• FELAKET, GELİYORUM DİYOR VE GELİYOR!

    Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?

    Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.

    Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.

    Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.

    Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.

    Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.

    Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.

    Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.

    Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.

    Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.

    Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.

    Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, halen Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmaktadır. TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmıştır.

    Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.

    Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, bir süredir – inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.

    Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit -C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.

    Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.

    Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?

  • FAL !

    İstikrar paketinin başlıca iki bileşeninin, bazı temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar ve bir kısım KİT’lerin kapatılması olduğu bellidir.

    Bu iki önlemin teker teker ne sonuçlar vereceğinin ayrıntılı olarak tahmini, ekonomik yönü yanında sosyal boyutları da bulunan bir konuda pek kolay değildir. Ama bu, bazı tahminlerin de yapılamayacağı demek de değildir.

    Hoş, tahminlerin bir işe yaraması, onları kullanmak isteyebileceklerin varlığına bağlıysa da bu yine tahmincilerin morallerini bozmamalı, sanki kullanılacakmış gibi kafa çalıştırmaya devam etmelidirler.

    Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamların kesin sonucu, “Çığ Etkisi*” ve ona bağlı stagflasyon’dur.

    Buna göre, herhangi bir nedenle zamlanan temel mal ve hizmet ürünlerinin fiyatlarındaki artışların dönerek tekrar başlangıçta zamlanan temel mal ve hizmetlere yansıması ve bu çevrimin bir spiral etki (Çığ Etkisi) yaratarak fiyatlar genel düzeyini başlangıçta umulmayan düzeylerde yükseltmesi beklenmelidir.

    Ancak, yükselen fiyatlar ve aynı oranda yükselmeyebilecek ücretler karşısında alım güçleri düşecek toplumun bu Çığ Etkisi’ni bir miktar yumuşatıp zaman içine yayması ve çok keskin bir eğimle yükselmeyen bir zincirleme fiyat artışları sonunda çok şiddetli olmayan bir stagflasyon büyük bir olasılıkla beklenmelidir.

    Bu tahmin, hiç olmazsa geçici bir süre tüm ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanmasına gidilmeyeceği, buna siyaseten cesaret edilemeyeceği varsayımına dayalıdır.

    Diğer yandan bir kısım KİT’lerin kapatılmasına gelince: Zarar eden KİT’lerin herhangi bir önlem alınmadan (kurulacak Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla alternatif istihdam yaratma, yaygın Beceri Kursları yoluyla işsiz kalacaklara yeni imkanların kapılarını açma vbg) kapatılması önerisi ve bunun bir cesaret olarak takdim edilerek karar alacakların dolduruşa getirilmesi, uzun süredir kamuoyuna sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ise, işsiz yani gelirsiz kalan insanların sessiz sedasız bu durumu kabullenecekleri gibi gerçekdışı bir varsayıma dayanmaktadır.

    Üretim denen olguyla hayatında hiç karşılaşmamış sözüm ona uzmanların, bilinçaltlarında yerleşik üretim korkularından kaynaklandığına hiç şüphe olmayan “Türkiye’nin sorunu üretimsizlik değil, parasaldır” safsatasının ne denli yanlış olduğu da bu münasebetle görülecekler arasındadır.

    Sokaklara dökülecek işsizlerin gösterileri sonunda panikle atılacak geri adımlar, her zaman vurgulanan bir acı gerçeğin bir defa daha ilanı anlamına gelecektir. Bu gerçek; “Türkiye’de bağıran kazanır. Haklı da olsa haksız da olsa kazanır!” realitesidir.

    Bunun olası sonucu, kapatılan bir kısım KİT’lerin tekrar açılması ve bu defa para basımı yoluyla stagflasyonun körüklenmesidir.

    Bu resim mutlaka böyle mi sonuçlanır, başka türlü olmaz mı? A partisi B ile birleşse, C de destek verip vs vs olsa yine böyle mi olur?

    Evet böyle olur, ta ki çokbilmiş insanlarımızın şamatası susar, gerçek rekabet gücü olan üretim’in ne olduğu anlaşılır ve ondan sonra da onun Dünyaca bilinen ama henüz Türkiye’mizde keşfedilmemiş (!) araçları devreye sokulana kadar bu resim aynen böyle olur. İnanmayan bekleyip görsün!

    Cumartesi, 02 Nisan 1994

  • FAİZ VE TEFECİLİK !

    Bir siyasi partinin, onun yandaşlarının ve partili ya da yandaş olmamakla birlikte birçok kişinin faizi reddettiğini biliyoruz. Bunu garipsemiyorum. Garipsediğim, aksi düşüncedeki hiç kimsenin bu konuda bir açıklama yapmayışı, sanki faizsiz hayat mümkünmüş de bir kabahat işleniyormuşçasına susmayı tercih etmesidir.

    Yüksek kredi faizlerinin insanları doğrudan (sanayiciler) ya da dolaylı (sanayi mamullerini kullananlar) bunalttığı ortamda faizin, borç-faiz spirali olgusunu çağrıştırması, otomatık olarak faize karşı olumsuz “his”lerin doğmasına neden olmuştur. Bu bir gerçektir.

    Ama ilginç olan, bu denli faizle içli dışlı olmuş bir ortamda faiz’in ne olup ne olmadığının hiç konuşulmayışıdır. Belki herkesin bildiğinin varsayılması, bunun bir nedenidir.

    Ülkemizin çok sayıdaki sorununun, çok az sayıdaki Kaynak Sorun’un çeşitli bileşimleri olduğu, diğerlerinin ise birer Görüntü Sorun (Phantom Problem) olduğu, artık yavaş yavaş kavranmaya başladı.

    İşte bu az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisi de “çeşitli kavramların tanımlanmamışlığı nedeniyle üzerlerinde uzlaşma olmayışı, bunun ise toplumsal iletişimi güçleştirdiği”dir. Hak, özgürlük, demokrasi, laiklik ve birçok soyut kavramın yanısıra, bunlarla hiç ilgisi olmayan matematik bir kavram olan faiz de bu “tanımsızlık” hastalığından nasibini almıştır.

    Bunun üzerine bir de “bilerek kavram tanımlarını karıştırma” eylemi binince, düz deyimle tam toz-duman bir ortamı doğmaktadır. Şimdi faiz, bu ikili etki altında bir kesimin nefret ettiği, bir kesimin de suskunlukla seyrettiği bir kargaşaya itilmiştir.

    Faiz, iki bileşenden oluşmakta olup birincisi paranın değer kaybının telafisi, diğeri de paranın nedretine ödenen karşılıktır. Bu iki bileşenden biri ya da ikisine karşı kızgınlık duyanların kullanabileceği tek alternatif “hibe”dir. Yani faizi haram olarak görüyorlarsa bu iki bileşenden hangisini isterlerse almayabilir, karşı tarafa hibe edebilirler. Bunu enayilik olup olmadığı ise hibe’de bulunacak olanların sorunudur.

    Faizin bir de kötüye kullanımı vardır ki o da tefeciliktir. Aslında yalnız faiz değil tüm yüce kavramlar dahi istenilirse kötüye kullanılabilir.

    Tefeciliğin faizle ilişkisi, suyun boğulmakla olan ilişkisi kadardır.

    Bilerek ya da cehalet nedeniyle anti-faiz propagandası yapanlar ya da bunlara muhatap olanların bilmeleri gereken, paranın yukarıdaki iki bileşeninin (değer kaybı ve nedret ücreti) haram olamayacağı, yüksek faizin yarattığı olumsuzlukların Kaynak Nedeni’nin faizin kendisi değil, paranın süratle değer kaybetmesi olduğudur. Kızılacak, nefret edilecek birşey varsa o da, paraya değer kaybettiren “üretmeden tüketmek” olgusu ve bir kısım politika ve bilim esnafının bunun mümkün olduğunu propaganda etmesidir.

    Bu ise yalnız dinde değil tüm öğretilerde ayıptır, günahtır ve de yanlıştır.

  • ELBİSELER TAMAM YA İÇİ N’OLACAK?

    Polisimiz de dahil olmak üzere resmi kıyafet sahibi kamu görevlilerinin kıyafetlerindeki “akıl eksiği”nin, biraz gözlemci nitelikteki herkes farkındadır. Yumurta topuklu ayakkabısı ile birisinin peşinden koşan, uzun ceketinin altından silahını çıkarmaya çalışan ve o sırada da ceketinin cebinden düşebilecek eşyalarını tutmaya çalışan bir polis düşünebiliyor musunuz?

    Aynı akıl eksiği istisnasız tüm kamu görevlilerinin kıyafetlerinde vardır. Son zamanda polis kıyafetlerinde yapılan değişiklikle bu akıl eksiği “az birazcık” düzeltildi.

    Pekiyi, elbiselerin içinde yapılması gereken değişiklikler, en az kıyafetlerdeki akıl eksiği kadar önemli değil midir? Şüphesiz önemlidir, hatta çok daha önemlidir.

    Sivas olaylarını TV’lerden görenler hatırlayacaklardır. Kendisi gibi düşünmeyenleri yakmayı kafasına koymuş bir kalabalık karşısında, bu tür konularda en küçük bir eğitimi bulunmadığı hemen belli olan polis “memurları”..

    Ankara’da coplu memur yürüyüşünde ise, iki uç noktadan başka bir nokta bilmeyen -eğitilmediği için- polisin kıyasıya (ama yine de acemice) cop kullanışı..

    İstanbul’daki Bosna ayaklanmasında anıt çevresinde çember olmuş bekleyen polisler ve yüzlerce kişinin önünde kollarını açıp sağından solundan geçenleri durdurmaya çalışan zavallı güvenlik (!) görevlilerimiz..

    Bütün bunlar, karakol jargonunun, bu işleri yönetmeye gerek ve yeter koşul sayılmasından ve eğitimin ne demek olduğunun bilinmeyişinden kaynaklanmaktadır.

    Bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı IMF’nin yakacağı yeşil ışık değildir (hatta hiç değildir). En önemli sorunu laik-şeriatçı çatışması da değildir, ayrılıkçı hareket de değildir.

    Ülkemizin en önemli ihtiyacı, toplum olayları ile nasıl başedileceği konusunda iyi eğitilmiş, ne yaptığını bilen, eğitimiyle, kıyafetiyle, davranışıyla saygı ve caydırıcılık karışımı bir his uyandıran güvenlik gücüdür.

    Karşısında aciz durumda bir polis gören bir saldırgan, hiç kimsenin bulunmaması haline göre daha da cesaret sahibi olur.

    Kızgın toplulukları manipüle etmek çok kolaydır. Hele içlerine bu konularda eğitilmiş birkaç provakatör girince daha da kolaydır. Hayat pahalılığı veya sendika hakkı gibi bir konuda toplanmış bir kalabalığı bir anda kışkırtıp kravat takanların (ya da takmayanların) üzerine saldırtmak işten bile değildir.

    Bu bir kehanet sayılmasın. Yarın öbürgün, bu denli az eğitilmiş ve özellikle de toplum olayları ile baş etmek konusunda çok eğitimsiz bir polis gücü, örneğin TBMM’ni koruyamayacaktır.

    Sefaretleri koruma konusunda son Ankara olayları küçük bir örnektir. Ama iyi yorumlanırsa altın değerinde bir musibettir.

    Bütün bunlardan için için şikayetçi olan birçok üst düzey yetkili olduğundan adım gibi eminim. Ama ne yapılacağı konusunda berrak olmadıkları, eğitim konusunda tam bilinçli olmadıkları da bir gerçektir.

    1984 yılında, bu işlere meraklı birisinin ABD ve İngiltere’deki polis derneklerinden getirtmiş olduğu ve o zaman meraklı bir eğitimci tarafından birleştirilerek karakollara kadar dağıtılan ve toplum olaylarıyla başetmek tekniklerini gösteren video filmleri, bu işin Dünya’da ne denli önemsendiğinin bir küçük kanıtıdır.

    Yapılması gereken, iki-üç kişilik bir çalışma grubu ile -katiyen uzun ünvanlı eğitim daireleri değil- bir hızlı eğitim programı yapmak ve kısa süre içinde tüm polisleri -evet yanlış okumadınız tüm polisleri- hiç eğitim görmemişler gibi yeni baştan eğitmektir.

    Devletimizin yumuşak karnı burasıdır. Sonra demedi demeyin!

  • EKSİK / YANLIŞ BELİRLENEN SEBEPLER = YANLIŞ ÇÖZÜM!

    Bir gazete haberi, Turizm Bakanlığının turizmdeki krizi gidermek için giriştiği büyük tanıtım harcamalarının bir işe yaramadığını haber veriyor.

    Bu, hiç sürpriz sayılmaması gereken, sokak deyimiyle “kör kör parmağım gözüne” bir sonuçtur.

    İster turizm, ister bir başka alandaki sorunları çözebilmenin çok sayıda koşulundan ilk ve vazgeçilmez olanı, o soruna yol açan nedenlerin eksiksiz olarak saptanmasıdır.

    Ama sorun çözmekle yükümlü insanlarımız (özellikle politikacılarımız, akademisyenlerimiz ve kamu yöneticilerimiz) genellikle bir “esas mesele” nin (en kolayının) peşine takılarak bu kuralı hiçe sayarlar.

    Bunun olası sebebi belki kolaycılık, belki de “benim söylediğimin dışında çözüm olmasın” bencilliğidir. Üçüncü bir ihtimal ise, bu sorumluların “başka” işlerle meşgul hale gelmiş olması ve çözümleri onlar yerine beşinci sınıf adamlarının, kendi kapasitelerinin sınırlarını zorlayarak ürettiği çözümleri ortaya koyması olabilir.

    Turizm ya da Türkiye’nin tanıtımı sorununun (ki gerçekte sorun tanınma sorunu değildir), kendi kendini tanıtma uzmanı ilan eden kuruluşların dış medyaya verdikleri pahalı ilanlarla ilgisi olmadığını uzun süredir tekrarlıyorum.

    Hiç bir ilanın, bizi sevimsiz yapan, çağdaş normların dışına iten davranışlarımızın olumsuzluklarını silemeyeceği gerçeğini anlatabildiğimi anlatabilmiş değilim.

    Kedileri fırında yakarak itlaf eden, turist hanımlara bekaret muayenesi yapan, dış ülkelere yolladığı temsilcilerine Türkçe’yi dahi öğretememiş bir ülkenin, pahalı ilanlar yoluyla denizini, güneşini methetmeye kalkışması, hindi olmadığı yolunda kampanyalar düzenlemesi ya da bakanlarına sokaklarda yürüyüş yaptırması olsa olsa bir sonuç yaratabilir, çağdaş insanın çok önem verdiği “rasyonel düşünce biçimi”nden hiç nasibini almamışlığa karşı duyulan kızgınlıkla karışık acıma duygusu!

    Amacım, turizmin gerçek sorunlarının ne olduğu konusunda sorumlularına defalarca ilettiğim teşhisleri burada tekrarlamak değildir. Belli ki onlar bir “esas (ve kolay) mesele” arayışı içindedirler. Ve yine belli ki bu “esas (ve kolay) mesele” lere daha çok -ve de boş yere- paralar harcanacaktır.

    Araştırmak istediğim, acaba nasıl bir yöntemin, “bir soruna yol açan sebeplerin tümünü belirlemeksizin o sorunun çözülemeyeceği” gerçeğini anlatabilmekte başarılı olacağıdır.

    Bunu yapabilecek olanlar, toplumumuzun aydınlarıdır.

    Uzun vadede, eğittiğimiz çocuklarımıza akılcı düşünmeyi öğretmek en geçerli yoldur. Bu ise eğitim sistemimizin felsefesini bütünüyle, değiştirebilmemize bağlıdır.

    Dünyamızın bu hızlı değişim çağında tüm değer ölçülerinin sorgulandığını göz önüne alırsak, günün birinde bizim de “neleri yanlış yapıyoruz?” diye kendi kendimizi sorgulayacağımızı umabiliriz.

    Eminim ki o zaman bu gerçek ortaya çıkacak ve yıllarca bizi “esas (ve kolay) mesele”ler peşinde koşturanlar ayıplanacaklar, kaybettiğimiz yılların sorumlusu ilan edileceklerdir.

    Ama o günler gelene kadar nasıl bekleyebiliriz?

    Toplumumuzun sorun çözme kaabiliyetinin artırılması, her soruna yol açan nedenlerin tümünün göz önüne alınıp, her birine ayrı bir çözüm geliştirilmesi gereğinin anlaşılmasına bağlıdır.

    Aydınımızın önündeki bu tarihi görevi yapabileceğini beklemek hakkımız değil mi?

    Hoşça kalınız.

  • DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ, AKLINA GELENİ SÖYLEME ÖZGÜRLÜĞÜ MÜDÜR?

    En uç teknolojiler dahi henüz bir kimsenin aklından geçenleri saptayabilmiş değildir. Bu nedenle düşünce özgürlüğü , insanların doğal olarak sahip bulundukları ve kimse tarafından denetim altına alınması mümkün olmayan “aklından geçirme” yi onlara güya sunan bir özgürlük türü olarak değil, düşündüklerini dile getirebilme özgürlüğü olarak anlaşılmalıdır.

    Yasalar ve özellikle insan haklarının çağımızdaki boyutları karşısında yasalar, kişilerin düşündüklerini serbestçe ifade etmelerine, yayıp propagandasını yapabilmelerine uygundur. Demokratik idareler insanların düşüncelerini serbestçe ifade etmeleri için onları teşvik etmektedirler.

    Bu, madalyonun bir yanıdır. Madalyonun bir de diğer yanı vardır.

    Düşüncelerini ifade etmek açısından tüm insanlar eşit haklara sahiptir ama eşit imkanlara sahip değildir. Bazı görevler ya da meslekler bazı kişilere, diğerlerinden daha kolaylıkla düşüncelerini ifade etme, yayma, propagandasını yapma imkanı vermektedir.

    Politikacılar, yazarlar ve benzer kişiler böyledir. Bir de, işi, düşüncelerini kolay ifade etmeye uygun olmamakla beraber şöhreti dolayısıyla bu imkana otomatik olarak sahip olanlar vardır.

    “Cesur bir manken”, “bir şarkıcı veya türkücü” gibi sanatçı ya da aksine “kaçakçılığı ve yakalanmamayı meslek edinmiş” gibi kişiler de şöhretleri dolayısıyla ağızlarına bakılan insanlar durumundadır.

    Acaba bu kişiler de her konuda düşünce ifade etme özgürlüğüne sahip midirler? Yasalara göre evet.

    Aynen 1.90 ve 1.70 boyunda iki kişinin yasalar karşısında eşit ama mesela terzi karşısında eşit olmaması gibi.

    Bir kişinin bir konudaki düşüncesini ifade edebilmesi için mahalle muhtarı ya da bir başka merciden izin kağıdı alması düşünülemiyeceğine göre, bu özgürlüğü kullanabilmenin herkes tarafından kabul edilebilecek bazı kriterlerine ihtiyaç vardır.

    Tabiidir ki bu kriterlerin bir yaptırım gücü olamaz. Olsa olsa bu kriterlere uymayan düşünce ifadeleri “saçmalamak” veya “haddini aşmak” olarak nitelendirilebilir.

    Bir konuda düşünce beyan edebilmenin kabul görmüş ölçüsü, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olmaktır. Peki bu ehliyet nasıl kanıtlanır?

    Bunun pek somut tek ölçüsü bulunmamakla beraber:

    1. konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya

    2. O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya

    3. O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak.

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için “ehliyet” olarak kabul edilmektedir.

    Dikkat edilirse bunlar içinde, “sorulduğu için beyan etmek”, “zorunlu olduğu için beyan etmek”, “ben eksik kalmamalıyım diye beyan etmek”, “hergün her konuda beyan ettiği için beyan etmek” gibi ehliyet kriterleri yoktur.

    Örneğin, bir kişinin, yerçekiminin kaynağı konusunda düşüncesini ifade edebilmesinin yasal bir engeli yoktur. Ama bu “ehliyete sahip olma” şartı dolayısıyla, bu kişi bu konuda ancak çok özenle ve de “benim bu konuda bilgim yok ama,…” şeklinde başlayarak düşüncesini dile getirebilir. Tabii ki daha iyisi, hiç konuşmaması ve “ben bu konuda fikir beyan etme ehliyetine sahip değilim” demesidir.

    Ancak uygulama bu değildir. Hergün yazılı basın ve TV’lerde, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmayan birçok “imkan sahibi”nin düşünceleri boy boy yer alır.

    İşin garip tarafı, bir süre sonra bu “o konuda ehliyeti bulunmayan” kişiler bu işlere o kadar alışmaktadırlar ki, Güneydoğu siyasetinden, balık zehirlenmesine kadar her konuda fikir beyan etmeyi bir kamu görevi olarak benimsemektedirler.

    Bu gibi kişilerin düşünce beyan etmesinin ne gibi zararı olabileceği sorusu doğru bir sorudur. Bir konuda ehliyet sahibi olmamak, aynı zamanda o konuda bilgi sahibi olmamayı da beraberinde getirdiğinden dolayı, bu gibi kişilerin sorunlara önerdikleri çözümler daima kestirme ve dolayısıyla da kamuoyunun hiç olmazsa bir kısmı için son derece “açık-seçik”(!) olmaktadır. Gerçek ise her zaman o kadar basit olmayabilir.

    İnanılmaz gibi görünebilir ama bir süre sonra kamuoyu bu ehliyetsiz görüşler doğrultusunda etkilenmektedir. Bu ise insanların “doğru bilgilenme özgürlüğü” ne yapılan bir saldırıdan başka birşey değildir. Buna ise kimsenin hakkı olmamalıdır.

    Ancak bu konudaki kusuru tamamen bu ehliyetsiz kişilere yüklemek doğru değildir. Hatta hiç doğru değildir. Bir kamu görevinin (kamuoyu oluşturmak), bir bölümünü yerine getiren haber toplayıcı elemanlar, belki sansasyon isteğinden, belki de basit ve kestirme çözümlere karşı eğilimlerinden ötürü, bu gibi ehliyetsiz kişilere çanak tutmaktadırlar.

    “Sayın filanca, Güneydoğu için ver-kurtul mu, yoksa vur-kurtul mu gerekir?” gibi siyah-beyaz sorulara hergün verilen ve buram buram bilgisizlik ve haddini bilmezlik kokan cevapları ibretle okuyor ve de dinliyoruz. Fikrini söyleyebilme imkanına sahip olmak, başkalarının doğru bilgilenme hakkını çiğneme hakkı olarak anlaşılmamalıdır.

  • EKONOMİK KRİZ, BİLGİ İHTİYACI VE BİLGİSAYAR SEKTÖRÜ

    Her yeni bütçenin onaylanmasından sonra, her ekonomik sıkışıklıkta, her krizde akla ilk gelen önlem, bir “tasarruf genelgesi” yayımlamaktır.

    Bütün diğer genelgelerde olduğu gibi tasarruf genelgeleri de göreve yeni başlamış acemi devlet memurları ile işini canla başla yapmaya çalışan kamu görevlilerini durdurur, geri kalanlar ise, sağlanan bu tasarruflar yardımıyla biraz daha harman savururlar.

    Toplu iğne, kağıt, çiçek, kurutma kağıdı sarfiyatının her genelgeden sonra hızlı azalışı ile Mercedes araba, yurtdışı gezi, işe yaramaz personel istihdamı ve bina yapımındaki hızlı artışın hep bu genelgelerden sonraya rastlaması tesadüf değildir.

    Tasarruf genelgelerinin yararı yalnız yukarıda sayılan kalemlerle sınırlı olmayıp, ele güne karşı “bak devlet de tasarruf yapıyor siz ne güne duruyorsunuz” mesajı vermeye de yarar.

    Genelde bilgiye, özelde ise teknolojiye düşman olan, ama ahbap sohbetleri sırasında “düğmeye bir basıyorsun dairede kaç kişi çalıştığını söylüyor” gibisinden bilgiçliği kimseye bırakmayan teknoloji meraklısı(görünüşlü) genelge uzmanı bürokrat ve politikacılarımız, eskiden yalnız kalem kağıt tasarrufu ile yetinirlerken şimdilerde listeye bilgisayarları da dahil etmişlerdir.

    İğneden ipliğe hemen her konuda ürettiğinden fazlasını tüketerek bugünlere gelmiş olan toplumumuz halen bir fatura ödeme süreci yaşamaktadır. Keşki tasarruf genelgeleri samimi olsa da toplu iğne ve kağıt dahil tüm harcamalar kısılabilse..

    Böyle bir krizde kısılmak bir yana kullanımı, hatta fazla kullanımı özendirilmek gereken yalnızca tek kalem vardır: Bilgi !.

    Kriz için mikro açıklamaların hepsi bir yana (ve çöpe), kaynaktaki başlıca neden üretimsizlik, onun da temelinde yatan “bilgi”sizliktir. O halde, krizden çıkışın reçetesi de “daha çok bilgi tüketimi” dir.

    Bilgi, TV’de seyretmeye alıştığımız bilgiç tiplerin ağızlarından saçılan saçmalar değil, birer algoritma haline getirilmiş bulunan sorun çözümleri’dir. Bunun Türkçesi yazılım, Frenkçesi de software’ dir.

    Bilgisayar donanımı ise bu yazılımları kullanılabilir kılan araçlar olduğuna göre, gerek yazılım gerek donanım konusundaki kısıtlamalar krizden kurtulmaya değil, burnuna kadar krize batmaya yarar.

    Tasarruf genelgelerini kaleme alanların, onlara bu aklı verenlerin üretim ve teknoloji düşmanlıkları malumdur. Ama şimdi kendi kendileriyle karşılaşmış durumdadırlar. Bir yanda kriz ve ona dayalı bilgi ihtiyacı, öte yanda ise bilgi ve teknoloji düşmanlığı !

    Tasarruf, bilinçsizce bir kısıntı değil, bir öncelikler listesi değişikliğidir. Bir kısım kalemler listenin arkalarına atılırken bazıları öne çıkacaktır. İşte bilgisayar ve bilgi tüketimi konusuna böyle bakılmalı, bunlarda kısıntı bir yana listenin en başına yerleştirilmelidir.

    Salı, 10 Mayıs 1994

  • DURUP DURURKEN NİÇİN TOPARLANILSIN?

    Erzincan Valisi Sayın Recep Yazıcıoğlu’nun valiler toplantısındaki konuşmasını dinleyen ya da okuyanlar, yıllardır halkımızın -önemli bir bölümünün- siyaseti nasıl görüp kullandığına, deneyimli bir bürokratın ağzından çarpıcı biçimde şahit oldular.

    Valiye, “siyasi partinin il başkanı gelsin sorumluluk alsın, tayinlerin altına birlikte imza atalım” dedirtecek kadar siyaseti vıcıklaştıran insanımız, bir yandan da yolsuzluktan, hırsızlıktan şikayet ediyor.

    Vali Yazıcıoğlu’nun konuşmasından çıkarılabilecek çeşitli dersler bulunabilir. Bir tanesi, bir bürokratın da medeni cesaret sahibi olması gerektiğini göstermesidir. Vali hakkında, izinsiz beyanat vesaire gibi bir gerekçeyle soruşturma açılabilir. Bu noktada, kendini aydın olarak tanımlayan herkese düşen görev, İç İşleri Bakanlığına bir yolla erişerek “Yazıcıoğlu’nun gerçekleri dile getirişini desteklediğini” ifade etmesi, bunu bir zincir biçiminde tüm dostlarından istemesi ve sinerjinin gücünü göstermesidir.

    Çıkarılabilecek ikinci sonuç, toplumun hemen her kesiminde yüksek seslerle dile getirilmeye başlanan “artık derlenip toparlanalım, silkinip kendimize gelelim” safsatasının nasıl bir afyon olduğudur.

    Her ne hikmetse insanların çoğunda, “birşeyler bozulur bozulur, ama sonsuza kadar böyle gidemeyeceğine göre sonra da düzelir” gibi bir inanç vardır.

    “Dibe vurup tekrar yukarı çıkmak”, “denizler dalgalanmadan durulmaz” gibisinden metaforların Türkiye’yi de bu bataktan çekip çıkaracağı, vaziyetin o kadar da kötü olmadığı, pıtrak gibi yapılan fabrika inşaatlarının kalkınmamızın işareti olduğu, pırıl pırıl insanlarımızın cep telefonlarıyla çağdaş teknolojiyi yakaladığını (bu yakalamak deyimine de bayılıyorum) kanıt olarak gösterirler.

    Aydınımız kendisine başarım ölçütleri koymalı ve bunların en üst sırasına da, “bilim, teknoloji, sanat, ahlak ve sosyal alanlardaki insanlık birikimine ne kadar katkıda bulunulduğu”nu yerleştirmelidir.

    Cep telefonu, bilgisayar ya da diğer teknolojileri almak, satmak, adlarını, jargonlarını ağzını çarpıtarak tekrarlamak çağdaşlık değildir. Çağdaşlık, bu alanlara bir katkıda bulunabilmektir.

    Dibe vurup çıkamayan insan topluluklarının -onlara toplum denilmemesi lazım- tarihlerine bakanlar, derlenip toparlanmanın otomatik bir süreç olmadığını, bozulmaya yol açmış ve açmakta olan unsurlara söverek ya da onlardan medet umarak bozulmanın durdurulamayacağını kolayca görürler.

    Derlenip toparlanma, yapılması gerekip de o ana kadar yapılmayan bazı şeylerin, onları yapmayanlar eliyle değil, oturup konuşmaktan başka bir şeyler yapmayanlarca yapılmasıyla olabilir. İşte burada, kendini aydın olarak tanımlayanların görev tanımı ortaya çıkmaktadır: aydınımız, bu kadar çeşitli sorunun nasıl ortaya çıktığının kimyasını (ben buna Sorun Kimyası diyorum) anlamaya çalışmalıdır. Bunu yaparken de, eğitim sistemimizin olumsuz ürünleri olan kuşkusuzluk, çabuk yargı, aklına geleni doğru ve tek doğru sanmak, ünvanın akıl yarattığını sanmak gibi tuzaklardan kendini kurtarmalıdır.

    Bu yeni bakış açısı altında yanıtlaması gereken soru, “acaba, hangi kök sorunlarımız aralarında birleşerek değişik görüntülü bunca çeşitli sorunu üretiyor?” sorusudur.

    Bu bakışın eylem boyutu ise, kullanageldiğimiz eylem yöntemi olan, “yetkililere yakınmak, bizim adımıza sorunlarımı çözmelerini istemek” yolunun çıkmaz sokak olduğunu, demokrasilerde böyle bir şeyin olamayacağını anlamaktır.

    İhale yöntemiyle sorunlarını çözdürmeyi ve başı dinç olarak yaşayabilmeyi becerebilmiş topluluklar, yalnızca kendilerini ağalarına teslim etmiş olan köylülerdir.

    Demokrasiye meraklı olanlar, kendi sorunlarına sahip çıkma becerisini kazanabilmiş olmalıdır. Onlar, yetkililerden sorunlarının çözümlerini beklemezler, hatta çözüm telkin edilmesine dahi tahammül edemezler. Yetkilendirdikleri kişilerden beklentileri, verdikleri yetkilerin birer engel olarak önlerine çıkarılmaması ve bir de talimatlarına göre kurallar koymalarıdır.

    Toplumumuzda siyasi partilerin övüne övüne “biz sizin sorunlarınızı çözeriz, bizi yetkilendirin” istekleri kadar, vatandaşlarımızın da “fişmanca lider bizim sorunlarımızı bizim adımıza çözecek kişidir” beklentileri, adını ağzımızdan düşürmediğimiz demokrasiden ne denli uzaklarda bulunduğumuzu göstermektedir.

    Ülke sorunlarına sahip çıkmayı ihale etmekten vazgeçip, bunun arkasına biraz cesaretini, biraz parasını, biraz aklını koymak isteyen insanlarımız, artık bu “derlenip toparlanalım”, “siyasetçiler bizi kurtarsın”, “ordu duruma el koysun”, “filanca kişi ağırlığını koysun” safsatalarını bir kenara bırakıp, somut sinerji bağları yaratmayı denemeye başlamalıdırlar.

    “Deneme”dir, çünkü bu bir teknolojidir ve bu sosyal teknolojiyi bir başka yerlerden satın almak mümkün değildir. Daha genelleyerek bunu bir “derlenip toparlanma stratejisi” olarak ortaya koymak gerekirse, “sorunları doğru tanımlama ve çözmek için sosyal teknolojiler geliştirmek yolunda sinerjik bağlar kurmak” denilebilir.

    “Siyasi istikrar olsun”, “güçlü hükümetler kurulsun”, “siyasetçiler aklını başına devşirsin” gibi temennilerin sadece zaman kaybına neden olduğunu artık görebilmeliyiz.

    Hangi projelerden işe girişileceği, bu tür deneyimler edinmemiş insanların bunları nasıl yapacağı, sorumsuz aydın türünün moral bozucu etkileri, bozulan ahlak, acil müdahale istemlerinin doğru yaklaşımları geciktirici etkileri, çaba harcamamış insanların kolaycılıkları gibi onlarca güçlük vardır.

    Ama aydın olmak, bütün bunları biraz güler yüzle, biraz da aşılacak birer meydan okuma gibi görebilmesi değil midir? Niçin varız?

  • DÖNÜP, KENDİMİZE BİR “BÜTÜN” OLARAK BAKMALIYIZ!

    Adına “sorun kimyası” denilebilecek bir yaklaşım geliştirilse ve sorunların nasıl oluştuklarını, aralarında nasıl yeni bileşikler oluşturduklarını, birbirlerine benzemez sorunların köklerine doğru nasıl iz sürüleceğini ve bunlara benzer konularla uğraşsa, herhalde onun da, maddeler kimyasının konularına benzer kuralları olurdu.

    Bu kurallardan birinin şöyle olacağını beklemek yanlış olmazdı:

    “Bir sorun çözümlenmedikçe yeni sorunlar üretir, onlar da başka sorunlarla birleşerek daha yeni ve kendilerini yaratan sorunlara benzemez sorunlar üretirler”

    İnsanlarımız, bu “sorun kimyası kanunu” uyarınca, bir mayanın kabarması biçiminde büyüyen -ve de şekil değiştirerek büyüyen- sorunlar yumağı karşısında geleneksel tanılarını ve çözümlerini yineliyorlar:

  • Doğru satınalma idaresi en iyi teşviktir

    Sanayi başta olmak üzere çeşitli sektörlerdeki rekabet gücünü artırmak için teşvikler uygulanması en alışık olduğumuz yöntemdir.

    Bugün, kapitalizmin beşiği olan A.B.D.’de dahi kamu alımları hala sanayinin itici gücüdür. Türkiye gibi, devletin ekonomideki ağırlığının hala büyük olduğu bir ülkede ise kamu alımlarının sanayi üzerindeki etkisi “belirleyici” boyuttadır.

    Sanayimizin (ve de diğer sektörlerin) rekabet güçlerini belirleyen yüzlerce faktör olduğu doğrudur. Ama kamu alımlarının, bu güçleri artıracak şekilde kullanılıp kullanılmadığı, bu faktörlerin başında yer almaktadır.

    Bugün ülkemizde kamu alımları, sektörlerin rekabet güçlerini artırmalarını sağlayacak şekilde değil, belirli kişilerin güçlerini artıracak şekilde kullanılmaktadır.

    Doğru kullanılsaydı; standardizasyonun, kalitenin, ucuzluğun, teknolojik gelişimin, kısacası rekabetin anahtarı olacak olan kamu alımları bu haliyle, haksız rekabetin (hem de tüm uygunsuz araçları ile birlikte) anahtarı durumundadır.

    Bugün bir kamu ihalesi, rekabet gücünden başka güveneceği dalı olmayan ya da onları kullanmayı kendine yediremeyen kuruluşlar için bir “karabasan”dır.

    Siyasi görüş, mezhep, çıkar birliği, hemşehrilik gibi ölçütler, kamu ihalelerinde genel kabul görmüş ölçüler haline gelmek üzeredir.

    Bu araçlardan bir veya birkaçını kullanmayan bir kuruluşun rekabet gücü ne olursa olsun, bir kamu ihalesindeki şansı oldukça zayıftır.

    Yeni müteşebbis yaratmanın yolu, onlar için uygun bir klima nın varlığına bağlıdır. Mevcut kamu alımları iklimi, müteşebbis yaratmayı değil var olanların da yok olmasına sebep olmaktadır.

    Batı’da kamu alımları, çok amaçlı bir alet olarak kullanılmaktadır. Örneğin, bedensel özürlülerce erişilebilir bina yapımını ya da mevcut binaların erişilebilir kılınmasını isteyen A.B.D. hükümeti, devletle iş yapmak isteyen özel sektör kuruluşlarının bir “Zorunlu Aksiyon Planı Anlaşması” (Affirmative Action Plan) imzalamasını şart koşmaktadırlar.

    Böylece, devlet bütçesinden para harcamaksızın bazı sosyal politikaları hayata geçirebilecek bir araç doğmuş olmaktadır.

    Kamu alımlarının böyle olumlu kullanılamayışının çeşitli sebepleri vardır. Siyasal iktidarların, kamu alımlarını bir “manivela” olarak kullanma istemlerinin yanısıra, 3 sebep daha önemli rol oynamaktadır. Bunlar:

    1. Standart şartname eksiği,
    2. Satın alma Mühendisliği (Logistic Engineering) eğitiminin verilmeyişi,
    3. Kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Kamu alımına konu her mal ve hizmet ihtiyacı için, her ihtiyaç sahibinin kendi aklına, bilgisine ve ahlak ölçülerine göre (belirli bir markayı/firmayı tarif etmek gibi) bir şartname hazırlaması, hem teknik hem de satın alma ahlakı açısından olumsuz bir ortam yaratmaktadır.

    Her konudaki standart spesifikasyonları (ya da daha iyisi bunların nerelerde bulunduğunun bilgisini) elinde bulunduran kuruluş(lar)ın yokluğu önemli bir eksiktir.

    Devlet Malzeme Ofisi (DMO)nin halen yaptığı “fiilen satın alma ve ihtiyaç sahiplerine dağıtma” işlevi yerine, böyle bir fonksiyona yönlendirilmesi gerekir. Şartnameleri fiilen hazırlayacak/hazırlatacak olan ise T.S.E.’dir. DMO, çok küçük kadrolu (20-25 kişi) bir bilgi merkezi olmalıdır.

    Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün böyle bir standart spesifikasyon merkezi vardır ve tüm Dünya’ya hizmet satmaktadır.

    İkinci eksik, Satın alma Mühendisliği olup, üniversitelerimizden hiç olmazsa köklü olan 4-5 tanesinin, Satın alma Mühendisliği programları ihdas etmesi önem taşımaktadır.

    Üçüncü sırada yer almasına karşın en az diğerleri kadar önemli olan bir diğer husus da kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Kamunun çıkarlarını faziletle savunan kamu görevlilerini bu ifadenin dışında tutarak, kalabalık kamu kadrolarının etkilerini şu formülle dile getirmek mümkündür:

    (kalabalık kadro=düşük nitelik=düşük ücret)

    Kamu alımları, düşük ücretlerin telafisi için seyrek de olsa kullanılabilmektedir. Ayrıca bu olgu son derece saridir.

    Bu hastalığın kökünün kazınması ise kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesine bağlıdır.

    Bünyesinde parazit bulunan bir canlının bir türlü derlenip toparlanamayışı gibi, kamu alımlarını da başta siyasi iktidarların suistimalinden ve diğer 3 parazitten kurtaramazsak, diğer bütün tedbirleri alsak da sektörlerin rekabet gücünü artıramayız. Hoşça kalınız.

    2 Ekim 2001