• İNANILMAZ GİBİ AMA GERÇEK!

    Geçtiğimiz haftalar içinde İzmit’te BRİSA’nın düzenlediği “iyileştirme çemberleri” (kalite çemberleri de deniyor) toplantısına katıldım.

    İşletme içindeki çeşitli İyileştirme Çemberleri, kendi çalışma alanlarındaki bazı sorunları ele almış, bunlara bazı sorun çözme tekniklerini uyguluyarak çözümler geliştirmişler, sağlanan düzelmeyi de ölçülebilir hale koymuşlar. Toplantı, “çember” lerin bu çalışmalarının şirket üst yönetimine sunulmasını amaçlamış.

    Kalite veya iyileştirme çemberleri, bazı firmalarımızda bir süreden beri uygulanmaya çalışılan bir yöntemdir. İşaret etmek istediğim nokta bu değildir.

    Beni büyük şaşkınlığa uğratan birinci konu, ortalama eğitimleri ortaokul civarıda olan çalışanların, “beyin fırtınası”, “pareto analizi”, “kılçık diyagramı” gibi sorun çözme tekniklerini- tam hakim bir biçimde-kullanmaları oldu.

    Bunun önemi açıktır. Toplumumuzun ve özellikle de onu yöneten, yönlendiren kadrolarımızın sorun çözme performansları oldukça düşüktür. Çünkü kullandıkları sorun çözme araçları az ve nitelikçe ilkeldir.

    Doğrusu, uzun süredir bu konudaki performansın geliştirilmesine katkıda bulunmaya çalışan birisi olarak neredeyse “bu iş olmaz” demeye ramak kalmışken gördüğüm bu tablo beni çok şaşırttı.

    Demek ki, uygun eğitim metodları kullanılabilirse kamu yöneticilerine de bu teknikler öğretilebilir. Bu çok ümit vericidir.

    İkinci şaşırtıcı ve sevindirici nokta, yakın bir geçmişe kadar “uzlaşmaz sendikacılık” anlayışına sahip olduğu ifade edilen sendikanın, “işçinin ve işverenin çıkarları karşıt olmamalı” anlayışını benimsemiş olmasıdır.

    Bu düşünce basit gibi görünmesine rağmen sanayi ve çalışma hayatımız için bir ümit güneşinin doğmakta olduğunun işaretidir.

    Bu iyi yorumlanırsa, bir “çalışan-çalıştıran çıkar birliği deklarasyonu”nun yayımlanması gündeme gelebilir.

    Hep olumsuz şeyler olmuyor. Bu tablonun arkasındaki isimsiz kahramanları kutluyorum.

  • EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜR (MÜ?)

    Sanırım ki bu hükmün savunucularının dayandığı en geçerli nokta, aşk süreci içinde yer almayan ve ancak evlilik sırasında söz konusu olabilen bazı ayrıntıların yarattığı değişik havadır.

    Örneğin iki aşık arasında, “yeşil salatanın suyu sıkılmadan doğranmışlığının” ya da “diş macununun dibi yerine ortasından sıkılmışlığının” bir sorun olduğu pek görülmemiştir, ama aynı olaylar birike birike evlilikte ciddi sürtüşmelere pekala yol açabilir.

    Evlilik eğer aşkı öldürüyorsa, nedenlerinden birisi de mutlaka, buğulu tavırların yerini somut davranışların almasındandır.

    Nasıl ki sisli bahar günleri, en mezbele yerlere dahi bir güzellik verirse -ki bu, bilmezliğin yol açtığı meraktandır-, henüz evli olmayan bir çiftin birbirine söylediği örneğin, “küçücük bir yuvamız olacak değil mi?” sözü de erkek tarafından derin (ve anlamsız) bir bakışla cevaplanır ve bu soru ve boş cevabı, unutulamayan bir mutluluk anısı olarak yıllar sonrasına aktarılır.

    Aynı soruyu kocasına soran kadının aldığı net, “hayır, zaten kirayı zor ödüyorum” cevabı da aşağı yukarı deminkiyle aynı mesajı taşırsa da somutluğu yüzünden büyü bozulmuş olur.

    Benzer şekilde yazarlar da okuyucularıyla bir çeşit aşk yaşarlar. Bu defa “ufak mutlu yuva” yerine başka “güzel sözler” geçer. Örneğin, “ülkemizin onurlu bir dış politika izlemesi için alınması icabeden fevkalade mühim ve ilmi muhteviyatlı tedbirlere karşılık mevcut iktidarın tutumu gayrıciddidir” gibisinden sözler, okuyanlar tarafından hafif baygın gözlerle süzülür ve muhtemelen şöyle düşünülür: “bravo adama (veya kadına). İşte bu kişi iş başında olacak da o zaman nasıl olurmuş göreceğiz!”

    Ama ne olursa olsun evlilik iyidir. Yoksa aşk sırasında söylenenlerin doğru olduğuna inanıp gerçeklerle karşılaşma şansımızı yitiririz.

    Pazar, 4 Eylül1994

  • EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !

    “Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.

    Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.

    Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.

    Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.

    “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.

    Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.

    İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.

    Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.

    Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?

    “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?

    Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!

    Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!

    Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.

    Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

    13 Aralık 1998

  • DÜRÜSTLÜK VE NAMUS !

    Kişiler hakkında -gıyabında- yapılan değerlendirmelerde ahlaki boyut daima önceliklidir. Kişinin ahlakı denilebilecek nitelikler paketi içine konulabilecek onlarca ayrı özellik varsa da ne hikmetse bunların tek sözcükle tanımlanması yeğlenir: Namus ! “Filanca, namuslu adamdır” ya da “namussuzun biridir” gibi..

    Namusluluğun daha da pekiştirilmesi gereken hallerde ise “dürüst ve namuslu” denilerek, o kişinin daha da bir beyaz olduğu anlatılmak istenir. Ben şimdiye kadar hiç, “namussuz ve dürüst” denilen birisine rastlamadım. Halbuki birçok var.

    Gerçekte ise, nitelikler paketi’nde kaynakları birbirinden çok farklı ahlaki nitelikler bulunur. Borca sadakat, sözüne güvenilirlik, eşine bağlılık, yardımseverlik, emanete hıyanet etmeme, çıkarını başkalarının kaybında aramama ve daha birçok nitelik, birbirlerinden oldukça bağımsız ahlak bileşenleri’dir.

    Bir kişi borcuna, sözüne ve eşine sadık, ama bir yandan da başkalarına kazık atarak kendine çıkar sağlama üstadı pekala olabilir. Bu gibi durumlarda genellikle aklımız karışır ve bu adamın (ya da hanımın) nasıl olup da böylesine karşıt nitelikleri birarada barındırdığını anlayamayız.

    Dürüstlük ise bunlardan farklıdır. Dürüstlük bir bakıma, “olduğu gibi görünebilme” ya da “ne olduğunu saklamama” şeklinde tanımlanabilir. Yani bir kimse, ahlak bileşenleri açısından berbat bir durumda, ama bunları saklamıyorsa ona “namussuz ve dürüst” denmelidir.

    Böylece; namuslu-dürüst, namussuz-dürüst, namuslu-aldatıcı, namussuz-aldatıcı gibi bileşimler olabileceği görülmektedir.

    Temiz Toplum, namuslu ve dürüst bireylerden oluşan bir toplum dokusu ile mümkündür. Namus bileşenlerindeki sorunların giderilmesi uzun ve yorucu bir süreçtir. Bu sürecin ilk adımı ise dürüstlük olmalıdır.

    Çünkü her ne olunursa olunsun, onun düzeltiminin ilk adımı “ne olunduğunun kabulü” dür ve bu diğerine göre daha kolaydır.

  • DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR YAŞAYAMAZ!

    Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir.

    Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denilebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir.

    Su, Japonya ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir.

    Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, onbeş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kaynak sorunlar” denilebilir.

    Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kaynak sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.

    Onbeş kadar kaynak sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır.

    “Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar.

    Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır?

    Bir bakıma evet. Yüzyıllarca süren entellektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.

    Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, herşeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur*.

    Bizim toplumumuzun, kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur.

    Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü -tam aksini savunur görünmesine karşın- rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır.

    Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiçbir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır.

    Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir.

    Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir.

    Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz.

    Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler -ki hemen hepsidir- aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını -bireysel ya da örgütlenme yoluyla- çözme yolunda somut bir talebi yoktur!

    Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkan var mıdır?

    Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız.

    Çarşamba, 07 Şubat 1996

  • ÇİFTÇİ, ÜRÜNÜNÜN FİYATINDA SÖZ SAHİBİ DEĞİL !

    Bir hanım çiftçimiz, röportaj yaptığı gazeteciye, “çiftçi, mahsulünün fiyatında bile söz sahibi değil” diyerek çiftçimizin -ve bu arada kendisinin- ne kadar mağdur olduğunu ifade etmiş. Ağzına sağlık olsun!

    Sektöründe söz sahibi olduğu fotoğrafındaki edasından da belli olan bu modern çiftçimizi ekonomi okutan eğitim kurumlarımız derhal kapmalı ve “rekabet ekonomisi ne değildir?” adlı bir derse okutman yapmalıdırlar.

    Aslında, çeşitli ürünlerin fiyatlarının yüksekliğine karşı çare olarak “tanzim satışı”, “narh tesbiti”, “fiyat kontrolu” gibi fevkalade etkin önlemler icadedip bunu bugün dahi sürdüren geleneksel belediyecilik anlayışımız, fiyatların “belirlenemeyeceğini”, onların ancak “oluşabileceğini”, monopol kırıcı, üretimi artırıcı önlemlerin dışındaki her türlü müdahalenin daima aynı sonucu (fiyat artışı, çift fiyat ve/ya sahtekarlık) verdiğini henüz idrak edememiştir.

    Ancak, yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir: Geleneksel “taban fiyatı” uygulamasıyla beyni yıkanmış ve rekabet denilen kavram beyinlerinden sökülmüş bulunan tarım ürünü üreticilerimizin, mahsullerinin fiyatlarını kendilerinin belirlemek istemesi gayet doğaldır.

    Bu uygulama diğer sektörlerimizde de yaygındır. Örneğin, ücretini kendi belirlemek isteyen belediye işçilerimiz, çöpleri daha ucuza kaldıracak alternatifleri (yani piyasayı) kaba kuvvetle önleyerek serbest piyasa ekonomisi anlayışına yeni boyutlar getirmişlerdir.

    “Çiftçimizi, işçimizi, memurumuzu, enflasyondan daha yüksek zamlar vererek koruyacağız” sözlerini eden politikacılarımız, bu çağdışı anlayışın oluşmasında birinci derecede sorumludurlar. Hanım çiftçimizin ise cehaletten başkaca sorumluluğu yoktur.

  • CEZA -HER TÜRÜ- YANLIŞTIR!

    Dünya yüzünde hiç bir toplumda ülserli ya da astımlı hastaları cezalandırmak söz konusu değildir. Tam tersine, kamunun ortak gelirlerinden bir bölümü onları iyileştirmek için kullanılır. Hatta iş bununla bitmez, sağlıklı olanların ülser, astım ve diğer hastalıklara yakalanmaması için para harçanarak koruyucu hekimlik hizmetleri verilir.

    Tüm toplum, hastalara karşı duyarlıdır ve bir acıma-yardım etme hissiyle doludur. Bilim adamları, bürokrat ve politikacılar, insanların hastalıklarının nasıl iyileştirileceği, nasıl korunacakları konusunda sürekli kafa yorarlar.

    Hal böyle iken, hırsızlık, adam öldürme ve daha çeşit çeşit hastalık ise fiziksel hastalıklardan ayrı tutulur ve bunlara tutulanlar cezalandırılır. Türkiye’de bütünüyle, gelişmiş ülkelerde ise büyük ölçüde olmak üzere, kamu yönetimlerinin esas ilkesi “kural koymak” ve “bunlara uymayanları cezalandırmak” biçimindedir.

    Bugün bir çok ülke uyuşturucu bağımlılarına karşı acımasız önlemler, cezalar uygularken, bazılarında ise bunları “hasta” olarak kabul edip tedavi yoluna gidilmektedir. Bir uyuşturucu bağımlısının, uyuşturucu satın alabilecek parayı bulmak için çeşitli toplumsal düzensizlikler ( hırsızlık, başkalarını da alıştırma, adam öldürme gibi) yarattığını farkeden bu ikinciler, bu tür bağımlıların belirli merkezlere başvurup tedaviyi kabul etmesi halinde giderek azalan dozlarda uyuşturucuyu bedava vermeyi akıl etmişlerdir.

    Böylece bir taşla birkaç kuş vurulmakta, hem bağımlılıktan kurtulunmakta hem de araç olarak kullanılan diğer suçların önemli bir “nedeni” ortadan kaldırılmaktadır.

    Pekiyi, cezalandırılan diğer suçların ülser, astım ya da uyuşturucu bağımlılığından farkı nedir? Bir çocuğa tecavüz edip sonra da parçalara ayırarak onu yok eden bir kimseye – ki yanlış olarak sapık vs deniliyor- “hasta” lıktan daha iyi bir tanı konulabilir mi?

    Nitekim, bu ve bunun gibi binlerce suç türünün hiç birinin- ama hiç birinin- cezalandırma yoluyla önlenemediği görülmektedir. Hatta, az gelişmiş, yani kaybedecek az şeyi olan (ya da öyle düşünen ) bireylerden oluşan toplumlarda bu tür cezalar özendirici dahi olabilmektedir. Örneğin karnı aç, yatacak yeri olmayan ya da başkalarınca öldürülme tehdidi altındaki kimseye, “filan suçu işlersen seni hapsederim” demek aslında, “seni doyurur, yatacak yer sağlar ve seni hasımlarından korurum” anlamına gelmektedir. Gerçekten de bu dürtüyle suç işleyen çok kimsenin varlığı bilinmektedir.

    Aksine, bir kimseyi cezalandırmak çok nadiren islah-ı nefs etmesine ama coğunlukla eğitilerek mesleğin inceliklerini öğrenmesine yol açmaktadır. Basit ideolojik nedenlerle hapsedilenlerin hapisten birer militan olarak çıkmaları bu savı doğrular niteliktedir.

    Suç türlerine karşı en ağır ve ayrıcalıksız cezalandırma yapan ABD’dede suç oranlarının azalmayıp aksine çığ gibi artmasıve bir numaralı toplumsal sorun haline gelmiş olması, üzerinde çok durulması gereken bir olgudur.

    Bu olgu, suç ile ceza arasında yüksek bir negatif korelasyon bulunmadığını, suçların “başka nedenlerle” yüksek korelasyon içinde olduğuna işaret etmektedir. Çok benzer biçimde, sanayide de uzun yıllar kaliteli üretim yapabilmenin yolu olarak “kalite kortrolu” , “ödüllendirme”, “cezalandırma” gibi ve aslında hepsi de “ceza türevleri” olan yöntemler uygulanmış, fakat bu yolla başarı sağlamanın ya mümkün olmadığı ya da rekabet edemez maliyetlere yol açtığı görülmüştür.

    Bu gün bu yol terkedilmiş ve Toplam Kalite yöntemi benimsenmiştir. Toplam Kalite’nin esası, kalitesizliğe ve /ya yüksek maliyetlere yol açan “nedenleri saptayıp, onları gidermek” tir. Deyimdeki “toplam” sözcüğü, üretim evrelerinin “tamamı”nın içerildiğini vurgulamak içindir.

    Bir ürünün içine giren mal ve hizmetlerin kaynağından, pazarlanmasına, finansmanından, araştırmaya varıncaya kadar “bütün evreler”içinde kalitesizlik ve/ya maliyete “neden olan sebebler” incelenmekte ve bunların “tamamı” yokedilmeye çalışılmaktadır.

    Bu zircirin herhangi bir noktasında ister eğitimsizlik, ister dikkatsizlik hatta isterse kasit olsun meydana gelebilecek bir “hata” mutlaka belirli “nedenlerle” doğmaktadır. Bu “nedenler” incelenip -gerekirse onların da nedenleri incelenip – ortadan kaldırılmadıkça, cezalandırma yoluyla hatanın giderilmesi mümkün olmamakta, aksine cezanın yol açtığı başka sorunlar (hınç alma, haklılığını kanıtlama, motivasyon eksilmesi, hatayı başkalarına da yaygınlaştırma gibi) ortaya çıkmaktadır.

    Türkiye gibi, bireylerin bireylerle, bireylerin devletle ve hatta devletin devletle her alanda uyuşmazlık halinde olduğu bir ülkede -sanılanın aksine- cezalandırma yoluyla düzelme sağlanmaz. Olsa olsa tüm insanlar cezalandırılır ( nitekim pratikte de böyle olmaktadır).

    Sorunlara, “onlara yol açan nedenleri” teşhis edip onları ortadan kaldırmaya çalışarak çözüm bulunabilir. Bu yeni bakış ceza değil “tedavi” ağırlıklıdır. Bu ise, insan nitelik dokumuzun – bu doku, zeka, bilgi beceri, ruh sağlığı ve erdem bileşenlerinden oluşur- geliştirilmesiyle mümkündür.

    Bir siyaset aracı olarak kullanımı yaygınlaşan din’in dokunun “erdem” bileşenini geliştirmek için kullanılması, dinin istismarı da dahil birçok sorunu ortadan kaldıracaktır. Resmi ideolojileri dayatma aracı olarak kullanılagelen eğitim ise ancak bu bağlamda doğru işlevine kavuşaçaktır.

    Bu yeni yaklaşımın,hırsızlığı ya da devlet bankalarını soymayı adet edinmeyi adet edinmiş kişileri durdurup durduramayacağı doğru soru değildir. Doğru soru, bu ilkesel yaklaşımın geçerli olup olmadığı ve eğer geçerli ise nasıl bir planla hayata geçirileceğidir.

    Tüm siyasetcilerin, özellikle de yeni siyasi hareketlerin söylemleri, “Toplam Barış” (Toplam Kalite gibi) araçlarının en başına bu yaklaşımı yerleştirmek zorundadır. 28/5/95

  • “ÇETE” ANATOMİSİNİ İYİ ANLAMALIYIZ!

    Eski Yunan Tanrı sistemi durup dururken ortaya çıkmamıştır. İnsanlar çevrelerinde olup biten olayları açıklamak ihtiyacıyla sürekli teoriler geliştirmek, sonra da bunların olayları ne genişlikte açıklayabildiğini test etmek dürtüsüyle çeşitli Tanrılar tanımlamışlardır. Sonuç bu sistemin terkedilmesine varmışsa da, zamanında çok işe yaradığı, çok karmaşık bir çok olayı anında açıklayabilmiş olduğu da kuşkusuzdur.

    Günümüzde terkedilen bu “olayları açıklama” yöntemi ülkemizde halen geçerliğini korumakta, mühendislikten ekonomiye, tıptan sosyal bilimlere kadar birçok alanda başarıyla kullanılmaktadır.

    Karayollarında can ve mal kaybına neden olan olayları birçok gelişmiş ülke hala tam önleyemez ve bunlara gayet sofistike çözümler geliştirmeye gayret ederken, Türkiye’de sorun çözümlenmiş, eski Yunan Tanrılarının geliştirilmiş bir sürümü olan “canavar”lar yoluyla olay açıklanmıştır.

    “Çete” adıyla adlandırılan olgu da, canavar’ın özel durumundan başka bir şey değildir. Birçok karanlık olayı açıklayıp misyonunu tamamlayan “canavar” ile karşılaştırıldığında “çete”, abaküs ve mikroişlemci arasındaki kadar fark yaratmıştır.

    İşte bu nedenle, “çete” denilen olgu üzerinde daha dikkatli durulmak gereği vardır. Nasıl ki deprem felaketlerinden Yunan mitolojisi’ndeki Poseidon sorumlu tutulamazsa, çetelerin sorumlu olmadığı birçok sorun da onların üzerine yıkılıp kaçılamaz.

    Bulgarca “çeta” (orduya ait olmayan küçük ve silahlı birlik) sözcüğünden Türkçeye aktarılmış bulunan bu kavram orijinal anlamından epey sapmış, herhangi bir melanet alanında icrayı sanat etmek amacıyla bir araya gelmiş silahlı ya da silahsız küçük toplulukları ifade etmeye başlamıştır. Çete kavramının tam anlaşılabilmesi için ilk sorulması gereken soru, çete’nin nerede başladığı ve nerede bittiği, bir diğeri ise çete’nin eylemlerinde kullandığı metodolojidir.

    Gerek orijinal gerekse kaymış anlamına göre çete, mutlaka birden fazla kişiden oluşması gerekir. Bununla beraber bu kişilerin mutlaka el ele dolaşmaları gerektiğine ilişkin bir zorunluk yoktur. Hatta düşünülürse, böyle bir eleleliğin çeteyi derhal deşifre edeceği ve bu nedenle de birlikte bulunmaması gerektiği de hemen anlaşılacaktır.

    Aynı üniformayı giymek, benzer şivede konuşmak, daima benzer iddiaları savunmak gibi, “çetenin tanınmasına yol açabilecek” her türlü ipucundan kaçınmanın, çete olabilmenin olmazsa olmaz koşullarından olduğu da kısa bir akıl yürütmeyle bulunabilir.

    İyi bir çete, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen, ama gerçekte aynı amaca hizmet eden tutum, davranış ve eylemlerde bulunan kişi ve kurumlardan oluşmalıdır. Hırsızlık, yol kesme ve benzeri alanlarda çalışan çetelerde çok önemli olan misyon, vizyon ve değer birliği, çete üyelerinin söylem birliği içine girmelerine ve dolayısıyla çabucak teşhis edilmelerine yol açar. İşte bu nedenle bu tür basit çeteler teşhis edilmemek için saklanmak zorundadırlar. Çete teşkili ve işletmecilginde ileri gitmiş toplumlarda ise tam aksine olarak tüm çete ögelerinin, çete misyonu, vizyonu ve değerlerinin benzemezliğinin temini çok önemlidir. Bunun için, takiyye gibi yöntemlerin yanısıra, çeteye dahil olduğunu bilmeyen kişi ve kurumların da çetelere katılması ve çağdaş örgütlenmenin bilinen metodu olan “sanal ağ” teşkil edilmesi yoluna gidilir. Bu nedenle de saklanmak gibi bir gereklilik olmadığı gibi, elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşmak neredeyse zorunludur. İşte, toplumumuzda hemen her olayı çetelerle açıklayan birçok vatandaşımızın bizzat birer çete üyesi olmalarının teorik temelleri böyledir.

    Çete oluşumlarıyla ilgili olarak sorulması gereken ikinci soru, çetenin oluşum koşullarıyla ilgilidir. Şu soru kritiktir: İsteyen bir ya da birkaç kişi, gönüllerinin çektiği bir konuda çete oluşturabilirler mi? İlk anda, “tabi kurabilirler, bunu düzenleyen bir yasa mı var?” diyenler çıkabilir. Ama kazın ayağı öyle değildir. Anayasa bile yorum cambazlığı gibi nedenlerle çiğnenebilir, ama çete teşkili ile ilgili yazılı olmayan kanunlar çiğnenemez.

    Bir çetenin oluşabileceği alanlar, toplumun onayına tabidir. Toplumun onayından geçmemiş bir alanda, ne denli gözü kara olursa olsun hiç kimse çete kuramaz. Kurmasına kurar ama birkaç günde dağılır gider, yani uzun ömürlü olamaz.

    Toplum, bir çetenin var olup olmamasına, benimsediği değerlerle onay verir ya da vermez.

    Nasıl ki bir evde üreyen böcekler, böceklerin arzusu yoluyla değil de o ev sahibinin pasaklılığı yoluyla oluşuyorsa, çeteler de toplumun çeşitli değerlerinin yarattığı iklim içinde var olabilir ya da olamazlar.

    Eğer bir çete var ise, orada bazı değerlerde sorunlar var demektir. Değerleri bozulmamış bir yerde kimse çete kuramaz. Buna “çete kurmanın altın kuralı” denilebilir!

    Türkiye’nin en büyük 4 üniversitesinden birisinin, içinde yaklaşık 100 kişinin görev yaptığı saray yavrusu rektörlük binasındaki tuvalet, yalnızca rektör tarafından kullanılabiliyor. Burada, bilgi toplumu ile ilgili olarak yapılan bir toplantıya çağrılan davetlilere ise yandaki bir binanın tuvaleti gösteriliyor. Orada ise kapının üzerinde şu yazıyor: sular akmadığından dolayı tuvalet kapalıdır! Bu basit görünüşlü olayın çetelerle ilişkisi ilk bakışta görülemeyebilir. Ama çok ilişkilidir.

    Her sorununun tek nedeni olarak okul eğitiminin yetersizliğini görüp kaynaklarını bu yolda mobilize etmiş olan ülkemizde, bu basit (!) olay çok değerli bir yol göstericidir. İnsanlarımızı okutup hepsini birer profesör yapsak, 59 üniversitemizi kurduğumuz illerimizin her birini birer İstanbul yapsak, sonuçta varacağımız yer, tuvaletin ve suyun önemini anlamamış ama beklentileri, iddiaları, tafraları, ihtirasları artmış bir sürü yardımcı çete üyesi oluşturmaktan ileri değildir.

    Çetelerin yok edilmesi, temizlenmesi gibi isteklerimizi gözden geçirmeli, hangi çetelerin üyeleri olduğumuzu keşfetmeye, ondan sonra da gerçek mücadele yöntemlerini bulmaya çalışmalıyız.

    28 Eylül 2001

  • ÇATIŞMA, KENDİNİN SEBEPLERİNDEN BİRİSİDİR!

    Kişiler ya da onlardan oluşan toplum kesimleri arasındaki çatışmaların çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin bir bölümü süreklilik arzederken bir bölümü de bir ateşleyici (başlatıcı) rolü oynar ve sonra yok olabilir.

    Burada ilginç olan hal ikinci durum olup, ateşleyici neden yok olsa dahi çatışmanın sürebilmesi, hatta şiddetlenerek sürebilmesidir. Denilebilir ki her ateşleyici neden, kişi ya da toplum kesimlerinin yeni bir paradigma sahibi olmalarına ve olayları eskisi gibi değil de bu yeni paradigma ile değerlendirmelerine yol açar. Bu durum aynen bir çakmak ile yakılan ateşin, çakmak söndükten sonra kendi kendini sürdürmesi olayına benzemektedir. Çakmak, başlangıçta ateşin nedeni ise de daha sonra ateşin nedeni bizzat kendisidir.

    Halk arasında “gıcık kapmak” diye adlandırılan bu olguya göre bir kişi herhangi bir nedenle bir diğer kişiye karşı duyarlık kazanmışsa, artık onun tüm davranışları diğerine “batmaya” başlar ve sonunda incir çekirdeğini doldurmaz bir nedenle taraflar çatışmaya başlayabilirler.

    Çatışma bir defa başladıktan sonra taraflar yeni gözlükler takacakları için, birbirlerinin olağan tutum ve davranışlarını dahi eskisinden farklı değerlendirmeye, bunları çatışmanın tırmandırılması için gerekçe olarak kullanmaya başlarlar. Yani, çatışma çatışmanın bir nedeni -hatta en etkin nedeni- olmaya başlar.

    Ülkemizde, çeşitli toplum kesimleri birbirlerine karşı duyarlık kazanmışlardır. Bu kesimleri çevreleyen sosyal ve ekonomik koşullar ise kesimler arasındaki çatışmaları kolaylaştırabilecek niteliktedir. Toplumumuzun sorun çözebilme, çatışma önleyebilme gibi konulardaki birikimsizliği ise çatışma iklimini daha bir hazır hale getirmektedir. Bunların üzerine bir de iç ve/ya dış kaynaklı kasdi “ateşlemeler” binince çatışma süreci başlayabilmektedir. Çeşitli zamanlarda bu mekanizma aynen böyle işlemiştir.

    Bu basit mekanizma, çatışmaların azaltılması ya da mümkünse yok edilmesi için çok önemli bir araç olarak kullanılabilir. Çatışan taraflar, çatışmanın bu dinamiği konusunda bilinçlendirilebilirlerse, kendi kendini sürdüren bu yanma olayı sönmeye dönüşebilir.

    Bu mekanizmanın bir diğer önemi idareler açısındandır. Haklı ya da haksız nedenlerle ortaya çıkan ve önlenemeyen küçük çatışmalar, daha büyük çatışmalar için çakmak görevi görebilir. Bu nedenle idarelerin bir numaralı görevi, çatışmaları önlemek, iki numaralı görevi ise potansiyel çatışma süreçlerini erken algılayıp sürecin başlamasına izin vermemektir.

    Çatışmaların önlenemeyişi, potansiyel çatışma ateşleyicilerine en büyük cesareti veren unsurdur. Örneğin, her aklına gelenin aklına geldiği biçimde sokaklara dökülmesine izin vermeyi demokrasi sanan çok insan vardır. İnsanların şikayetlerini dile getirmesi için kurallara göre gösteri yapmasıyla, aklına gelen yerleri basarak popülist pirim toplamaya çalışanların yapmaya çalıştıkları arasındaki benzerlik, fille bağımsızlık arasındaki benzerlik kadardır.

    Çatışma potansiyellerinin azaltılması için yapılması gerekenlerin en önemlisi ise çatışabilecek kesimler arasında iletişimi sağlayacak, bu kesimlerin kendi istekleriyle “çatışma önleyici araçlar” geliştirmelerini kolaylaştırabilecek, bunların uygulanma sonuçlarını birlikte izleyip değerlendirmeler yapabilecekleri platform(lar) geliştirilmesidir.

    Bu tür platformlar, çatışmanın, kendinin sebeplerinden birisi olduğu konusundaki bilincin gelişmesine de katkıda bulunacak araçlardır.

    Pazar, 09 Nisan 1995

  • ÇALKANTILAR MUTLAKA İYİ SONUÇLAR DOĞURUR MU?

    Siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan “çok boyutlu çalkantı ortamı” denilebilecek bir ortam içindeyiz. Çoğu kimse, “birşeyler”in olup bu ortamın “birdenbire” değişeceğine inanıyor. Buna gerekçe olarak da insanların, belirli bir çizgiye kadar dolup, “böyle geldi ama böyle gitmemeli” diye düşüneceklerini gösteriyorlar.

    Bu varsayım gerçekten de insana huzur ve güven veren bir tahmindir. Çünkü, içinde bulunulan ve insanı rahatsız eden koşulların değişeceği bir “taşma çizgisi”nin var olduğunu söylemektedir.

    O halde, binlerce sorun, birdenbire tek soruna indirgenmiş olmaktadır: “henüz taşma çizgisine erişilmemiş olmak!”.. En güçlü sakinleştirici ilaç bile bu denli rahatlatıcı bir etki yapamaz!

    Ama acaba gerçek böyle midir? Acaba kaç insan ya da toplum, yaşamlarını bu “taşma çizgisi”ne ulaşmayı bekleye bekleye yitirmişlerdir?

    Acaba bu insanlar, “taşma çizgisi”nin sabit olmadığını, sorunlar arttıkça o çizginin de yavaş yavaş daha yukarılara kaydığını bilseler bu denli rahat olabilirler miydi?

    Tarihe bir göz atıldığında, bu tür çizgilere çok nadir olarak erişildiği, onların da çok azının da -Fransız ihtilali gibi- mutlu sonuçlara yol açtığı görülecektir.

    İnsanlığın yaşam tarihi evrimsel bir süreçtir. Aslında fizik Dünya da öyledir. En keskin gibi görünen çentikler dahi yakından incelendiğinde tedrici geçişlerden oluştuğu görülecektir.

    İçinde bulunulmaktan şikayetçi olunan bir “durum”dan, daha özlenir bir başka “durum”a geçmek isteyenlerin bilmeleri gereken birinci kural budur.

    İkinci yanlış kanı, çalkantıların mutlaka iyi sonuçlar doğuracağıdır. Çalkantıların doğası, düzensizliğin azalacağını değil aksine artacağını emretmektedir. Çevremizdeki herhangi bir “düzenli nesne ya da olay”a (benzin motoru, vergi sistemi ya da bir başkası) bakıldığında, “düzen”in ne denli seyrek, düzensizliğin ne kadar yaygın olduğu kolayca görülebilir.

    Bir düzensiz “durum”un, çalkalana çalkalana düzenli bir “durum”a dönüşmesi, bir daktilonun tuşları üzerinde gezinen bir farenin tesadüfen bir şiir yazmasından daha büyük bir olasılık değildir. Hatırda tutulması gereken ikinci kural da budur.

    Bu iki basit kuraldan çıkarılabilecek bazı somut sonuçlar da vardır: Mevcut toplumsal sorunların derinleşip, insanları bir taşma çizgisi’ne getireceğini, bunun ise bu sorunların çözümüne yol açacak iklimleri yaratacağını, bunun da dönüp bu çözüm söylemlerine sahip kişi ya da kurumları öne çıkaracağını beklemenin boşunalığı, bu sonuçlardan birisidir. Bu boşunalığın nedeni, sorunlar derinleştikçe bunların çevresinde yeni anlayış iklimlerinin de oluşması, böylece taşma çizgisinin yukarılara kaymasıdır.

    Sorunlara ilişkin söylem sahibi kişi ve kurumlar bu gerçeği gözardı etmeksizin “iğneyle kuyu kazmaya” hazır olmalı, kendilerini birdenbire “aranır” yapacak bir sihirin bulunmadığını kabul etmelidirler.

    Kaynar suya atılan kurbağanın derhal dışarı fırlaması, ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağanın ise buna alıştığı ve bir süre sonra haşlanarak öldüğü deney, toplumsal sorunların rahatsız ediciliğine alışıp sonunda da yok olmanın çok güzel bir örneğidir.

    Cuma, 03 Kasım 1995