• İŞBİRLİĞİ İÇİNDE REKABET!

    Gümrük Birliği(GB)ne girmek konusundaki tartışmaların yoğunlaştığı günümüzde, üzerinde -ne hikmetse- hiç durulmayan bir konu var. Bir kesim GB’ne girmenin kaçınılmazlığını, bir kesim ise, bunun sakıncalarını dile getirirken, iki kesim birlikte, yaşamsal bir konuyu atlamaktadır. Bu konu, GB’ne konu olan mal ve hizmet üretimi sektörlerimizin “rekabet gücü” konusudur.

    Rekabet Gücü’nü oluşturan bileşenler, her ne kadar “fiyat ve kalite” olarak özetleniyorsa da artık bu kavramların içleri, bundan yirmi yıl öncesinin anlamlarıyla dolu değildir.

    Bugün “fiyat”a girdi olan tüm ögelerin, “kalite”yi ise mutfaktan sofraya kadar belirleyen “tüm” faktörlerin üzerinde duruluyor. Düne kadar nasıl üretilirse üretilsin aldırılmayan ürünlerin tüm üretim süreci büyüteç altındadır. Bir otomobilin nihai performansı ve fiyatı kadar, onu üreten kuruluşun muhasebe ya da araştırma kayıtlarının düzeni hatta fabrikanın park yerinin yeterliği dikkate alınıyor.

    Ürünlerin rekabet güçlerinde önemli bir yeri olan “buluşçuluk” açısından olağanüstü düzeyde zafiyeti olan toplumumuz bu eksiğini gidermek -hiç olmazsa kısmen- açısından, maliyet ögelerinin herbirine çok dikkatle eğilmek zorundadır.

    Bir bakıma denilebilir ki, tüm yaşam kesitlerimizi yeni baştan üretmek, bugüne kadar birer alışkanlık haline getirip unuttuğumuz eksiklerimizi gidermek zorundayız.

    Bu acımasız yeni rekabet düzeni, rekabet eden toplumların yalnız ürünlerinin nihai fiyat ve kaliteleriyle değil, ona doğrudan ya da dolaylı etki yapan tüm unsurlarıyla yarıştırmaktadır. Daha az hastalanan toplumlar sık hastalanıp absentizmi yüksek toplumlardan, daha zeki toplumlar daha az zeki olanlardan, daha iyi beslenenler kötü beslenenlerden birer “burun farkı” öne geçmektedir.

    Bu acımasız yarış, en çok da buluşçuluk yeteneği açısından sürmektedir ve giderek de kızışacaktır. Yalnız nihai ürün açısından buluşçuluk değil, bürokraside, politikada, kamu yönetiminde buluşçuluk!

    Dış pazarlardaki bu kıyasıya rekabet, iç pazarlar açısından yeni bir rekabet türünü yaratmıştır: “İşbirliği içinde rekabet”!

    Geleneksel “sıfır toplamlı rekabet” (birisi kazanırsa diğeri kaybeder) anlayışı artık bitmiş, onun yerine, “rekabet gücünü belirleyen ana unsurlar dışında işbirliği” yaparak maliyet ve kaliteyi düzeltmek ve böylece hem dış pazarlar açısından rekabet gücünü artırmak, hem de iç pazar hacmini artırmak anlayışı egemen olmaya başlamıştır.

    Yapılması gereken, meslek kuruluşlarının önderliğinde biraraya gelecek olan üreticilerin, hangi konularda işbirliği yaparak maliyetlerini düşürüp kalitelerini geliştirebileceklerini belirlemeye başlamalarıdır.

    Sektörlerimizin genel olarak rekabet güçleri düşüktür. Bu gerçeği kabullenmek ve sonra da onu yükseltmek için hangi alanlarda işbirliği yapabileceklerini aramak tek çıkış yoludur. Yoksa GB’ne girmek ya da dışında kalmak seçeneklerinin ikisinin birden tek sonucu olacaktır:Yok olmak!

    Pazartesi, 3 Ekim 1994

  • İHALE KAVGALARI!

    Gün geçmez ki bir kamu kuruluşunun – ki genellikle Belediye’dir – bir ihalesinde – ki genellikle işletmecilik ihalesidir – bir kavga çıkmasın.

    Kavga, ihaleye katılan taraflar ve/ya ihale eden kuruluş temsilcileri arasında olur ve genellikle de ihalenin iptal edilip yeni – ve eski tarafların girmesini önleyen – bir şartname hazırlanıp yeniden ihaleye çıkılmasıyla son bulur.

    Gerek bu kavgalar, gerekse adına ihale mafyası denilen olgunun altında yatan bir dizi nedenden başlıcası, “ne istendiğini açıklayan belge ” demek olan şartnamelerin yetersizliğidir.

    İhale konusuna göre pek değişmeyen koşulları tanımlayan “idari şartname”lerde öngörülen şartlar, parası ve kurulu bir şirketi olan herkesin – mafya da dahil – kolayca yerine getirebileceği hükümlerdir.

    İşinin ehli, düzgün insanlarla mafyayı birbirinden ayırabilecek hükümler ise “teknik şartname”lerde tanımlanır.

    Otopark, çay bahçesi, lokanta ve benzeri yerlere işletmeci (müstecir) bulmak amacıyla açılan ihalelerin teknik sartnameleri genellikle 1-2 maddeliktir ve sadece “filan yerin işletimi sağlanacaktır, karşılığında kuruluşumuza yüzde şu kadar pay veya kira ödenecektir vs” şeklindedir. Hatta çoğu halde “idari” ve “teknik” şartnameler birleştirilip iş basitleştirilmiştir(!) .

    İlk bakışta normal iş gibi görünen ve “e nesi var, otopark işletmesi için başka ne şart koşulabilir ?” dedirtecek bu prosedür, kavgaların ve ihale mafyasının başlıca ” kaynağı” dır.

    Halbuki bakınız, böyle bir işletmecilik işinde dahi ne gibi koşullar öne sürülebilir:

    1. İhaleye katılan şirketin sahip ve yöneticilerinin yüz kızartıcı bir şuçtan ya da ihaleye fesat karıştırmaktan mahkümiyeti bulunmaması,

    2. İhaleye konu olan işi veya benzer nitelikte ve hacımdaki işleri:

    • Yapıyor olduğuna,

    • Yapabilir olduğuna,

    • Bu konularda yaygın ve temiz bir şöhrete sahip olduğuna, ilgili meslek kuruluşunun güvence vermesi,

    1. İlgili kuruluşun “iş verilmeyecekler” listesinde bulunmamak,

    2. Bir başka kuruluşun “iş verilmeyecekler ” listesinde bulunmamak,

    3. Muaccel hale gelmiş vergi borçu bulunmamak,

    4. İhaleye konu olan işletmecilik alanında yerli ya da yabancı teknik hizmet aldığı kuruluşları gösterebilmek,

    ve nihayet

    1. Bu bilgilerin doğruluğuna güvence vermek ve herhangi birinin ve/ya herhangi bir bölümünün gerçeğe aykırı olduğunun herhangi bir yolla belirlenmesi halinde, belirli bir miktar tazminat ödemeye ve anlaşmasının iptaline peşinen rıza gösterdiğini beyan etmek !

    Bunlar yapılmadığı sürece, bir yerlerden para bulup / kazanıp sonra da kanun tanımazlığına ve bilek gücüne dayanarak ihaleleri çıfıt çarşısına çevirenler, pastayı kaptırmamak için canını vermeye razı mafya babaları eksik olmayacaktır.

    Pazar, 20 Kasım 1994

  • İÇ BARIŞ BİLDİRGESİ !

    Ekonomi konusunda doğrudan Tanrı ile iletişim kurup tüm ekonomik doğruları vahiy yoluyla elde edebilen bir kadro yurdumuza indirilse ve fakat halkımız laik-şeriatçı, Türk-Kürt, Çalışan-Çalıştıran, Alevi-Sünni gibi en az 8 kesimin kendi aralarındaki çeşitli kombinezonlarına göre parçalanıp kutuplaşmış olsalar (örneğin laik-Türk-Sünni İşçiler ile Şeriatçı-Kürt-Alevi İşverenler gibi) bu kaostan kim karlı çıkar?

    Bir zamanlar Dünyanın başına dert olan Stalin, Mussolini ve Hitler için anlatılan bir fıkra vardı: “Bir sandalda bu üç kişi balık tutarlarken birden fırtına çıkıp sandal devrilse acaba kim kurtulur?” şeklindeki sorulu şakanın cevabı meğerse “Bütün Dünya kurtulur!” imiş..

    Benzer biçimde, “yukarıda sözü geçen kaostan kim karlı çıkar?” sorusunun en gerçekçi yanıtı da herhalde, “düşmanlarımız hariç hiç kimse!” dir.

    Bunun oldukça basit, ama bir o kadar da sağlam bir nedeni vardır: Giderek kalabalıklaşıp Dünya kaynaklarıyla bir türlü yetinemeyen insanlar artık Dünya’ya sığmamakta, bir karış verimli toprak parçası için litrelerce kan akıtmaktan çekinmemektedirler.

    Bu dehşet dalgası kah ekonomik rekabet, kah terörizm, kah etnik çatışma manüpülasyonu biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu dalgaya, birbiriyle uzlaşmayı reddedip yalnız kendi doğrularının motiflerini içeren bayraklarını dalgalandırmak isteyen hiç bir kesim -ama hiçbir kesim- karşı koyamaz.

    Bu rekabet savaşı, tüm insanların tüm yetenek ve becerileri arasında başlamış bir III Dünya Savaşı’dır. Bu savaşta akıllı akılsızı, çalışkan tembeli, bilgili bilgisizi, icat yapan yapamayanı, az uyuyan çok uyuyanı, sağlıklı sağlıksızı, uzlaşabilen uzlaşamayanı, yani özetle “iyi” “daha az iyi” yi (dikkat! yalnız “iyi olmayan”ı değil) yok etmek amacındadır.

    Bu kanun, Evren’in en eski kanunudur ve adı da “doğal seçim” dir..

    İşte, Dünya’daki bu acımasız rekabet savaşından habersiz, kendi küçük dünyasındaki değerlerin ölesiye savunuculuğunu yapan, ortak çıkarları bulunan kesimlerle uzlaşmayı reddeden tüm kişi, grup ve hatta uluslar yok olacaktır.

    Bu bir kehanet değildir. Kendi dünyasını bir günlüğüne terkedip etrafta neler olup bittiğine objektif bakabilen herkes -eğer çok aptal değilse- bu katı gerçeği görebilir.

    Peki, ya görmez, göremez ve de kendi değerlerini herkese dayatmaya kalkarsa ne olur? Onaltı devlet kurmuş insanlarımız, Dünya yüzünde herhalde ne olacağını en iyi -ve acı- biçimde anlamış toplum olmalıdır!

    Bu gerçekleri idrak edebilenler, henüz edememiş olanlara anlatmalı ve onlarla birlikte idrak etmek istemeyenleri ikna etmelidirler.

    Buna göre;

    TOPLUM KESİMLERİNE BİLDİRGE !

    Tüm kesimlere

    1. Siz ve gelecek nesillerinizin bu topraklar üzerinde yaşamasını istiyorsanız, bugüne kadar sarıldığınız “Evet-Hayır / Siyah-Beyaz Mantığı” nı terkediniz. Onun yerine, yeni bir mantık sistemini -ne denli zor gelirse gelsin- benimseyiniz.

    Bu yeni mantık sisteminde siyah ve beyazlar değil, gri’nin çeşitli tonları vardır.

    1. Kendi değerlerinize yakın olan kesimlerle biraraya gelip, sürekli olarak birbirinizle iletişim kurarak diğerlerini dışlamak, onları etkisiz kılacak planlar yapmaktan vazgeçin.

    Yarın sabahtan itibaren her tesettürlü bir başı açıkla, her Kürt bir Türk’le, her Alevi bir Sünni ile, her çalıştıran çalışanlarıyla yakınlık kurup ortak çıkarlarının ne olduğunu, o çıkarları nelerin tehdit ettiğini aramalıdır. Bunun adı “uzlaşma” dır.

    “Uzlaşma” ‘dan kasıt!

    Uzlaşma, farklı yönde çıkarlara sahip tarafların, bu çıkarlarına esas olarak kabul etmiş olageldikleri koşulları gözden geçirmeye razı olmaları ve bu gözden geçirmenin sonunda o koşullardan bir kısmını veya tamamını değiştirmenin kendi çıkarları açısından gerekli olduğuna ikna olmaları ve böylece tarafların çıkarları arasındaki aykırılığın azalması, hatta tamamen aynı yönde çıkarlara sahip olmaları ve ondan sonra da çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaları demektir.

    Bu uzun tanımdan hemen çıkarılabilecek pratik bir sonuç, çeşitli konularda karşıt tutumlar içinde bulunan tarafları korkutarak, tehdit ederek ya da benzeri zorlama yollarla uzlaşmanın sağlanamayacağı, olsa olsa kutuplaşmanın daha da keskinleşeceğidir. Yani zaman zaman yetkililerin ağzından duyduğumuz “uzlaşmazsak batarız” gibisinden korkutmaların hiçbir yararı olamaz.

    Politikacılarımıza,

    1. Çoğunuzun benimsemiş bulunduğu, “kamu pastasının, yandaşlarınız arasındaki paylaştırılması” biçimindeki geleneksel siyaset anlayışının bittiğini, artık bununla oy toplayamayacağınızı idrak ediniz.

    Son yerel seçimlerdeki sonuçları böyle yorumlayınız ve artık halkın, sizlerin küçük hesaplarınıza dayalı içi boş vaatlerinizi, çürütmeci tavırlarınızı dinleyip, görmek istemediğini anlayınız.

    Bu sonuçların hiçbir -ama hiçbir- partiye verilmiş bir pirim olmadığını, ulusumuzun sizden daha öne geçip arzularını böylece dile getirdiğini anlayıp göğsünüzü yumruklamaktan vazgeçiniz.

    1. Bir daha seçilme hedefinizi bir yana bırakınız. Bu koşullarda bir daha seçilmeniz dahi ne size ne başkalarına yarar sağlamayacaktır.

    Vaktinizi ve enerjinizi bir daha seçilmek için değil, birilerinin -belki sizin de- seçilebileceği koşulları pekiştirmek için harcayınız. Çünkü artık o koşullar bozulmuştur.

    Sizi seçmiş olanların beklentileri, “bütün” ün beklentilerine aykırı ise, bu kısır beklenti sahiplerine “kusura bakma” demesini öğreniniz.

    Laik düşüncelilere,

    1. Laikliği doğru anlayınız. Laikliğin, yalnız sizin gibi düşünenlerin bir klübü olmadığını, “herkesin, bireysel yaşamında inançlarına, toplu yaşamda ise akılcılık kurallarına göre hareket etmesi ve değişik inançta kişiler topluluğu demek olan bir ulus halinde bunun, kaçınılmaz olarak doğan bir zorunluk olduğunu” anlayınız ve bunu böylece anlatarak, niyetinizin inançları dışlamak değil aksine onların korunması olduğunu ifade ediniz.

    2. Laikliği, bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, laikliği anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek laiklerle karıştırmayınız.

    Unutmayınız ki, bir davayı ona zekice karşı çıkanlar değil ahmakça savunanlar kaybettirir..

    1. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.

    Şeriat düzenini savunanlara,

      1. İslam dininin en sade ve en akılcı din olduğunu, Allah’a iman etmenin gerek ve yeter koşul olduğunu, bunun dışında koşul bulunmadığını, ek koşul koymanın bizatihi islama aykırı olduğunu idrak ediniz.

      2. Ayrıca, bir toplumda herkesin aynı inancı paylaşmasının beklenemeyeceğini, bir kısım insanın inançsız dahi olabileceği gerçeğini içinize sindiriniz ve “islamda zorlama yoktur”un anlamını, onu saptırmadan anlayınız.

      3. İslamı, bizzat onu tahrip etmek amacıyla kullanmak isteyebilecek olanlarla, islamı anlamadan sırf bir kesime karşı olmak için savunmaya çalışanların sonuç itibariyle birbirinden farklı olmadığını biliniz ve bunları gerçek inanç sahipleriyle karıştırmayınız.

    Bir davayı ona zekice karşı çıkanların değil ahmakça savunanların kaybettirdiğini sizler de unutmayınız..

      1. Laik ve aynı zamanda da inançlı olmanın mümkün olduğunu, gerek “laikçilik” gerekse “şeriatçılık” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “inançlı laikler” olduğunu ve sessiz çoğunluğun aslında “inançlı laikler” olduğunu biliniz.

    Kürt ve Türk vatandaşlara,

        1. Yüzyıllar süren birlikte yaşamımız sırasında saf Kürt (ve saf Türk) kalmadığını biliniz.

        2. Kürt ya da Türk ama T.C. vatandaşı olmanın mümkün olduğunu, gerek “Kürtçülük” gerekse “Türkçülük” dogmalarından kurtulmanın çaresinin “T ü r k ü r t” kavramı altında yattığını unutmayınız ve buna katılıyorsanız yüksek sesle ifade ediniz, ifade edenleri destekleyiniz, onları yalnız bırakmayınız.

        3. Türkiye’den ayrılmak gibi bir idealin, Kürt olarak çıkarlarınıza; Güneydoğu’yu ayırmak gibi bir idealin ise Türk olarak çıkarlarınıza aykırı olduğunu; bunun yalnızca sizleri sömürmek, birbirinize düşürmek ve bu yolla yaşadığınız topraklardan sizleri atıp oraları kontrol altına almak isteyenlerin tarihsel rüyası olduğunu anlamak için biraz tarihe bakınız, aydınlarınızın bakmasını isteyiniz.

        4. Güneydoğu ve Doğu topraklarındaki ekonomik refahın dileğinizce gelişmemiş olmasının, etnik köken farklılıklarından değil, biraz oraların doğal koşullarından, büyük ölçüdeyse toplum olarak sorun çözme becerimizin yetersizliğinden kaynaklandığını biliniz.

    Oraları kalkındırmanın ancak insanları daha nitelikli hale getirmekle mümkün olabileceğini, onun dışında hiçbir yatırımın “insana rağmen kalkınma” sağlayamayacağını, nitelik kazandırma konusundaki geleneksel yetersizliğimizin yalnız Kürt’leri değil, tüm insanlarımızı olumsuz etkilediğini, bugün bile bunun tam idraki içinde bulunmadığımızı ve eğer bu ters talihi yenebileceksek bunun kavga değil akılcılık yoluyla olabileceğini unutmayın.

        1. Tarihten bu yana gelen kültürel zenginliklerinizle övünmeli, ama buna ancak yeterince önem vermelisiniz. Geçmişin koşullarına göre zengin bir dil de sayılabilse, Kürtçe’nin bugünün ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olduğunu, yalnız Kürtçe’nin değil bugün birçok dilin medeniyet ürünlerini anlamaya ve ifade etmeye yetmediğini biliniz.

        2. Nihayet, etnik kökeni sizinkiyle aynı olmayanlarla konuşup, ortak çıkarlarınızın farkına varınız.

    Kürtçü ve Türkçü’lere,

    Etnik saflığı savunmanın ahmakça bir ideal olduğunu, tarihte bu işi yapmak isteyen çok zeki ve becerikli liderlerin (ve ırkdaşlarının) dahi bunu başaramadığını ve bugün onların hala lanetlendiğini unutmayınız.

    Hükümetlerimize,

    1. Bakanlar Kurulu’nu 7 kişiye indiriniz.

    2. Üyesi bulunduğunuz partiye oy toplamak için, çeşitli kesimleri (laik, şeriatçı, Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi) istismar etmeyiniz.

    3. Terörün hiçbir türüne müsamahalı yaklaşmayın. Herhangi bir nedenle, terörün bir çeşidine daha yumuşak karşılık vermeniz, sizin diğer terör çeşitlerini desteklediğiniz anlamına gelir.

    4. Terörle mücadele sırasında atılan her merminin, vurulan her copun, söylenen her kötü sözün, hedefinden daha geniş bir alanda reaksiyoner insanlar yarattığına, terör örgütlerinin bu gerçeği idarelerden daha iyi bildiğine ve bunu kullandıklarına dikkat ediniz.

    5. Sivil ve askeri güvenlik güçlerinin, sorunları bireyselleştirerek intikam duyguları içine yuvarlanmalarının, terörü tırmandıracak en önemli neden olduğunu unutmayınız.

    Her yangın, belirli bir sıcaklığa eriştikten sonra, üzerine sıkılan suyu ayrıştırır ve su, yangını körükleyen bir yakıt haline gelir. İtfaiye erlerinin bildiği bu basit gerçeği, terörle mücadele anayasasının başına yazınız.

    1. Sivil güvenlik güçlerimiz, toplum olayları için eğitimsizdir. Bu, toplum olaylarını çığrından çıkarabilecek bir zaaftır. Bu zaafı genelgelerle değil, ancak eğitimle giderebilirsiniz.

    2. İyi polisin iyi yönetici olacağını sanmayın. Güvenlik yönetimi’ nin iş yönetimi’nden farkı yoktur. Yöneticilerinizi ya buna göre seçin ya da buna göre yeniden -ve hızla- eğitin.

    3. Laik-antilaik ve Güneydoğu sorunu da dahil Görünen Sorunlar’ı Kaynak Sorunlar’dan ayırın. Sorunlara yol açan nedenleri gidermeden, “kurcalama” yoluyla -ne denli kararlı olursanız olun- onları çözemez, olsa olsa yeni sorunlar yaratırsınız.

    4. Sorunların, tek kaynaklı olmadıklarını ve bu nedenle de tek araçlarla çözülemeyeceklerini bilin. Askeri gücü bu bilinçle ve ancak gerektiği yerde, yani sınır güvenliğimizin sağlanmasında kullanın. Terörle mücadeleyi ise özel eğitilmiş sivil güvenlik güçleriyle yapın.

    5. Terör ve fanatik akımlara katılan gençlerimizin çoğu, işsiz gençler arasından çıkmaktadır. Yaygın bir Beceri Kazandırma ve yerel potansiyelleri değerlendirerek gelir ve iş yaratma, gençlerimizi bu çıkmazdan kurtarabilecek tek yoldur.

    Bu amaçla, bir yıldır TBMM’de beklemekte bulunan Girişim Destekleme Şirketleri yasası teklifini süratle yasalaştırın.

    Buna paralel olarak, ikibuçuk yıl önce hükümete tevdi edilmiş bulunan Beceri Kazandırma Politikası’nı aynen uygulayınız.

    1. Sıkıntılarını, şikayetlerini etkin biçimde dile getiremeyen insanların tarih boyunca kullanageldikleri tek kanal “kamu düzenine başkaldırma”dır.

    Bu gerçeği görünüz ve:

      1. Tüm yerel yönetimlerin ilk ve tek vazgeçilmez görevinin iyi çalışan birer “Şikayet Sistemi” kurmak olduğunu,

      2. Ülke çapında faaliyet göstermek üzere bir OMBUDSMAN Sistemi kurulması olduğunu anlayıp gereğini yerine getiriniz.

    1. Sebep-sonuç ilişkisi kurmasını öğretmeksizin, ezber, ad belletme ve benzeri yöntemlerle, kafasında, çeşitli akıldışı akımların (ırkçı, dinci, ayrılıkçı gibi) yeşermesine uygun bir vakum yarattığımız insan tipi yetiştirmekten başka bir işe yaramayan eğitim düzenimizi tamamen yeniden kurmanın zorunluğunu idrak ediniz.

    Yaşamın gerektirdiği bilgi ve becerilerle donanmamış insanlarımızın, akıldışı her türlü akım için ideal birer malzeme oluşturduğunu anlayınız.

    Parlamentoya,

    Bu ülkeyi merkezden yönetme sevdasından vazgeçip Yerel Yönetim Reformu yasasını çıkarın.

    Bu önlemler, Türkiye’nin sorunları üzerinde çalışmaya başlayabilmek için gereken acil önlemlerdir ve mutlaka Ekonomik Önlemler Bildirgesi’ndeki önlemlerle b i r l i k t e uygulanmalıdır.

    Bu yolla iç barışı sağlanıp, ekonomik atmosferi “az kirli” hale getirilebilecek ülkemizde, bir yandan da bir “Yeniden Yapılanma yasası” (American Perestroika Act önerileri vardır). Eğer bu topraklarda varlığımızı sürdürmek istiyorsak !

    Salı, 19 Nisan 1994

  • HUKUK DEVLETİ VE KORKMAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

    Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölümü olayına yurt içi ve dışından çeşitli tepkiler geldi. Sistemik bir tabana oturmamış, duygusal kökenli tüm tepkilerde olduğu gibi bunların da bir süre sonra zayıflayacağı ve daha sonra da unutulacağı beklenmelidir.

    Bunun en yakın ve dramatik örneği Özdemir Sabancı ve iki çalışma arkadaşının ölümüdür. İlk günlerin duygu yüklü havası içinde gelişen tepkiler, yerini Galatasaray Klübündeki başkanlık seçimine bırakmıştır.

    Toplumumuz gerek bireyleri gerekse kurumları itibariyle “intikam eğilimli”dir. Bugüne kadarki tüm cinayetlerde niçin olduğu değil, kimin yaptığı üzerinde durulmuş ve kamuoyunun çoğunluğunun isteği de akan kanın yerde kalmaması yolunda olmuştur.

    Sivil ya da askeri güvenlik yetkililerinin, terörist saldırılardan sonra verdikleri demeçlere dikkat edilirse bunların, “bir daha bu tür olaylar olmaması için filan önlemlerin alınacağı” yolunda değil, “faillerin en kısa zamanda bulunacağı ve akıtılan kanın yerde bırakılmayacağı” yönünde olduğu görülecektir.

    Bu tür olaylardan sonra toplum ikiye bölünmekte, bir bölümü ölenlerin ölümü -hatta daha da ötesini- hak ettiklerini, güvenlik güçlerinin bu işin gereğini yaptığını savunurken, diğer bölümü güvenlik güçlerini suçlamakta ve olaya “kim(ler)” neden olduysa bulup cezalandırılmasını istemektedirler. Dikkat edilirse her iki kesimin de amacı ya “kan” ya da “kana kan”, yani intikamdır.

    Bu intikam eğilimi, içine girdiği birey ya da kurum bedenine hakim olmakta, toplumun bir kesiminde şiddet, geri kalan kesiminde ise nefret biçiminde ete kemiğe bürünmektedir. Bu bir fasit daire’dir. Nihai durağı daha çok şiddet ve daha çok nefret’tir.

    Hukuk devleti kavramı birey ve kurumların korkulardan arınmalarını sağlamak için gelişmiştir. Bireyler, devletin kendilerini korkutabilecek çeşitli etkenlere karşı bir kalkan olmasını beklerler. Hatta denilebilir ki devletin tek işlevi budur. Et, pijama ve kömür üreten değil, korkusuz bir yaşam iklimi sağlayan kurum devlet olmaya layıktır.

    Hukuk, bu “korkusuzluk iklimi sağlama” yöntemlerinin bir küme’sidir.

    Hukuk devleti bu işlevini çeşitli yollarla sağlayabilir, ama bir tanesi hariç: korkutma!

    Vatandaşlarının yüreklerine korku salarak “düzen”i sağlayabilen bir devlet bunu başarabilir, hatta bunu ekonomik refahla birleştirip kalkınmış bir toplum da yaratabilir. Bu tür bir devlet başarılıdır ama hukuk devleti değildir.

    Hukuk devletinin, vatandaşların hizmetkarı durumunda olması gereken memurları, vatandaşları korkutamazlar. “İstanbul’a kafa koparmaya geldim” diyemezler. Çünkü, devlet bir defa kafa koparmaya karar verdi mi mutlaka gerekçe bulur.

    Hukuk devletinde kafa koparılmaz. Kafa koparmak, yerde kan bırakmamak intikam içeren eylemlerdir ve suçtur. Hukuk devletinde ancak ceza verilir ve ceza vermek de yalnız yargı’nın işidir. Kimse ona yardım etmek gibi bir görev üstlenemez. Yargıya yardım, onun özerk alanına müdahale etmemekle olur.

    Şiddet ve nefret eğilimlerinin temelinde kontrol edilemeyen korkular vardır. Güvenlik güçleri korktukları için “bilinçsiz şiddet” kullanmakta, toplum korktuğu için yine şiddet arzulamaktadır.

    Güvenlik güçlerimizin korkmamaları, iyi eğitilmelerine ve hukuk devleti konusunda bilinçlendirilmelerine bağlıdır.

    Sivas ve Gazi Mahallesi olaylarında güvenlik güçlerinin ne denli beceriksiz davrandıkları, bu beceriksizliğin nasıl korkuya ve ardından da şiddete yol açtığı gözlerimizin önünde oldu. Sivas olaylarının ayrı ayrı kanallardan çekilen videolarının hepsinde, göstericilerle sivil ve askeri güvenlik güçleri arasındaki “itişme -kakışma”ların, güruhun cesaretini nasıl artırdığını ibretle göstermektedir. Benzer sahneler Gazi Mahallesinde de tekrarlanmıştır. Polise taş atan kimselere polisin de taş atarak karşılık verdiği, bunun kalabalıkta, “bunlar bizim kadar eğitimli, o halde biz bunlarla başa çıkabiliriz” düşüncesini yarattığı TV’lerden naklen yayınlanmıştır.

    Hukuk devletinde güvenlik güçlerinin “ön cezalandırma” gibi bir görevi olamaz. Onların tek görevi, olayların faillerini yargıya teslim etmek, bunu yaparken de tüm duygularından, yargılarından sıyrılarak bunu yapmaktır.

    “Güvenlik güçleri de insandır, teröristlere yardım ettiği ayan beyan belli olan bir kişiye -gazeteci kılığında olsa dahi- nasıl duygulardan arınmış davranılabilir?” yollu savunmaların hiçbir değeri yoktur. Çünkü eğitim denilen, zaten bu “duygulardan arınmışlık ve işini iyi yapabilecek kadar fiziki ve akli becerilerle donanmış olmak“ demektir.

    Olaylara bu çerçevede bakıldığında görülen, devletimizin henüz bir hukuk devleti olmadığı, korkuları nedeniyle kafa koparmaktan başka yol düşünemeyen memurlar ve kafasının niçin, ne zaman ve kimler tarafından koparılacağını bilmediği için korkan vatandaşlardan ibaret bir toplum olduğumuzdur.

    Korkmama özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin birinci sırasındadır.

    İntikam duygularımızdan arınabilecek kadar korkusuz olabildiğimiz gün hukuk devletinin temeli atılmış olacaktır. Şimdi değil!

    Pazartesi, 22 Ocak 1996

  • HIRLILIK VE YOLLULUK’LARIN ARAŞTIRILMASI DAHA DOĞRUDUR !

    Çeşitli medya organlarında bir “yolsuzluk, hırsızlık haberleri” patlaması yaşanıyor. Neredeyse gazeteler pazar ekleri gibi “yolsuzluk eki”, TV’ler de “yolsuzluk kanalı” oluşturacaklar.

    Vatandaşın bunlardan etkilenip ” yahu ne kadar çok yolsuzluk oluyor, bunlar niçin böyle artıyor?” şeklinde paniklenmesi ve moralinin bozulması tehlikesine karşı onları uyarıp korkacak birşey olmadığını haber verme sorumluluğunu taşıyorum. Hatta diyebilirimki hırsızlık ve yolsuzluk işlerinde az da olsa bir azalma vardır. Çünkü, bunların bu denli kamuoyunun bilgisine getirilmesi, potansiyel olayları bir miktar önlemekte, hırsızlık-yolsuzluk yapmayı planlayanlar bir süre de olsa planlarını askıya almaktadırlar.

    Evet, moral bozmaya paniklemeye gerek yoktur.

    Olayların bu denli yaygınlığı bir “görüntü”den ibarettir. Bu “görüntü”ye yol açan resim ise o denli yaygın ve büyüktür ki toplum yaşamımızın tüm kesitlerini içine almaktadır. Aslında kullanılan deyim de yanlıştır. “Yolsuzluk” -adı üzerinde-, “yol”un dışına çıkılmışlığı ifade eder, yani bir “yol” vardır, o “yol” düzgün bir “yol” dur ve istisnai olarak o “yol”un dışına çıkan kişi ya da kurumlar vardır.

    Halbuki durum bu değildir. “Yolun dışı” normal yol durumunda olup “yol” içinde kalanlar istisnadır ve bu sürece yolluluk-hırlılık, bu kişilere de “yollu” ve “hırlı” denmesi daha doğrudur. Bunların nasıl olup da yollu ve hırlı kalabildiğinin, mecburen mi yoksa kendi istekleriyle mi öyle olduklarının incelenmesi büyük önem taşımaktadır.

    Çünkü böylece “yolluluk” ve “hırlılığın” mekanizması çözülebilecek ve daha çok kişi ve kurumun yollu ve hırlı yapılabilmesinin yöntemi anlaşılacaktır.

    O halde bu konu araştırılmalı, derhal TBMM içinde bir “Yolluluğu ve Hırlılığı Araştırma Komisyonu” kurulmalı, araba, sekreter, ödenek gibi destekler sağlanmalıdır.

    Hatta -bu araştırmanın çok uzun süreceği dikkate alınarak- bir “Yoluluk ve Hırlılığı Araştırma ve Yaygınlaştırma Bakanlığı” kurulmalıdır.

    Şaka bir yana, yolsuzluk o denli kurumlaşmıştır ki tüm hukuk ve idari düzenimiz, kişi ve kurumlarımızın “yolsuz” olduğu kabulüne göre şekillenmiştir.

    Batı uygarlığının temel değeri olan “aksi kanıtlanmadıkça tüm kişi ve kurumlar “yollu” dur” kabulü tam tersine dönmüş hepsinin peşin olarak “yolsuz” olduğu kabul edilmiştir. Tesadüfen bir kişi ya da kurum “yollu” olduğunu iddia ederse -ki kolay kolay edemez- bunu kanıtlamak zorundadır.

    O halde ilk yapılması gereken, vatandaş ile vatandaş ve vatandaş ile devlet arasındaki sosyal kontratın incelenmesi ve yolsuzluğun niçin ve nasıl bu denli yaygınlaştığının anlaşılmasıdır. O zaman, yolsuzlukta değil, onun açığa çıkmasında bir patlama olduğu görülecektir.

    Hastalığın tedavisinin yöntemi budur. Bunun aksi yani yolsuzlukların araştırılması beyhude bir çabadır ve hiçbir zaman son bulmayacaktır.

    Pazartesi, 02 Mayıs 1994

  • EKONOMİK KRİZ VE GİRİŞİMCİLERİMİZ İÇİN İŞ FİKİRLERİ..

    İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz, tüm girişimcileri olumsuz etkilemektedir, bunda şüphe yok.

    Her ne kadar küçük girişimler özellikle kriz ortamlarına uyum gösterme bakımından daha şanslı ise de bu, tüm girişimcilerin krize dayanabilecekleri anlamına gelmez.

    Ancak, bir yandan da yaratıcı düşünce sahipleri için yeni bir kapı açılmaktadır. Şöyle ki; krizin otomatik sonuçlarından birisi, zincirleme zamlar ve azalan satınalma güçleridir. Yani herkes daha düşük bir alım gücüyle, alıştığı (veya özlediği) yaşam düzeyini sürdürme arzusundadır. Bu çelişki ancak bazı yollarla aşılabilir ve eğer bu yapılabilirse bu kriz olumlu sonuçlara da dönüşebilir. Bu yollar şunlardır:

    1. Tasarruf Projeleri: Ailelerin (ve de bireylerin) giderlerini azaltabilmeleri için onlarca yol mevcuttur ve bu bugüne kadar kullanılmamıştır. Bir çeşit Tasarruf Mühendisliği denilebilecek yöntemlerle bu giderleri azaltabilecek projeler üretip insanların önlerine koyabilecek olanlar, yaratıcı girişimcilerimizdir. Beslenmeden giyime, ısınmadan ulaşıma varıncaya dek birçok konuda proje geliştirilmesi ve bundan gelir sağlanması mümkündür.
    2. Teknoloji Projeleri: Ekonomik kriz, toplumumuzun üretim paterninin değişmesini gerektirmektedir. Rekabet gücüne sahip bulunmayan konular yerlerini rekabet gücü mevcut konulara bırakmalıdır. Patent Arşivi bu konuda paha biçilmez bir hazinedir ve özellikle de bugün daha değerli bir hazinedir.
    3. Yeni Becerilere Olan Gereksinim: Bir kısım KİT’lerin ve bu arada özel sektör kuruluşlarının başvuracağı tasfiyeler, birçok işsiz yaratacaktır. Bu işsiz insanların mevcut becerileriyle yeni işler bulabilmeleri çoğunlukla mümkün olamayacaktır. O halde işsizlere yeni becerilerin kazandırılması potansiyel bir iş alanı olarak ortaya çıkmaktadır. (Aslında bu alan uzun yıllardan beri vardır ama jetonu geç düşenler bunu henüz anlayamamışlardır.)
    4. Ev Üretimi: Yumruğunu pazarlık masalarına vurup haklarını (!) almış olanların ayakları suya ermek üzeredir. Bundan sonraki durak ev üretimi’dir. Yaratıcı girişimciler, ev üretimlerini organize ederek hem ailelere, hem ülkeye hem de kendilerine gelir sağlayabilirler.

    Bu dört başlık altında sıralananlar, krizin öne çıkardığı fırsatlardan ufak bir bölümüdür. Duruma bu gözlükle bakıldığı takdirde daha birçok iş fikri üretilebilir.

  • HER KAMU KURULUŞU BİR REHBER YAYIMLAMALI !

    Bir devlet dairesindeki görevlinin, kendisine herhangi bir amaçla başvuran bir vatandaşa davranışı -istisnalar dışında- standarttır: Vatandaş, borç istemeye gelmişçesine tepeden bakan, başvuru evrakında mutlaka bir sürü eksik bulan ve nihayet başvuru zamanını uygunsuz bulup ileri bir tarihe ertelemeye çalışan bir bakış açısı, bu standardın özetidir.

    Bunun sonunda doğan ilişki de yine hemen hemen standarttır; Ya üstten bir yerlerden getirilen bir kart, ya rüşvet, ya kavga, ya da çoğu zaman vatandaşın standart davranışı olan “emredilene boyun eğme” !..

    Önereceğim önlem bu standart resmi derhal değiştirecek bir panzehir değildir. Ama oldukça etkili olacağına da şüphe yoktur.

    Önlem şudur: Her kamu kuruluşunun vatandaşla ilişkilerinde izlenmesi gereken adımların AÇIK VE KOLAY ANLAŞILIR biçimde yazıldığı birer rehber yayımlaması!

    Standart adımları belli olmayan işler rehber kapsamı dışında tutulabileceği gibi, onlar için dahi bazı usuller verilebilir.

    Bunu ilk yapması gereken kurum, belediyelerdir. Vatandaşla ençok ilgisi olan bu kurumlar, hangi işlem için nasıl başvurulacağı, aksi bir muamele, rüşvet vs. gibi bir talep halinde ne yapılması gerektiği, işlemin ne kadar sürede yapılacağı gibi önemli noktaları içeren birer rehber yayımlayabilirler.

    Önümüzdeki yerel seçimlerde aday olacaklardan istenmesi gereken vaatlerden birisi bu olmalıdır.

    Somut, işe yarar ve yapılmayınca da yüze çarpılması kolaydır.

  • Halk avukatı (omsudsman)..

    Mayıs ayı içinde Mardit’te “Ombudsman Konferansı” toplandı.

    Batı ülkelerinde Ombudsman, Halkın Savunucusu, Hemşehri Avukatı gibi adlarla anılan bu kurum ülkemiz açısından yeni olmakla beraber pek de yabancı değildir. Hemen her gazetemizde yer alan “halkın köşesi, “halkın sesi” gibi sütunlar aslında benzer amaca yöneliktir.

    Tüm AGİK ülkelerinde ve ilaveten onun dışındaki bir kısım ülkelerde oluşturulmuş bulunan OMBUDSMAN kurumu, geçmişi itibariyle bazı ülkelerde (İsveç gibi) 200 yıllık bir geçmişe sahipken, bazılarında (Malta, Kanarya Adaları gibi) ancak 1-2 yıllık bir tarihe sahiptir.

    OMBUDSMAN bir yargı sistemi olmayıp, onun bir tamamlayıcısı durumundadır. Yasama, yürütme ve yargıdan ve de siyasi partilerden, liderlerden, kısacası kanaatleri sınırlayıp yönlendirebilecek olan tüm olası etkenlerden bağımsızdır.

    Ayrıca, başvurulması hemen hiçbir kayda bağlı değildir. Telefon faturasının mantık dışı kabarıklığını PTT idaresine anlatamayan vatandaştan, poliste kötü muamele gören bir yurttaşa ya da bir kamu ihalesinde önüne, bir “partiye gönül vermiş” kişinin geçmesinden yakınan (bunların hepsi tabii ki OMBUDSMAN kurumunun olduğu ülkelerde varolan uygulamalardır) kişilere kadar herkes, hiçbir bürokrasi olmadan hatta telefonla OMBUDSMAN’a başvurabilmektedirler.

    OMBUDSMAN’lar genellikle meclislerce, belirli bir süre için (5 yıl gibi) ve 2/3 çoğunlukla seçilmekte ve bu süre dolmadan yerinden alınamamaktadırlar.

    Böylece, anayasa güvencesi altında yüksek bir saygınlığa sahip olan bu kişiler, kendilerine bir ofis ve birkaç yardımcı (kalabalık bir kuruluş katiyen değil) oluşturmaktadırlar.

    Kavram olarak OMBUDSMAN, yasama, yürütme ve yargıdan tamamen bağımsız, herhangi bir yaptırım yetkisi bulunmayan, kendisine iletilen ya da kendince seçilen konularda hertürlü incelemeyi yapabilen, her türlü bilgiye serbestçe erişebilen ve vardığı sonuçları basın ve diğer kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna iletebilen bir kısım kişi(ler)dir.

    Bazı ülkelerde yargı sistemi ve ordu OMBUDSMAN’ın ilgi sahası dışında bırakılırken, bazılarında kapsam içine alınmaktadır.

    Yeni bir Anayasa yapma çalışmaları içinde bulunan Türkiye’de OMBUDSMAN kurumunun, örneğin (HALK AVUKATI) gibi bir ad altında oluşturulması son derece yararlı olabilecektir.

    Bu önerimi tüm siyasi partilere iletmiş bulunuyorum. Bu yazı ile de onların dışında kalan tüm kuruluşlara çağrı yapıyor ve yeni Anayasamızda yer verilmesi için “baskı grubu” işlevlerini yapmaya çağırıyorum.

    Haziran 1993

  • HABİTAT REKLAMLARI KİME NE DİYOR?

    “256 milyon Amerikalı İstanbul’a geliyor”, “6 milyar Dünyalı İstanbula geliyor”. Bir süredir TV’lerde HABİTAT toplantısı için bu ve benzeri reklamlar izliyoruz.

    Bu abuk reklamlar birçok çıkarsamaya yol açabilir. Ama en önemlisi, Türkiye’nin hiçbir konuda kaynak sıkıntısı olmadığı, yalnızca akıl sıkıntısı -had derecede- bulunduğu sonucudur.

    Bu olay tek değildir. Sık sık gazetelerde kamu kuruluşlarının milyarlık reklamları çıkar. Bir ara özelleştirme için benzer ilanlar çıkardı.

    Bunların, akıl eksiğinin yanısıra ikinci bir ortak özellikleri de, kime ne dediğinin belli olmayışı, daha doğrusu hiç kimseye hiçbir şey demediğidir.

    Bununla beraber, bunların tamamen amaçsız, can sıkıntısı ve para bolluğundan verilmiş reklamlar olduğu da zannedilmemelidir. Kendilerine reklam ajansı, halkla ilişkiler bürosu vs gibi adlar yakıştıran ve gerçek reklamcı ve halkla ilişkiler uzmanlarıyla yakın ya da uzak herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kısım uyanık geçinen vatandaşımız, nerede bir fon varsa onun kokusunu alıp bu tür işe yaramaz reklamlarla değerlendirirler. Bu reklamlar üzerinden de %25’den az olmayan komisyonlar alırlar.

    Bu fonların kaynağı ise bazen devlet bütçesi, bazen uluslararası kuruluşların ayırdıkları proje bütçeleridir. Uluslararası kuruluşların bütçelerinin kaynakları ise üye ülkelerden aldıkları paylardır. Dolayısıyla her iki halde de harcanan para vatandaşın parasıdır.

    HABİTAT reklamlarının parası da benzer biçimde Birleşmiş Milletler, yani Türkiyenin katkı payı, yani vergilerimizden karşılanmakta, sonra da bir kısım uyanık insana aktarılmaktadır.

    Bu işe izin verenlerin muhtemelen, “Dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi gerçekleşiyor. Bu reklam az bile” diyebilecekleri bellidir. HABİTAT’ın Dünya’nın en büyük organizasyonlarından birisi olduğu doğrudur. Ama bu, mevcut kaynakları, bu büyüklüğe yaraşır bir organizasyon yapmaya harcamanın bir gerekçesi olabilir. Yoksa, organizasyona hiçbir katkısı olmayan, reklamlar yapmanın gerekçesi değil.

    HABİTAT toplantısı sırasında doğabilecek aksaklıklar şimdiden bellidir. Toplantı bittikten sonra bunlara gerekçe olarak para yetersizliği gösterilecek, “bu kadar paraya bu kadar organizasyon denilebilecektir”.

    Bu işleri yönetenlerin dürüstlük ve erdeminden kuşku yoktur. Ama, geniş kadrolarla çalışanların kendilerinin ahlaklı ve dürüst olmaları yetmemektedir. Onların aynı zamanda çevrelerine de dikkat etmeleri, kendilerine teslim edilmiş kaynakları çarçur etmeyecek biçimde çalışmaları da şarttır.

    Peki niçin böyle oluyor? biçiminde bir soru sorulsa, bunun yanıtı ne bu reklamları yapan şirketlerin, ne de yaptıran kamu otoritelerinin kusuru değildir.

    İşte burada ulusça bir eksiğimiz ortaya çıkmaktadır: Bu reklamları izleyen 35-40 milyon vatandaşımız, mevcut iletişim imkanlarını kullanarak bir anda TV’leri, ilgilileri protesto bombardımanına tutmalıydılar. Bunun yapılmayışı, insanımızın henüz bu noktada olmadığını göstermektedir.

    Biz yeterince uyanık olmadığımız sürece başka uyanıklar çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır.

    Salı, 21 Kasım 1995

  • GELİN BUNLARI BY-PASS EDELİM

    Türkiye ne zaman ekonomik ya da siyasal bir kriz ortamına yönelse, bundan endişe duyan herkes, kendince yapılmasını doğru gördüğü önlemleri, bunlar yapılmazsa doğabilecek sıkıntıları dile getirir.

    Bu yalnız ülkemizde değil, herhalde diğer toplumlarda da böyledir. Gelişkin toplumlarda farklı olan ise, yetkili konumlardaki insanların sokaktaki, sokaktakilerin de yetkili gibi konuşmamalarıdır. Türkiye yine bir kriz ortamına gidiyor ve yine aynı “sokak ağzı” konuşmaları dinliyoruz.

    Bugün, aklı başında herkesin şu gerçekleri artık görebilmesi gerekir:

    1. İdare, akıldan uzakta, tutku, nefret, kin gibi ögelerin karışımı bir atmosfer içindedir. İdareye makul olanların tavsiye edilmesi ancak ve yalnız vakit kaybına yol açmaktadır.

    2. Kriz yönetimi -güya-, yıllarca bu ortamı hazırlamış olanların ellerindedir.

    3. Bir ülke, cam sürahi gibi birdenbire parçalanmaz. Parçalanma, uzun bir süreye yayılan, ancak o sürenin sonunda içinde bulunanlarca anlaşılabilen bir süreçtir.

    4. Laik ile olmayan, alevi ile sünni, çalışanla çalıştıran, Türk ile Kürt, yani kendini diğerlerinden farklı sayan her kesim, bu farklılıkların, “parçalanmayan bir bütün” oluşturması gerektiği bilincinden hızla uzaklaşmaktadır. Devlet ise, bu farklılıkları bir bütün olarak bir arada tutmak yerine, “farksızlaştırma yoluyla birlik” sevdasındadır. Farklılıklardan bir bütün oluşturamamanın altında ise, tüm ara tonları reddeden “evet-hayır”, “siyah – beyaz” tabanlı mantık sistemimiz yatmaktadır. Laik-dindar gibi birleştirici bir kavram altında milyonları barıştırmak mümkün iken, bir avuç laik yobaz ve bir o kadar da dinci yobaz’ın arzu ve güdümünde kutuplaşılmıştır. Benzer şekilde, “T.C. vatandaşlığı” gibi bir üst kimlik altında toplanabilecek tüm yurttaşlar, etnik kimliklerini tüm topluma benimsetmeye çalışmaktadırlar.

    5. Aydın kesim denilen ve sokaktaki insanın günlük yaşam rotasından kendini -zaman zaman dahi olsa- kurtarabilen insanlarımız, söylenmekten başkaca görevleri olmadığı inancıyla, kendi dışlarında birilerinin birşeyler yapması gerektiğini savunmakta ve ne zamanlarını ne de çabalarını harcamaya yanaşmamaktadırlar.

    6. Artık ayrılmaz bir özelliğimiz olduğu için rahatsızlık duymadığımız, ama çağdaş insanla aramızdaki derin uçurumu oluşturan düşünce biçimimiz ise, bizi, sorunların nedenlerini merak etmeye değil, nedenleri ortaya çıkarılmamış sorunlara boyuna çözüm (!) üretmeye itmektedir.

    7. İster beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkenin sunduğu imkanlarla ün ve servet sahibi olmuş iş dünyamızın üyeleri, her türlü imkanlarının bir bölümünü bu sorunlarla başedebilecek biricik yöntem olan sivil örgütlenmelere ayırmak zorunda olduklarını hatırlamak durumundadırlar. Zaman zaman beyan ettikleri düşüncelerinin yanısıra, bu ülkede iki sınıf insan olmadığının, birisinin para kazanmak, diğerinin ise ülke sorunlarıyla boğuşmak gibi birer doğal misyonları olmadığını artık anlamak ve bu anlayışın gereklerini yerine getirmek durumundadırlar.

    8. Mevcut sivil toplum kuruluşlarımız, arzu ettiğimiz “küçük devlet”in örtemediği alanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelik ve nicelikte değillerdir.

    Sivil toplum kuruluşlarımız, kendilerine toplumun ayırdığı kaynakları iyi kullanmak, bunun için de hedeflerini doğru tanımlamak ve sonra da bunlara ulaşabilecek beceri ve cesareti göstermek zorundadırlar.

    1. Toplumumuz, tüm sorunlarının başkalarınca çözülmesi boş umudundan vazgeçmelidir. Merkezi idare, bu yanlış beklentiler sonucunda, altından kalkamayacağı kadar ağır bir sorun stokunun altında kalmıştır.

    Bu ağır tabloya ilk müdahale, bu stokun hafifletilmesi olmalıdır. Bunu yapabilecek tek kurum sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama ne yazık ki onların çoğunluğu da sorunların tanılanması, çözüm geliştirilmesi ve uygulanmasında aktif roller almak yerine, sorunları merkezi idareye aktaran, ayrıca kendi özel çıkar talepleriyle ilave sorunlar da üreten bir kurum durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşları, “yakınan, sorun ihale eden ve yük olan” konumlarından, “mevcut güçlük hatta imkansızlıkları birer veri kabul edip aktif işlev yapan” konuma geçmek zorundadırlar. Hepsinin bir anda böyle bir geçişi yap(a)mayacağı gerçeği dikkate alınarak, iyi örgütlenmiş ve diğerlerine örnek olabilecek birkaç STK’nun bu yolda ilk adımları atması gerekmektedir.

    Özet olarak söylenmek istenen şudur: 1980 ekonomik ve ona bağlı siyasal krizinden çıkış, merkezi idareyle değil piyasa güçleri kanalıyla olmuştur. Bu defaki krizden ise sivil toplum kuruluşları yoluyla çıkabiliriz. Yeter ki onlar, bugünkü tutumlarını gözden geçirip sorun ihale etmekten vazgeçsinler.

    Merkezi idareye hakim olan politik sınıfın kalitesini (nitelik dokusu) kısa dönemde yükseltme imkanı yoktur. Üzerindeki sorun stokunun yükü azaldıktan sonra, bu kalitenin nasıl geliştirilebileceği ve böylece merkezi fonksiyonların nasıl daha iyi yapılabileceği de bir sorun olarak ortada duruyor olacaktır. Ama bu, çözülebilir bir sorundur.

    Cumartesi, 01 Haziran 1996