• BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ

    İş başına gelen hemen tüm hükümetlerin programlarında, “Kırtasiyeciliğin Azaltılması”, “Bürokrasi ile Mücadele” (bürokrasinin kötü kullanımı ile mücadele olarak anlaşılmalıdır), “İşlerin Basitleştirilmesi” ve bu gibi adlar altında bir konu yer alır.

    Yer alır ve çok küçük iyileştirmeler dışında pek birşey yapılamaz. Yeni bir hükümet gelir, bu defa aynı sözler (samimidir) tekrarlanır ve yine birşey yapılamaz.

    Birşey yapılamadığı bir yana, mevzuat daha karmaşıklaşır, vatandaşın önündeki bürokrasi dağına yeni tepecikler eklenir.

    İş hayatı başta olmak üzere tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu sorunlar yumağı, üzerinde durulmaya değer bir konudur.

    Acaba, kırtasiyeciliği azaltmak, vatandaşın, canından bezmeden işini görmesini sağlamak için hükümetlerin gösterdikleri bu çabalar niçin amacına ulaşamaz?

    Samimi olarak arzu etmezler mi?

    Yoksa güçleri mi yetmez?

    Her ikisi de değildir. Sebep, bu sorunun aslında bir “Görüntü Sorun” olmasındandır.

    “Görüntü Sorun” tanım olarak, aslen var olmayan, ama var olan başka sorun(lar)un yansıması (reflection) şeklinde ortaya çıkan sorunlara verilen addır.

    Örneğin, geceyarısı, sonuna kadar açılmış bir müzik setinin gürültüsü bir “sorun” olabilir. Ama bu tanıma göre bu sorun bir “Görüntü Sorun”dur.

    Sorun aslında, müzik setinin çıkardığı gürültü değil onun o saatte bu denli açılmaması gerektiğini akıl edemeyen ya da akıl ederek açan “sahibinin densizliği” dir.

    Bu sahip kenara bırakılır ve müzik seti mesela parçalanarak gürültü durdurulursa sorun çözülmüş gibi görünebilir. Ama ertesi akşam aynı gürültü bu densiz adamın televizyonundan ya da gırtlağından yükselebilecektir.

    İşte bu gibi “Görüntü Sorun” yaratan sebeplere “Kaynak Sebep” ya da “Kaynak Sorun” adı verilmektedir.

    Bürokrasi dolayısıyla edilen şikayetler de benzer şekilde birer “Görüntü Sorun”dur. “Görüntü Sorun” ‘u yaratan “kaynak(lar)” ise farklıdır. Bundan dolayı da bir türlü başa çıkılamaz.

    Pekiyi acaba bu “Görüntü Sorun”u yaratan “Kaynak Sebep(ler)” nelerdir?

    Çok sayıdaki olası sebepten bir tanesi, rahatsızlığın %90’ını oluşturur ağırlıktadır: Bu da, “insanımızın nitelik dokusunun yetersizliği”dir.

    “Nitelik” deyimiyle kişinin yalnız bilgi-beceri düzeyi değil, onunla birlikte zekası, ahlakı ve ruh sağlığı da kastedilmektedir.

    “Nitelik”, burada bu dört öğenin bir “bileşke”si olarak kullanılmaktadır. (Merak edenler, bu 4 öğenin çeşitli kombinezonlarını yapıp ilginç tiplemeler yaratıp, onları da günlük hayatta rastladıklarıyla karşılaştırabilirler).

    “Nitelik Dokusu” ise, toplumu oluşturan bireylerin “nitelik”lerinin oluşturduğu dokuya denilmiştir.

    İnsanlarımızın zekası, ahlakı vs si yetersiz mi? gibi kasdi aşan tartışmalar bir yana bırakılarak bu “Nitelik Dokusu Yetmezliği” meselesini biraz açmakta yarar vardır.

    Sorun, insanlarımız içinde bilgi-becerisi tam, zeki, yüksek ahlaklı ve ruh sağlığı tam yerinde kişilerin oranı ve dağılımı meselesidir.

    Zekanın, genetik özelliklerin yanısıra bebeklikteki beslenme ile ilgili olduğu bilinmektedir. Ülkemizde, bebeklerin bu evrelerindeki beslenmelerinde sorunlar olduğu bilindiğine göre bu, o veya bu ölçüde zeka sorunlu yetişkinlerin bulunması da tabii sayılmak gerekir.

    Bunların bir bölümü, toplum tarafından bilinen ve durumlarına uygun iş ve görevlerde bulunması sağlanabilen kişiler olabilirken, bir diğer bölümü çeşitli nedenlerle teşhis edilmemiş olabilir.

    Ruhsal sağlık meselesi de benzer şekilde düşünülmelidir. Ruhsal sağlığı etkileyen unsurlar açısından çeşitli olumsuzlukları içinde barındıran günümüz Dünyası ve özelde ülkemiz, ruh sağlığı o veya bu düzeyde bozuk insanların varlığına neden olacaktır.

    Onların da bir bölümünün teşhis edilmiş olmaları, ama bir kısmının teşhis edilmeksizin aramızda yaşamaları sürpriz sayılmamalıdır.

    Aynı şeyler bilgi-beceri ve ahlak ölçüleri için de söylenebilir.

    Böylece, bilgi-beceri, zeka, ruh sağlığı ve ahlak öğeleri açısından çeşitlilikler içeren bir insan dokusu ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

    Burada önemli olan iki nokta vardır:

    1. Bu doku, ne standartta bir toplum yaşamına izin verir?

    2. Toplumdaki işlevleri açısından, ortalamanın üzerinde önem taşıyan kesimlere, bu dokunun “ince” yani zayıf yerleri rastlamakta mıdır? Öyle ise bu ne ölçüdedir?

    Bürokrasi sorunlarının çözülmezliği, bunlardan birincisi ile ilgilidir.

    Toplum yaşamının küçük bir bölümü yazılı kurallarca, geri kalan büyük kısmı ise “ortak yaşama bilinci”, “ahlak kuralları” gibi yazılı olmayan normlarca düzenlenir.

    Yazılı bir anayasası bulunmayan bir İngiltere’nin bundan hiçbir zarar görmeyişi, bu savın açık bir kanıtıdır.

    Yazılı olmayan kuralları oluşturan başlıca faktör ise işte bu, “nitelik dokusu” dur.

    Bu dokuda sorunlar varsa -ki vardır- o takdirde, doğan sorunlar daima ek kurallarla giderilmeye çalışılacaktır. Mevzuatın bir çığ gibi çoğalmasının mekanizması budur.

    Bürokrasiyle sürekli işi olanlar, kendilerine anlamsız gelen (ve gerçekten de anlamsız olan) birçok istekle karşılaşıp çileden çıkarlar.

    Ama o anlamsızlıkların, bir kısım ahlaksızlığı önlemek için konulduğu (ve tabii ki önleyemediği) bellidir.

    Niteliğinin ahlak öğesinde eksik bulunan kişiler bu defa yeni “yan yollar” bulurlar. Sonunda olan dürüst insanlara olur.

    Nitelik yetmezliği, ek mevzuatla yani bürokratik mekanizmayı daha ağırlaştırarak çözülemez. Tek çözüm yolu, insanımızın nitelik dokusunu geliştirmektir.

    Toplumumuzun nitelik dokusunun belirlediği standartların üzerinde, çağdaş bir yaşam istiyorsak tek yapılabilecek olan budur.

    Gerisi, gölgelerle boğuşmaktır.

    Bürokrasiden şikayeti olanların yönelmesi gereken hedef bu olmalıdır.

    ***

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM

    Bu yazıda “buluşçuluk”, icat-invention ve yenilik-innovation terimlerine birlikte karşı gelmek üzere kullanılacak ve Buluşçuluk Temelli Üretim adını verdiğim -ve bizim toplumumuz için yeni- bir kavram, bu terime dayalı olarak açıklanmaya çalışılacaktır.

    Açıklamaların amacı, çeşitli üretim faaliyetinde bulunagelmiş olan toplumumuzun üretkenliğinin, çağın geçerli ölçüleri karşısında tekrar değerlendirilmesi ve resme farklı bir gözlükle bakabilmenin sağlanmasıdır.

    Uzun yıllar boyunca yabancıların mal ve hizmet ürünlerini satın almaya ekonomik gücü yetmediği için doğal bir ithalat korumasına sahip olan toplumumuz, zamanla bir yandan geliri, bir yandan da borçlanma kaabiliyeti arttığı için yabancı orijinli ürünler için cazip bir pazar haline gelmiş ve bu defa da kotalar, gümrük vergileri gibi araçlarla kendini korumuş, daha doğrusu koruduğunu zannetmiştir.

    1980’den sonra alçaltılan gümrük duvarları yoluyla toplumumuz ilk defa yabancı mal ve hizmetlerle geniş ölçüde tanışmış ve kendi ürettiği ürünlerin fiyat ve kalitelerinin yetersizliğini acı acı görmüştür.

    Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır.

    “Endüstri Tasarımı”ndan, aletlerin üzerine renkli yazı yazmayı, AR-GE’den ise farklı kaynaklardan satın alınan malzemelerin kullanılabilirliğinin sağlanmasını anlayan; ucuz işçi ile ucuz işçilik farkını henüz kavramamış; işçi verimliliğini artırarak maliyet azaltılabileceğini sanan; “Değer Analizi”, “Lojistik Mühendisliği” gibi mesleklerle henüz tanışmamış, bir tane dahi patent alamadan, üretimini yabancı patentlere lisans ücreti ödeyerek, ihracatını ise lisansörünün kendisi için karsız gördüğü pazarlara ancak izinle yapabilen üreticilerimiz, bir yandan da buluşçuluğa düşman bir aydın (!) kesimle boğuşarak bugünlere gelmiştir.

    Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandıran IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır.

    Bu düşmanca tavırları kimlerin sergilediği ise, sergilenen tavırdan daha da elem vericidir. Dış görünüşleri ile aydın kategorisine soktuğumuz insanlar, bu buluşçuluk düşmanlığının icra organı durumundadırlar.

    Diğer yandan, Türkiye sanayisini sabote etmek isteyebilecek bir yabancı güç, küçük bir firması kanalıyla aşırı bir ücret zammı uygulayıp, o daldaki tüm kuruluşların bunu takip edeceklerini tahmin ederek o sektörün rekabet gücünü azaltmak istese, ne işçisi, ne sendikası bunun bir sabotaj olabileceğini anlamamakta, “biz bu ücret zammını kabul edersek rekabet gücümüz azalır, işsiz kalırız” diyememektedir.

    “Biz işçimizi memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyen politikacı ise, enflasyonla mücadelede etkin bir araç olması gereken “enflasyondan zarar gören insanların, onunla mücadele gücü”nü anlamayıp, bu saadet zincirini sürdüren talihsiz bir rol oynamaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”, olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır.

    Ekonomik ve siyasal yaşamını düzenli olarak krize sürükleyen sorunların kaynaklarını nedensellik yoluyla açıklamayı başaramayan ülkemiz, anayasa, demokrasi, özgürlükler gibi herbiri neden değil fakat birer sonuç olan unsurlarla boyuna uğraşmış, her defasında yaptığı anayasalarını bir süre sonra anlamaz, ona itaat etmez duruma gelmiştir.

    Ekonomik düzenini, kamu kaynaklarının çeşitli yollarla talan edilmesine dayayan ülkemiz, bunca eğittiği insanına rağmen bu mekanizmanın akılcı biçimde analizini bir türlü becerememiştir.

    Bu gün gelinen noktada yine anayasa tartışmaları yapılmakta, yine demokrasiden dem vurulmakta, yine çağdaş sloganlar atılmaktadır.

    Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    Türkiye gündemini belirleyenler, bu mekanizmanın nasıl işlemesi gerektiğini araştırabilecek durumda değillerdir. Mevcut sorunların birer görüntü olduğunu, bunların kaynağında “üretimsizlik” onun da kaynağında “buluşçuluk eksiği” olduğunu anlayamamaktadırlar.

    T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır.

    Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe, kamu yönetiminde, politikada buluşçuluğa dayalı yepyeni bir tavıra ihtiyacımız vardır. Bu kolay değildir ama başka da yol yoktur. Bunun ilk adımı,Türkiye gündeminin değiştirilip, geleneksel çürütmeci yaklaşımların bir yana bırakılıp, “buluşçuluk” ve ona dayalı üretimin, yani Buluşçuluk Temelli Üretim’in tartışılmaya başlanmasıdır.

    İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?

    Türkiye’nin az sayıdaki Kaynak Sorunları nelerdir? Bunlar hangi ardışık sorunları yaratıyor?

    Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.

    Perşembe, 26 Mayıs 1994

  • “BİZ SİZİN SORUNLARINIZI ÇÖZECEĞİZ!”

    Seçimler yaklaştıkça partiler de seçmenlerine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırıyorlar. Eskilerde adet, vaatte bulunmaktı. İş, ev, araba vs gibi vaatlerde bulunulması, sonra da tutulmaması gibi bir gelenek vardı. Nasıl ki misafirlikte tutulan şekerden fazla almak ayıpsa, tutulmayan vaadin arkasından da “bizim ev ya da araba ne oldu?” gibisinden soru sormak ayıp sayılırdı.

    Son birkaç yıldır vaat “out” oldu. Şimdiler de, “biz sizin sorunlarınızı çözeceğiz!” modası var. Her parti broşür, pankart ya da kahve konuşmaları yoluyla vatandaşa bu mesajı veriyor.

    Bu “ben senin sorununu çözerim” modası durup dururken ortaya çıkmadı. Partileri eleştirenler, “bunlar sürekli vaatte bulunurlar, halbuki biz çözüm üreten parti istiyoruz” diye tutturdukça partiler de zamanla bu yola düştüler.

    Şaka bir yana, ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin, çözülmek bir yana giderek içinden çıkılmaz hale gelişinin altında yatan neden, işte bu “ben senin sorununu çözerim” ve bunun bütünleyicisi durumundaki “benim sorunumu kim çözecek?” hastalığıdır.

    Sokaktaki düz insanımız, “Benim sorunumu çözmeye kalkışmaya sizin ne hakkınız var? Bunun yapılamayacağını, yapılmaması gerektiğini bilmiyor musunuz? Benim sorunumu benim adıma çözmeye kalkarken, benim o sorunu çözmek için sahip olmam gereken haklarımı siz kullanacaksınız. Bu hakkı ben size devretmiyorum!” demelidir.

    Bu, “birisi adına sorun çözmek”, “birisine rağmen onu kalkındırmak” gibi yaklaşımlar halk-devlet ilişkilerimizin temel mantığı olmuştur. Bugün, siyasi partilerimizin büyük çoğunluğunun bunu devam ettirmeye niyetli olduğunu gözlüyoruz. Sorunların kaynağında, insanlarımızın kendi sorunlarını çözebilecek donatıya sahip olmadığının görülemeyişinin bulunduğunu görüyoruz.

    İnsanımızın sorun çözme kabiliyetinin sınırlı oluşu, onun nedenlerini anlayıp onları gidermek yerine, insanların sorunlarını onlar adına (ve çoğu zaman onlara rağmen) çözmeye kalkışmanın gerekçesi olabilir mi? İki yanlış bir doğru etmez daha büyük bir yanlış eder.

    Demokrasi ile diktatörlük arasındaki önemli bir fark işte budur. Birisinde insanlar, sorunlarının çevresinde örgütlenip ortak akıl yaratarak onları çözerler; diğerinde ise bir kişi (ya da kurum) sorunları onlar adına çözer (çoğu zaman da yeni sorunlar yaratır).

    “Biz sizin sorunlarınızı çözeriz” diyen partiler bilmeden (belki de bilerek) diktatörlüğe soyunuyorlar. İhtiyacımız olan partiler ise, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz. Biz, sizin, kendi sorunlarınızı çözebilmenizin karşısında devletin yaratmış olduğu engelleri kaldıracağız” diyebilen, bunu idrak etmiş partilerdir.

    Pazar, 03 Aralık 1995

  • BİR TAVSİYEDE BULUNACAK OLSAM!

    Yeni bir hükümet kurulurken herkese, bu arada bana da fikrimi sorsalar -mesela- ve 3ncü bin yıla girecek olan bir hükümetin müstakbel başbakanına birkaç öneride bulunmamı isteseler şunları tavsiye ederdim:

    İlk önerim, kendisini toplumun sorunlarını çözmeye memur ve de çözebilecek kişi olarak görmek gibi geleneksel bir yanlışın içine düşmemesidir. Sorunları ancak toplumun kendisi çözebilir. Devlet ise ancak onun önündeki engelleri kaldırabilir. Yani katalitik rol oynar. “Ben sizin sorunlarınızı çözeceğim” demek, hem bir imkansızı vadetmek, hem de insanları bir hiç yerine koymak demektir. Bu nedenle, başbakan olacak olan kişi topluma şunu sormalıdır: “Siz nasıl bir yönetimden yanasınız? Kendi sorunlarınızı çözmek, bunun için örgütlenmek ve devletin de önünüzdeki engelleri kaldırmasını mı istiyorsunuz; yoksa, yetkilerinizi (hak ve özgürlüklerinizin önemli bir bölümünü) devlete devredip, devletin sizin sorunlarınızı çözmeye çalışmasını mı istiyorsunuz? Bunun adı çoğulcu demokrasi değildir, belki yarı-buyurgan bir rejimdir”.

    Toplumun çeşitli kesimleri bu soruya muhtemelen değişik biçimde cevap vereceklerdir. Ama ben önemli bir bölümünün ikinci seçenekten yana yanıt vereceğini düşünüyorum. Çünkü, yüzyıllardır devletinin kulu olacak şekilde koşullandırılmış, bunun sonunda da sorun çözme becerisi dumura uğramış olan toplumumuz, çoğulcu demokrasinin gereği olan kendi sorunlarını çözmek yetisini büyük ölçüde kaybetmiştir. Buna göre, bu resmi topluma göstermekten çekinmemeli, sonra da bunun nasıl düzelebileceğine ilişkin acı reçeteyi ortaya koyabilmelidir.

    İkinci tavsiyem, partisinin üyeleri ve örgüt mensuplarından oluşan kümeyi, ülkeyi yönetecek kadro olarak görmek gibi yine geleneksel olan bir hastalığa kendini kaptırmamasıdır. Ülkeyi yönetecek kadro, 65 milyonluk nüfusun içinden çıkacak olan bir kadrodur. Hatta daha da ileri giderek, bu kadronun tamamen T.C. vatandaşlarından dahi oluşması gerekmez. Dünya’nın herhangi bir yerindeki bir yetenekli ve erdemli insan, bu kadronun üyesi olabilmelidir. Bir başbakan kadro açısından yalnızca bir şeyle öğünebilir: o da, elinde mevcut olan ve çok sayıda insan arasından en liyakatlileri seçmeye imkan tanıyan bir algoritma olabilir. Aksi halde o Başbakan, yönetim görevini, yalnızca etrafına toplanmış bir grup insanla yapmaya yani partizanlık yapmaya hazırlanıyor demektir.

    Üçüncü tavsiyem, Sorun Kimyası olarak adlandırdığım bakış açısını öğrenmesidir. “Ben sorunları da çözümleri de bilirim”, ancak az aklı olanlarla ağır ruhsal sorunu olanların tavrıdır. Sorunların görüntüleri ile onlara yol açan kök nedenler çok farklıdır. Bunu benimsemesi ve de kadrosuna benimsetmesi o çok özlenen değişimi tetikleyecek olan biricik tutumdur.

    Ama bütün bunların hepsi, doğrularından kuşkulanabilme gibi soyut görünüşlü, ama son derece somut sonuçlar doğuran bir beceriyle ilgilidir. Devlet adamlarımızdan beklememiz gereken olmazsa olmaz da budur.

  • BİR PORSİYON NAMUS YETER Mİ?

    Yerel seçimler yaklaştıkça hemen tüm adaylar bir temizlik yarışına girdiler. Bu, halka karşı gösterilebilecek bir saygıdır ve ne denli samimi olursa olsun iyi bir gelişmedir.

    Ancak, halkımızın özlemini çektiği temizlik yönünde bu sevindirici eğilim, bir gerçeğin de gözden kaçmasına yol açmamalıdır: Belediye yönetimlerinin küçük ve güçlü olacağı ve hatta Başkanlık dışındaki görevlerin tümünün, mal ve hizmet alımı biçiminde gerçekleşeceği günler gelinceye kadar, Başkan’ın namuslu olması hiçbirşey ifade etmeyecektir.

    Belediye bütçelerinin neredeyse tamamını içen Belediye kadrolarının da “temiz” olmasının sağlanması ise Başkan’ın temizliğinden çok daha önemlidir.

    Hatta, Başkan ve kadrolarının temizliği de, Başkan’ın partisinin “kamu pastasından pay” istekleri yanında fazla önem taşımamaktadır. Dolayısıyla, karşımıza dikilip “ben temizim” diyenlerin, seçildikleri takdirde ilişkide bulunacakları bütün bu kadroların temizliği konusunda da biraz düşünmeleri ve biraz yutkunarak konuşmaları iyi olur.

    Bugüne kadar Belediye’lerdeki çeşit çeşit kirlilik iki kaynaktan gelmiştir: Belediye’nin mal ve hizmet alımları ile belediye kadrolarının partililere peşkeş çekilmesi!

    Şimdi Başkan adaylarından beklediğimiz, bu iki konuda halka söz vermeleridir. Belediye alımlarının saydam yapılacağı, partililerin kayırılmayacağı ve kadroların kimseye peşkeş çekilmeyeceğine söz verebilen ve bu sözünün arkasında durabilecek cesareti olanları şimdiden kutlamalıyız!

  • BİR AKILDIŞILIK ÖRNEĞİ: KALDIRIM KENARI SÜPÜRME MAKİNESİ !

    Zaman zaman, caddeyle kaldırımın birleştiği yerlerde biriken tozları süpürmeye çalışan otomatik süpürge kamyonlarını hep görmüşsünüzdür.

    Paralarını, otomat süpürgeler yerine başka yerlere çarçur eden belediyelerimizde ise toz emme yerine daha ilkel bir yöntem uygulanır: toz dağıtma!. Bir veya daha fazla sayıda kravatlı temizlik işçisi, ellerindeki süpürgeleri kullanarak birikmiş tozları etrafa dağıtırlar ve büyük bir toz bulutu kaldırırlar.

    İlginç olan nokta, hiçbir konuda bir birliktelik sağlayamayan ülkemizde bu acayip konudaki akılalmaz birlikteliktir. Türkiye’nin her yerindeki temizlik işçileri, bu işi aynen böyle yaparlar. Belediye başkanlarımızın temizlik anlayışlarını yansıtan bu olguya dikkat edilmelidir..

    Geliri daha fazla olan Belediy’lerimizde kullanılan süpürge makinelerine ise, bir kısım insanımızın hayrınlıkla bakıp ne kadar kısa sürede kalkındığımızı düşünmesi de mümkündür.

    Ancak gerçek, bu makinelerin, kronik hastalığımız olan akıldışı toplum yaşamı’nın sayısız örneklerinin en ahmakçalarından birisi olduğudur.

    Bu süpürge makinelerinin ya da kravatlı temizlik (!) işçilerince yürütülen toz dağıtma -aslı mikrop dağıtmadır- işlemlerinin alternatifi, “bu tozların kaynakları nerelerdir?” sorusunun sorulmasından ibarettir.

    Bu tozların kaynaklarının nereleri olduğunu akıl edemeyecek çok sayıdaki yetkilimize önerim, beş adet ilkokul üçüncü sınıf öğrencisine bir beyin fırtınası yaptırmaları ve ortaya çıkaracakları toz kaynaklarının, nasıl engellenebileceğini yine onlara sormalarıdır.

    Hala, en önemli sorunumuzun kaynak yokluğu olduğunu düşünüp para bulmaya çalışanların aklına şaşayım !

  • DOLAR YÜKSELİRSE İHRACAT ARTAR MI, ARTARSA NE KADAR ARTAR ?

    “Tartışmasız doğru” lar daima büyük aşamaların (breakthrough) anahtarı olmuştur.

    Newton Fiziği uzun yıllar tartışmasız doğru varsayılmış, neden sonra doğru olmadığı anlaşılmış ve “Görelik Kuramı” böylece ortaya çıkmıştır.

    İşlerin olabildiğince parçalanması ve her parça üzerinde olabildiğince uzmanlaşılması da yönetim bilimin “tartışmasız doğrusu” olarak kabul edilmiş ve sonunda onun da doğru olmadığı anlaşılıp bugünün Toplam Kalite, Reengineering gibi kavramlarına varılmıştır.

    Bir yerli paranın değerinin düşürülüp ihracatın teşviki de günümüzün “tartışmasız doğru”larından birisidir. 1 dolar 10.000TL iken ihraç edilemeyen 50.000TL yani 5 dolar değerinde bir tişört, dolar 20.000TL ‘na çıkınca 2.5 dolara düşecek ve bu defa ihraç edilebilir hale gelecektir. Tabii ki bu, TL kullananların fakirleşmesi anlamına gelecektir ama ihracat da artacaktır. Bu bir, “tartışmasız doğru”dur.

    Acaba gerçekten de öyle mi dir?

    Tanesi $5 olduğunda, Taiwan’da üretilen $4 tişörtlerle rekabet edemeyen tişörtler, doların devalüe edilmesi durumunda $2,5’a düşmekte ve Taiwan’a karşı bir üstünlük elde edilmektedir.

    Burada birkaç varsayım vardır: Birincisi, Taiwan’lı üreticilerin fiyatlarının esnekliğinin olmadığı, Taiwan’lıların fakirleşmenin alt sınırına gelip dayandıklarıdır.

    İkinci varsayım ise, Taiwan’lıların fiyatlarını $2,5 ‘ın altına düşürmelerini sağlıyabilecek yeni geliştirmeler (innovation) yapamayacaklarıdır.

    Üçüncü varsayım, Taiwan hükümetinin ekonomik gücünün, belirli bir süre -Türk üreticiler pes edene kadar- gizli ya da açık desteklerle $2.5’ın altına inmeyi finanse edemeyeceğidir.

    Dördüncü varsayım ise, Türkiye ekonomisinin, Dünyadaki tüm rakiplerin ekonomilerinin gücünün toplamından daha güçlü olduğu ve bu rekabet savaşını direnerek kazanabileceğidir.

    Hemen görülebileceği gibi, ayrıntılarına inilmeden “tartışmasız doğru” kabul edilen bir varsayım, ayrıntılara bakıldığında hiç de öyle değildir.

    1980’den sonra dış pazarlara açılan Türkiye’nin ihracatını beş’e katladığı doğrudur. Hatta o açılmaya paralel olarak iç pazardan çekilip ucuzlatılarak (devalüasyonla) dış pazara satılan malların yerine gerçek rekabet gücü olan üretim teşvik edilebilseydi bu gün ihracatımız hala artmaya devam da edecekti.

    Ama bu yapılamadığı için bu defa iç pazarda fiyatlar ve ona paralel olarak ücretler artmış (yüksek enflasyon) ve ürünlerin rekabet gücü azalmıştır.

    Devalüasyon, kısa dönemde rekabet gücünü artırmakta ama geçek rekabet gücü olan yani teknoloji üretimine dayalı olan üretimle desteklenmeyince ihracat artışı durmakta, ithalat ise aynı hızda azalmadığından bu defa dış ödemeler dengesi bozulmaktadır.

    Bu yanlış hesabın nedeni, geçek rekabet gücü olan üretimin ne demek olduğunun bilinmeyişi, anlaşılmaya çalışılmayışı, parasal araçlarla oynayarak ekonomik gelişmenin gerçekleşebileceğinin sanılmasıdır.

    “Türk ekonomisinin sorunu üretim değildir!” teşhisinin nasıl bir saatli bomba olduğunu bilmem görebiliyor musunuz?

  • “BİRLİK”, NİÇİN BU DENLİ ÖNEMSENİYOR?

    Ülkemizin “birlik” ve bütünlüğünü parçalamaya yönelik eylemler….

    Solda “birlik” nihayet gerçekleşti….

    Sağda “birlik” ancak ANAYOL ile olur…

    Sözcüğün ve ona yüklenen anlamın bu denli yoğun kullanımı sonunda, “birlik” bir çeşit dokunulmazlık kazandı. Artık hiçbir babayiğit çıkıp da mesela “solda birlik bir yarar getirmez” ya da “milli bütünlüğümüz korunduğu sürece birlik önemli değildir” diyemez.

    Bu denli meraklı olunan bu “birlik” nedir? Bu konuda bir anket yapıldığı yolunda bir bilgi mevcut değildir. Sözlüklerde ise “birlik”, yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.

    Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yok edilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.

    “Birlik”in ne olduğu zor da olsa böylece ortaya çıkınca ikinci soru, “birlik olmazsa ne olur?” ya da “farklılıklar bulunursa ne olur?” gibisinden bir soru olmalıdır. Çünkü, bu soru’nun yanıtı verilebilir ve mesela “farklılık”ın pek de kötü bir şey olmadığı, hatta iyi yönetilebildiği takdirde büyük imkanları da içerdiği anlaşılırsa, bugüne kadar bir öcü gibi gösterilen “birliksizlik” bu defa saygın bir anlam kazanacaktır.

    Hatta daha da düşünülürse, belki, “birlik” denilen bu “farksızlıştırma”nın, insanlarımızı bir sürü olarak kabul eden -ve de bundan pek mutlu olan- uyanıkların icadı bir afyon-kavram olduğu da ortaya çıkacaktır.

    Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.

    Toplu yemek servisi yapma işini yönetmek durumunda olan bir kişinin hiç hoşlanmayacağı bir tablo herhalde, vejeteryan, musevi, müslüman ve şeker hastalarından ibaret bir topluluğa servis yapma zorunluğudur.

    Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır. Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir. Peki, tek tip ürün üretmek yerine yüzlerce farklı tip ürün üretmek güç değil midir?

    Solda üç parti yerine mesela otuzüç parti bulunsa ne olacak, daha büyük curcuna olmayacak mıdır?

    Farklı ürün üretmenin ya da otuzüç parçalı bir solu (ya da sağı) yönetmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır.

    Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür.

    Farklı parçaların bir “bütün” oluşturması, “networking” denilen yöntemle mümkündür ve bunun en güzel örneklerinden birisi de çok sesli müziktir.

    Çok çalgılı-tek sesli müzikle karşılaştırıldığında, az çalgılı-çok sesli müzik daha güzel değil midir? Aslında, tek çalgılı-tek sesli (örneğin bir ney taksimi) ya da çok çalgılı-çok sesli (örneğin rap) müzik de güzel ya da çirkin olabilir. Bunu belirleyecek olan müziğin “bütünlüğü”dür. Senfoni ile kakafoni’yi ayıran bütünlüktür. O halde önemli olan “birlik” değil “bütünlük”tür. Bütünlük, iyi yönetimin işaretidir.

    Networking’in araçlarından birisi de “platform teşkili”dir. Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a (yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara) sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası bütünleşmeyi sağlayamaz. Solda da sağda da!

    Pazar, 19 Şubat 1995

  • BİRBİRİYLE BAĞDAŞMAYAN İŞLER!

    Genelde ekonomimizi, özelde ise ticaret hayatımızı olumsuz etkileyen bir sorun, ayrı ayrı yapıldığı takdirde rekabet ortamını olumlu etkileyen işlerin, birleştirilerek yani aynı kişi(ler)in kontrolları altında yapılması halinde olumsuzluklar üretmesidir.

    Bu soruna örnek konuların başında, ticari şirketlerin kendilerine ucuz finansman kaynağı temini amacıyla banka kurmaları gelmektedir. Bankaların, topladıkları mevduatı, mevduat sahipleri açısından en verimli şekilde değerlendirip onlara en fazla nemayı, kredi talep edenlere ise en ucuz maliyetli krediyi verecek şekilde değerlendirmeleri gerekir.

    Bu ise bankanın, yatırım ve kredilendirme konularında “peşin angajmanlar içinde” bulunmaması demektir. Ticari gruplar içinde banka kurulması halinde ise bu koşula uyulabilmesi her zaman mümkün değildir. Bankanın da içinde bulunduğu gruba ait şirketlerin kredi talepleri öncelik taşıyacaktır.

    Bu soruna, girişim özgürlüğünü zedelemeksizin getirilebilecek bir çözüm, bankaların tüm kredilendirme işlemlerine ilişkin bilgilerin şeffaflığının sağlanması, tasarruf sahiplerinin de bilgilendirilerek, kendilerine en uygun güven ve nema kompozisyonunu sağlayabilecek bankalara yönelmelerinin teminidir.

    Bu soruna ikinci örnek, basın, radyo ve televizyonların (BRT) ticari faaliyette bulunmalarıdır. BRT, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi amacıyla donatıldıkları yetkileri (kamu görevi yaptıkları için sağlanan ek özgürlükler), ticari amaçlarını desteklemek ya da daha kötüsü, karşı ticari girişimleri caydırmak amacıyla kullanılamamalıdır.

    Aksi halde, başka kurumlardan ayrıcalıklı haklara sahip bu kurumlar, kendi aralarındaki ticari rekabet ya da devletle olan ilişkileri uğruna, toplumun doğru bilgilendirilmesi işlevlerini kötüye kullanmış olacaklardır.

    Bu konuda kullanılabilecek genel bir ilke şudur: “Kişi ve/ya kuruluşlar, bir alandaki rekabeti önleyecek şekilde bir araya gelemezler. Kuruluşlar, belirli bir görevi yapmak için donatıldıkları yetkileri bir başka amaçla kullanamazlar”.

    Anayasanın ilgili maddesinin değiştirilmesinden sonra çıkarılacak olan radyo TV yasasının bu konuda gerekli düzenlemeleri de içermesi için ilk girişimimi bu makale aracılığıyla yapıyorum. Tüm ilgililerin dikkatlerine sunulur.

  • BİNA VE ZİNA !

    Kıyametin, bina ve zina artınca meydana geleceği söylenir. Zina konusundaki durumu tam bilmiyorum. Ama bina artışının hiç olmazsa “ekonomik kıyamet”in nedenlerinden birisi olmaya doğru gittiğini söyleyebilirim. Kamu kaynaklı yatırımlara ayrılabilen küçük payın şatafatlı bina inşaatına, sonra da dekorasyonuna harcanması neredeyse bir “norm” haline geldi.

    Bir yatırımın en kolay ve o ölçüde de “olmasa da olabilir” bölümünün bina olduğu düşünülürse, istisnasız her kurumun bina peşinde koşmasının bir özel nedeni ya da nedenleri olması gerekir.

    Bir neden, “kalıcı bir şey bırakma” ihtiyacı olabilir. Bu “kalıcı bir şey” binlerce “şey”den çok daha yararlı birisi olabilecekken, taş, toprak bırakma tercihi, o başka şeylerden bihaber olmak ya da haberi olup da beceriksiz olmakla açıklanabilir. Ayrıca çoğu insan da, “kalıcı bir şey” in mutlaka elle dokunulur, maddi bir şey olmasını ister. Örneğin, halkın şikayetlerini alıp bunları izleyip sonuçlandıracak bir sistemi kuran Belediye Başkanı “lüzumsuz” işlerle uğraşır farzedilirken, bir belediye sarayı(!) inşa eden ya da bir iş makinesi parkı kuran bir diğeri, “iş bitirici başkan” olarak nam salabilir. (yani salar).

    Bina merakı’nın ikinci bir nedeni, harcama tercihi yetkisini elinde bulunduran insanlarımızın -yine çoğunun- eskilerin tahayyül, yenilerin imgelem, frenklerin de imajinasyon dedikleri beceriden yoksun olmalarıdır.

    Varılmak istenilen hedefle, bulunulan nokta arasını gözünde canlandıramayan bir kişi, ilk adım olarak kocaman bir bina yaptırmayı yeğlemektedir. Halbuki işin çok daha can alıcı noktaları vardır ve kişi onları hayalinde canlandıramamaktadır.

    Bina histerisi’nin üçüncü bir nedeni, kalabalık (ve giderek daha da kalabalıklaşan) kamu kadrolarıdır. Kamu görevlilerinin sayısı arttıkça, daha büyük binalar gerekmektedir.

    Halbuki kamu kuruluşlarının yaptığı iş, kadroların kalabalıklığıyla ters orantılıdır. Bu nedenin bir türevi sayılabilecek bir diğer bina yaptırma gerekçesi de “dağınık binalar nedeniyle koordinasyon (ama ne laf değil mi?) sağlama güçlüğü”dür. (Hani sanki koordinasyon sağlanıyormuş ama güç sağlanıyormuş havası veriliyor). Halbuki bir araya toplanan binalarda yan yana yerleşik birimler arasında bile koordinasyon sağlanamayabilir ve gerçekte de tam böyledir.

    Bina merakının başka “ince” nedenleri de bulunabilir. Koca koca binalar yaptırılırken, artan ufak tefek (!) malzemeden bir-iki villacık filan inşa edilebilir. Ama hesaplara resmen geçirilemeyeceği için fedakar bir-iki kişi de bu sahipliği üstleniverir.

    İşte böyle, her yerde hızla yükselen kamu inşaatının altında bunlar var. Ne olduğuna değil, niçin olduğuna bakılınca çok farklı şeyler görünüyor değil mi?