı kendi dışındaki bir partiye kaptırmak istemediği için, “bunlar solcu”, “bunların düzeninin gerçek islami düzenle ilgisi yok” diyerek şecaat arzediyor. Demek ki sorun, vaadedilen düzenin “tam” islami olmamasıymış, yoksa bir problem olmayacakmış.

    Bir gönüllü kuruluşumuz ise mankenleri derneklerine üye yaparak yaklaşan tehlikeye karşı önlem alıyorlar.

    PKK tehlikesine karşı önlem olacağı düşünülen ayyıldız rozetlerin, bu tehlikeye karşı da etkili olacağını düşünen mankenlerimiz bu takılarıyla poz verip düşüncelerini dile getiriyorlar.

    Bir de toplumu panikten korumak isteyenler var: “korkmayın bişey olmaz, elhamdülillah laik devletimiz tehlikelere karşı güçlüdür” gibi..

    Bir kısım vatandaşımız ise, seçimlerden hemen önceki kamuoyu yoklamalarında hangi parti güçlüyse ona yüklenerek tehlikeyi önlemeyi planlıyorlar.

    Bir kısım aydınımızın önlemi ise daha değişik.. Onlar, hoşgörü tavrı içinde tüm eğilimlere yer olduğunu ve bir şeylerden korkmamak gerektiğini, kimsenin laik düşüncelileri kesmek gibi bir düşüncesinin olmadığını savunuyorlar.

    Eh, bir tehlikeye karşı bu denli yoğun önlemler alınmışsa artık hepimiz rahat edebiliriz demektir.

    Türk milletinin zeki olmadığını iddia eden bir yazara doğrusu ben de pek güceniyor, bir toplumun bütününü böylesine mahkum etmenin enazından akıldışı bir genelleme ve haksızlık olduğunu düşünüyordum, hala da biraz böyle düşünüyorum.

    Ama, bir olguya bu denli bir birliktelikle yanlış tanı koymak, bu akıldışı iddiayı ortaya atana pirim kazandırmıyor mu?

    Yukarıda bazı örneklerini verdiğim önlemler (!), gerçekte varolan ve fakat dile getirilmeyen, dile getirilmek bir yana farkına dahi varılmayan bir “gerçek tehlike”yi daha da gizlemekten, hedefi saptırarak vakit kaybettirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Acı gerçek maalesef budur !

    Evet, bir büyük tehlike vardır ve uzun yıllardır adım adım içine yürünmüş ve hala tehlikenin kendisiyle değil, aynen zincire vurulup ışığa bakması önlenmiş insanlar gibi, önlerindeki duvara yansıyan görüntülerinden birisi ile uğraşılmaktadır.

    Diğer bazı görüntüler; gelişmiş toplumlara nimet olurken bize ölümcül bir külfet olan trafik’tir; bir kısım insanımızın sebepsiz yere diğerlerini terör yoluyla katletmesidir; havanın içinde milyon yıldır bulunan oksijeni yok etmemizdir; bütçesinin hepsini memurlarına maaş diye verip yine de yetiremeyeşimizdir ve bunlara benzer, “görüntüsü değişik ama kökleri aynı” belalardır.

    İşte bu köklerden başlıcası, toplumumuzun akılcılık yerine akıldışılığı rehber (mürşit) edinmiş oluşudur.

    Atatürk’ün, önemsiz ayrıntı sayılabilecek tüm yönleriyle uğraşa uğraşa 56 yıl geçirmiş bulunan toplumumuz, örneğin o’nun “en hakiki mürşit ilimdir, fendir…” diye başlayan ünlü sözündeki “en hakiki” nin, bir Türkçe bozukluğu mu yoksa özellikle vurgulanmak istenen birşeylerin mi olduğunu hiç merak etmemiştir.

    Ata’nın, ulusumuza en değerli öğretisi, çeşitli sorunlar karşısında gereksinim duyulabilecek yol göstericilerden bazılarının hakiki; onlar içinde de bir tanesinin en hakiki olduğu ve onun da bilim yani katıksız akılcılık olduğudur.

    İlkokuldan üniversiteye kadar çocuk ve gençlerimize öğretmeye çabaladığımız ağızdan dolma bilgiler içinde, öğretmekten neredeyse bilinçle kaçtığımız tek istisna “doğru soru sorma becerisi” yani akılcılık’tır.

    Bir sorun karşısında, ona yol açan nedenleri belirlemeyi ve sonra da o nedenleri tek tek gidermeyi bir türlü öğrenememiş olan eğitimli (!) insanlarımız, daima birilerinin yardımını, tavassutunu ya da torpilini dilenmeyi adet edinmiş, hep sığınacak babalar, abiler ve bacılar aramış ve de bulmuşlardır.

    Dinci, ırkçı, bölücü ya da diğer türden, ama hepsi birden akıldışılık ürünleri olan akımların kaynağının, işe yarar bilgi-beceriye, bilimsel şüphecilik anlamında meraka ve soru sormaya kapalı bir eğitim-aile-çevre üçgeni olduğunu artık görebilmeliyiz.

    Bütün bu akıldışı ürünler, işe yarar bilgi-beceri, merak ve soru sorma becerisi eksikliğinden doğan bir v a k u m içinde üremektedir. İnsanlar, çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sahip olmaları gereken bilgi-beceri ve merak ile donanmadıkları zaman ihtiyaçlarından vazgeçmemekte, bu defa onları giderebilecek alternatifler aramakta ve mutlaka da bulmaktadırlar.

    Bu alternatifler çeşitlidir. Ama hepsinin ortak yanı, gerçek bilgi-beceriye ve bilimsel anlamdaki meraka kapalı olmasıdır. Bu, tanımları gereği böyledir.

    Buradan görüleceği gibi kaynaktaki sorun, çeşitli akıldışılıklara kendisini kaptırmış insanlar ya da onların kurdukları örgütler değil, bu vakum’un doğmuş olmasıdır. Nitekim, medyada hergün birlikte olduğumuz cinci, falcı, büyücü gibi akıldışı uğraş sahiplerine, gariban fanatiklerden çok çağdaş görünümlü (!) insanların düşkünlüğü bunu göstermektedir.

    Sorun’un daha da vahim yanı, sorun yerine onun görüntüleriyle uğraşılması olup, bu da yine akıldışılığın dışavurumlarından birisidir. Böylece sorun giderek ağırlaşmakta, akıldışılık giderek kurumsallaşmaktadır.

    Bu hastalığın nasıl tedavi edilebileceği ayrı bir konudur. Ama ondan çok daha önemlisi, fanatizmin köklerini karasakallarda, kımızda ya da dağlardaki teröristlerde değil, yetiştirdiğimizi sandığımız sözümona çağdaş insan tipinde aramaya başlamaktır.