• “YARIŞIMCILIĞA DAYALI KAMU KATKISI”

    Belediye’ler ve İl Özel İdare’leri başta olmak üzere hemen her yörenin ekonomik ve sosyal kalkınmasıyla ilgili kurum ve kuruluşlar vardır. Bunlar, çeşitli kamu kaynaklarından (çeşitli Bakanlık’lar, İller Bankası vbg) fonlar temin ederek yörelerine hizmet götürebilecek projeler uygularlar. Ancak, bu sistem her bakımdan adaletsiz ve ayrıca da savurganlığı özendirir niteliktedir.

    Adaletsizdir çünkü hangi yörenin politikacısının sesi çok çıkıyorsa o yöreye kaynak daha çok akar. Desteklenmesi gereken bir proje, yöre yöneticilerinin girişken olmayışı nedeniyle dikkat çekemezken, desteklenmemesi gereken projeler de aksine öne çıkar.

    Savurganlığı özendirir niteliktedir, çünkü kamu kaynaklarının tahsisine esas olan projeler genellikle uyduruktur ve tek amacı belli bir parayı alabilmektir. Parayı isteyenin amacı, o kaynaktaki parayı alıp gönlünün istediği yerlere sarfedebilmek, parayı verecek olanın amacı da ya mevcut kaynakları bir an evvel bitirip siyasi baskılardan kurtulmak ya da o para yardımıyla siyasi prestij elde etmektir.

    Kaynakların bu yolla israf edilmesi yerine, bir bölümünü özgün yöresel ihtiyaçlara yönelik projelere tahsis etmek ve geri kalan bölümünü ise “Yarışımcılığa Dayalı” biçimde tahsis etmek daha akılcıdır.

    Yarışımcılığa Dayalı denilen yaklaşım, çeşitli kamu kaynaklarını elinde tutan kuruluşların, belirli amaçları gerçekleştirmek üzere genel çağrılar yapmaları, yerel kurumların ise (belediye, il özel idaresi vbg) bu çağrılara cevap olabilecek projeler hazırlayıp birbirleriyle yarışmaya girmeleridir.

    Bu yaklaşım basit ama çok etkindir. Her ne kadar kamu kaynaklarının, bir parti ya da belirli kişilerin çıkarları yönünde kullanımına pek imkan vermezse de, bir rekabet havası yaratması bakımından eşsizdir.

    Kaynağı ortaya koyup yarışımı özendiren kamu kuruluşu, hazırlanacak projeler için belirli şartlar koşabileceği gibi, kaynağa erişmek isteyenin de belirli bir katkıyı ortaya koymasını da isteyebilir. Bu durumda “havadan gelen para” nedeniyle oluşabilecek ciddiyetsizlik azalır.

    1988 yılında Kültür Bakanlığınca ilan edilen “Bizim Şehrimiz” adlı bu şekildeki bir kampanya, yerel idarenin koyacağı her 1 lira için Bakanlığın da 1 lira vereceğini ilan ediyordu. Buna karşı istenilen, Belediye’lerin inşaat ruhsatı verirken, dış cephelerin o yörenin kültürel karakteristiklerinin temel çizgilerini taşıdığının aranmasıydı.

    Kamu kaynaklarının daha etkin kullanımının sürekli konuşulduğu günümüzde -eğer gerçekten ilgilenenler varsa- onların dikkatine sunulur.

    Pazar, 29 Mayıs 1994

  • UZATMA HASTALIĞI

    Kamu yönetiminin gereği olarak idareler tarafından sık sık kurallar koyulur. Bu bazen yasa, bazen kararname bazen de tebliğler vs yoluyla yapılır.

    Bu kuralların değişmez bir hükmü “Yürürlüğe Girme Tarihi”dir ve de bu gayet gereklidir.

    “Yürürlük Tarihi” ne kadar alışılmış ve gerekli bir hükümse, bu tarihlerin bir, iki, üç, ilh. defa ertelenip ileri atılması da o denli alışılmış, gereksiz ve ayrıca son derece zararlı bir alışkanlıktır.

    Vatandaş, bu tür bir “yürürlük tarihi” ile karşılaştığında şöyle düşünmektedir: “Konulan bu yürürlük tarihlerine uymamak bir adettir. Bunlara hemen hiç kimse uymaz ve uyulmayacağını da adı gibi bilir. Hükümetler de bu kadar insanı darıltmayı göze alamaz. O halde ben de uymasam olur ve de iyi olur!”..

    Bu yaklaşım, devletin ciddiye alınmayışı demek olup, kurallara saygılı olmayı düşünen vatandaşları da kurallara uymamaya özendirir.

    Devletin, vatandaşlarını kurallara uymamaya özendirmesinin çeşitli sonuçlarını hergün somut olarak yüzlerce kere yaşamaktayız. Toplumun çoğunluğu kurallara uymamakta, ancak güçsüzler ve az uyanıklar kural tanımaktadır. Bunun ise ne demek olacağı çok açıktır.

    Son olarak ileri atılan araçlara “ekzost pulu” uygulaması da bu hastalığın alışılmış bir belirtisidir.

    Devletimizin çeşitli alanlardaki zaafiyetinin altında işte bu gibi tutumlar yatmaktadır. Bunun adı halk dalkavukluğu’dur ve siyasiler de dahil olmak üzere bugüne kadar hiç kimseye hiçbir faydası olmamıştır. Çünkü vatandaş devletten ciddiyet değil bu tür laçkalıkları“zaten bekler” durumdadır ve bu ertelemeleri bir favör olarak değil, devletin yerine getirmesi gereken bir vecibe olarak görülmektedir.

    Bunun aksi yapılsa, yani bu tarihlerden hiç taviz verilmese mutlaka halk bunu yadırgayacak ve belki de bu oy kaybına -bir süre için- neden olacaktır. Ama Türkiye’nin düze çıkması için bunu göze alabilecek siyasilere ihtiyaç vardır. Gerçek cesaret de budur.

    Devlet, sürekli olarak “devlet güçlüdür” demekle güçlü olmaz. Kurallarını kararlılıkla uyguladıkça, uygulayamayacağı kararları da almadıkça güçlenir.

  • GELİŞMİŞLİK ÖLÇÜTLERİ NEREYE KADAR YOL GÖSTERİCİDİR?

    Çeşitli mal veya hizmet tüketimlerinin, gelişmişlik ölçütü olarak kullanılması oldukça yaygındır. Fert başına otomobil sayısı, elektrik enerjisi tüketimi, gazete tirajı gibi ölçütler, en az fert başına milli gelir kadar çok kullanılan ölçütlerdir.

    Bunlar doğru yorumlandığı, aşırı sonuçlar çıkarılmaya çalışılmadığı sürece son derece faydalı olan bu kriterler, toplum yaşamlarının çeşitli kesitlerinin ortaya çıkarılmasına yarayan bir çeşit “toplum yaşamı röntgenleri” dir.

    Doğru kullanıldığı zaman yararlı olan bu araçlar -her araçta olduğu gibi-, amacını aşan biçimde, örneğin yatırım planlaması amacıyla kullanıldığında kaynakların heba edilmesine yol açmaktadır.

    Örneğin, fert başına otomobil sayısı açısından gelişmiş ülkelere oranla bir düşüklük varsa -ki ülkemizde vardır-, bu oranı yükseltmek için yeni otomobil fabrikalarının açılması gerektiği sonucuna varılırsa bu ilk bakışta pek makul görünür.

    Ülkemizdeki fert başına otomobil sayısı azlığının nedeni yalnızca otomobil üretiminin yetersizliği ise, yerli üretimi artıracak biçimde yeni fabrikaların yapılması gerektiği şeklindeki sonuç doğrudur. Ama eğer öyle değil de, mesela harcanabilir gelir yetersizliği, yolların ve park yerlerinin azlığı gibi nedenlerle bu ölçüt düşükse, bu defa ilave otomobil üretimi bu nedenleri ortadan kaldıramayacaktır. Bu durum karşısında otomobil üreticileri devletten destek talebedecekler, böylece yapay olarak ucuzlayan otomobiller satılabilecek, ama yol ve park yetmezliği sorunu daha da artmış olacaktır.

    Bu spekülasyon tabii ki rekabet gücü yüksek, dolayısıyla da yalnız iç pazarı hedeflememiş ürünler için doğru değildir. Zaten o tür ürünler için yola çıkış noktası fert başına tüketimi yükseltmek değil, dış pazarlardan pay almaktır. Dolayısıyla o tür ürünler konu dışıdır.

    Ülkemizde gazete okuyan kişi sayısı yaklaşık 4 milyon kişidir. Bu, gelişmiş ülkelere oranla yaklaşık on kat düşüktür. Bir girişimci bu rakamı kullanarak 36 milyon tirajlı bir gazete çıkarmaya kalksa herhalde iki gün içinde batar. Çünkü insanların gazete okumayışlarının nedeni gazete bulamamak değil, sorunlarını bilgiyle çözmemek ve de gazetelerin de bilgiyle sorun çözümüne yardımcı olabilecek nitelikte olmayışıdır. Kaynaktaki bu nedenleri gidermeden yalnızca gazete basmak okuyucu sayısını artırmaz.

    Ülkemizdeki yatırımların çoğunda hareket noktası olarak alınan “fert başına” kriterleri, böyle kullanıldığı takdirde yarar değil zarar getirmektedir. Dikkate alınması gereken nokta neyin ne kadar kullanıldığı değil, neyin “niçin” o kadar kullanıldığıdır.

    Olayların görüntüleri yerine onları yaratan nedenlere bakmak, Batı Dünya’sına Rönesans’ın bir armağanıdır.

    Biz ise Rönesans yaşamadık. Pekiyi biz ne olacağız?

  • TÜM KAMU GÖREVLİLERİ İSİMLİK TAKSIN !

    Kamu hizmetleri bir şehrin altyapısı gibidir. İyi çalıştığı sürece farkına varılmaz, çalışmadığı zaman varlığı hatırlanır. Hiç kimse, “Oh, Allaha şükür kanalizasyonumuz iyi çalışıyor!” demez ama sokağı lağım suları bastığında bunun önemi anlaşılır..

    Ülkemizde kamu hizmetleri aynen böyledir. Kamu hizmetlerinin nitelik ve nicelik açılarından yetersiz oluşunun çok sayıda nedeninin başlarında kamu kadrolarının kalabalıklığı ve şikayet sistemlerinin bulunmayışı gelir.

    Ayrıca, “Sistem Kurma Becerimizin Yetersizliği”, “İnsan Dokumuzun Nitelik Yetmezliği” gibi Kaynak Nedenler de vardır ama ilk ikisi sonucun %80’ini belirler.

    Kalabalık kamu kadroları düşük ücretleri, düşük ücretler de düşük nitelikleri çağırır. Düşük nitelikli kamu görevlisi ise doğal olarak yetersiz nitelik ve nicelikte hizmet üretir.

    İkincisi ise şikayet sistemlerinin yokluğudur. İstisnalar biryana bırakılısa, çoğu kamu görevlisi, yetersiz bir hizmet verdiğinde kimsenin onu şikayet edemeyeceğini (etse de bir şey olmayacağını) bilir.

    Ülkemizde iş güvencesi, iyi hizmet vermeyen bir kişinin işini kaybetmeme güvencesi demektir ve bu haliyle de Dünya’nın en güvenceli (!) ülkesi Türkiye’dir.

    Bir basit önlemle bu gidişi biraz olsun değiştirmek mümkündür. Bu da vatandaşla yüzyüze tüm kamu görevi yapanların, göğüslerinde isimlerinin yazılı olacağı birer isimlik taşımaları mecburiyetidir. (THY ile uçanlar bilir. Hosteslerin davranışları, isimlik taşımaya başladıktan sonra önemli ölçüde düzelmiştir.)

    Bunun için Anayasa değişikliğine, yeni yasa yapımına gerek yoktur. Belki üç beş lira masraf olur ama onun da kaynağı hazırdır.

    Kamu kuruluşları, çeşitli vesilelerle bastırıp yolladıkları davetiyeleri biraz daha az tantanalı yaparlarsa sağlanacak tasarruf 60 milyon insanımıza isimlik yaptırabilir.

    (İnanmayanlar, Kırıkkale Rafinerisi ek tesis açılışı için bastırılan tanesi 30,000 liralık davetiyelere ve benzerlerine baksınlar!)

  • TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ, ISO-9000 VE KAMU YÖNETİMİ

    Başlangıçta yalnız sanayi ürünlerine uygulanan Toplam Kalite Yönetimi(TKY) yakınlarda sanayiyi destekleyen hizmet ürünlerine de uygulanmaya başladı.

    Örneğin, önceleri bir sanayi kuruluşundaki mal üretimi söz konusuyken daha sonra bunu destekleyen iletişim, bilgi-işlem, muhasebe, pazarlama, servis gibi alanlar da TKY’nin kapsamı içine girdi. Şimdi ise TKY ilkelerinin eğitimden askerliğe, vergi idaresinden devlet yönetimine kadar uygulanabileceği biliniyor.

    TKY’ne Avrupa alternatifi olarak ortaya konulan ve daha sonra bu iki yönetimin bir bileşiminin oluşturulmasına yol açan ISO-9000 standartının yakın bir gelecekte uluslararası kamu yönetimi standartı olarak benimseneceğini görmek zor degildir

    Bu gün nasıl ki ISO-9000’i benimsemiş bir ülke diğerirden ithalat yaparkenİSO-9000 ‘İ şart koşuyorsa, yarın bir devletin diğeriyle resmi ilşki kurması (tanıması) için benzer bir standarta uygunluk şart koşulabilecektir.

    TKY ve İSO-9000 kurallarını kamu yönetimine uygulamaya ençok gereksimi olan ülkelerden birisi de Türkiye’dir.

    Sorun çözmede Ardışık Sorma Metodu, iyileştirme grupları, tam zamanında alım (J.I.T), sürekli innovation gibi tekniklerin kullanıldığı TKY ile “yemeğin kalitesinin yanısıra mutfağın da kalitesini sorguluyan” İSO-9000, hiç bir değişiklik yapmadan kamu yönetimine uygulanabilir.

    Gerek TKY gerekse ISO-9000 için öngörülen bir “olmazsa olmaz” koşul, bu tekniklerin kamu yönetiminin iyileştirilmesinde de aynen geçerlidir.

    Türkiye, alışılmış ve çoğunluğu ilkel denebilecek düzeydeki yönetim teknikleriyle ( merkezden yönetim, bir sorunu astlara havale yoluyla çözüm, kaynaklar yerine görüntü sorunları giderme, düşük nitelikli insan gücünü yönetmeye uğraşma, hizmet içi eğitime önem vermeme, etkin çalışmak yerine çok çalışmak gibi) sorunlarını çözebileceği dönemleri geride bırakmıştır.

    Güç ve karmaşık sorunlar ancak güçlü yönetim teknikleriyle çözülebilir. İlkel yöntemleri kullanmakta ısrar, bu güzelim ülkeyi elden çıkarmanın en kestirme yoludur. İlgililere ilanen duyurulur.

  • SİYASET NERELERE GİRMEMELİ, NEDEN?

    Kahvehanelerin bu denli yaygın, kahve sohbetlerinin bu kadar tatlı olmasının ağırlıklı bir nedeni vardır: kahvehaneler çözülemeyen sorunların bir çırpıda halledildiği, bilinmez ya da belirsiz hiçbir şeyin olmadığı yerlerdir.

    Ayrıca da ülkemizi yönlendiren felsefeler oralarda geliştirilip ekonomik, sosyal ve özellikle de siyasal yaşamımıza yön verir.

    Siyasal felsefemizin ünlü “camiye, okula ve kışlaya siyaset girmemelidir” ilkesi kimlerce vazedilmiştir bilinmez, ama derindeki kaynağının kahvehane olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

    “Siyaset” denilen nedir ki her yere giremez?

    Okula, camiye ve kışlaya girmesi yasaklanan, ayrıca da her nerede ciddi bir iş yapılıyorsa oralara da “girmese iyi olur” durumundaki bu siyaset nedir?

    Kavramlarımız yeterince tanımlı olmadığı için siyasetin ne olduğu pek belli değildir, ama en azından iyi bir şey olmadığı bellidir. Çünkü eğer olsaydı camiye, kışlaya ve okula girmesinde bir sakınca olmazdı.

    Her önemli iş gibi kavramların tanımlanması da, bu ve benzeri önemdeki konulardaki en yetkili kurum olan kahvehaneler tarafından yapılmıştır. Buna göre siyaset, örnekleri medyada bolca sergilenen, ne kadar eğri iş varsa onları yapma mesleğidir. Yani cepçilik, zarfçılık, üçkağıtçılık türünden, ama onlar gibi basit olmayan, sanat yanı da bulunan sofistike bir zenaat!

    Bu tanım ve bu tanıma dayalı girme yasağı kendi içinde tutarlıdır. Birşey kötüyse iyilere bulaşması önlenmelidir.

    Ama burada başka bir sorun vardır. Siyasetin, yasak yerlere girmesi önlenebilse dahi -yani mesela-, bu defa girdiği diğer yerler -ister istemez- olacaktır. Bayındırlık, bankacılık, yerel yönetimler, çevre, adalet gibi onlarca kuruma serbestçe girebilen siyaset oraları ne hale getirecektir?

    Bu basit akıl yürütme dahi gösteriyor ki, siyaset hakkındaki genel yargılarımız çarpıktır ve siyasetin bu denli kirlenmesinin birinci derecede nedeni de, toplumu mutlu kılma sanatı olarak anlaşılması gereken siyasetin, tam aksine yapısal olarak kirli olduğunun varsayılmasıdır. Bu durumda, siyaseti çeşitli kirlilik örneklerinin sergilenebileceği bir alan olarak görüp girerek marifetler işleyenlere hak vermek gerekir.

    Siyaset anlayışımızı değiştirmek, onu en ulvi işlerden birisi olarak tanımlamak ve siyasi ahlakın somut ilkelerini ortaya koyup ona bağlı olanlarla olmayanların ayrışmasını sağlamak gerekir. Her rastlanan eğriliğin siyasete ve siyasetçiye uygun olduğunu varsayarak, bir kirlenme spirali yaratan ve sonra da kendi yarattığı kirlilikten iğrenen kişiler olmaktan kendimizi kurtarabilmeliyiz.

    15 Ağustos 1999

  • SİYASETTE KALİTE

    Sözcükler Yanıltıcıdır!

    Bir zen öğretisi, “birşeyi sözcüklere dökebiliyorsan o konuda birşey bilmiyorsun” diyor. Toplum sorunlarıyla uğraşan, onları anlamaya çalışanların, bu uğraşa girdikten bir süre sonra farkettikleri bir gerçek, olayları kısaca tanımlamak için üzerlerine yapıştırılan etiketlerin tam bir baş derdi haline geldikleridir.

    “Kavram ağacı” diyebileceğimiz bir ağaç düşünelim. Bu ağacın gövdesi, beş duyumuzdan en az birisiyle algılanabilen bir “şey” e karşılık gelsin. Buna bir sözcük yardımıyla bir ad veriyoruz. Göz, ateş, kap vs gibi.

    Gövdeden yukarı çıktıkça bu somut “şey”lere ön veya son ekler katarak daha soyut kavramlar elde edilebiliyor. Gözden, gözlük, gözlemek ya da görünüş gibi soyut kavramlar türetilebilir.

    Kavram ağacından yukarılara, yapraklara doğru çıkıldıkça kavramlar daha soyutlaşır, gövdedeki belirlilik, yerini belirsizliğe bırakır.

    “Vurmak” ve “duymak” somut kavramlarından türeyen bir kavram ağacı yaprağı, “vurdum duymazlık” tır. Vurmak ve duymak fiillerine göre son derece belirsiz olan “vurdumduymazlık” bir şeyi tam olarak ifade etmeyi değil, bir küme davranışı anlatmayı amaçlamıştır.

    “Siyaset ” ve “Kalite” Kavramları da Soyuttur !

    Bu iki kavram da birer kümedir. Dolayısıyla içeriklerine “belirsizlik” hakimdir. O halde bu iki kavramdan yola çıkarak siyasette kaliteyi irdelemek güçtür.

    Ayrıca, kalite kavramının çağdaş anlamı “ihtiyaca uygunluk” tur. Bu tanım uyarınca toplum ihtiyaçlarına uygun bir siyaset anlayışı “kaliteli” dir.

    Amaç bu değil, siyaset anlayışımızın daha yüksek değerlere oturtulması ve tanım gereği siyaset kalitesinin de daha yukarı çekilmesi ise, yapılması gereken farklıdır.

    Siyaset Anlayışımız Nasıl Daha Yüksek Değerlere Oturtulabilir ?

    Demokrasi çeşitli biçimlerde tanımlanabilir. Bir tanım da, “demokrasi, güçler dengesidir” biçiminde olabilir.

    Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengenin yanısıra, her üçünü de etkileyen birisi, toplumun sivil inisiyatifleridir. Bu da toplum örgütlenmesi biçiminde ortaya çıkar.

    Bu örgütlenme, dolayısıyla da sivil tepkiler zayıf olursa, yasama da yürütme de yargı da halktan kopuk yeni bir denge kurarlar. Bu durumda yine bir kuvvetler dengesi vardır ama bu denge halkın çıkarlarına değil, bu kuvvetlerin çıkarlarına hizmet eder. Ülkemizdeki durumun özeti budur.

    Buna göre siyasette kalitenin yükseltilmesi için yapılması gerekenlerin başında toplumun örgütlenmesi ve siyasete yeni “ihtiyaçlar” empoze etmesi gerekmektedir.

    Nitekim 24 Aralık ’95 seçimleri yaklaşırken, sivil toplum örgütlerinin ortaya koyduğu yeni bir ihtiyaç bileşeni, ” Milletvekilliği Sözleşmesi” adıyla anılan bir taahhüttür.

    Çeşitli partilerin adayları, bir dizi somut taahhütte bulunmaktadırlar. Bu, siyasi hayatımızda ilk defa olmaktadır.

    Bu öneri bir sivil toplum örgütünce ortaya atılmıştır. Böylece görülmektedir ki, toplum, ihtiyaçlarına dayalı taleplerini söylenerek, yakınarak dile getirmek yerine örgütlenerek ortaya koyabildiği takdirde pekala siyasetin kalitesini yukarı çekebilecek bir etki yaratabilmektedir.

    Mekanizma belli olduğuna göre bundan sonra yapılması gereken bellidir : Daha iyi örgütlenme ve kalite yükseltici girişimlerin projelendirilmesi !

    Çarşamba, 06 Aralık 1995

  • SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER !

    27 Mart ’94 genel yerel seçim sonuçları üzerine çok şey yazılıp söylenecek, her yorum ve açıklama olayların çeşitli yanlarına değinecektir.

    Her seçim sonucunun değişmez kuralı, her parti ya da adayının, ya karlı çıktığını iddia etmesi ya da kaybettiyse bazı mazaretler ileri sürmesi ve”… olsaydı kazanırdım” demesidir.

    Bütün bunların dışında, bu seçimlerin tek net galibi RP’dir. RP’nin geçmiş seçimlerdeki oylarındaki değişim trendi, bu net galebeyi açıklayamamaktadır. O halde olaya yalnızca, “iyi propaganda yapmak”, “kurana el bastırıp yemin ettirmek” gibi sığ nedenlerle yaklaşmak safdillik olur.

    “RP amblemine bürünmüş bu oy patlamasına yol açan nedenler nelerdir?” şeklindeki bir soruya verilebilecek yanıtlar, toplumun kendine çeki düzen vermesi (eğer istiyorsa) açısından önemli olmak gerekir: Kanımızca bu nedenler şöylece sıralanabilir:

    1. Geleneksel siyaset anlayışının reddi isteği -ki buna yol açan nedenler:

      1. Bu red’in kristalize olabileceği başkaca siyasi parti bulunmayışı ya da bu iddiada bulunan partilerin (örneğin İşçi Partisi gibi), toplumun geleneksel değerlerine (islamiyet gibi) oturmamış oluşu.

    RP, düzen değişikliği gibi aslında değişim sosyolojisi açısından toplum yapısına ters olan bir “macerayı”, en az riskle gerçekleştirebilecek bir parti olarak görünmüştür. Kuvvetli islami söylem, şeriat yanlısı olmayanlara bile -bu korkulan ama arzulanan değişim yanında- bir sığınak gibi görünmüştür.

      1. İletişim devrimi yoluyla tüm ülkelerdeki “kirlilik” şöylemlerinin herkesin yakınına gelmiş olması ve bunun geleneksel siyaset anlayışının gözden düşmesine yol açışı

      2. Bir bölümü çıkar çatışmaları nedeniyle de olsa geleneksel siyasetin kirli çamaşırlarının medya kanalıyla ortaya dökülmüş olması

      3. Kronik enflasyon ve diğer nedenlerden doğan ve medyanın pompaladığı beklentilerle etkisi iyiden açığa çıkan gelir yetmezliğinin nedeni olarak geleneksel siyasi kurumların görülüşü

      4. Laikliğin, ihtiyaçlar hiyerarşisinde daha üst basamaklarda kalışı ve kaybının önemsenmeyişi -ki nedenleri;

        1. Laiklik kavramının tanımlanmamış oluşu (diğer çoğu kavramlarda olduğu gibi)

        2. Kendini laik olarak tanımlayan bir kısım kişinin yaşam tarzının iticiliği (o laikse ben değilim sendromu)

        3. Kendini laik olarak tanıtan partilerin geçekte laik olmayışları

    1. İSKİ ve İLKSAN olaylarına duyulan tepki nedeniyle düzen partilerinin cezalandırılma isteği

    2. Şeriat yanlısı olmayan, inançlı kesimin genelde ahlaksızlık özelde ise medya aracılığıyla sergilenen utandırıcı davranışlara duyduğu tepki (ki bu kesimin gerçekte neye hizmet etmiş olduğu şimdi daha iyi ortaya çıkmıştır)

    3. Kürt oylarının, büyük oranda RP’ye kaymış oluşu.

    Aslında dört ayrı başlık altında toplanmasına karşın, bu nedenlerin hepsi aslında “geleneksel siyaset anlayışına tepki” olarak adlanabilir.

    Bunların dışında önemli bir faktör de, kendini kamuoyu araştırma kuruluşu olarak adlandıran bir kısım kişi ve kuruluşların, gerçekler yerine manipüle edilmiş ya da sipariş edilmiş sonuçlarla kamuoyunu yanıltmaları, bir kısım medyanın da buna alet olmasıdır.

    Durum böylece yorumlandığı takdirde buradan önemli bir sonuç çıkmaktadır: Bu da, bir “Alternatif Siyaset Anlayışı” na olan gereksinimdir.

    Bu anlayışı bir yeni siyasal söyleme çevirebilen, Türkiye’yi yeni yüzyıla taşıyabilecek bir araç geliştirmiş olacaktır. Aksi halde incir çekirdeğini doldurmayan ama tüm ülkenin gündemini sürekli dolduran konularla uğraşılıp durulacaktır

  • SEÇİMLERE GİDERKEN

    Önümüzdeki seçimlerde, seçmenlerle siyasi partiler arasındaki diyaloglarda ilginç gelişmeler yaşayacağız. Hatta yaşamaya başladık bile!

    Örneğin, “39 ilçenin il yapılması” tasarısının tam seçimler öncesine getirilmesi tek taraflı bir rüşvet teşebbüsüdür. Rüşvet olgusunun gerçekleşmesi en az iki “taraf”a gereksinim gösterdiğine göre -ki bazı hallerde daha fazla sayıda taraf da bulunabilir-, bu girişimin tamamlanabilmesi için bir “taraf”a daha ihtiyaç vardır. Bu ikinci taraf, il yapılmak istenen ilçelerin halkıdır.

    Eğer siyasi trendlerin dışında olağan dışı bir değişim olur ve bu, rüşvet önerisinin kabulü yönünde olursa, belki de tarihin en büyük toplu rüşvet olgusu ulusumuzca gerçekleştirilmiş olacaktır. Bu, diyalog sürecinin bir yanıdır.

    Diğer yandan, vatandaşlarımız, büyük bir olasılıkla seçeceği temsilcileriyle bazı “anlaşma”lar yapmak isteyebilecektir. Bu tür kontratlara «Güven Anlaşmaları» denilebilir. Çünkü anlaşma seçmen ile temsilcisi anasındaki güvene dayanacaktır.

    Seçmen bir defa oyunu kullanıp vekaletini verdi mi, artık beş yıl süreyle yapabileceği bir şey kalmamaktadır. Tek yapabildiği yakınmak ve tüm temsilcilere lanet yağdırmaktır.

    Güven Anlaşmaları ise bu verimsiz ilişkiyi daha net esaslara bağlamaktadır. Örneğin, bir siyasi partinin adayları, seçmenlere olmaz vaatlerde bulunmak yerine, yapmaya ve de yapmamaya söz vereceği noktaları ilan edip taahhütte bulunmaktadır.

    Örneğin, “yolsuzluk araştırmalarının oylanmasında -kim için olursa olsun- evet oyu kullanılacağı” ya da “bürokrat ya da politikacılardan tüm taleplerini, yazılı olarak ve imzasını atarak yapacağı” gibi taahhütler son derece somuttur.

    Bunlar siyasal yaşamımızın kalitesini yükseltecek araçlardır. Bu tür bir taahhüdü (Güven Anlaşması) imzalayıp ilan eden bir adayın, seçildikten sonra üzerinde yüzbin çift göz olacak, onu denetleyecektir.

    Bu kazanımı sağlayabilecek kurum, halkın, sivil toplum örgütlerinin kendisinden başkası değildir. Demokrasi de işte bunun için en iyi ama en güç rejimdir.

    Cuma, 03 Kasım 1995

  • SAHTE SANATLAR TOPLUMU !

    Politikaya, bilime, sanata, ekonomiye velhasıl bir toplumun yaşam bütününü oluşturan çeşitli boyutlara birer “sanat” denebilir. Nitekim, yabancı dilde güzel sanatlara “fine arts”, mühendislik vb uğraşılara da “useful arts” (faydalı sanatlar) denildiğini biliyoruz.

    Bu sanatlarla uğraşan kesimlerin (politikacı, bilim adamı, sanatçı, ekonomist vs ) kalitesi doğal olarak, kalıtsal özelliklerine, onları yetiştiren eğitim sistemine ve içinde bulundukları sosyal iklime göre oluşmaktadır.

    Üzerinde durulmak istenen, bu bilinen mekanizma değildir. İlginç olan nokta, kalıtsal özellikleri, eğitim sistemi ve/ya onları çevreleyen ortam koşulları nedeniyle iyi yetişmemiş ya da kalitesini idame ettiremeyip kaybetmiş olanların, sahte birer kimlik edinmeleri olgusudur. Yani sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte sanatçı, sahte ekonomist gibi!..

    Bu sahte sanat sahiplerinin, gerçek sanat üzerindeki etkilerinin bilinmesi son derece önemlidir. Aksi halde toplum, kendisi için yaşamsal olan bu sanatlardan yararlanmak imkanını ebediyen kaybedebilir. Sahte sanat sahibi, kendi yarattığı sanat alanını öylesine korur ve savunur ki gerçek sanat sahiplerinin oraya girip gerçek sanatı yerleştirmeleri ya da icra etmeleri neredeyse imkansız olur.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliği, gerçek sanat sahiplerinin yüzeysel niteliklerini (dış görünüş, konuşma, giyim-kuşam, tavır ve jestler, yaşam biçimi vs ) aynen, hatta daha da abartılı olarak taklit etmeleridir. Bu yüzden, onları dış görünüş ve yaşamlarına bakarak ayırd etmek imkansızdır.

    Ayrıca, bu ayırd etme güçlüğünü daha da artıran bir başka özellikleri, ait olduklarını söyledikleri sanat dalı ile ilgili sürekli şikayette bulunmaları ve yuvarlak, işe yaramaz çözümler göstermeleridir.

    Bu tür sanat sahiplerini gerçeklerinden ayırd etmek ancak uzun süreli gözlemlerle mümkünse de bazı pratik çözümler de vardır. Tabii ki her pratik yol gibi bunlar da “her zaman” doğru sonuç vermeyebilir.

    Sahte sanat sahiplerinin en önemli özelliklerinden birisi, durumlarını olağanüstü bir beceriyle gizleyebilmeleridir.

    Aptal olan kendini zeki, bilgi -becerisi az olan kendini becerikli gösterir. Tanım itibariyle hepsi düşük ahlak normlarına sahip olup, en iyi de onu kamufle ederler.

    Ama, kendilerinin bu denli beceriyle kamufle edebildikleri durumlarını, evli iseler eşleri, evli değillerse anneleri aynı hünerle gizleyemezler. Hatta gizleme gereği de duymazlar.

    (eşi veya annesi olmayan sahte sanat sahiplerini ayırd edebilmek ise gerçekten güçtür !)

    Sahte sanat sahiplerini teşhise yarayabilecek ikinci araç, bu kişi ya da kesimlerin düşünce ürünlerini (söz, yazı vs) incelemektir. Bu ürünlerin en belirgin özelliği (….dir) özelliğidir. Hemen her cümleleri (…dir) ile biter. Hemen tüm yargıları, kesin ve tartışmasız olup, doğruluklarının tek kanıtı kendileridir.

    Sahte sanat kesimleriyle mücadele için belirli bir reçete geliştirmek güçtür. Çünkü her sanat kesimi, içinde bulunduğu topluma uymakta ve kendini koruyucu önlemleri almaktadır. Bu koruyucu önlemlerin başında, çeşitli sahte sanat kesimlerinin, aralarında dayanışmaları gelir.

    Örneğin sahte politikacı, sahte bilim adamı, sahte ekonomist ve sahte sanatçı öyle bir birlik kurmaktadırlar ki birisine dokunduğunuz zaman hepsinin sesi çıkmakta, hepsi birbirini kollamaktadır. Çünkü bütün bu kesimler, varlıklarının ancak birbirlerinin desteğiyle mümkün olabileceğinin bilincindedirler.

    Buradan şu anlaşılmaktadır: Eğer bu kesimlerden birisi yerine, gerçeği geçebilse, diğerleri dayanıksız kalacaklardır.

    İşte Temiz Siyaset yaklaşımı bu yüzden çok önemlidir. Eğer bu yolla gerçek politika sanatını icra edebilecekler sahtelerin yerine geçebilirse, diğer bütün sahte sanat kesimlerinin sahip oldukları destek son bulacak ve birdenbire bir karabasan son bulacaktır.

    Pazartesi, 13 Eylül 1993