• ÇOCUKLAR MATEMATİK İÇİN NELER DİYORLAR?

    Hemen tüm çocukların -ve de erişkinlerin- matematikten hoşlanmadıklarını, bunun altında da matematik korkusunun bulunduğunu, bu korkunun da altında “ben bunu beceremem” önyargısının bulunduğunu hepimiz biliyoruz.

    Matematik konusunda bu yargının dışında kalan azınlığın iyi incelenmesi, hangi etmen(ler)in, anılan korkuları aşabildiği mekanizmasının kavranması ilginç bir konudur.

    Bununla beraber, aşağıda bazı yanıtları bulunan basit anket bir lisede yapılmıştır. Alınan yanıtların neredeyse tamamı aynı yöndedir. Birbirinden biraz farklı olanlar seçilip aşağıya alınmıştır. Yanıtlarda anılan “sistem”, ÖĞRENCİ MERKEZLİ VE EZBERSİZ EĞİTİM’dir.

    Öğrenci Merkezli yaklaşımda, öğretmen eğitsel hedefleri senaryolar içine yerleştirerek vermekte, öğrenciler ise öğrenme işini kendileri yapmaktadırlar. Ezbersiz Eğitim’de ise, her doğrunun mutlaka belirli koşullar içinde doğru olduğu bilinci verilmekte, çocuklar tartışılmayacak doğrular bulunmadığı bilincine sahip kılınmaktadırlar.

    İşte, bu iki yaklaşım altında işlenen matematik dersleri hakkında öğrencilerin görüşleri:

    • Bence, bu sistem daha iyi ve zevkli. 45 dakika boyunca tahtaya bakmaktansa, arkadaşlarımla birlikte problem çözmek çok zevkli oluyor. Suspus oturmuyoruz, konuşma şansımız var.

    • Bence bu çalışma planı daha iyi oldu. Çünkü önceden grup çalışması yapsak bile çoğunlukla yine tek oturup öğretmen anlatırdı. Ama şimdi ise grupla oturuyoruz ve arkadaşlar arasında tartışabiliyoruz. Yapamadığımız birşey olunca öğretmene soruyoruz. Bu çalışma planına birşey daha eklenmesini istiyorum; geçtiğimiz konu kısa ve öz bir şekilde anlatılmalı ve bir ve iki haftayı worksheet’lere bırakmalıyız.

    • Matematik dersinde şu ana kadar olumsuz hiçbir şey görmedim. Şu andaki çalışma şeklimiz sayesinde konuları daha iyi kavrayabiliyorum. Matematik dersini bu yolla sevdim. Bu derste proje çalışması çok iyi işliyor.

    • Bu sene matematik dersinde grup çalışması yapmak hepimiz için iyi oldu. Bu grup çalışması Fen, Matematik ve Türkçe dersindeki başarımızı artırdı. Ama diğer derslerde düzgünce uygulanmıyor. Bu konuda gerekenin yapılması gerek.

    • Matematik dersleri geçen seneye nazaran daha güzel ve zevkli geçiyor. İlk defa matematik dersini sevdiğimi fark ettim. Dersler böyle güzel giderse matematik dersini çok iyi kavrayacağımızdan eminim.

    • Bence matematiği bu şekilde işlemek çok yararlı. Ayrıca anlamadığımız soruları bireysel olarak öğretmen anlattığı için daha iyi anlaşılıyor. Ancak her derste bu sistem iyi olmuyor, çünkü anlaşılmayan ve öğrenilemeyen konular oluyor ve de her derste konu anlatılmadan senaryo yazılmamalı. Ayrıca eğer konu anlatılmadan senaryo yazılırsa dersten birşey anlaşılmıyor.

    • Bu seneki matematik ders işleme sistemimiz benim için gerçekten çok yararlı. Çünkü bu sistemle konuları sayfa sayfa yazacağımıza, anlayacağımız şekilde yazıp o konu hakkında bir sürü soru çözüyoruz. Bu da bize üniversite sınavları için bir pratiklik ve zaman tasarrufu kazandırıyor. Keşke her ders için bu sistemi uygulasak. Böylece üniversite sınavları için bir sürü dershaneye gitmemiz ve ders almamız yerine bütün derslerimizi okulda öğrenirdik.

    • Bence matematik dersleri bu sene çok zevkli ve öğretici geçiyor. Mesela ben geçen sene matematik derslerinde çok zorlandım. Ama inşallah bu sene matematikten iyi bir sonuç bekliyorum. Proje gruplarıyla çalışmak daha iyi. Bu sistem okulumuzda çok iyi oldu.

    • Bence bu sistem matematik dersinde geçen sene ikinci dönem başladı. Bu sistem geçen sene çok işe yaradı ve sınavlarda başarı oranı arttı. Bu sene proje gruplarıyla çalışma daha iyi. Bu sistemin sınavlarda başarı oranını daha da arttıracağından eminim. Benim için bu sistem daha yararlı.

    • Bence bu yöntem matematikte iyi ama dersi öğretmenin anlatması ve beraber örnekler çözmek bana daha yararlı geliyor. Quiz yöntemi çok iyi 4-5 quiz’in toplamı bir büyük sınav yerine geçiyor. Çok güzel bir yöntem. Bence quiz sorular hazırlanırken, her grup bir soru hazırlasın böylece quiz yapalım.

    • Bence matematik dersinde proje grupları ile çalışmak çok iyi. Çünkü anlamadığım bir konuyu arkadaşlarımla tartışıp daha iyi öğreniyorum. Ama bir konuyu anlattıktan sonra öğretmen bir de Türkçe anlatırsa daha da iyi olacağımıza inanıyorum. Fakat proje gruplarından şikayetim yok.

    Öğrencilerin bu olumlu tepkilerine yol açan sistemi merak edenler olabilir. Sistem basit, fakat insanın en gelişmiş, fakat öğretme dediğimiz yolla köreltmeye çalıştığımız “öğrenme” yetisine dayandığı için de çok etkin olan “Öğrenci Merkezli Eğitim”dir. Sekiz yıllık eğitimin içini doldurabilecek olan yöntemin özü işte budur.

  • GERÇEK ÇIKARLAR VE GÖRÜNTÜLER

    “Rekabet” ve “girişimcilik” kadar birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğeri de olamayan iki kavram herhalde pek nadirdir.

    Bir girişimcilik ortamı rekabetsizse orada gerçek girişimcilikten söz edilemeyeceği gibi, girişimcisiz rekabet ortamı da imkansızdır.

    Müteşebbisler klübünün kuruluşundan bu yana, bir yönetim rekabeti ilk defa geçen yıl ortaya çıkmıştı. Bu yıl bu rekabetin rastgele olmadığını ve canlılığını sürdürdüğünü gözlüyoruz. Bu olgu bize, klübün kuruluşundan bu yana yeni yeni kökleşmeye başladığını gösteriyor.

    Kurumların akşamdan sabaha oluşmadığını, yeni dikilen fidanların ancak bir kısmının -o da zaman içinde- tuttuğunu biliyoruz.

    Müteşebbisler klübü, bu sürecin doğruluğunu bir kez daha kanıtladı.

    Bültenimizin bu yeni şekli altında girişimcilere yeniden merhaba denirken, geçmiş yedi yılın bir muhasebesini yapmanın, girişimci toplumuna bir katkı olabileceğini düşündüm.

    Devletçi bir ekonomik yapıdan serbest rekabete dayalı pazar ekonomisine geçme mücadelesini yaklaşık 10 yıldır yaşayan ülkemizde, bu geçiş sürecinin ana elemanını girişimciler oluşturuyor.

    Bunu hem girişimciler hem toplumun diğer kesimleri gayet iyi biliyorlar. Topluma olan olumlu katkılarının bu denli bilincinde olan girişimciler çeşitli örgütlenmeler altında bazı çıkarlarını savunuyorlar. Bu savunu, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşuludur. Hatta demokrasinin bir tanımının da, “çeşitli toplum kesimlerinin, bir “çıkar dengeleri temeli” oluşturacak şekilde çıkarlarını savunabildikleri rejim” olduğunu düşünebiliriz.

    Ancak burada anlaşılmaz, anlaşılmaz olduğu kadar girişimcileri olumsuz etkileyen bir nokta var. Şöyle ki; girişimciler çıkarlarını doğrudan olumsuz etkileyen kaynaklara karşı değil, o kaynakların ikinci, üçüncü, beşinci dereceden türevlerine karşı örgütlenip mücadele veriyorlar.

    Örneğin, GİAD’lar ve hatta TÜSİAD’ın üzerinde durduğu konular ekonomik sistemin çeşitli yüzlerinin performansıyla ilgilidir. Yüksek enflas-yon, döviz kurlarındaki dalgalanma, faizler, yatırımlar gibi konular sistemin nihai çıktılarıdır.

    Halbuki bu sorunların hepsinin az sayıdaki kaynağından bir tanesi, “girişimcilik ortamının sorunları” başlığı altında toplanabilecek olanıdır.

    Bu sorunlar, MÜTEŞEBBİSLER KLÜBÜ’nün “Girişimciliğin Özendirilmesi” adlı raporunda ayrıntılı olarak incelenmiş ve hazırlandığı ………………. tarihinden bu yana basın, politika, meslek kuruluşları ve girişimcilikten sorumlu kamu kurumları gibi kesimlere yaklaşık 500 adet dağıtılmıştır.

    İlginç olan nokta en lüzumsuz magazin haberlerine saatler, günler, sayfalar harcayan medyada bu raporla ilgili “tek kelime” ile dahi bu konuda bir haber yer almamıştır.

    Bu durum “ilgisizlik”le açıklamaz. Özellikle, girişimcilerin çeşitli örgütlerinin konuya ilişkin hiçbir tutum geliştirmemiş oluşu, ilgisizliğin de ötesinde, özel olarak incelenmesi gereken bir “felç” durumudur. Bu felcin nedenleri bilinemediği sürece sorunun derinde yattığına şüphe bulunmayan köklerine erişilemeyeceği kesindir.

    Her ne kadar gerek bu raporun, gerekse girişimcilik sorunlarının en önemlilerinden birisi olan Kamu Alımları raporunun basımı konusunda Müeşebbisler Klübümüzün uzun süredir devam eden çabaları henüz bir sonuç vermemiş ise de, bunun, diğer kurumların ilgi azlığına bir örnek teşkil etmemesi gerekir.

    Evet, acaba girişimciler, çıkarlarını olumsuz etkileyen kaynaklara karşı değil de niçin görüntülere karşı mücadele ederler?

    Bunun en olası nedeni, toplumumuzun, “sorunlarla değil, onların görüntüleriyle mücadele eden geleneksel sorun çözme yöntemi”dir. Bu sorun üzerinde çalışmaya başlayan sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkmaya başlaması son derece sevindirici bir gelişmedir. İkinci bir neden, bu yanlışlığı farketmiş olabilecek kuruluşların, diğer kuruluşlarla koordinasyon kurmadaki yetersizliği olabilir. Bu soruna karşı bir önlem, girişimci örgütlerinden birisinin önderliğinde bir “koordinasyon workshop‘u” yapılmasıdır.

    Ortaya koyulan soruna yol açan başka nedenlerinde bulunması beklenir.

    Bu nedenleri ortaya çıkarmak üzere lisans üstü çalışmalar yaptırmak üzere, klübümüz, üniver-siteler nezdinde faaliyete geçebilir.

    Böylece daha neler yapılması gerektiği konusu aydınlığa kavuşmuş olacaktır. Bu yeni bültenin girişimcilerimiz açısından yararlı olmasını dili-yorum

  • Bugüne kadar üstüne alınmayanlar: Artık alının!

    İnsanlık tarihi boyunca kitleleri yönetmek için kullanılagelmiş en etkin araçlardan birisi cennet ve cehennem kavramlarıdır. Her araç gibi onun da “daha etkin” olduğu sınırlar vardır. Okur-yazar kesimde -genelde- bu iki kavram yerini ahlaki değerlere bırakmaya başlar.

    Çocukluğundan beri kızgın yağ kazanları, alev alev yanan fırınları ile koşullandırılıp, kendisine ezberletilen doğru-iyi-güzeller konusunda beyinleri yıkanmış olan kişiler için bir yanlış yapmış olmak ne ise, bu kavramlardan kendini bir biçimde kurtarabilmiş insanlarda da, “gelecek nesillerin gözünde suçlu duruma düşmek” sanki eşdeğer bir korkutuculuğa sahiptir.

    Sevgili Çetin Altan’ın “Lanetliler Bahçesi” fikri gerçekleşir mi bilinmez. İnsanlık suçu işlemiş kişilerin heykellerinin yer aldığı bir bahçe için gereken büyüklükte bir yer bulunabilse her halde olur. Ama zaten tarih de bir bakıma hem lanetliler hem de minnet duyulacaklar bahçeleri değil midir!

    Kendi şaşmaz yasalarına göre işleyen evrenin bir parçası olan insanlarımızı, onları milyonlarca yıllık kaza-beladan bugünlere salimen getiren özelliği olan müthiş öğrenme yeteneğine boş verip, nehir ve padişah adları, meydan savaşı tarihleri, sevilecek ve nefret edilecekler listeleri gibi saçmalıkları “ezbere belleten” ve bunu da kutsal bir işmişçesine toplumun eleştiri alanının dışında bir tabu gibi tutabilmiş olan eğitim sınıfının tarih içinde hangi bahçede yer alacağı artık konuşulmalıdır.

    Adına eğitim diyerek her sorunun çözümü olarak ortaya sürülen panzehirin ne olduğunu artık kalıpları kırarak sorgulayabilmeliyiz. İstendik bilgi ve becerilerin kazandırılması olan öğretim ile istendik tutum ve davranışların kazandırılması olarak anlamlandırılan eğitim tanımı içindeki “istendik” ve “kazandırılması” hangi ideolojide olursa olsun kimse tarafından sorgulanmadı.

    En aklı başında olanlar dahi, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyeceklerini, öğrenirlerse de onların zararlı şeyler olacağını, bu yüzden de “istendik” bilgi, beceri, tutum ve davranışların toplum -ve onun adına devlet- tarafından belirlenmesini tartışmasız kabul ediyorlar. Belirlenen bu içeriğin çocuk ve gençler başta olmak üzere eğitilecek olanlara, bir şekilde öğretilmesi gerektiğinde de tam bir fikir birliği var.

    Kendilerini, dışlarındaki tüm canlılardan üstün gören -ki ne akıl almaz bir salaklıktır- bu insanlar, tüm diğer canlıların üstün öğrenme yeteneklerini görüp kabul ediyor, ama kendisinin öğrenme konusunda onlardan aşağı olamayacağını idrak edemeyerek hemcinsleri için bir “jenosit” uyguluyor: Zihinsel jenosit!

    Öğretmenlik başta olak üzere eğitim sınıfı bugüne kadar hakkında hiç konuşulamayacak alanlardan birisi olarak geldi. Eğitimdeki sorunlar da, bu alana gerekli önemin verilmeyişiyle açıklandı. Bu alandaki meslek mensuplarının yaşam sorunları olduğu, bunların düzeltilmesi için tüm toplumun görevli olduğu doğrudur. Hatta, diğer meslek dallarına gösterilmesi gereken özenden daha fazlasının gösterilmesi gerektiği de doğrudur.

    Ama bu, eğitim sınıfının uygulamakta olduğu zihinsel soykırımın gerekçesi olamaz. Yaşam sorunları olan kesimler, bunların karşılığını, evrenin, hiçbir canlıdan esirgemeden eşit -ama farklı biçimlerde- dağıttığı öğrenme yeteneğini, yaratıcılığını köreltip yok ederek tazmin ettiremezler. Zihinsel soykırım budur. Bunun, kimin emriyle yapıldığı, bu yapılmazsa müfettişlerin aleyhte rapor yazıp yazmayacakları ya da birbirlerinin yazdıkları kitaplarda böyle yapılmasının yazılı olduğu gibi ayrıntılar, bu büyük trajediyi değiştiremez.

    Bunları üzerlerine almaları gerekenler, geri kalmış yörelerimizde geçim savaşı veren, evini geçindirmek için ikinci ya da üçüncü iş yapan öğretmenler değildir. Onlar söz konusu bile değildir.

    Bu insanlık suçunun sanıkları, çocuklarımızın ve velilerin gönüllü olarak onayladıkları biçimde ve de toplumun geri kalan kesimlerinin hayranlık duyduğu en pahalı okullarda bu işleri yapan, tüm eğitim sınıfına ve de devlete örnek olan eğitimcilerdir.

    Bu felaket farkedilmelidir. Bu zihinsel dondurma işleminin, ihtiyacımız olan ve aslında bol miktarda mevcut olan yaratıcı insanları birer hareketli ceset haline getiren kök neden olduğu farkedilmelidir. Eğitim, böyle bir şey olamaz. Bu denli insana saygı duymayan, onu küçümseyen, aşağılayan bir süreci kim yaparsa yapsın, bugüne kadar kendini yüce sayarak ne kadar korunmuş olursa olsun, lanetliler bahçesine gitmekten kurtulamaz. Kurtulmanın tek çaresi yine kendini farkedip bu yanlıştan geriye dönmektir.

    Birbirini aşağılamak için diğer canlı türlerinin adlarını kullanan insanlarımız, onların öğrenme yeteneklerinden daha aşağı olmadıklarını idrak edebilmelidirler.

    Eğitimin yeniden yapılanması herkesin ağzına sakız olmuştur. Ama bu yapılanmanın, mevcut paradigmaları savunanlarca gerçekleştirilemeyeceğini görebilmeliyiz.

    Şunları birer ilke olarak kapılarına yazmayan okullara çocuk ve gençlerimizi göndermeyeceğimiz gibi bir toplumsal bilinçlenme, o yeniden yapılanmanın gerçek işareti olacaktır:

    İnsan -bütün diğer varlıklar gibi- üstün bir öğrenme yeteneğine sahiptir. Kendi eğitsel gereksinimlerini saptama ve onları -kendi özelliklerine göre- öğrenme konusunda Tanrısal bir yeteneği ve gücü vardır. Bunu dışlamak, görmezden gelmek, en büyük günah, en büyük ayıp, en büyük saygısızlıktır.

    Eğitim, bilgi edinme süreci değildir. Bilgi edinme, her yer ve zamanda yapılabilir.

    Eğitim, kendini farketmek sürecidir. Kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yeterlik ve yetersizliklerini, bunların sınırlarını farketmek ve bunlara göre tüm eğitsel kaynakları -ki tüm evren- kullanabilmektir. Dünya’yı, ders aracı olan yapay küreden; insan vücudunu iskelet resminden, arşimet kanununu laboratuvardaki uyduruk modelden, iyi ahlakı ise kitaptan, hem de “öğretme” yoluyla “ezbere belleten” bir yerin adı herhangi bir şey olabilir, ama okul olamaz.

    Çocuk ve gençler başta olmak üzere herkesin -ve tüm varlıkların- en başta saygı gösterilmeleri gereken özellikleri, doğuştan sahip oldukları merakları ve öğrenme ustalıklarıdır. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı ölçüde de kolayca bozulabilirdir. Eğitim adı altında yapılan her türlü girişim bu iki özelliğe dikkat etmelidir.

    Tekrar yoluyla zihinlere kazıma, geleneksel bir belletme yoludur ve eğitimcilerin çok kullandıkları, başkalarının da zararının farkında olmadıkları bir yoldur. Bu bir zihinsel travmadır. Elinde tebeşirle tahtada sürekli problem çözen, bir dolu benzer problemi de ödev olarak verip artık yeni bir problemle karşılaşma olasılığı kalmayana kadar problem ezberletip belleten, sonra da bunları sınavlarda tekrarlayarak yüksek puan alan maktulleri sayesinde ünlenen öğretmenlerden korunulmalıdır.

    Yeni Okul, bu tür saygısızlıklar konusunda bilinçlenmiş “öğrenme ortakları”nın -öğretmenin yeni adı bu olmalıdır- bulunduğu ve öğrenmek isteyen çocuk, genç ve diğer öğrenme ortaklarına -onlar da sürekli öğrenmelidirler- yardımcı olduğu yerin adı olmalıdır.

    Koşullandırma, tekrar yoluyla belletme, karşısındakilerde herhangi bir yolla güven yaratıp ondan gelecekler için kuşkusuzluk yaratma, kendi ideolojisini bu ve benzeri yollarla aşılama, insanlık suçudur ve lanetliler bahçesine giriş nedenidir.

    Eğitim sınıfı kendini sorgulamaya başlamalı, geleneksel yanlıştan dönmenin bir yolunu bulmalıdır.

    14 Haziran 2000

  • BİR “BARDAK” NE İŞLERE YARAR?

    Normal olarak çoğu kimse “birşey içmeye yarar” biçiminde cevap verir bu soruya.

    Bebeklik çağlarından itibaren kişilere, her şeyin neye yaradığı “öğretilir” ve o öğretilenin dışında bir yolla kullanmaya kalktığında garipsenir. Gerçekte ise “herşey bir çok şeye yarar!”. Örneğin bir “bardak”:

    • Her türlü sıvıyı:
      • içmeye,
      • bir miktarını saklamaya,
    • Her türlü sıvı ya da katının:
      • üzerine ölçü işaretleri yapılırsa hacim hatta ağırlık ölçmeye,
      • üzerine çizgi yapılmadan dolusunun hacmini / ağırlığını ölçmeye,
    • Küçük bir saksı olarak kullanmaya,
    • İçine değişik miktarlarda sıvı konulmuş yan yana bardaklar müzik aleti olarak kullanılabilir,
    • Kırılmak suretiyle elde edilen camlarla tahta yüzeyleri düzeltilebilir (sistre),
    • Raptiyelerin ele batma tehlikesi olmadan batırılmasına,
    • Küçük çivilerin pek sert olmayan cisimlere çakılmasına,
    • Sesi çıkmayan bir kişinin, bardağı bir yere vurarak çağırma sesi çıkarmasına,
    • Çocuklara boyama yaptırılmasına,
    • Çok ince parçalanması gereken tabletleri parçalamaya,
    • Derişik asit ve baz gibi hemen her malzemeyi bozan maddeleri koymaya,
    • Ağzı ıslatılarak ses çıkarır. Fizik derslerinde rezonans kutusu olarak örnek verilebilir,
    • İçine küçük yanan pamuklar atılır ve sırt ağrısını tedavide kocakarı yöntemi olarak kullanılır,
    • Çevresi kalemle çember olarak çizilebilir,
    • Yatık olarak konulup kalem dayanarak cetvel gibi kullanılabilir,
    • Yangın alarm düğmesinin camını kırabilir,
    • Kalıp olarak kullanılabilir,
    • Mükemmel bir yalıtkandır. Çıplak elle dokunulmak istenmeyen tellere ellenirken kullanılabilir,
    • Uçması istenmeyen kağıt vs. üzerine konulabilir,
    • Fizik laboratuvarlarında çeşitli deneylerde kullanılabilir,
    • Mikro-dalga fırınında su ısıtabilir,
    • Yuvarlak şekilli yufka veya hamur kesilebilir,
    • Çevresi belliyse, üzerine sarılacak ip veya telin uzunluğunu ölçmede kullanılabilir,
    • Birbirinin içine girebilen iki tanesi kullanılarak termos yapılabilir,
    • Çift çeperli yapılıp arasına bir sıvı konulur ve boşken deep-freez’de soğutularak içine konulan sıvıyı uzun süre soğuk tutması sağlanır (Bende böyle bir tane var),
    • Meclis kürsüsünden başkana su atmaya yarar,
    • Nihayet parçalarıyla bilek keserek intihar etmeye yarar.

    Bunlar bir bardağın ne işlere yarayabileceğinin ancak küçük bir bölümüdür.

    Çevresine, herşeyin nelere yarayabileceğini soran gözlerle bakmayı öğrenmiş bir çocuğun nasıl üretken birisi olacağı kolayca tahmin edilebilir.

    Çocuk ve gençlerimize, çevrelerine böyle bakmalarını öğretmenin maliyeti sıfırdır. Bunu akıl etmek yeterlidir. Çünkü tüm canlılar (yalnız insanlar değil) doğuştan yaratıcıdırlar.

    Peki şimdi bir soru:

    Bu yaratıcılık nasıl öldürülür ve bardağın, ancak tek işe yarayacağı nasıl öğretilebilir?

    Cevap: Bunu yapabilmek zordur. Çok para harcamak ve “ezber” denilen kuşkusuzluğu bir ulusal özellik haline getirmek gerekir. Tabiki bu da kolay değildir ve üniversite, politika, sanayi ve aydınların işbirliğini gerektirir.

    NOT: Bu yazı bir panelde konuşma, yeni kitabıma makale, B/T Habere haftalık yazı, Ezbersiz Eğitim Seminerleri için örnek ve “EE Nasıl Yapılır?” sorusuna yanıt olarak hazırlanmıştır.

    Haziran 1997

  • BABA BU NE?

    Beş yaşındaki bir kız çocuğunu elinden tutmuş bir baba, sabah erken saatlerde bir pizzacının önünden geçiyorlar. Pizzacının önünde, moto-servis için hazır bekleyen sıra sıra motosikletler var. Arkalık yerlerinde de pizzacının logosunu taşıyan renkli, çekici tasarımlı pizza kutuları.

    Kız çocuk bu yan yana duran icili bicili şeyleri görüp babasına soruyor.

    • Baba bunlar ne?

    • Motosiklet kızım?

    Kız tekrar soruyor:

    • Baba bunlar ne?

    • Motosiklet dedik ya kızım!

    Kız hiç duymamışçasına tekrar soruyor:

    • Baba bunlar ne?

    • Ee motosiklet dedik ya kızım!

    Kız bir daha sormuyor. Baba ise kızının sorusuna yanıt verdiğini düşünerek muhtemelen mutlu oluyor, hatta çevresindeki dostlarına öğüt de veriyor: “çocuğun sorularına mutlaka cevap vereceksin, sıkılmayacaksın; kaç defa sorarsa sorsun sabırla tekrarlayacaksın, ben şahsen öyle yapıyorum!”

    Bu, hayali değil gerçek bir gözlemdir. Ama o denli sık meydana gelmektedir ki belki de kimsenin dikkatini çekmiyor.

    Gerçekte olan ise şudur: olaydaki kız çocuk, muhtemelen ilk defa gördüğü pizzacı motorlarını -ki daha önce başka motosikletler görmüş, ama pizzacınınki gibi renkli taşıma kutusu olanları ilk defa görmekte de olabilir- ve o farkların nedenlerini sormaktadır. Buna karşı baba -gönül huzuru içinde-, okullarda yıllarca yapılana benzer şekilde o şeyin “adını” söylemektedir.

    İki dik kenarı birleştiren kenara hipotenüs denir” tanımlamasını ezber yoluyla belleyen çocuklarımızdan, “öğretmenim hipotenüs nedir?” diye soran öğrenci ya da bu soru sorulmadan açıklayan öğretmen olmuş mudur bilinmez, ama kesin olan, toplumumuzun aile, okul ve sosyal çevre tarafından oluşturulan “eğitim kültürü” büyük ölçüde ad belletmeye (hem de ezber, yani kuşkusuzluk yoluyla) dayalıdır.

    Hipotenüs’ün eski Yunanca’dan geldiğini, iki şey arasına gerilmiş demek olduğunu, hatta tetanos ve hipotenüs‘ün köklerinin (teinein) aynı olduklarını öğrenen bir çocuğun üçgenleri ve onun yaşam içindeki somut karşılıklarını daha iyi öğrenip uygulayacağından; ve böylece, bilimi çok sayıda adı ezbere bellemişlerin tekelinden kurtararak yaşamına rehber yapacağından kuşku yoktur.

    Bilim ve teknolojide gelişmeler hızlandıkça, kavramlara ve ürünlere verilen adlar da doğal olarak çoğalmaktadır. Bu kavramların içeriğini merak etmeden yalnızca onların adlarını bellemeyi bilgi sayan bir yaklaşım, ağzı kalabalık ama deyip yazdığının anlamını bilmeyen bir seçkin kesim yaratmaktadır. Motosiklet’in adını söyleyip kızına belletmeye çalışan baba ve benzer işleri eğitim kurumlarında yapanlar, bu cahil seçkinlerin birer örneğidirler.

  • ZABITA’NIN HÜCUMU

    Bir kamu binasının deniz kıyısındaki bahçesine bir yapı kondurmak isteyen uyanık bir vatandaşımız, yine kendi gibi ve ayrıca gözü de kara yedi sekiz fedaisi eliyle projesinin gerçekleştirrilmesine tam girişmişken, muhtemelen aynı bahçeye benzer bir proje uygulamak isteyen bir başka muteber vatandaşımızın şikayeti üzerine belediye zabıtalarının baskınına uğruyor.

    Zabıtalarımız, yüksek ökçeli pabuçları, palabıyıkları, dolgun göbekleri ve sert bakışlarıyla vaziyete müdahale ediyorlar ve şefleri, yasanın kendilerine vermiş olduğu hakkın da kuvvetiyle kükrüyor: “N’apıyosunuz lan burda?”..

    Ancak, devlet güçlerinin, karşılarındakileri vatandaş sanarak yaptıkları bu sert çıkış karşı tarafça radikal biçimde cevaplanıyor: Fedailer, zabıtanın üzerine yürüyüp ite kaka kapıdan dışarı sürmeye başlıyorlar.

    Devletin onurunu ezdirme (ve postu deldirme) tehlikesiyle karşı karşıya kalan zabıta güçleri can havliyle, inşaat hazırlığı için yerde yığılı bulunan `beşe onları’ kaptığı gibi fedailere karşı hücuma geçiyorlar. Ancak, korku nedeniyle ellerindeki kalasları öylesine sallıyorlar ki bir tanesi bile rahatça adam öldürebilir. Ancak karşı taraf bu konularda idmanlı olduğu için kaçarak kurtuluyor ve onlar da ellerine benzer silahlar alarak dengeyi kuruyorlar.

    TV’de herkesin gözü önünde ceryan eden bu olayın sonrasında ne olduğu pek önemli değil ama buraya kadarından çıkarılabilecek net bir sonuç var. Hatta bu sonuç yalnız belediye zabıtası için değil emniyetin polisi için de geçerli..

    Yasaların yaptırımını sağlamakla görevli güçler (zabıta, polis ve benzeri görevliler), fiziki müdahale konusunda son derece eğitimsiz olup, sözel yaptırımın dışına taşılan hallerde -ki gayet sıktır-, bakkal Mehmet efendinin bildiği boğuşma tekniklerinden fazlasına sahip değillerdir. Bu yetersizlik bu gibi hallerde öldürücü saldırganlığa (can havli budur), diğer hallerde ise bir kabalığa dönüşmektedir. Çünkü bilindiği gibi her türlü yetersizlik, kişi tarafından kabalık ve/ya saldırganlıkla telafi edilmektedir.

    Güvenlik güçlerimizin zaman zaman sergiledikleri kaba ve/ya saldırgan davranışların, durup dururken nasıl bir reaksiyonerlik yarattığı düşünülürse, polis ve zabıtanın fiziki yaptırım konusundaki eğitiminin ne kadar olumlu sonuçlar yaratacağı anlaşılacaktır.

    Tabii ki bu fiziki eğitimin yanısıra, üzerinde hiç akıl yorulmadığı belli olan kıyafetleri de rahat hareket etmeye uygun hale getirilmek kaydıyla!

  • YÖNEYLEM ARAŞTIRMASI VE POLİTİKA

    Yöneylem Araştırması’nın (YA) toplumumuzda pek yaygın bir kullanım alanı bulabildiği söylenemez, ama politikaya neredeyse hiç girmediği söylenebilir. Bu makalede konunun bu yönü üzerinde durulacak ve YA’nın politik yaklaşımlarımıza nasıl bir innovation getirebileceği üzerinde durulacaktır.

    Burada politika deyimiyle alışılmış, genelde günlük çekişmelere ya da çeşitli kesimlerin hoşlarına gidebilecek ama doğruluk düzeyi düşük söylemlere dayalı politika değil, Eflatun’un “toplumu mutlu kılma sanatı” şeklinde tanımladığı “politika” ya da bir başka deyimle “toplumun sorunlarını çözerek onu mutlu kılmak” kastedilmektedir.

    Halen -özellikle politik kadrolarımız- anılan bu sorunların çözümlenmesinde bazı yanlış yaklaşımlara sahip olup, bunlar sorunlar kimyası’nın süreçlerini anlamaya ve de onlara müdahale etmeye yetmemekte ve yanlış ve/ya yetersiz çözümler üretilmesine neden olmaktadır.

    Burada “Sorunlar Kimyası” deyimiyle, çeşitli sorunların oluşumu, bileşimleri, aralarında yaptıkları yeni kombinezonlar, yansımaları ve bu gibi özellikleri ifade edilmeye çalışılmakta ve bir bakıma, “maddeler kimyası” nın kanunlarına benzer kanunların varlığına işaret edilmek istenmektedir.

    YA’nın politika alanına uygulanması konusu, bu yanlış yaklaşımlar açıklandığı takdirde daha net olarak irdelenebilecektir.

    A.  Olaylar arası doğrusal ilişkiler ve açık uçluluk varsayımı!

    Olaylar genellikle dairesel bağlantılıdır. Yani bir A olayının ardından doğan B olayı dönerek A olayına girdi olur ve bunun sonunda ya büyüyen ya da küçülen bir spiral doğar (pozitif ya da negatif geri besleme).

    Böylece aynı bir olay hem sebep hem de sonuç olur. Pratikte ise genellikle bu gerçek gözardı edilir ve olaylara ya sebep ya da sonuç olarak bakılır. Bu yanlış bakışın doğal bir sonucu da olayların açık uçlu olabileceği, yani bir yerde son bularak sürecin duracağı yanlışını doğurur.

    Bu duruma bir örnek, kamu açıklarıyla beslenen enflasyonun dönerek kamu açıklarını artırmasıdır. Bu şekilde bir süre geçtikten sonra kamu açıkları ve enflasyon, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olurlar.

    B. “Yalıtılmış” olaylar !

    Olaylara genel bakış açısı, yalnızca birbirine doğrudan bağlı olayları “ilişkili” olarak nitelemek şeklindedir. Halbuki olaylar birbirleri üzerinden yansırlar ve diğer olayların üzerine düşerek onlardan yeni ve değişik nitelikli sorunlar yayılmasına neden olurlar. Aynen fizikteki, katı nesnelerin çarpışıp yansımaları gibi! (Bakınız Örnek-1, 2).

    Böylece ilk bakışta aralarında ilişki olmadığı sanılabilecek olaylar arasında yakın ilişkiler bulunabilir. Çeşitli yansımalar sırasında, bir olayın kaynağından uzaklaştıkça, ya da tek dereceden yansımalı sistemler yerine çok dereceli yansımalar olduğu takdirde ilişkileri görebilmek daha güçleşir. Bu güçlüğün nedenlerinden birisi de, olayları birbirinden yalıtılmış olarak (bağımsız kompartmanlar halinde) görmek alışkanlığıdır. Halbuki aynen maddeler uzayı gibi sorunlar uzayı da bir ve tek’tir. Çeşitli sorunlar, daha az sayıdaki Kaynak Sorunlar’ın değişik yüzeyler üzerinde bıraktığı yansımalardır.

    Bu bakış açısının en dramatik sonucu, bu yalıtılmış sorunları ayrı ayrı çözmeye çalışmak ve fakat bir türlü de çözememektir. Ayrıca da her yanlış çözüm, durum dengelerini rastgele biçimde değiştirme ihtimali nedeniyle evvelce olmayan yeni sorunların da doğmasına neden olabilmektedir..

    C. Oluşmuş sorunları doğrudan çözmeye çalışmak !

    Bu durum hemen hemen tüm toplumlarda geçerli olan Karteziyen Mantığı’nın bir ürünüdür. İnsanlar, sorunların çözülebileceğine inanır ve “istenmeyen bir durum”un koşullarını değiştirip, “daha az istenmeyen bir durum” yaratmaya çalışırlar.

    Ama şu unutulur: “İstenmeyen bir durum” a yol açan girdiler saptanıp yokedilemezse, yeni oluşturulan koşullar altında yeni “istenmeyen durum(lar)” doğabilir!

    Örneğin, uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.

    Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.

    Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.

    İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.

    Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.

    Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır. Buna göre insanlara ilk öğretilmesi gereken, sorunların doğrudan çözülemeyeceği, onlara yol açan kaynaktaki nedenler’in yokedilebileceğidir.

    Bu bağlamda sorunları çözebilmenin en sağlam ilk adımı, onun yol açtığı sıkıntıları kaybetmemek (gidermeye çalışmamak) tir. Örneğin, kıyafeti çağdaş olmayan birisi, daha derindeki bir başka sorunun varlığının işareti olabilir ve bu işaret bir biçimde -hatta zorla- yokedilebilir de. Böylece, o sorun hakkındaki değerli bir göstergeyi yok etmiş olacağımız gibi, hem sorunu çözemeyiz ve hem de yeni sorunlar üretmiş oluruz.

    Bu yanlış yaklaşım geleneklerimize işaret edildikten sonra, iki soruya cevap verilmeye çalışılmalıdır:

    (1) YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi? Evet ise nasıl?

    (2) Bunu sağlamak için neler yapılmalıdır?

    * YA, bu sorunları aşabilecek yeni bir yaklaşım getirebilir mi?

    Evet getirebilir. YA’nın sorun çözme araçları içinde politikaya rahatça uygulanabilecek epeycesi vardır. Örneğin “benzetim” (simulation) böyledir.

    ABD Kongresinin Bütçe Komisyonu’nun başlıca görevi, kongreye sunulacak yasa teklfilerinin, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi mali etkiler yaratacağının tahminlenmesi olup, “What if” türü analizler bu sorulara cevap bulmak için kullanılmaktadır.

    What if analizleri politikada yalnızca mali etki tahminleri için değil, daha subjektif değerlendirmeler -politikacıların uluslararası konulardaki beyanatının yol açabileceği gelişmeler gibi- için de kullanılabilir. Örneğin, eski Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan’ı sözel olarak talep etmesi, Suriye’nin Hatay’ı kendi sınırları içinde haritalaması gibi fiziki hiçbir eylem içermeyen sözler, bugün dahi bu ülkelere karşı tutumumuzu ve savunma politikalarımızı etkilemektedir.

    Bu bağlamda, mesela “Adriyatik’ten Çin’e kadar” sözlerinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve bundan böyle doğuracak olduğunu değerlendirebilmek için, YA’nın “What if” analizi gayet etkinlikle kullanılabilir.

    YA’nın bir başka sorun çözme yaklaşımı olan “sezgisel yöntem” (heuristic), bir çok olayın ancak sezgisel yolla ifade edilebildiği politikada kullanılabilen bir diğer yöntemdir. Nitekim, EZ-IMPACT adlı bir algoritma ve bilgisayar programı, aralarındaki ilişkiler ve bireysel eğilimleri (trend) ancak subjektif terimlerle ifade edilebilen olayların analizi için geliştirilmiş olup, politikanın ana malzemesi olan toplum sorunlarını anlayıp önlem geliştirmede eşsiz bir araçtır.

    Ama, YA’nın politikaya uygulanabilirliği açısından esas değeri bu yöntemlerden dolayı değildir. Başka disiplinlerden politikaya aktarılıp uygulanabilecek çok sayıda teknik bulunabilir.

    YA’nın “sistem bütünlüğü” yaklaşımı, politika açısından esas önem taşıyan özelliktir. Bu yaklaşım, yukarıda (b) şıkkında dile getirilen, “olayların yalıtılmışlığı” olarak adlandırılan büyük sakıncayı ortadan kaldırır.

    Nitekim, reengineering adı verilen yeniden yapılandırma yaklaşımında da bu yalıtılmışlığın nelere yol açtığı gösteriliyor ve yeniden yapılanmanın, bölmeleme (departmentation) yerine süreç (process) temelli olması öneriliyor.

    Halbuki geleneksel kamu örgütlenmesi (Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Belediyeler gibi), tamamen departmentation’a dayalıdır. Bu örgütlenme biçiminde her yalıtılmış birim kendi işini mükemmel yapsa dahi, her birimin amaçları bütün’ün amaçlarından farklı -ilgisiz, hatta çoğu zaman da çelişik- olduğu için, işlerin bütünü açısından giderilemeyecek karmaşıklıkta sorunlar ve kaçınılmaz bir pahalı ve verimsiz “işletme” doğuyor.

    Aslında bir bütün olan “amaçlar”ı bölmeleyip her birini ayrı yönetmeye dayalı geleneksel yaklaşım yalnız kamu yönetiminde değil sanayi ve ticarette de benzer olumsuz sonuçlara varmış ve bugün artık bu yaklaşımın yanlış olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

    Bir başka deyimle, YA’nın ünlü “sistem yaklaşımı” ilkesine aykırı bir yapılanma hem Dünya ekonomisini hem de toplum yönetimlerini içinden çıkılmaz noktalara getirmiş bulunmaktadır. Türkiye sorunlarına bu açıdan bakıldığında, siyasette ve ekonomide yaşanan kriz daha kolay anlaşılabilmekte, en azından krizin en önemli bileşeninin bu, “bütüncüllük dışı yaklaşım” olduğu anlaşılmaktadır.

    Toplumumuzun sorunlarını, yalıtılmış, birbirinden bağımsız -ama birbirleriyle etkileşebilen- biçimde algılayıp, bunların her birini ayrı department’lerin sorumluluğuna tevdi ederek çözmeye çalışmak yerine bunların, “amaçlarımızı üretmeye uygun olmayan bir ortam” ın, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki izdüşümleri olduğunu kavradığımız takdirde kriz ortamından çıkmak, hatta krize yol açan kimi ögeleri bu defa birer avantaj olarak kullanmak mümkün olabilecektir.

    Bu saptama bizi Görünen Sorun – Kaynak Sorun kavramlarına götürmektedir*. Az sayıdaki sorunun (source cause) yansımalar, birleşmeler, ayrışmalar yoluyla yeni sorun bileşikleri yarattığı, bunların ise doğrudan çözülmesi mümkün olmayan Görünen Sorun’lar (phantom problems) yarattığı şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, maddi-manevi kaynaklarını Görünen Sorunlar’ı çözmeye ayırmış ve bu yolla da sürekli yeni sorunlar üreten politika geleneğimiz açısından büyük bir yanılgıya işaret etmektedir.

    İşte YA’nın, innovation özelliği çok zayıf bulunan politik yaşamımıza getirebileceği en önemli innovation katkısı bu yaklaşımdır. O halde mesele, YA’nı politik yaşamımıza nasıl katacağımız meselesine indirgenmektedir.

    Politikayı yaşama geçirecek olan kurumların zayıf olduğu, ayrıca da günlük politik çekişmelerden çokça etkilendiği dikkate alınırsa, bizde, tepedeki politikacıların etkilenmesinin -daha genel olarak etkinlerin etkilenmesi- en önemli problemi oluşturduğu görülecektir.

    Bunun ise geleneksel yollarla, yani yazmak, söylemek, önermek vbg yollarla pek mümkün olmadığı bilinmektedir.

    A.B.D.’de, politikacıların eğitilmeleri için kurulmuş bulunan JFK School of Government benzeri bir organizasyon oluşturulması etkin bir araç olabilir. Bu okulda, yerel ve merkezi idarede rol alacak politikacılara yeni bir “düşünme stili” benimsetilebilir. Ama bu yaklaşım dahi, etkinlerin etkilenmesini gerektirir.

    Bu nedenle, bir başlangıç noktası olarak bir YA çalışma grubu oluşturulması düşünülebilir. İçinde, politikacı, sosyolog, psikolog, pazarlamacı ve YA uzman(lar)ı bulunan bir çalışma grubu, etkinlerin etkilenerek YA yaklaşımlarının ve özellikle de sistem yaklaşımı’nın benimsenmesi için hangi araçların kullanılabileceğini araştırabilirler. Hatta daha abartılı bir araç olarak, yalnızca politika ve YA konusunun işlendiği bir çalışma toplantısının düzenlenmesi dahi düşünülebilir.

    Salı, 12 Temmuz 1994

  • “YENİ MUHALEFET ANLAYIŞI” NASIL OLMALI?

    “Yeni siyaset anlayışı”, “sorunlara yeni yaklaşım yolları”, “yeni politikacı tipi” gibi arayışlar içinde ele alınıp tartışılması gereken konulardan birisi de “yeni muhalefet anlayışı” olmalıdır.

    Ülkemizde geleneksel muhalefet anlayışı, ya iktidarların her ak dediğine kara demek (güçlü muhalefet deniliyor), ya da iktidarların bazı tutumlarını -ki bunlar yanlış da olabilir- desteklemek (buna da sorumlu muhalefet deniliyor) biçimlerinde olagelmiştir. Ama genel çizgi, “çürütmecilik temelli muhalefet” tir. Bu yaklaşımların her ikisinin de demokratik sürecin işleyişine olumlu bir katkı sağlamadığı, bugüne kadar ki uzun geçmiş performanstan bellidir.

    İlginç olan nokta, bu yetersizliğin hemen herkes tarafından bilinip dile getirilmesidir (dile getirmeyenler yalnızca her devirdeki muhalefet partileridir)..

    Peki, herkes tarafından bilinen bu durum niçin böyledir? Bu yetersizliğe yol açan sebepler nelerdir?

    Olası nedenlerden en güçlüsü, “çürütmeci muhalefet”in çok zahmetsiz olmasıdır. Bunda yöntem, iktidarların yaptıklarını, kararlarını, söylediklerini izlemek ve onların eksik ve yanlışlarını bulmaktır ki bu da son derece kolaydır. Bu iş ne denli şiddetli, kırıcı hatta hakaretamiz yapılırsa muhalefet de o kadar başarılı sayılır.

    Çürütmeci muhalefet yapmanın ikinci yöntemi, o an iktidar olan partinin muhalefetteyken söylediklerini bulup hatırlatmaktır. (Buna karşı iktidarların da cevabı hazırdır: Ya muhalefetin iktidardayken sölediklerini bulup çıkarmak ya da o sözün o güne bu sözün bu güne uygun olduğunu belirtmek..)

    Gerçekte ise iktidarların en güçlü yol göstericisi olması gereken muhalefet ülkemizde, geleneksel olarak, “bizim görevimiz yapılana itiraz etmektir” gibi faydasız bir ağız dalaşına dönüşmüştür.

    “Yeni Muhalefet”, Özgün ve Ayrıntılı Bir Modele Sahip Olmalıdır!

    “Muhalefet, her an için daha iyi bir alternatif ortaya koyabilmek ve bu yolla iktidarın uygulamalarını daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele yönlendirebilmektir” gibi bir tanım benimsenirse, bunu yaşama geçirebilmenin ancak bir yolla mümkün olabileceği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. O da, her anın reaksiyonlarının -ki onların nasıl doğduğuna işaret edilmişti- biraraya gelmesinden oluşan, parçaları arasında bir uyum bulunmayan ve daha da kötüsü belirli bir ideale yönelmemiş “yamalı tutumlar” yerine, parçaları kendi aralarında uyumlu ve belirli bir ideale göre tasarımlanmış bir model sahibi olmaktır..

    Böyle bir model “özgün” ve “ayrıntılı” olmalıdır. Örneğin, “partimiz, serbest piyasa ekonomisini benimsemektedir” gibi yalnız kerteriz almaya yarayan bir model hem özgün hem de ayrıntılı değildir. Çünkü, örneğin, içinde bulunulan ekonomik yapıdan serbest piyasa ekonomisine nasıl ulaşılacağı -ki işin can alıcı yanıdır- belli değildir.

    Geleneksel muhalefet söylemimiz, “değerli kadrolarımız, bu amaca göre gerekli icraatı yapacaktır” biçimindedir ve bunun Türkçe’si “biz de o kısmını henüz düşünmedik” demektir.

    Nitekim, hemen tüm partilerin -iktidarlar da dahil- şiddetli bir özelleştirme yandaşı olmasına karşın bu işin bir türlü becerilemeyişinin önemli bir nedeni, devlet işletmeciliğinden özel işletmeciliğe geçiş halinde, KİT kadrolarına doldurulmuş insanların ne yapılacağının bilinmeyişidir.

    Özelleştirmenin vazgeçilemez koşulu, özelleştirilecek kuruluşlarda çalışanların ve de kamuoyunun desteğinin kazanılması olduğuna göre, orada çalışanların ne olacağı konusunda kafası karışık partilerin yanında kimsenin yer almayışının, bunun yerine herkesin “adil düzen”e koşmasının bir nedeni de işte budur! Denize düşenin yılana sarılması ya da yağmurdan kaçanların doluya tutulması herhalde bu olsa gerektir..

    Geleneksel politikacı tipimizin “makro” yaklaşımlara meraklı görünüp, bu can alıcı soruların cevaplarını içermesi gereken “mikro” yaklaşımlardan bucak bucak kaçmasının nedeni, neyi nasıl yapacağı konusunda berrak bir fikri bulunmayışıdır. Makro yaklaşımlar ise okul kitaplarında hatta gazetelerde zaten yazmaktadır.

    Buna göre “Yeni Muhalefet”, elinde operasyonel düzeyde ayrıntılı bir hükümet programı bulunduran; enflasyonu “nasıl” düşüreceğini, üretim sistemimizi buluşçuluk temeline “nasıl” oturtacağını, terörle “nasıl” mücadele edeceğini, insanlarını daha iyi “nasıl” eğiteceğini, mali sistemi bütünüyle belgeye “nasıl” dayandıracağını ve bütün bunların yapılmasına engel olabilecek güçlükleri “nasıl” aşacağını tasarlamış, bunu yazılı hale getirip ilan etmiş, bununla da kalmayıp gelişmelere göre bunları güncelleyerek eksik ve yanlışlarını gideren bir muhalefet anlayışıdır.

    “Yeni Muhalefet” Tahmin Yapabilmelidir!

    Kabaca, “yapılanı eleştirmeye” (ve sadece eleştirmeye) dayalı geleneksel muhalefet yerine geçmesi gereken “yeni muhalefet’in başarısının bir ölçütü de geleceğe ait tahminlerinin tutarlılığıdır. Eleştirilerini mutlaka tahminlerle desteklemeli ve belirli aralıklarla tahminlerinin geçerliğini, varsa yanılma nedenlerini dürüstçe ilan etmelidir

    “Yeni Muhalefet”, “Yeni Bilgi Verme Üslubu”nu Gerektirir!

    Geleneksel iktidar-muhalefet ilişkilerimizin dayandığı iletişim, bir ortaoyunu dili kullanır. Ortaoyunlarında, taraflardan birisinin bir sorusuna anlamlı bir cevap verilmesi zorunluğu yoktur. Beklenen, cevabın soru ile kafiyeli olması, dahası, cevabın soru soranı şapa oturtmasıdır.

    Örneğin, “futbolcuların transfer ücretleri niçin vergi dışıdır?” gibi bir soru’nun ortaoyunu politikası kurallarına göre cevabı, “spor, kitlelerin beden ve ruh sağlığını geliştirici faaliyetlerdir. Bu yüzden teşvikinin düşünülmemesi mümkün değildir. Yoksa siz halkımızın sağlığına mı karşısınız?” biçimindedir ve bu aslında “uysa da uymasa da” cinsinden bir yanıt olup pratik hiçbir anlamı yoktur.

    Buna göre “yeni muhalefet”, yeni bir bilgi verme stiline, daha açık bir deyimle yeni bir cevap verme ahlakının ortaya çıkmasına, yani yeni bir iktidar stiline bağlıdır.

    “Yeni Muhalefet”in 1 Numaralı Önceliği “Bilgiye Erişme Özgürlüğü” Olmalıdır!

    Geleneksel siyaset yaşamımızda muhalifetin en çok kullandığı argümanlardan birisi de “etkin muhalefet yapmak için gereken bilgilerin yalnız devletin -yani iktidarın- elinde olduğu”dur.

    Aslında ise, karar almak için gereken bilgiler iktidarların elinde de yoktur. Bunun nedeni de, kararların “bilgi”ye değil, o an için hakim rüzgara göre alınmasıdır. Bunun böyle olduğunu iktidarlar da muhalefetler de bilir ama söylenmesi ayıp olacağı için söylenmez.

    Bugüne kadar ne iktidarların ve ne de muhalefetlerin bir önceliği “bilgiye erişme özgürlüğünün sağlanması” olmamıştır. Bu da, kullanılagelen “bilgi yok” argümanının samimi olmadığının kanıtıdır.

    Bu ölçüler uyarınca bakıldığında, ülkemizde yalnız muhalefet partisi değil, siyasi parti denilebilecek bir örgüt hiç bir zaman bulunmamıştır.

    Bu, yeni siyasal oluşumlar için yol gösterici bir saptamadır. Mevcut siyasi partilere ek olarak kurulmakta bulunan ya da bundan böyle kurulacak olan siyasi partiler ancak bu ölçülere uyduğu takdirde bir değer taşıyacak, aksi halde vatandaşın kafası biraz daha karışacak ve tercihler daha da uçlara kayabilecektir.

    Cumartesi, 28 Mayıs 1994

  • YAYA, BİSİKLETLİ, KAMYONLU VE BAŞBAKAN

    Önce bir gözlem: bir kişi yaya olarak yürürken ya da bisiklet kullanırken tavırlarında değişiklik oluyor. Yaya iken en doğal halinde olan kişi bisiklete binince tavırları biraz değişiyor.

    Bisikletin, bir güç üreten motoru olmasa da, çevrilen pedalın kazandırdığı enerjiyi depolayabilecek bir kütlesi var.

    Bu birikmiş enerji bir mekanik gücü temsil ediyor ve bisikletin üzerindeki kişi bunun farkındadır. Örneğin yaya yürürken birisine çarptığında bir hasar yaratmazken, bisikletle çarptığında bir hasar yaratabileceğinin bilincindedir. Bu tavır farklılığının nedeni , sahip olunan «güç»ün farklılığından kaynaklanmaktadır.

    Bu defa aynı kişinin altına bir otomobil (ama ucuz bir otomobil) verip sürücü koltuğuna oturttuğumuzda, bisikletli haline göre yüz hatları daha gerilmekte, kendini daha bir önemsemektedir. Ama bu tavır değişikliğinin nedeni, tamamen hakim olduğu güçle ilgilidir.

    Aynı insanı, daha güçlü bir motora sahip bir otomobile sürücü olarak bindirdiğimizde, tavır biraz daha değişecek, otomobil motorunun gücü kendi gücüymüşcesine bir tavır içine girecektir.

    Nihayet aynı kişiyi bir kamyon sürücüsü yaptığımızda takındığı tavır artık doğrudan «tehdit» kokmaktadır.

    Aynı bir kişinin, kontrol edebildiği güç arttıkça bunun aynen tavırlarına yansıması, insanın hala ne denli bir ilkelliği içinde barındırdığını göstermektedir. Eline güç geçtiğinde bununla derhal bütünleşip çevresini tehdit etmeye başlaması, ufak tefek ve iriyarı insanlar arasında da kolayca gözlenebilen bir «ilkellik beyanı» dır.

    Fiziki güç sahipliğinin yol açtığı bu tavır farklılığı aynen diğer güç biçimleri için de geçerlidir.

    Bürokratik, politik, askeri velhasıl yetkiden doğan bir hiyerarşinin söz konusu olduğu her yerde insanların – çoğunluğu-nun- tavırları yetkilerini yansıtmaktadır.

    Yayalar bisikletlilere, bisikletliler ucuz otomobil sürücülerine, onlar pahalı otomobil şoförlerine, lüks oto sürücüleri de kamyon sürücülerine, ellerindeki güçle kendilerini tehdit ettiği için kızmaktadırlar.

    Ama hepsi bereber bakan ve başbakanlara öfkelenmekdte, onların ellerindeki gücün, tavır, tutum ve davranışlarına yansıdığından şikayet etmektedirler.

    Herkes, elindeki gücün tehdit ediciliğini «sonuna kadar» kullanmakta, hatta yapay önlemlerle onu arttırmaya çalışmaktadır. Ucuz otomobil sahiplerinin çoğunun, pahalı otomobil sembollerini takıp, arabanın içini pilot kabinine benzetmeye çalışması bu “güç artırma” özleminin bir ifadesidir.

    Bakan ve başbakanların çeşitli tavırlarına bakıp, altında hangi özlemlerin yattığını yorumlamak ne kadar ilginç değil mi ?

    Salı, 17 Ekim 1995

  • YASTIK BATMASI VE BÜROKRAT DEĞİŞTİRME!

    Gece uykusu kaçanlar iyi bilirler. Yastık, ne yapılırsa yapılsın batar, bir türlü rahat edemezsiniz. Aksine, yorgunsanız ve bir rahatsızlığınız da yoksa, yastık nasıl olursa olsun uyuyuverirsiniz. Burada sorun yastık yorganda değil sizdedir. Ama sorun yastık vs de somutlaşır.

    Benzer bir durum siyasi ve idari kadrolar arasında vardır. Her siyasi kadro, kendi programını benimseyen idari kadrolarla çalışmak özgürlüğüne sahiptir, ayrıca buna zorunludur da.

    Belirli bir programı gerçekleştireceğine söz vererek halktan kredi alan her siyasi ekip, bu programına inanan idari kadroları kurmak durumundadır. Ancak bu özgürlüğün sınırı, idari elemanların bu programın neresinde yer aldığı ile belirlenecektir. Program ne olursa olsun, değişmeyen işleri yapmak durumunda olan elemanlar bu sınırın dışında kalırlar -ki kadronun % 90’ını bunlar oluşturur-.

    Ama alt siyasi kadrolar (siyasi parti teşkilatları, üyeler, delegeler gibi), yalnız sınırın üzerinde bulunan yani siyasi kadronun programı ile uyumlu olması gerekenleri değil, mümkün olabilen tüm idari kadroların değişmesini isterler ve üst siyasi kadroları bu yolda zorlarlar. İşte sorun da bu noktada başlar.

    Siyasi ekip bu zorlamalara direnebildiği ölçüde siyasi fazilet örneği vermiş olur ya da şube müdüründen kısım şefine kadar tüm görevlileri değiştirme yoluna giderler. İdari kadroların inançları dışında da olsa birer siyasi partiye `yamanmaları’ süreci de böylece gerçekleşir.

    Bir de, bu olgunun dışında, yukarıdaki `yastık batması’na benzer bir sorun çeşidi vardır. Bir siyasi kişi, programının ne olduğunu, ne yapılmak gerektiğini belirleyememiş ya da akıl dışı beklentilere saplanmışsa bu defa sorunu kişilerde aramaya başlar.

    Siyasi kişinin, idari ve siyasi kadroların rollerinin neler olduğunu tam anlayamaması da benzer sorunlara yol açar.

    İdari kadrolar, işlerin tekniği konusunda uzman olan (ya da öyle olması gereken) kadrolardır. Zaten öyle değilse ilk değiştirilmesi gerekenler bunlardır. Siyasiler ise, siyasi tercihleri temsil etmektedirler. Biri diğerinin “altında” ya da diğeri öbürünün “üstünde” değillerdir. Aralarındaki ilişki “birliktelik”tir.

    İdari ve siyasi kişiler birlikte, “siyasi tercihler” doğrultusunda “teknik ihtiyaçlar”ı tatmin etmeye çalışmalıdırlar.

    Bu, her zaman kolay değildir ve hele “siyasi emreder bürokrat yapar” tavrıyla katiyen gerçekleştirilemez. Olsa olsa, bürokratlar “inanmış gibi” yapar ama bu tür bürokratlardan da hiç bir siyasi kadroya hayır gelmez.

    Siyasete soyunanların bu gerçekleri bilmesi ya da öğrenmesi zorunludur. Mesele, bu öğrenme sürecini tahribatsız (ve kısa) geçirmektir.