• RÜŞVET

    En genel tanımıyla, “bir yetkinin, ona sahip olana bir çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” demek olan rüşvet, ne yazık ki yalnızca bazı kamu görevlileri ile bazı vatandaşlar arasında meydana gelen, bunun dışındakilerin ise bulaşmalarının söz konusu olmadığı bir suç olarak algılanır.

    Gerçek böyle değildir. Bir özel sektör kuruluşunun herhangi bir düzeydeki yetkilisi ile bir müşteri ya da bir diğer özel sektör görevlisi arasındaki “yetkinin, ona sahip olana çıkar sağlayacak biçimde kullanımı” ilişkisi de bal gibi rüşvettir. Hem de ne kamuoyunun, ne medyanın ilgilenmediği bir rüşvet türü!

    Rüşvet böyle tanımlanınca, tanım içinde geçen «yetki», her türlü yetki; yine tanım içindeki «çıkar sağlama» da her türlü çıkar olarak anlaşılmak gerekir.

    İçinde bulunduğumuz günlerde süregiden hükümet krizi, bu tanım uyarınca irdelendiğinde, net bir rüşvet olgusu hemen görülecektir. Bazı siyasi partilerin, hükümete güvenoyu verip vermemeyi işçi ücretlerindeki artışa bağlaması inanılmaz açıklıkta bir rüşvet pazarlığıdır. Hükümet işçilere, TÜRK-İŞ’in istediği ücreti verirse güvenoyu verecekler, aksi halde vermeyeceklerdir.

    Daha açık olarak; bu siyasi partiler, hükümetin elindeki «zam yapma yetkisi»ni, kendilerine işçilerin desteğini sağlama çıkarı sağlayacak şekilde kullanmalarını istemekte, hükümet de «bu bir rüşvet olur, dolayısıyla böyle bir pazarlık ilke olarak yanlıştır» demek yerine, güvenoyu almak için istenilen meblağın yüksek olduğunu, ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini ileri sürmekte, daha düşük bir meblağ üzerinde pazarlık etmektedir. Anlaşmazlık ilkede değil miktardadır. İki taraf da elindeki yetkileri, bundan azami çıkarı sağlayacak biçimde kullanmaktadır. Tek taraflı rüşvet olgusuna göre buna «katmerli rüşvet» demek daha doğrudur.

    Kilis’in il yapılması karşılığında Kilis halkının oylarının istenilmesi nasıl bir rüşvetse, burada da 65 milyon insanın gözünün içine baka baka bir rüşvet pazarlığı yapılmaktadır.

    Zeka’nın çeşitli tanımları içinde bir tanesi, içinde bulunulan bu duruma pek uymaktadır: «Zeka, aynı gibi görünen olaylar arasındaki farkı ve farklı gibi görünen olaylar arasındaki benzerliği görebilme yeteneğidir!»..

    Her gün rüşvetten şikayet eden insanlarımızın gözünün önünde süregiden bu pazarlık acaba yalnız ahlaki bir soruna mı işaret ediyor, yoksa başka çıkarılabilecek sonuçlar da var mıdır?

    Çarşamba, 11 Ekim 1995

  • RİZE’LİLERE ÇAĞRI!

    Bizde politikacıların, ellerindeki kaynakları kendi seçim bölgelerine öncelik verecek biçimde dağıtmaları neredeyse bir gelenek halindedir. Bunu yapmayan politikacı “kokmaz-bulaşmaz”, istemeyen seçmen de “avanak” sayılır.

    Yıllardan beri ne zaman bir hükümet kurulsa bir tartışma başlar. “Bizim ilimize bakanlık düşmedi !” konulu bu tartışma sürekli, küskünlüklerin kaynağı olur.

    Hemen kimse tarafından yadırganmayan, üstüne üstük haklı dahi görülen bu tartışmaların Türkçesi şudur: “Bakanlar ve başbakanlar, seçim bölgelerine imkan sağlamak için bakan ve başbakan yapılırlar. Dolayısıyla bakanlıkların dağıtımında coğrafi dengelere (bu denge lafına da çok tutuluyorum) dikkat edilmelidir”.

    Bir bakan ya da başbakana imkanlar, onun tüm ülkeye ve de ihtiyaç önceliklerine göre hizmet vermesi amacıyla tanınır.

    Bu basit mantık ve ahlak ilkesine aykırı olarak seçim bölgesine yapılacak her yatırım -ne denli yararlı olursa olsun- devlet kesesinden yapılmış bir “hırsızlık” tır. Bunun tüm toplum tarafından böyle anlaşılması, sindirilmesi gerekmektedir.

    “Bal tutan parmak yalar” deyimi, atasözlerimiz içinde ahlaksızlığı özendiren, haklı göstermeğe çalışan kimi sözlerden birisidir.

    Bal tutan, parmağına bal bulaşmamasına dikkat etmeli, ama buna rağmen bulaşırsa onu tekrar bal kavonozunun kenarına sıyırmalı, onu yalamamalıdır.

    Politikacı, çeşitli yollarla, ama ahlaki yollarla tekrar seçilmek için gayret etmeli, kampanya masraflarını finanse edebilecek yollar geliştirmelidir. Ama bunun içinde, devletin kendisine belli bir amaçla emanet edilen imkanları kendi seçim bölgesine peşkeş çekmek yoktur.

    Son hükümet değişikliği sırasında, hükümet istifa ettikten sonra, o gece içinde bir kısım illerin belediyelerine yardım yapıldığı basına yansıdı. Bu yardımdan en büyük payı da o hükümetin başbakanının seçim bölgesi olan Rize almış. İkiyüz milyar lira civarında bir para verildiği söyleniyor.

    Bu ne ilktir, büyük olasılıkla ne de son olacaktır. Burada üzerinde durulması gereken nokta başkadır. Her nerede kime sorulsa en çok yakınılan nokta, “siyasi kirlenme”dir. Ancak ilginç olan, bu kirlenmeden şikayet edenlerin çok büyük bir bölümünün bizzat bu kirlenmede öyle ya da böyle pay sahibi, hatta taraf olmalarıdır.

    Şimdi, saygıdeğer Rize’lilere sormak gerekir. İçlerinde siyasi kirlenmeden şikayetçi olan var mıdır? Varsa, acaba, belediyelerine verildiği söylenen bu para için ne düşünmektedirler? Bu parayı iade etmesi için Belediye Başkanı’na başvurmayı mı, yoksa bu hediyeyi kendilerine sunan eski Başbakan’a teşekkür etmeyi mi daha doğru bulmaktadırlar.

    İşin ince noktası budur. Bu noktada pişkinlik göstermek, “verilen para gavura mı gidiyor, memlekete harcanıyor” ya da “sadece biz mi yapıyoruz herkes aynı şeyi yapıyor” , “biz gelen paranın haklı mı haksız mı geldiğini ne bilelim” gibisinden kurnazlıklar, siyasi kirlenmenin dik alasını oluşturan bu olayı temizlemez. Bunu temizlemenin tek yolu, Rize Belediye’sinin bu parayı iade etmesi, Rize’lilerin de bu yolda resmen başvuru yapmaları, bunu da tüm Türkiye’ye duyurmalarıdır.

    Transfer edilen paraları iade etmesi gerekenler yalnız Rize’liler değildir. Kendilerine bu şekilde para verildiğini öğrenen tüm Belediye’lerde yaşayan yurttaşlar aynı şeyi yapmalıdırlar.

    Rüşvetin tek yanlı olması zaten tanımına aykırıdır. Bir alanı ve bir de vereni vardır. Burada rüşvet alan durumuna düşürülmek istenenler, bu Belediye’lerde yaşayan insanlardır. Bu insanlar böyle bir sınavla isteklerinin dışında karşıkarşıya bırakılmışlardır. Ama yaşam bazen böylesine güç sınavlara insanları itiverir!

    Hep birlikte bu olayı izleyelim. Medyanın nasıl yaklaştığını da izleyelim. Buna gereken duyarlığı gösterecekler mi yoksa “hoşgörü”(!) mü gösterecekler.

    Kamuoyu ve medya bu konuda gereken duyarlığı gösterirse kimse böyle işler yapmaya kalkışamaz. Aksi halde bunun adı hoşgörü değil, hırsızlık malı almak olur ki onun da karşılığı TCK’da bellidir.

    Pazar, 07 Temmuz 1996

  • RESMİ KIYAFETLERE “AKIL” KATILAMAZ MI?

    Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir yıkım kavgası sırasında, haksız yere işgal ettiği bir yerden çıkarılmak istenilen bir kişi, “çıkacağıma, burayı yakarım ulan!” demiş ve gerçekten de dediğini yapmaya çalışırken, mani olmaya çalışan polis memurunu da yakmış ve ağır yaralanmasına neden olmuştu.

    Bu olaydan çıkarılacak epey sonuç vardır. Polis memurunun, bu gibi durumlarda nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda eğitilmemiş olduğu ilk göze çarpan eksiklikti. Rastgele bir kişi de ancak o memur kadar beceriksiz davranabilir, karşı karşıya bulunduğu aptal, ruh hastası ve kriminal tiplere karşı böylesine amatörce hareket edebilirdi.

    İkinci çıkarılacak sonuç, kişilerin, düzene bu denli uymama özgürlüğünü aldıkları kaynaktır ki bu da devletin güçsüzlüğü ve bir o ölçüde de “başkalarının da uymadığı” yaygın örneklerdir.

    Ama bütün bunların dışında, çok daha somut bir nokta vardır: polis memurunun giymiş olduğu, ilk bakışta fiyakalı gibi görünen ama aslında tam bir ölüm tuzağı olan kolay tutuşabilir sentetik kumaştan mamul mont!

    Üzerinde, pimi çekilmiş bomba taşımaktan daha da riskli bulunan bu ceketin kumaşı aslında “alev idame ettirmeyen” (flame-proof) olmalıydı. O tür malzemeler tutuşabilir ama alev kaynağı devam etmediği takdirde kendiliğinden söner.

    Burada akla gelen iki soru vardır: bu montlar, bu şekilde bir şartname uyarınca mı alınmıştır ve eğer öyleyse kabul sırasında niçin kabul edilmiştir? Şartname böyle hazırlanmamışsa niçin yanlış hazırlanmıştır? İhmal veya kasıt varsa, ne karşılığında ve kimler tarafından yapılmıştır?

    Resmi kıyafetlere bu gözlükle bakıldığında inanılmaz yanlışlar görülecektir. Bunlar için anayasa değişikliği, yeni yasa veya tüzük mü yoksa biraz akıl mı gerekmektedir?

    Pazar, 01 Ocak 1995

  • FIRINCILAR DERNEĞİ : REKABET EKONOMİSİ DERSLERİ İÇİN BİR İBRET !

    Ülkemizde yıllardır, milyonlarca insanın gözü önünde bir traji-komik oyun oynanıyor. Fırıncılar Dernek(ler)i ile Belediye(ler) arasında ahmakça bir tartışma yapılıyor. Oyunun perdeleri belli:

    1. Fırıncılar Derneği, belediyeye başvurarak zam ister,

    2. Belediye, isteği reddeder,

    3. Dernekle belediye arasında bir tartışma başlar ve medya aracılığı ile halk seyirci kılınır,

    4. Belediyenin Halk Ekmek Fabrikası, fazla mesai yaparak ucuz (!) ekmek üretimine hız verir,

    5. Ve ekmek fiyatları, Derneğin istediği düzeye yükselir.

    Bu beş perdelik oyun belki bin defa tekrarlanmış ve bu aymazlık devam ettikçe bin defa daha tekrarlanacaktır.

    Sorunun çözümü basit olmasına rağmen, çözmek durumunda olanların basiretsizliği, korkaklığı ve rekabet ekonomisi konusundaki olağanüstü bilgisizlikleri nedeniyle, bir kere daha ilan etmekte yarar olabilir:

    1. Belediye Meclislerinde karar alarak, ekmek fiyatlarına (ve hiçbir fiyata) müdahale edilmemesini sağlayın. Yani, ekmek fiyatlarını (ve diğer narhları) serbest bırakın.

    2. Ekmeğini ucuz satmak isteyebilecek fırınların fiziki güvenliğini sağlayın. (Monopol, kendi kararlarına aykırı davranışları caydırmaya çalışacaktır.)

    3. Fırıncılar Derneği mensuplarını biraraya toplayıp bir kursa tabi tutarak, fiyat oluşumunun arz-talep dengesiyle oluşması gerektiğini, buna müdahalenin (Belediye’ninki de dahil) zorbalık, gangsterlik vs sınıfına girdiğini, hukuk devletinde zorba ve gangsterlerin yerinin ticaret değil hapisane olduğunu öğretin.

    4. Halk Ekmek denilen ve ucuz ekmek satmak için kurulmasına rağmen, belediye bütçeleri yoluyla ucuz siyaset yapmaktan başka işe yaramayan garabetleri derhal özelleştirin, bunu yapamıyorsanız kapatın.

    5. Ekmek üretmek isteyenleri özendirin, daha doğrusu engellemeyin, ya da engellemek isteyenleri engelleyin. Yeni fırın açmak için Fırıncılar Derneğinden izin alma zorunluğunu MUTLAKA kaldırın.

    6. Herhangi bir mal veya hizmetin ucuz ve kaliteli satılmasını istiyorsanız, şu üç şeyden başka birşeyi -ama hiçbir şeyi- yapmayın:

      1. Üretimin artmasını özendirin,

      2. Bizzat üretim yapmayın,

      3. Üretim yapacakları caydırmak isteyen zorba monopolleri caydırın. Yani, “arz”ı artırın. Fiyatlar, düşebileceği yere kadar ancak böyle iner. Bunun dışındaki yollar ekmek gramajından çalmaya yani hırsızlığa çanak tutmak demektir.

    Yerel seçimler geliyor. İş yapacak belediye başkanlarını seçmek istiyorsak basit bir sınav uygulayınız ve ekmek fiyatlarını nasıl düşüreceğini sorunuz.!

    Yukarıdaki yöntem dışında usullerle ucuz ekmek sağlamayı düşünenleri lütfen seçmeyiniz. Çünkü onlar yalnız ekmeği değil, tüm belediye hizmetlerini berbat edeceklerdir.

    Çarşamba, 12 Ocak 1994

  • RESMİ KIYAFETLERDEKİ AKIL EKSİĞİ !

    Belediye zabıtası, polis, asker, özel tim görevlisi, kamu kuruluşunda memur, postacı ya da birbaşka kamu görevlisinin kıyafetlerine bilmem hiç dikkat ettiniz mi?

    Hepsinin kıyafeti tamamen farklı olmasına karşın değişmez ortak bir özellikleri vardır: kıyafetler, onlarla ilgili işlere uydurulmak için hiç kafa yorulmamış ya da bu işi bilmeyen veya ciddiye almayanlarca tasarlanmıştır.

    Bu örgütlerimizde kıyafet tasarımıyla uğraşan görevli var mıdır bilinmez ama kesin olan, hiçbir yetkilinin bu işe yeterince kafa yormadığıdır.

    Sekiz saat ocağın başında kazan karıştıran aşçıya yağlı sicim haline gelen kravatı takan, trafik polisinin telsizini kemerine kulaklığını da kulağına takarak ellerini serbest bırakmayı düşünemeyen, polisinin kıyafetini masabaşına göre -o da zevksiz ve işlevsiz- düşünen, özel tim mensubuna filmlerdeki gibi kara gözlük takıp etrafı görmesine engel olan ya da fiyakalı görünsün diye postallarının taban çevresini beyaz yağlıboyayla boyayan kafalar hep aynıdır ve hepsi de kıyafetin önemini takdirden uzak kişilerdir.

    Hoş bu işin farkında olmayanlar yalnız resmi yetkililer değil aynı zamanda sivillerdir de! Türk insanının ergonomik özelliklerinin farkında olmayıp geniş taraklı ayağına zorla sivri burun İtalyan ayakkabıları tasarlayan stilistlerimiz daha az yeteneksiz değildir.

    Kıyafet Mühendisliği önemli bir uğraş alanıdır. Böyle bir bilim dalının varlığını bilmek dahi daha dikkatli olmaya bir adım olabilir.

  • “REENGINEERING” VE YENİ BİR HÜKÜMET ETME MODELİ ÖNERİSİ

    İşletme organizasyonlarına “silbaştan” denilebilecek bir yaklaşım getiren ve işletmelerin hem amaçlarını hem de işleyişlerinin mühendisliğini yeni baştan yapmak anlamına gelen reengineering*, kamu yönetimini de derinden etkileyeceğe benziyor.

    Enformasyon Teknolojilerinin gelişmesiyle, geleneksel organizasyon biçimlerinin yeniden ele alınmasının bu denli aynı zamanlara rastlaması şüphesiz ki bir tesadüf değildir. Mevcut bilgilere erişmenin bu denli kolaylaştığı günümüzde, bunları işleyerek kararlar üreten geleneksel örgütlenme biçimlerinin de sorgulanmasından daha doğal ne olabilir ?

    Ama, reengineering yaklaşımının esas şaşırtıcı yanı bu değildir. İster sanayide ister kamu yönetiminde isterse askerlikte olsun, tüm örgütlenmelerin geleneksel özelliği, “departmantasyon” denilen gizli illeti keşfetmiş olmak, en az tekerleğin icadı kadar önemli bir buluş sayılmak gerekir.

    Aslında bir bütün olan olayları ve sorunları birbirlerinden yalıtılmış olarak ele alıp buna göre departmanlar tanımlayan geleneksel örgütlenmenin, sonunda, herbiri kendi içinde mükemmmel işleyebilen departmanlardan oluşan, ama bir bütün olarak ne yaptığı neye hizmet ettiği belli olmaz “iri urlar” yarattığını artık görebiliyoruz. Bu “iri urlar”, şirketlerde müşterilere, belediyelerde, orduda ve nihayet hükümetlerde ise topluma sunulan verimsiz, pahalı ve kalitesiz mal ve hizmet ürünleri olarak ortaya çıkıyor.

    Evren’in bölünmez bir bütün olduğunu, tüm olaylar ve onlara bağlı sorunların bu bütünün, çeşitli algılama yüzeyleri üzerindeki izdüşümleri olduğunu, dolayısıyla, ayrıştırılmış sorunların, insanların algılama yetersizliklerinin sonucu başvurulmuş birer basitleştirme -ama yanıltıcı bir basitleştirme- olduğunu kabul eden Doğu felsefesi karşısındaki Kartezyen mantık, herşeyin parçalanabileceğini ve böylece de algılanabilir küçüklükteki parçalara kadar inilebileceğini savunmuştur.

    Bunun bir doğal sonucu olarak, maddenin de bölüne bölüne bir “en küçük”e (atom) ulaşılabileceğini savunan Batı felsefesine dayalı fizik, uzun yıllar bu rüya üzerine inşa olunmuş, ama quantum fiziğindeki gelişmeler bunun böyle olmadığını, en küçük parçaların bütünden bağımsız olarak var olamayacağını göstermiştir.

    Şimdi çabalar, Doğu mistisizmi ile Batı determinizmini birleştirme yönündedir ve bu açıdan bakıldığında toplumumuz önemli bir avantaja sahip gibi görünmektedir. Kültürel kodunda Doğu sezgiselliği ile Batı akılcılığının izlerini birlikte taşımakta bulunan toplumumuz, eğer toplu intihar eylemlerine kalkışmaz ve doğru adımlar atabilirse bu bütünleştirmeyi yapabilir ve aynı zamanda iç barışını zorlayan çelişkilerini de yeni bir senteze kavuşturabilir.

    Bu soyut düşünceleri somut plana taşıdığımızda, olayların kesin ayrışmışlığına dayanan hükümet etme modelimizin niçin bir türlü başarılı olamadığı daha bir anlaşılır hale gelmektedir.

    Kamu yönetimimiz, tepeden başlayarak en alttaki bürokratik birimlere kadar, departmantasyon’un keskin çizgilerini taşımaktadır. Sanayi Bakanlığı’nın görevleri Ulaştırma Bakanlığı’nınkilerden; o da örneğin Eğitim ya da Sağlık Bakanlığı’nınkilerden ayrıdır ve -varsa (!)- arasındaki ilişkiler Başbakan tarafından sağlanır. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır ve “koordinasyon” adıyla yapılmaya çalışılan “bütünleştirme”, parçaların işlevlerinden çok daha önemlidir.

    Hatta biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, parça tanımlaması yanlışına bir defa girilince artık koordinasyon söz konusu olamaz.

    Bir senfoni orkestrası, ayrı enstrümanlar tarafından çalınan parçaların bir şef tarafından koordine edilmesi değildir. Böyle algılanırsa, her enstrümanı çalanın tek görevi, önündeki notaya uygun çalmak, göz ucuyla da şefin uyarılarına dikkat etmektir. Böylece oluşan müzik, bir senfoni olmayıp “çok çalgılı bir gürültü” dür.

    Senfoni ise, yalnızca şef tarafından icra edilen tek ve bütün bir parçadır ve her enstrümanı çalan, şefin bir parçası olmak zorundadır.

    Bu iki örgütlenme arasındaki farkı sokaktaki insan, hatta sıradan müzikçi anlamayabilir. Ama, Bethowen, Mozart ya da Dede Efendi’nin ikinci şekilde anladığı kesindir ve ilk şekilde yapılan şey kesinlikle müzik değil “müzik gibi” bir şeydir.

    Bu benzetme hükümet örgütlenmesine taşındığında, her bakan’ın bir alandan sorumlu kılınıp ayrı dükalıklar kurması ve başbakanın da bunlar arasındaki sürtüşmeleri önlemeye çalışmasının ne denli faydasız ve amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu açıkça görülebilecektir.

    Evren’in, olayların ve bunlara bağlı sorunlar ile, bir toplum için edinilebilecek, ama birbirleriyle etkileşimde bulunabilecek olan diğer toplumları da gözardı etmeyen amaçlar kümesinin bir bütün olduğu yaklaşımına göre yeni bir hükümet etme modeli nasıl olmalıdır?

    Bu modelde siyasi iktidar ve bürokrasi örgütlenmesi, bugünkünden oldukça farklı şekillenecektir. “Bütünleşik Yönetim” denilebilecek bu yeni yaklaşımın ayırıcı özellikleri şunlar olacaktır:

    “Bütünleşik Yönetim”de senfoniyi icra eden kişi Bakanlar değil, orkestranın bizzat şefi (Başbakan veya Başkan) ve onunla uyum içindeki yardımcıları(Bakan veya sSkreter) dır. Yani, yönetimi, birbirinden ayrı ve koordine edilen kişiler değil, bir grup icra etmektedir.

    Bu grubun oluşumunda anahtar kavram, grup üyeleri arasındaki “uyum ve güven”dir. Aralarında uyum ve güven bulunmayan kişilerin, siyasi dengeler, koalisyon zorunlukları ve bu gibi nedenlerle biraraya gelip hükümet etmeleri bu modelde mümkün değildir.

    Geleneksel yönetim felsefesinin anahtar kavramı olan departmantasyon, diğer olumsuzlukları yanında bir de kalabalıklaşmaya yol açar. Sorunlara, birbirinden yalıtılmış olarak bakıldığı için, bunlara kaynaklık eden daha az sayıdaki sorunlar yerine, temeldeki “sorunlar bütünü”nün, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki yansımalarıyla uğraşılır. Bu ise kaçınılmaz olarak her sorun alanına bir Bakan’ın tefriki gibi bir kalabalıklaşmaya yol açar.

    “Bütünleşik Yönetim” modelinde ise grup (hükümet), sorunlar bütününün çok sayıdaki yansımalarıyla değil, o sorunların ortaya çıkmayacağı (ya da en az çıkacağı) amaçlar kümesini gerçekleştirme yönünde çaba harcarlar.

    Bu bağlamda, geleneksel hükümetler “sorunları çözmeye”; Bütünleşik Yönetim hükümetleri ise belirli “amaçları gerçekleştirmeye” çaba sarfederler.

    Gerek hükümet grubu arasındaki uyum ve güvenin sağlanabilmesi, gerekse bu “sorunlar yerine amaçlara yönelmek” farkı nedeniyle, önerilen modelde hükümet, ideal sayı olarak bilinen 7 kişiyi* aşmaz.

    Bu modelin esası, Başbakan (veya Başkan) ile hükümet üyelerinin “sürekli etkileşimi”dir. Bu nedenle ayrı ayrı fiziki mekanlarda değil, aynı fiziki mekanda -ayrı odalarda dahi değil- çalışırlar. Böylelikle her an için birbirlerini etkilemeleri ve verilen kararların grup üyelerince tam paylaşılması mümkün olur.

    “Bütünleşik Yönetim” modelinde bürokrasi de bu yaklaşım uyarınca örgütlenir. Sayıları yüzbinlere varan Bakanlık ve Genel Müdürlük kadroları yerine, sorunlara göre değil amaçlara örgütlenmiş çok az sayıda, yüksek nitelikli memurlar bulunur ve onlar da hükümetle etkileşim içinde bulunurlar.

    Bu modelin küçük ve güçlü devlet amacına en iyi hizmet edebilecek yaklaşım olacağı da açıktır.

    Bu öneri, gerek bu haliyle ve gerekse bugün için bir ütopya gibi görülebilir. Ama, departmantasyon tuzağından kurtulmadan, bu karmaşık Dünya’nın sorunlarıyla sıkı bir etkileşim içinde bulunan Türkiye’nin sorunlarını çözebilmenin, ya da daha iyisi amaçlarımıza ulaşabilmenin imkanı yoktur.

    Gelin, üzerinde biraz düşünüp tartışalım. Ne dersiniz?

    Temmuz 17, 1994

  • Random Digit Dialing” SİSTEMİYLE ARAŞTIRMA !

    Bir gazete, bir kamuoyu araştırma kuruluşumuzun, yukarıdaki sistemle yaptığı araştırmaya göre bir ildeki seçimde filanca partinin birinci olacağını haber veriyor. Ayrıca da araştırmanın % 95 güvenilir olduğu belirtiliyor ve “%5 kusur kadı kızında bile bulunabilir” denmek isteniyor.

    Bunları okudukça insanın göğsü kabarası geliyor. Bu frenkçe adlı yöntem herhalde kompitür (öyle deniyor) ve leyzır’lı birşey olmalı ki insanların nereye oy vereceklerini böyle inceden inceye biliyor.

    Daha yakın zamana kadar “örnekleme” yoluyla yapılan araştırmalar artık 2000’e 1 kala bakın nasıl çağdaş aletlerle yapılıyor.

    Amerika’da bulaşıkçı almak için camına “bulaşıkçı aranıyor” yazısı yapıştıran bir lokanta bir süre sonra başvuran olmayınca bir uzmana başvurmuş. Uzman bir yeni kağıt yazıp onu cama yapıştırmalarını önermiş ve gerçekten de insanlar işe girmek için kuyruk olmuşlar.

    Kağıtta yazan şuymuş: “Wanted ! Lojistic Service Engineers

    Not: Random Digit Dialing, rastgele sayılar üretip ( hesap makinalarınız yapar), bunlardan telefon numaraları oluşturmak, o numaralara da telefon edip hangi partinin adayına oy verileceğini sorma yöntemidir.

  • POLİTİKA YALNIZCA SOYUNDURUR!

    “Kötü doktor candan, kötü imam dinden eder” deyişiyle aynı bir şey kastedilmiş olsa gerektir: yanlış tanı çok zarar verir! Çünkü kötü doktor ile kastedilen herhalde, hastalığa yanlış teşhis koyup yanlış yolda tedavi uygulayan kişi, kötü imam ile de, dini öğretileri yanlış yorumlayıp insanları yanlışa yönlendiren kişi anlatılmak istenmektedir.

    İnsanlarımızın yıllardır en önemli sorun, hatta tüm sorunların kaynağı olarak gördükleri şey, politikacılarımızın yetersizliğidir. Bu tanı, çeşitli entellektüel düzeylerde çeşitli biçimlerde dile getirilir: “sokak meclisin önünde”, “biz bu politikacılara layık -müstahak denilmek isteniyor- değiliz”, “bize, çözüm üreten politikacı lazım” gibisinden..

    Bu tanının ardından doğal olarak çözümler gelir: “dışarıdan politikacı ithal edelim”, “meclise gidecekleri sınava sokalım” gibi..

    Bu teşhisin doğruluğundan kuşkulanmayan askerler de yaptıkları üç darbede mevcut politikacıları safdışı etmişler, yerlerine enfekte olmadıklarına inandıklarını getirmişler, ama her ne hikmetse bir süre sonra onlar da eskileri gibi davranmaya başlamışlardır.

    Bu tanı, üzerinde kuşku duymak bir yana giderek pekişmektedir. Liderler de halkın eğilimlerine uyarak, giderek daha önemli, daha yüksek ünvanlı, daha zengin kişileri meclise sokmak için kolları sıvamışlar ve sokmuşlardır.

    Hatta, daha büyük fedakarlıklara bile katlanılmış, bu tür yaramaz insanların hep erkekler içinden çıktığı tesbit edilerek meclise ve genel olarak politikaya daha çok sayıda erkek olmayan kişi sokulmuştur.

    Fakat sonuç nafiledir. Halkımız yine politikacılardan yakınmakta, hatta şimdi eskisine göre daha çok yakınmaktadır.

    Acaba şöyle bir deney yapılsa ve daha büyük bir meclis binası yapılıp, 35 milyon seçmenin tamamı milletvekili haline getirilse ne olur?

    Pratik güçlüklerin (kavgaların ayrılması, yoklama ve oylamaların ad okunarak yapılması, söz isteyenlerin sıraya konulması gibi) olacağı bir gerçektir. Ama bunların bir şekilde aşıldığı (kavgaların ayrılmayıp nüfus planlaması amacıyla kullanılması gibi) varsayılsa acaba ne olacaktır? Vatandaşlarımız bu defa kimden şikayet edeceklerdir?

    İşte herhalde ancak o zaman görülecektir ki, politikacılarla vatandaşlarımız arasında bir nitelik farkı yoktur. Politikacı, halkın soyunmuşudur. Zaten başka türlü olmasına imkan da yoktur. Bu imkansızlık, halkımızın içinde daha yüksek nitelikli insanlar olmadığı için değildir. Bizim toplumumuz da -aynen başka toplumlar gibi-, nitelik dağılımı açısından normal dağılım’a uygundur. Yani içinde belirli oranda, yüksek ahlaklılar, bilgeler ve nadir insanlar bulunmaktadır. Bunların sayısı başka toplumlara göre çok az da olsa bir meclis oluşturacak sayının temini sorun olmayacaktır. 65 milyon kişinin içinde yüzbinde bir oranında bulunabilecek kişilerden 650 milletvekili çıkacaktır. Sorun bu insanların bulunması değil, halkımızın bu insanlara katlanıp katlanmamasıdır.

    Genelde politikacı, özelde ise milletvekili Çin vazosu değildir. Köşede tutulup teşhir amacıyla kullanılmaz. İnsanlar, kendi değerlerini paylaşan, bunu da somut olarak eylemlerine yansıtan insanları seçeceklerdir. Yerel yönetim meclislerine de TBMM’ne de seçilecek insanlarda bu değer ortaklığı ve eylem birliğini görmek isteyeceklerdir.

    Nitekim, örneğin Kilis’te il yapma karşılığında kendilerinden oy isteyen, fındık taban fiyatını diğer parti lideriyle açık artırmaya sokan, giderayak seçim bölgesine para transfer eden politikacılara karşı takınılan tavırlar, insanlarımızın politikacılarımızdan -belirli konular dışında- yakınmaya hakları olmadığını göstermektedir. Yakınma hakkı bulunan konular ise, kendilerine niçin daha fazla kişisel ya da grupsal menfaat sağlanmayışıyla sınırlıdır.

    Zaten pratik de aynen böyle işlemektedir. Politikacıların niteliklerinden yakınmalar ise daha çok misafir odaları ve içki sofralarına özgüdür. Çünkü oralar biraz da hayal kurulan, gerçek olmayan, olması istenmeyen konuların konuşulduğu yerlerdir. Ertesi gün misafirlik bitip, içkinin verdiği rihavet kalkınca yaşam pratiği başlar ve bir gece evvel erdemsizliğinden yakınılan politikacıdan, ya bir yakının olmayacak tayininin yapılmasını, ya SİT alanındaki arazisine imar verilmesini, ya da devlet bankasından kredi almak için genel başkanına baskı yapmasını isteyecektir.

    İnsanlarını kendine benzemez sandığı Anadolu’ya ilk gidişinde kendisine benzer insanlar görmenin şaşkınlığını yaşayan toy şehirlinin, “halkımız meclisin ilerisinde” safsatasını bir yana bırakıp, içinde hepimizin bulunduğu insanımızın nitelik dokusunun niçin sorunlu olduğunu anlamaya çalışmak, en akılcı yoldur. Evet biz niçin böyleyiz? Doğru soru budur..

    Pazar, 14 Temmuz 1996

  • POLİTİKA NİÇİN ÇÖZÜM ÜRETEMİYOR?

    Ülkemizde ve de birçok ülkede politika, toplumları tatmin edebilecek çözümler üretemiyor. Toplumlar mı tatmini güç istekler ortaya koyuyor, politikacılar mı yetersiz, tarihsel süreç olağan çizgisini mi izliyor ya da herbirinin payları mı var?

    Bu, kaya gibi sert, nüfuz edilemez görünüşlü soruyu, Türkiye yetmiyormuş gibi genelleyip bir de Dünya ölçeğinde yanıtlamaya kalkışmak pek akıllıca görünmüyor. Ortaya konuluşu her ne kadar aynı sözcüklerle de yapılsa, bu soru’nun her ülkede farklı yanıtları olduğu, daha da doğrusu bir kısım yanıtlarının ortak, bir kısmının da ülkeye özgü olduğu bellidir.

    “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri niçin üretemiyor?” şeklinde bir soruya verilebilecek tek yanıt olmayıp, “bir dizi cevap” bulunmaktadır.

    Ama, bu yanıtları aramadan önce, bu soru’nun “doğru formda” olup olmadığına bakılmalıdır. Soru bu haliyle, “politika, geçmişte tatminkar çözümler üretmiş ama artık üretemiyor” gibisinden bir anlam taşıyor. Halbuki bu doğru değildir ve hemen herkesin kabul edebileceği gibi ülkemizde politika -geçmişten bu yana- toplum ihtiyaçlarını cevaplamada hep yetersiz kalmıştır.

    Bunun bir işareti, insanlık ailesine katkımızın yetersizliği ve aileyle aramızdaki gelişmişlik farkının kapanmayıp açılmasıdır. O halde, “doğru form”daki soru, “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri eskiden bu yana niçin üretememiştir?” şeklinde olmalıdır.

    Bu soru’nun “bir dizi” yanıtının simgelediği her “neden”in, sonuç üzerindeki etkisi pek kolay bilinebilir değilse de, bazı nedenlerin diğerlerinden daha etkili olduğu açıktır.

    Buna göre, ülkemizde politikanın toplumu tatmin edebilecek çözümler üretememiş oluşunun en önemli sebebi, politikanın ürettiği çözümlerin sorunların nedenlerine değil, liderlerin, onların danışmanlarının, kısacası politik kadroların, kaynağı kendilerinden menkul “görüş”lerine dayalı oluşudur. Daha da kısacası, politik sistemimiz “çözüm” üretmede değil, “neden” belirlemede yetersizdir.

    Politik sistemimize politikacılardan, onlara da içinden geldikleri toplumdan bulaşmış olan bir toplumsal hastalık, sorunların nedenleri üzerinde durmayıp, kısa yoldan çözüm üretmeye çalışmaktır denilebilir.

    Ev kadınlarından öğrencilere, akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar toplumun büyük bölümü, kendilerini rahatsız eden sorunların nedenlerini aramaksızın doğrudan çözüm aramakta ve de -işin kötüsü- bulmaktadırlar.

    Ev kadını, geçim sıkıntısına çözüm olarak eşinin daha yüksek ücret almasını; üniversiteden mezun olup iş bulamama tehlikesini hisseden öğrenci çözüm olarak devletin kendisine iş vermesini; ücretinin düşüklüğünden yakınan öğretim üyesi YÖK’ün kaldırılmasını; siyasetteki bölünmeden şikayetçi köşe yazarı da partilerin birleşmesini “çözüm” olarak önermektedir.

    Belirli bir gecikme ve deformasyonla da olsa bu “çözüm”leri uygulamak durumunda kalan idari ve politik kadrolar ise, bu “çözüm”lerin işe yaramadığını zaman içinde herkesle birlikte görmekte ve çaresizlik içinde yeni “çözüm”ler peşinde koşmaktadırlar.

    Halk da bu çözüm arama hastalığına tutulmuş ve o da çözüm olarak denenmemiş saydığı partilere oy vermeyi bulmuştur.

    Bu yaklaşımların tek ortak yanı ise, “sorunların nedenleri üzerinde durmamak”tır. Bu öyle bir süreç haline gelmiştir ki, giderek ağırlaşan sorunlar, çeşitli kesimleri “daha kestirme”, “daha sihirli” çözümler aramaya itmektedir. Artık kimsenin biraz olsun “niçin” sorularına ayıracak sabrı kalmamış, tam bir toplumsal panik psikolojisine düşülmüştür. Bu panik hali, politikacıları baskılamakta, “neden”leri tamamen bir yana itip daha da kestirme “çözüm”ler aramaya itmektedir.

    Ortaya konulan sorun’un ikinci bir nedeni, toplumun politikadan çözümünü beklediği sorunların hemen hepsinin içinde, kendisinin de payının bulunduğunu göremeyişidir. Halk, çeşitli sorunların kendi dışında oluştuğunu, kendi payı varsa dahi bundan görmesi gereken cezanın başkalarına göre çok daha küçük olduğunu savunmaktadır. Bunda doğruluk payı vardır. Halkın tek tek bireyler olarak sorunlardaki payları küçüktür. Ama halk kalabalıktır ve her alanda küçük, affedilebilir görünüşlü ama “çok sayıda” kusur işlemekte, ortak olmakta ya da en azından tepkisiz kalarak, büyük sorunlar için sağlam bir mozayik temel oluşturmaktadır.

    Bu yanlış algılamanın bir nedeni, olayların nedenlerini aramayan, farklı görünüşlü sorunların aynı nedenlerden kaynaklandığını ortaya koyamayan “neden aramayan düşünce stilimiz”dir.

    “Politikanın çözüm üretemeyişi” sorununun bir diğer nedeni, katılımcılık yerine temsilciliğe dayalı politika; onun bir nedeni ise toplumumuzun örgütlenmemiş oluşudur. Demokrasinin, “örgütlenmiş çıkar kesimleri arasındaki uzlaşıya dayalı dengeler rejimi” olarak algılanmayışı, örgütlenmek ve bizzat katılmak yerine “tüm yetkilerini temsilcilere devretmek ve tüm sorunlarının çözümlerini de onlardan beklemek” biçiminde bir demokrasi anlayışını yerleştirmiştir.

    Örgütlenecek ve sorunlarının nedenlerini arama becerisi kazanacak olan kesimler, sorunlarının önemli bir bölümünün nedenlerini ortadan kaldırabilecek “çözüm”leri bulabilecektir. Böylece, politik sistemin sorun çözme yükü önemli ölçüde hafifleyecek ve yerine getirmesi gereken gerçek işlevlere yönelebilecektir.

    “Politikanın tıkanması” olarak adlandırılan “çözüm üretememe”nin bir başka ama çok önemli bir nedeni, toplumun beklentileriyle çabaları arasındaki bağın kopmuş oluşudur. Bu kopma sebepsiz değildir. Toplumda, üretmeden tüketmenin bir beceri olarak gösterilmesi, bunun her fırsatta sergilenmesi, üretmeden tüketmenin bir istisna değil, bir genel yaşam biçimi olabileceği gibi yanlış bir değer ölçüsünün oluşmasına yol açmıştır.

    En somut örneği, “enflasyonun etkisini karşılayacak ölçüde ücret ve taban fiyat zammı” uygulaması olan bu rüya, yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen henüz bitmemiştir. Bitmesine imkan da yoktur, çünkü hala kimse, yaşamın temel denklemi olan “ürettiğin kadar refah içinde yaşayabilirsin” ilkesini halka söylememektedir.

    Gerçek rekabet gücü yüksek çok ama çok az mal ve hizmet üretebilen toplumumuz, hala bir çok mal ve hizmeti tüketme hakkı bulunduğuna inanmaktadır. “Üretim”i, “buluşçuluk”u hala gündemine almayan politikacı, medya ve toplum, orta çağın simya bilimini canlandırmaya çalışmaktadırlar.

    “Politikanın çözüm üretemezliği” sorununa yol açan çok sayıdaki neden içinden başlıcalarının sonuncusu, politik sınıfın bu resmi topluma göster(e)meyişi, bunu, popülizm ve/ya bilgisizlik nedeniyle yap(a)mayışıdır.

    Evet, bu nedenlerden dolayı Türkiye’de politika tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu kişilerde değil, bu yaklaşımdadır. Tıkanmış olan sistemin söyleminin özeti ise “o kötüdür bana gelin” biçimindedir.

    Türkiye’nin gündemini, sorunların çözümüne değil nedenlerine oturtmadıkça, buluşçuluk ve üretimi, kamu yönetimi de dahil olmak üzere her konunun temeline yerleştirmedikçe, özgürlükler ortamını kurmaya imkan yoktur.

    Özgürlükler mi üretim mi tartışmalarını aşıp, ikisinin de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğunu görmek zorundayız.

    Bunu, mevcut politik kadrolar -eğer resme böyle bakabilirlerse- yapabilirler. Ama eğer yap(a)mazlarsa o takdirde politikadaki tıkanmışlığın aşılması, ancak yeni kadroların gelmesiyle mümkündür. Bekleyelim göreceğiz!

    Cumartesi, 08 Ekim 1994

  • PEKİYİ, ARKA KAPIDAN GİRENLER N’OLACAK?

    Turizm bakanlarımız değiştikçe, kumar lobisi bazı önlemler alır. Olur ya, gelen yeni bakan bu rezaletin farkına varır da bu işe bir “dur” der tehlikesine karşılık! (gerçi böyle bir ihtimal çok küçüktür ama kumar lobisi çok mütedbirdir!).

    Son turizm bakanı değişikliğinden sonra, insanlarımızı kumardan korumak(!) için lobinin geliştirip bakana heyecanla söylettiği önlem(!), `casino’lara kapılarından değil, ancak özel kartla açılabilen bir turnikeden girilmesi olmuştur.

    Kartlar ise, bakanlığın yapacağı derin incelemeler sonunda, kumar oynamasında sosyal, ekonomik, kültürel ve ailevi açıdan muhal bir durumu bulunmadığı saptanacak olan vatandaşlara verileceğ için, müthiş bir `kurtkapanı’ meydana gelmiş bulunmaktadır.

    Örneğin, kumar oynamak isteyen ama mesela karısınca izin verilmeyip “kumar oynarsan kafanı kırarım” denilen bir yiğit vatandaşımız kumarhanenin kapısına kadar gidecek ve tam kapıdan içeri girecekken kartlı turnike, “beyefendi nereye gidiyorsunuz, burası yol geçen hanı mı?” diyerek vatandaşımızı durdurup, maazallah kötü yola düşmesini önleyecektir.

    Ancak, bir kere kumar oynamayı aklına koymuş vatandaşımızı böyle aletlerin durdurması mümkün değildir. Kartlı turnikeyi aşamayan yiğidimiz bu defa `casino’ görevlilerine rüşvet teklif ederek içeri girmeye kalkışacak, ama rüşvetin bir toplumsal ayıp olduğunun bilincinde olan görevliler bu teklifi reddederek “sayın bayım, bakanlığımız, durumu uygun olmayanların buralara girmesini sakıncalı bulmaktadır. Biz bu emre uymakla yükümlüyüz, paranız sizin olsun. Ziyanı yok biz de kaybedelim ama vatan sağolsun” diyerek kişiyi tersyüz edeceklerdir.

    Bence bu kumarhane işine bulaşmış bütün turizm bakanlarının bu son haberden fevkalade alınması lazımdır. Çünkü, böyle etkin bir önlemi düşünemedikleri için bir defa hepsi geri zekalı yerine konmaktadırlar. Ayrıca da evvelkilerin almış oldukları önlemlerin de bir işe yaramadığı söylenmektedir. Halbuki mesela “karısından izin almayanın kumar oynayamaması” , ya da “bakanlık memurlarına başvurup kart alma” önlemleri öyle bir kenara atılabilecek önlemler midir?

    Bunların hepsi tarihe geçecek buluşlardır ve siyaset bilimi okutan gelecekteki okullarda ibret diye okutulup böyle abukluklardan korunmaları öğretilecektir.

    Genellikle yanlış bilinen bir olgu, “boğaların, kırmızı renge kızdıkları”dır. Gerçek ise böyle değildir. Kırmızı renge boğalar değil inekler kızar. Boğalar, kendilerine kırmızı gösterildiklerinde inek yerine konuldukları için kızıp kırmızıya saldırırlar.

    Bu kartlı turnikeye saldırasım geliyor.

    Cuma, 12 Mayıs 1995