-
May 25 2012 İSTANBULUN NÜFUSU ACABA NE OLUR?
İstanbul nüfusunun 200,000 civarında olduğu yıllarda büyüklerimiz, gün gelip şehrin nüfusunun milyona erişebileceğini, o zaman da insanların kıyamet gününe benzer bir kargaşa içinde kalacağını tahmin ederler, bu gibi tehlikeli olasılıklara karşı da genellikle, rastgele kişilerin kente girmelerine engel olmak için pasaport benzeri bir uygulamanın gerekliliğini dile getirirlerdi.
Hoş bugün de birçok kimse bu pasaport (ya da benzeri) önleminin gayet etkili olacağını ve kentte yaşamın tekrar mümkün olabileceğini savunmaktadır. Bu iddiaların hangisinin ne kadar geçerli olacağını zaman içinde hep birlikte göreceğiz.
Sonuç ne olursa olsun, İstanbul için yapılacak herşey, alınacak her önlem mutlaka sağlıklı bir nüfus tahminine dayanmalıdır. Bu yapılamazsa kent günübirlik yaşamaktan kurtulamayacağı gibi yaşam maliyetleri de çok artacak, her yapılan zaman içinde ya yetersiz kalıp büyütülmek zorunda kalınacak ya da aksine atıl kapasiteler kalacaktır. İşte bunun için sağlıklı bir nüfus tahmini kaçınılmaz bir gerekliktir.
Yalanın üç türlüsünün bulunduğu, bunların da yalan, kuyruklu yalan ve istatistikler olduğu söylenir. Buna göre, İstanbulun nüfus tahminleri için istatistiklerin kulllanılmasının doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekten de eğer istatistiklere bakılır ve bilimsel tahminleme yöntemleri kullanılırsa 2000 yılında İstanbul’un yaklaşık 50 milyonluk bir kent olması gerekmektedir. 2000 yılında Türkiye nüfusunun 70 milyon olabileceği düşünülürse, toplam nüfusun %71’inin İstanbul’da yaşayacağı gibi bir sonuç çıkar ki bu da olamaz gibi görünmektedir. O halde, nüfus tahmini için daha güvenilir yöntemlere ihtiyaç vardır.
Bu gibi durumlarda istatistik ya da benzeri sayısal yöntemler yerine kalitatif yöntemler kullanmak daha geçerlidir. Örneğin, Akıl Yürütme yoluyla daha sağlam sonuçlara varılabilir.
İlk cevaplanması gereken soru, bir kentin nüfusunun niçin arttığıdır. O kentte yaşayanların çok çocuk sevmeleri, mutlaka belli bir cinsiyette çocuk sahibolma iddiasında bulunmaları, devletin çocuk parası, çocukluya vergi indirimi gibi nüfus artırıcı teşvikler uygulaması gibi olasılıklar düşünülebilirse de böyle akla pek uygun olmayan ihtimaller bir yana bırakılırsa, kente göç olgusunun daha büyük etken olduğu anlaşılacaktır.
Gerçekten de özellikle büyük kentlerdeki doğurganlık, ülke geneline göre çok düşüktür.
Göç olgusu, yalnızca azalan (ve azalması da gereken) kırsal kesim nüfusunun kentlere taşınması biçiminde anlaşıldığı takdirde yapılabilecek pek birşey yoktur. Bütün Dünyada, tarımda artan verimlilik, parçalanan tarım arazileri, yükselen gelir düzeylerinin kent yaşamına izin vermesi gibi nedenlerle kırsaldan kentlere sürekli bir akım vardır ve doğrusu bu türlü bir akım yararlıdır da..
Bir yerden (dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden), mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.
Sokaktaki insan (bazen de sokakta olmayan insan) bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.
İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.
İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.
İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs.
Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.
Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.
Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!
Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.
Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Aksaray meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.
Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme (feed-back) tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?
Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.
İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.
Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.
İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.
Eylül 1994
-
May 25 2012 HOŞGÖRÜLÜ OLALIM. AMA OLAMAYIZ Kİ !
Büyüklerimizin en sık nasihat ettikleri konuların istatistiğini tutan birisi var mıdır bilmem ama o listenin başlarında yeralacağından hiç şüphe edilmemesi gerekeni “hoşgörülü olun” dur.
İster kişisel ister toplumsal ölçekte olsun, ilişkiler dokusunu “hoşgörü” kadar olumlu etkileyen bir başka sihirli kavram herhalde yoktur. Hepimizi tek tek ya da toplu olarak rahatsız eden irili ufaklı davranışların üzerine bu “hoşgörü” örtüsünü örttüğümüzde yaşam daha kolay, daha anlamlı olmaz mı? Tabii ki olur. Pekiyi o halde niçin birbirimize karşı hoşgörülü olmada niçin bu denli cimriyiz?
Bu soruya cevap vermeden önce hoşgörü’nün ne olduğu konusunda bir tanım birliğinin varlığından emin olmak gerekirdi. Ama, çeşitli kavramlar üzerinde bir toplumsal uzlaşı bulunmayışı, Kaynak Sorunlar’ımızdan birisi, belki de en önemlisidir. Bu nedenle hoşgörü’yü, “kendi doğrularımızın dışındaki tutum ve davranışların da makul olabileceğini kabul etmek” şeklinde -fazla zorlamadan- tanımlıyorum.
İşte sorun da burada başlamaktadır: Anaokulu’ndan üniversiteye kadar eğitimimizde, sürekli olarak Evet-Hayır Mantığı ile yetiştirilen, buna paralel olarak da yaşamın her saniyesinde “doğrular” ve “yanlışlar” arasında kesin tercihini yapmaya zorlanan insanlar acaba nasıl olup da bir “yanlış”ı “doğru gibi” kabul edeceklerdir? Bu, karşı görüşlerin makul olabileceğini kabul etmek biçiminde değil, olsa olsa “görmezlikten gelme” şeklinde olabilir ki o çok farklı bir kavramdır.
Kulakları sağır olduğu için komşuda çalınan metal müziğini duymayan kişinin “hoşgörüsü”nden söz edilemeyeceği gibi, ayağına basan kişinin profesyonel bir boksör olduğunu anlayan bir kişinin aldırmazlığı da, AIDS’i bir yaratık sanıp da sokak kadınını yalnız gördüğü için yanaşmakta beis görmeyen cahil adamın tutumu da yine “hoşgörü” değildir. Hoşgörü bilinçli bir tutumdur. Doğru’nun tek olmayabileceğini, tek olduğu hallerde bile ortak yaşamın ancak uzlaşmayla mümkün olabildiğini ve bu nedenle de “ortak doğrular”ın “bireysel doğrular” dan daha öncelikli sayılmak gerektiğini anlamış kişilerin tutumuna “hoşgörü” denilebilir. Ve bu tür bir anlayışa dayalı “hoşgörü”, tahammül ederek değil severek, isteyerek benimsenen bir tutumdur.
Sık sık duyduğumuz, “karşı fikirlere de tahammül etmeliyiz” sözleri dahi, hoşgörünün dayanması gereken anlayışı değil, her an patlamaya hazır bir tepkiyi anlatmaktadır. Hoşgörü, tahammül değildir.
Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin bizleri getirdiği nokta, her kesimin birbirine diş bilediği, birbirini yoketmek için fırsat kolladığı noktadır.
Siyasette geldiğimiz tıkanma noktasının önemli nedenlerinden birisi de hoşgörü’nün temelini oluşturan mantık sistemini reddeden eğitim sistemimizdir. Her devirde eğitim sisteminin kontrolunu eline geçiren değişik anlayışların kendilerine göre tanımladığı “iyi vatandaş”ı yetiştirmeye yönelik eğitim karmaşası, sonunda kendi anlayışının dışındakileri yanlış sayan, onlara biraz tahammül gösterdikten sonra patlayan bir toplum yaratmıştır.
Sürekli olarak hoşgörülü olmayı nasihat etmek yerine niçin hoşgörülü olamadığımızı sorgulayan bir anlayışa ihtiyacımız var.
Artık, kendi anlayışlarımıza göre iyi vatandaş yetiştirmeye çalışmaktan vazgeçip, doğru soruları sormaya çalışan insanlar yetiştirmeye çabalamalıyız. 2000’li yılların Türkiye’sini ancak doğru sorular sormasını bilenler kurabileceklerdir.
4 Ocak 1994
-
May 25 2012 “HİZMET” VE “DEĞİŞİM” HAREKETLERİ
Hizmet Kuruluşları, bir toplumun sosyal sorumluluk bilinci düzeyinin en iyi göstergelerinden birisidir. Okulların onarılmasından kimsesizlerin giydirilmesine, ülke tanıtımına katkıda bulunmaktan köylere kitap yollanmasına, atık toplamaktan ağaç dikimine kadar uzanan geniş alanda, yapılabilecek -ve de yapımı gereken- yüzlerce toplum hizmeti vardır.
Herbiri, bunlardan bir veya birkaçı çevresinde örgütlenmiş, bu konu(lar)da emeğini, bilgisini, parasını harcamaya hazır bireyleri içinde barındıran Hizmet Kuruluşları, önlerinde şapka çıkarılması gereken sosyal sorumluluk örnekleridir. Vatandaşlar olarak bizlere düşen, bu tür örgütlenmelere aktif olarak katılmak, kamu yönetimlerine düşen ise, bu tür örgütlenmelerin önünün açılması ve olabildiğince desteklenmesidir.
Hizmet Kuruluşları’nın yanısıra ama onlardan değişik amaçlı bir örgütlenme türü de Değişim Hareketleri’ dir. Bunlar, toplumun bir veya birkaç niteliğini değiştirmeye yönelik hareketlerdir.
Her iki hareket türü arasındaki farkların başlıcalarından birincisi, eylemlerinin kapsamı açısındandır. Hizmet kuruluşlarının eylemleri -genellikle- dar kapsamlıdır. Bu kapsam darlığı hem coğrafi hem de hitap ettiği kesimin sayısal kalabalığı açısındandır. Ancak daha seyrek olarak geniş kapsamlı hizmet hareketleri de olabilir. Örneğin, kimsesizlere yardım böyle bir “hizmet hareketi” olup ülkedeki tüm kimsesizleri hedef almış olabilir. Dolayısıyla, “hizmet” ve “değişim” hareketleri arasındaki esas fark, kapsam bakımından değildir.
“Hizmet Hareketleri”, toplumun çeşitli “niteliklerini” değiştirmeksizin, yalnızca “sonuçları” değiştirmeye yönelikken, “Değişim Hareketleri” o sonuçların “nedenlerini” değiştirmeye yöneliktir.
Bu özellikleri, Değişim Hareketleri’ne bir başka nitelik de kazandırır: “sonuçlara yol açan nedenler”in değiştirilmesi, yalnızca hizmete konu olan “sonuç”un değil, başka “sonuçlar”ın da değişmesine yol açar.
Örneğin, kimsesizlere yardım hareketi yalnızca kimsesizlerle sınırlı iken, kimsesizliğe yol açan nedenlerden mesela, “şiddetli aile anlaşmazlıkları”nın giderilmesi bu defa “adalet sisteminin yükünün azalması”, “iş verimlerinin yükselmesi”, “ruh sağlığı bozuk çocukların sayılarının azalması” ve daha birçok “türev sonuç”un ortadan kalkmasına -ya da azalmasına- yol açar.
“Hizmet” ve “değişim” hareketlerinin somut sonuçlarının alınabileceği süreler açısından da farklar vardır. Hizmet hareketleri’nin somut sonuçları daha kısa süre içinde alınabilir ve böylece, harcadığı emeğin ürünlerini kısa sürede görmek isteyen kişiler açısından daha süratli (ve kolay) tatmin yaratır.
Değişim hareketleri’nin sonuçları ise, hem daha uzun süreye yayılır ve hem de somut sonuçlarının gözlenmesi güçtür, dolayısıyla da daha sabırlı kişilere ihtiyaç gösterir.
İki hareket türü arasında bir de örgütlenme açısından farklılık bulunmaktadır. Hizmet kuruluşları’nın üyeleri arasında yüksek bir uyum ve güven’e ihtiyacı yoktur. Dar bir amacı paylaşıyor olmak yeterlidir. Değişim hareketi üyeleri arasında ise yüksek bir uyum ve güven bulunmalı ve özel eğitimlerle daha da pekiştirilebilmelidir. Bu gereksinim de, üyelerin daha sabırlı, “iğneyle kuyu kazmaya daha razı” olmalarını gerektirir.
Her iki hareket biçimi arasındaki birçok farklılıktan sonuncusu olmayan bir diğeri de, hareketin, ona katılan üyelerden beklentileridir.
Hizmet hareketleri’nde dar hizmet alanı çevresindeki bireysel çabalar bile sonucu olumlu etkileyebilir. Değişim hareketleri’nde ise bir “takım oyunu” söz konusudur. Bu gereksinimden dolayı, bir değişim hareketi’ne katılacak olanların mutlaka bir “duyarlık eğitimi”, “iletişim becerisi”, “kanonik ifade becerisi” gibi konularda grup eğitiminden geçmeleri gerekir.
Bu farklılıkların yanısıra, ister “hizmet”, isterse “değişim” türü olsun her iki hareketi de tehdit eden, onları enfekte etmeye yönelik ögelere dikkat edilmelidir. Hareketin kişisel veya klik “çıkarları” ya da “düşünceleri” doğrultusunda kullanılmaya çalışılması, hareketin bir incubator olarak kullanılmak istenmesi, en sık rastlanan enfeksiyon türlerindendir.
Ülkemizde son zamanlarda oluşumu hızlanan sivil toplum inisyatiflerinde bu farklılığa dikkat edilmelidir. Aksi halde son derece iyi niyetlerle yola çıkılıp sonunda -bilinemeyen (!) nedenlerle- başarısızlığa uğranılabilir ve daha da kötüsü yola çıkabilecek diğer hareketlere olumsuz mesajlar verilmiş olur. Buna ise hakkımız yoktur!
Pazar, 23 Ekim 1994
-
May 25 2012 HİYERARŞİK YAPILARDAN AĞ’LARA GEÇİŞ ZORUNLUDUR!
Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki karmaşıklık düzeyi, kesitler arası etkileşimler ve bu bağlamdaki sorunlar giderek artıyor. Hergün bunun bir başka örneğine, daha bir diğeri kaybolmadan tanık oluyoruz. İnsanın çevresini giderek daha iyi tanıması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, artan nüfus, kıtalan kaynaklar karşısında bu durumu anlamak kolaydır.
Sorunlarla ilgili taraflar da bunlara karşı çözümler geliştiriyorlar. Bu süreç bütün dünyada hemen hemen böyle işliyor.
Ülkemizde ise İster devlet, ister özel sektör kuruluşları, hatta gönüllü örgütlenmelerle ilgili olsun, geliştirilen bu çözümlerin ortak bir yanı, “sorunla ilgili bir birim kurulması” ya da mevcut bir “örgütün büyütülmesi” biçimindedir.
Bir örgütün kurulması ya da büyütülmesi bir akıllıca bir tasarıma dayanıyorsa mesele yoktur. Ama, tasarım kavramının bilincine ne denli az varıldığı, sanayi ürünlerini ucuz yoldan allyıp pullayarak “miş gibi” yapmaya endüstri tasarımı adını vermemizden, üniversitelerde bununla ilgili “birim kurmamızdan” bellidir. Bu nedenle, bu birim kurma ve büyütme eğiliminin kaynağı, sorunu kontrol altına alabilme yolunda başkaca yapacak şeyi bulunmamak’tır.
Bilinç altına yerleşmiş az sayıda dürtünün, üst-bilinçteki birçok davranışı kontrol ettiğini biliyoruz. Emir verme-alma, kesin talimatlar, belirlilik, yön değiştirmeden dümdüz yürümek gibi eğilimlerimiz o denli güçlüdür ki, bunların alt-bilincimize yerleştiği söylenebilir.
Bu dürtüler, bir sorunla karşılaşıldığında derhal harekete geçmekte, hiyerarşik bir yapılanma kurmak ya da var olanı genişletmenin en iyi çözüm olduğuna bizi inandırmaktadır. Hiyerarşik bir yapı, bilinçaltımızdaki “hükmeden ya da hükmedilen olma” dürtümüze en iyi karşılıklardan birisidir.
Bu yargımı biraz abartılı bulanlar, rastgele on kişiyi bir araya getirip bir sorun hakkında tartışsınlar. Tartışma sonunun mutlaka bir baş seçip emir ve komutayı ona bırakmakla biteceğini şimdiden söyleyebilirim. Bunun yerine, “hangi durumda ne yapılacağı”nın tartışılması çok küçük bir olasılıktır.
Hangi ölçekte olursa olsun her sorunun ve çözümlerinin birden fazla tarafı vardır. Bu tarafları bir hiyerarşik yapı içine yerleştirmeye çalışmak, daha başlangıçta, çözümsüzlük yolunda bir adım atmak demektir. Aksine, tarafların her birini “ağın eşit üyeleri” olarak görmek -ki eşit olup olmamaları önemli değildir- çözüm için olumlu ilk adımdır.
Bireysel ve toplumsal yaşam içinde duyu organlarımız aracılığıyla her an onlarca algı topluyor, belleğimizdeki birikimlerle bunları birleştirerek ayrıca da belki yüzlerce sanal duyu* oluşturuyoruz.
Böylece oluşan algılarıbir hiyerarşi içine yerleştirmeye çalışmaktan vazgeçmek, “ağ tabanlı düşünme biçimi”ne doğru atılacak iyi bir adım olabilir.
Bir sorunu tartışmak için bir araya gelen taraflar, -içlerinden de olsa- birbirlerinin yetkilerini tartmaktan, kendilerini en üstlere yerleştirebilecek yaklaşımlarda bulunmaktan vazgeçerlerse iyi bir çözüm atmosferi yaratmış olurlar. Ağ tabanlı sorun çözmede değerli bir araç, “ağ protokolu”dur. Neyin, kim tarafından yapılacağının baştan belirlenmesi demek olan ağ protokolu, tek amir yerine “duruma göre lider” belirler.
Gerçek yaşam, “duruma göre liderlik” kavramı çevresinde yürür. Sorunların çözümünde bu doğal ilkeyi benimsemek, özellikle taraf sayısı çok olan sorunlar halinde durumu çok kolaylaştıracaktır.
-
May 25 2012 GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME
Şehirleşme, çağdaş yaşamın ne kadar doğal bir yanı ve hatta gelişmenin göstergelerinden biri ise, göç de o denli olumsuz bir kavramdır.
Birisinde, kırsal kesimde artan verimlilik sonunda doğan artı değer kırsal kesim nüfusuna yeni yaşam biçimleri sunarken diğerinde, bulunduğu yerde barınamayacak hale gelen insanlar oralardan kopmaktadırlar.
Şehirleşmenin temelinde artan verimlilik varken göçün temelinde gelir azalması ve buna bağlı çaresizlik bulunmaktadır.
Göçe yol açan ve onu destekleyen nedenler karmaşık bir yapı oluştururlar.
İşsizlik ve/ya gelir yetersizliği, göçü harekete geçiren kuvvetler ise, kırsal kesimdeki kamu hizmetlerinin yetersizliği ya da şehirlerde kuralların kolayca çiğnenebilmesi ve bunun da kolayca gelire dönüşebilmesi, göçü destekleyen unsurlardır.
Varlığı gerçeğe değil de kafalarda oluşmuş mith lere dayalı her değerde olduğu gibi Devlet kavramı da günümüzde geleneksel anlamını kaybetmiş, artık güç, dürüstlük ve saygınlık yerine güçsüzlüğü, fırsatçılığı ve saygısızlığı simgeler hale gelmiştir. Devlet artık bilek gücü ya da rüşvetle kenara itilmek istenen bir fazlalık haline dönüşmüştür.
Artık hemen herkes, Devletin kurallarının yalnızca ona uyanlar için var olduğunu, ona uymak istemeyenler için yaptırımların kolayca altedilebildiğini öğrenmiştir.
Hatta artık Devlet potansiyel bir fırsat hazinesidir. Devletin taraf olduğu her işte, zor ya da rüşvet kullanılarak bir çıkar sağlamak mümkün görülmektedir.
Bu, çeşitli yokluklarla karşı karşıya bulunan kırsal nüfus için büyük bir özendirici etki yaratmaktadır.
“Taşı toprağı altın şehir” kavramı ençok günümüzde geçerlidir.
Devletin koyduğu kuralların çiğnenmesi halinde öngörülen cezalar, büyük bir kesimin günlük yaşantısına çok da aykırı görünmemektedir.
Parası olmayana verilecek para cezası nasıl bir yaptırım gücüne sahip değilse, diğer cezalar da ancak “kaybedecek çok şeyi bulunan” kişiler üzerinde caydırıcı olabilmektedir.
Kan davası nedeniyle sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan bir insan için nasıl özgürlük anlamını kaybetmişse, son derece gayrı sıhhi şartlar altındaki bir konutta yaşayan kişi için de evinden ayrı kalmaya yol açabilecek cezalar o denli anlamsızdır.
Bir toplumu, bir arada ve düzenli yaşamaya özendiren “çıkar”lar zayıfladıkça, o toplumu kurallar aracılığı ile yönetmek de o kadar güçleşmektedir.
Günümüzde toplumumuzu saran kural çiğneme histerisi, işte böyle bir süreç sonunda ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla göç değil kuralsız yaşamak üzere göç, daha büyük önem taşımaktadır.
Bu saptamanın, göç olgusunun doğru yönetimi açısından önemi açıktır. “Kontrolsuz göç yerine kontrollu şehirleşme” politikaları bu gerçeğe oturtulmalıdır.
Bir kısım devlet adamımızın “yerinizde rahat değilseniz batıya göçün” nasihatının doğru bir felsefeye oturmadığı bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir.
Bu çerçeveye oturtulacak bir politika, bir yandan yerinde yaşamı destekleyip özendirirken, bir yandan da buna paralel olarak yukarıda sözü edilen “şehirlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” ni yoketme araçlarını kullanmalıdır. Hoşça kalınız.
-
May 25 2012 GÖÇ VE PASAPORT!
Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. Ençok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.
Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.
Pekiyi, durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, her alanda olduğu gibi bizi bu konuda da yanıltmaktadır. Sorun, kırdan kente göç değildir. Sorun, kontrollu kentleşme yerine çaresiz insanların ve kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliğine dayanamayan insanların göçüdür ve kentin mevcut mekanizmaları göç eden bu nüfusu asimile edememekte, aksine o nüfus kentliyi asimile etmektedir.
Önümüzde genel yerel seçimler var. Her yerleşim biriminde adaylar seçmenlerin karşısına çıkıp, neler yapacaklarını anlatacaklar. Yerel ihtiyaçlara göre değişmekle birlikte, hemen hepsinin vaatleri tek sınıfta toplanabilir: “Bu yeri, daha kolay yaşanılır bir yer yapacağım!”..
İşte “kontrolsuz göç” sorununun bir bölümü burada başlamaktadır. Normal olarak aralarında düzey farkı bulunan iki kaptan , yukarıdakinden aşağıdakine bir akım olur ve iki kaptaki su düzeyleri eşitlenene kadar bu akım devam eder.
Ne kadar şikayet edersek edelim, kentlerde birtakım imkanlar vardır. Okulu, hastanesi, polisi vs.. Bu hizmetlerin yeterli olmadığı yerlerden olan yerlere akım olması doğaldır. O halde “yerleri daha kolay yaşanılır kılacağım” demek, Türkçe’de kırdan kente göçü teşvik edeceğim demektir. Kimse böyle bir kasit ile söylemiyor, ama anlamı bu.
Pekiyi bununla, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek savunuluyor. Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden, yani, gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermesini güvence altına almadan, hiçkimseye yeni bir hizmet götüremez. Bu, fiziki olarak mümkün değildir.
Bazı yerel iyileştirmeler yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açabilirsiniz. Gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür. Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.
Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, dediğimin gerçekliğini göreceklerdir. (Boğaziçi köprülerine dahi bu gözle bakabilirsiniz).
O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunlardan yapay olanların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.
Göçün çeşitli nedenleri içinde, bir belediye başkanının kontrol edebileceği nedenler tabii ki sınırlıdır, ama az da değildir. Bunlardan başlıcası, kentlerin kuralsızlığının çekiciliğidir.
Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı adembabaların kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işlediğini hep biliriz.
Dolayısıyla, bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu cesaret ister, bazı çevrelerle çıkar ilişkisine girmemeyi ister vs. Bu da, bu tür insanların aday olması demektir. Seçmenin karşısına gelen bir adaya ilk sorulacak soru, bu kentte kuralsız yaşayanlarla çıkar ilişkin var mı? olmalıdır.
İkinci göç önleme engeli, o kentin çevresindeki işsizliği önlemek için -ki ikinci kaynak budur-, kırsal kesimdeki istihdam projelerini desteklemesidir. Bunun, Girişim Destekleme Ajansları, yerel potansiyellerin değerlendirilmesi gibi çok sayıda metodu vardır.
Bu iki önlem, göçün en az yarısının önlenmesi demektir. Diğer yarısının asimile edilmesi içinse hemşehrilik bilincinin uyandırılması gerekir ki en ucuzu budur.
Nasıl, hep uygulananlara benziyor değil mi?
-
May 25 2012 GELİŞMENİN NERESİNDEYİZ?
Toplumları, gelişme evreleri skalasında tarım, sanayi ya da bilgi toplumu olarak bir yerlere yerleştirmek adet olmuştur. Gelişimini bu ölçeğe göre sürdürmüş toplumlar için bu yerleştirme yanlış da değildir.
Ama, bu yaklaşımın bir tehlikesi var: o da, tüm toplumların mutlaka bu gelişim sırasını izleyeceği, yani bir evrede bulunanın “bir süre sonra” bir sonraki evreye geçeceği gibi tamamiyle yanlış bir yargıya yol açmasıdır. Ben bunu bir çeşit afyon olarak görüyorum. İnsanlar bu yargının rehavetiyle, günün birinde bir üst medeniyet düzeyine geçeceklerine, dolayısıyla da o an için fazladan birşeyler yapmalarına gerek olmadığına hükmediyorlar.
Gerçekte ise tarım, sanayi, bilgi ve bilgi ötesi toplum çizgileri, birinin bitiminden diğerinin başladığı ardışık süreçler değil, aralarında belirli bir mesafeyle uzanan paralel çizgiler gibidirler. Toplum, bir gelişim çizgisinden diğerine sıçrayabilmek için, bazı özelliklere sahip olmadığı ve de özel bir çaba göstermediği sürece, üzerinde bulunduğu çizgide uzun süre kalabilir. Ama dikkat edilirse, paralel çizgi benzetmesine rağmen, “sonsuza kadar” değil, yalnızca “uzun bir süre” ..
Tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi çizgileri daha doğru betimlemek gerekirse, her biri sonlu uzunlukta, birbirine paralel, birinin bitimine yakın bir yerlerden diğerinin başladığı çizgiler benzetmesi yapılabilir. Bunlar, toplumların izleyebileceği ana yörüngelerdir. Bir de, bu çizgilerin dışına düşmüş, boşlukta oraya buraya savrulan, ana çizgilerdekilerin arzularına göre rolleri oynamak zorunda olan “topluluk”lar mevcuttur.
Bu benzetmeyle, örneğin bir tarım toplumunun sonsuza kadar öylece kalamayacağını, ya sanayi toplumu çizgisine geçeceğini ya da kendi çizgisini tamamlayıp bütünlüğü dağılarak, bir “toplum” olmaktan “topluluk” olmaya dönüşen, başka çizgilerin onlara çizeceği yörüngelere oturacağı olgusu daha kolayca anlaşılabilir. Bu süreçlerin süreleri yüzyıllarla ölçülebildiği için, ömrü on-yıllarla ölçülen insanoğlu, üzerinde bulunduğu çizgiyi sonsuza kadar uzanacakmış sanabilmektedir.
Toplumumuzun bu yaklaşım içinde nereye oturduğunu irdelemeden önce, toplumların, birlikte sarılıp bir yumak haline gelmiş çeşitli renkteki yün iplikleri gibi olduğu benzetmesini de yapmalıyım. Her renk iplik bir gelişmişlik düzeyini temsil etmektedir. Yani bir iplik tarım toplumunu, bir diğeri sanayi toplumunu, hatta bir iplik de bilgi toplumunu!
Bu metaforu biraz daha gerçeğe yaklaştırmak için bu yün ipliklerinin sentetik olduğunu ve bazı yerlerinin sıcaklık altında birbirine geçiştiğini varsayalım. Bu durumda, örneğin sanayi toplumunu temsil eden bir renk iplik, bazı noktalarında tarım toplumu, bazı yerlerinde ise bilgi toplumu renkleri gösterebilir. Bu durumda, dışarıdan bakan ve toplumların bu kompozisyonlarını bilmeyen ve onların tek renk ipliklerden yapılmış olduğunu varsayan bir gözlemci şaşkınlığa düşer ve o toplumun bu garip durumunu açıklayamaz.
Belki en başta yapılması gereken bir tanımlama, bu aşamada hatırlanmalıdır: Bu da tarım, sanayi, bilgi toplumu gibi kavramlardan ne anlaşılmak gerektiğinin tanımlanmasıdır. Tarım toplumu yalnızca, geçimini topraktan sağlayan toplum değildir. Tarım toplumunun karakteristik özellikleri, ileri düzeyde bir iş bölümünün bulunmayışı, rekabet gücünün düşük oluşu, yaratıcılık düzeyinin çok düşük oluşu, daha da önemlisi “kollektif toplum aklı”nın oldukça düşük düzeyli olmasıdır.
Sanayi toplumunu ise, ileri düzeyli iş bölümü, yüksek rekabet gücü ve yüksek düzeyli kollektif toplum aklı olarak tanımlanabilir. Sanayi toplumunun önemli karakteristiklerinden birisi de yaratıcılıktır.
Bilgi toplumunu ise, “sorunlarını bilginin alternatifleriyle değil bilgiyle çözen ve bunu yaparken de yoğun ve yüksek nitelikli bilgi tüketen toplum” olarak tanımlıyorum. Sorunların bilgi yerine onun alternatifleriyle çözümü ilk anda garip görünebilir. Sorunu bir kader gibi kabullenip onunla birlikte yaşamaya razı olmak, sorunun etrafından dolaşmak -yasa ve/ya ahlak kurallarını çiğneyerek-, sorunu bir başkasının sorunu olarak ilan etmek, sorunu yok varsaymak, bir kurtarıcı beklemek, başka koşullar altında geçerli, fakat bu durumda yarar sağlayamayacak hatta zarar üretecek bir çözüm kalıbına sarılmak gibi onlarca yöntem, bilginin alternatifleridir ve de bilgiyle sorun çözmeye oranla -hiç olmazsa kısa dönem için- daha az zahmetlidir.
Genel kabul görmüş bu yöntemlerin dışında çok küçük bir oranda ise “soruna yol açan nedenlerin araştırılıp giderilmeye çalışılması” şeklinde ifade edilebilecek olan, bilgiye dayalı yöntem kullanılmaktadır.
Hemen görülebileceği gibi, sorunları bilgi ile çözmeyi engelleyen bu alternatiflerin kaynak(lar)ının hepsi aynı değildir. Örneğin, sorunu kabullenip birlikte yaşamaya çalışmak alternatifinin nedenlerinden özgüven eksiği ve insanlarımızın ihtiyaç kümeleri’nin darlığı ise, bunlar örneğin kural çiğneme alternatifinin nedenleri ile aynı değildir.
Bu yaklaşımın ışığı altında toplumumuza bakıldığında görünen, yumağın egemen renginin tarım toplumu olduğu, arada bazı yerlerin sanayi, çok küçük bir yerin de bilgi toplumu renklerini taşıdığıdır.
Zaman zaman, ihracatımız içindeki sanayi ürünlerinin payına bakarak toplumumuzun bir sanayi toplumu olduğu, biraz zorlanırsak bilgi toplumu oluvereceğimize ilişkin görüşler ileri sürülür. Örneğin, pamuğu tarım ürünü, pamuk ipliğini sanayi ürünü saydığınız zaman bir anda kendinizi sanayi toplumu olmuş sayarsınız. Toplumun moralini yükseltmek için iyi bir yöntemdir, ama gerçekleri görmeye engel olacak kadar ileriye götürülmemek koşuluyla!
Dünyadaki iş bölümünü yönetenler gelişmiş toplumlardır. Bu gayet doğaldır da. Biz pamuk ihraç eden bir tarım toplumuyken bu toplumlar pamuk ipliği üretim teknolojisine sahiptiler ve biz sattığımız pamuğun getirisiyle, küçük bir miktar pamuk ipliği satın alabiliyorduk. Pamuk ipliği teknolojisine sahip olan toplumlar daha sonra daha ileri teknolojiler geliştirince birilerinin de pamuk ipliğini yapmaya devam etmesi gerekti ve bu rol, evvelce pamuk satan ülkelere verildi. Kontrolu tamamen dışımızda olan, bizim hiçbir katkımızın olmadığı bu süreçle biz kendimizi sanayi toplumu olmuş sayabilir miyiz? Türkiyenin dikkat etmesi gereken, tarım toplumunun sınırlı olan ömrünü tamamlamasından önce, sanayi toplumunun temel nitelikleri olan özelliklerin süratle kazanılması, buna paralel olarak da sanayi toplumu sürecini kısaltıp bilgi toplumunun özelliklerini kazanmaya çalışmaktır.
Özet olarak, tarım, sanayi ve bilgi toplumları, bireyler ve onlardan oluşan topluluklardan bağımsız, onların dışında ve de onlara rağmen oluşan süreçler değil, tam aksine o toplumların durumlarının birer adıdır. Yani, taşa toprağa, fabrikaya baraja yatırım yapılarak değil, toplumumuzu oluşturan bireylerin “nitelik dokusu”nu yükselterek bir çizgiden diğerine sıçrayabiliriz. Bu basit ama önemli gerçek, 75 yıllık kalkınma serüvenimizin çoğu döneminin gözardı edilmiş acı gerçeğidir ve bugün dahi hala fiziki çevreyi geliştirerek çizgi değiştirebileceğimiz sanılmaktadır.
Bu gerçeği gördüğümüz anda Türkiye’de önemli bir değişim başlamış sayılmalıdır.
-
May 25 2012 FEVKALADE DİNAMİK BİR TOPLUMUZ AMA..!
Türkiye’nin sorunları ve geleceği konusundaki tezlerin değişmeyen argümanı bu, “fevkalade ” ve dinamik bir toplumumuz var ama…” dır.
“Fevkalade ” ve dinamik” sözcüklerinin ikisi de Türkçe olmadığı için gelişigüzel kullanıma pek uygundurlar.
“Olağandan daha fazla” demek olan “fevkalade” ile “yaşam dolu, eylem yaratma etkisi içeren” anlamını taşıyan “dinamik” sözcükleri bir araya gelince, toplumumuzun genç nüfusunun diğer toplumlara oranla daha yüksek olduğu iması anlaşılıyor. Deyimin ardından gelen “ama” herhalde, böyle bir bileşime sahip bir toplumun nasıl olup da iyi işler üretemediğinin pek anlaşılamadığına işaret ediyor olsa gerek.
Genç insanların, yaşlılara göre farklı bir enerji dengesine sahip oldukları, bu dengenin daima enerji fazlası içerdiği ve bu yüzden de onlara “delikanlı” dendiği herkesçe bilinen bir gerçektir.
Ama, yanılınan nokta, bu enerjinin durup dururken gencin kendi çevresi için yararlı ürünler üretmesi olasılığının çok düşük olduğu gerçeğinin gözardı edilmesidir.
Toplumumuzun olağandan daha yüksek (fevkalade) hareket yaratma kuvveti (dinamizm), enerjinin sakınımı ilkesi uyarınca her an için bazı eylemlere dönüşmektedir ve de dönüşmek zorundadır.
Toplum yaşamının çeşitli kesitlerindeki kargaşa bu dönüşümün sürekli olarak meydana geldiğini gösteren işaretlerdir.
Yanılgı, bu dinamizmin yararlı yönlerde olacağı beklentisindedir.
Fizikteki “kararsız denge” konumuna örnek olarak bir tepenin tam üzerinde duran bilya gösterilir. Bilyaya uygulanacak küçücük bir kuvvet onun dengesini bozar ve ya bir ya da öteki yönde hareket etmesine yol açar.
Bunun aksine, “kararlı denge” konumu ise bir çukurun dibindeki bilyaya benzetilir. Bilyayı bu konumdan ayırıp ne kadar çukurun kenarlarına çıkarsanız, bırakınca tekrar eski konumunu alır.
Genç ve yaşlı insanlar ile bu “kararsız” ve “kararlı” denge konumları arasında biraz benzerlik vardır.
Doğuşunda, iyi-doğru-güzel yönünde yuvarlanmaya eğilimli bir konumda olan insanoğlu , önce aile, sonra da çevrenin etkisiyle bu eğilimini kaybedip tam aksi yöne yuvarlanıp kötü-yanlış-çirkin tarafa düşebilir. Yaş ilerledikçe ise kararlı denge durumuna doğru ilerlenir ve konumu her ne ise onu korumaya eğilimlenir.
İşte, yaşlı nüfusa sahip toplumların bir yandan yeniliklere kapalı (tutucu), ama eğer faydalı bir yaşam biçimi kurabildilerse onu korumak için de daha şanslı olmalarının nedeni budur.
Genç nüfuslu toplumlar ise her an mvcut konumlarını-iyi yada kötü- bozmaya eğilmlidirler.
Yaşlı toplumların kolay, genç nüfusların daha güç yönetilebilir olmaları da yine bu şekilde açıklanabilir.
“Fevkalade dinamik” ya da “fevkalade durağan” toplum yapısı, tek başına bir avantaj ya da dezavantaj değildir.
Onu avantaj ya da dezavantaj haline getiren, içinde bulunulan “koşullar kümesi”dir. Bu küme ise bizzat o toplumun kendisince oluşturulmaktadır.
Eğer toplum, o koşul kümesini daha doğru, daha iyi ve daha güzele varılabilecek şekilde kurmuşsa dinamizm bir avantaj, aksi halde toplumu yok olmaya götürebilecek bir dezavantaj olabilir.
Sabahtan akşama kadar bilimle uğraşan bir kişinin enerjik olması ne denli büyük bir şanssa, ne yapıp yapıp birilerini öldürmeyi kafasına koymuş bir insanın çabuk yorulur, bitkin olması da o denlik büyük bir şanstır. Yani şans ya da şanssızlık dinamizde değil, kişinin niteliğinde ve tutmuş olduğu yoldadır.
Bu değerlendirmeden çıkarılması gereken somut sonuç, “fevkalade dinamik” toplum yapısının koşulsuz bir üstünlük kaynağı sanılmasının yanlış olduğu, Tanrı’nın herhangi bir topluma torpil yapmayacağıdır.
Pazartesi, 12 Haziran 1995
-
May 25 2012 FARKLI MALZEMELERİN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜZİKSİZ OLMAZ!
Her nerede “ek” varsa oraya dikkat ediniz. Büyük ihtimalle, “ek” kaçırıyordur. Daha doğrusu, genellemeden söylenecek olursa, “ülkemizdeki ek’lerin çoğu kaçırıyordur!”..
Su, elektrik, gaz, kanalizasyon ve benzeri bilumum borular, ek yerlerinden -yurdumuzda- kaçırırlar. Tesisat işleriyle uğraşan ustalar bu ek yerlerine “keten” denilen lifleri sarıp üzerine de “ilaç” dedikleri yapıştırıcı-doldurucu malzemeyi sıvarlar ve böylece bir süre için kaçağı önlerler. Keten ve ilaç kuruyup esnekliğini kaybedince ek yerleri tekrar kaçırmaya başlar.
Bazı uyanık ustalar ise bu tür ekleri ekmek kapısı yapabilmek için bilerek uyduruk iş yaparlar.
Yeni yetme mimarların pek meraklı olduğu kiremitsiz düz çatıların birleşim yerleri de -yurdumuzda- kaçırır ve alt katlarda oturanları hayatlarından bezdirir.
Çekomastik denilen ve icat edildiği ülkeden çok daha fazlası yurdumuzda satılan dolgu macunu, bu kaçağı önlemek için inşaat ustalarımızca tonlarca kullanılır.
Hava alanlarında uçakların “taksi”yaptıkları beton yolların ek yerleri, viyadüklerin birleşme yerler -yurdumuzda-birer zıplama noktasıdır ve bunlar da birer kaçak türüdür.
Daha genel bir ifadeyle camların çerçevelerle, fayansların döşemelerle, ıslak hacimlerin kurularla birleştiği ek yerleri -yurdumuzda- kaçırırlar.
El becerisinin eksikliğini (Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksizliği) gösteren bu örneklerin dışındaki “ek” yerleri de kaçırırlar. Bir yasaya göre çıkarılması gereken, yani yasa ile ek yapacak olan kararnameler, anayasa ile ek yapması gereken yasalar yine eklendikleri noktalardan kaçırırlar ve Anayasa Mahkemesi keten ve ilacı ile onarılmaya çalışılırlar.
Dindarlarla olmayanlar, alevilerle sünniler, kürtlerle Türkler, çalışanlarla işverenler, devletle vatandaşlar daima ek yerlerinde sorunludurlar.
Bu değişik örneklerden çıkarılabilecek sonuç, toplumumuzun teknik ve sosyal alanlardaki “ek” işlerini beceremediğidir. Becerememekte ve doğan kaçakları gidermek için kaynaklarını harcamakta, başka iş yapmaya imkanı kalmamaktadır.
İşçisi, ustası, mühendisi, hukukçusu, bürokratı ve politikacısı, sürekli olarak ek yerlerinin kaçaklarını önlemeye çalışmakta, bol bol keten ve ilaç tüketmektedirler.
Pekiyi, bu bizim beceremeyip başkalarının becerdiği bu “ekleme” işinin sırrı nedir? Bizim neyimiz eksik olduğu için yaptığımız ekler hep kaçırmaktadır?
Bunu anlayabilmek için, “ek” denilen olguya daha yakından bakılmalıdır. Ekleme işlemi, iki farklı nesneyi yanyana getirip arasına, ikisiyle de iyi birleşebilen bir “arakesit malzemesi” koymakla yapılır. “Arakesit Malzemesi” nin bir özelliğİ, her iki nesneyle de tam birleşip bir “bütünlük” sağlamasıdır. Bir diğer özelliği ise zamanla bozulmaması, esneklik ve bu gibi niteliklerini kaybetmemesidir.
Ekleme işleminin başarılı olabilmesinin bir diğer koşulu ise, eklenecek her iki malzemenin de, ekleme işlemine hazır hale getirilmesi, bir diğer deyimle ek noktasındaki farklılığı farkedebilecek duyarlıkta olmasıdır.
İşte, bizim beceremeyip başkalarının yapabildiği bunlardır. Bizim arakesit malzemelerimiz, sayıca az ve özellikleri de yetersizdir. Ayrıca, eklenecek malzemeler, ekleme işlemi için yeterli duyarlığa -esnekliğe- sahip değildir.
Teknikte olduğu gibi sosyal alanlardaki ekleme işlemleri için de Dünya’da her gün yeni arakesit malzemeleri geliştirilmektedir. Bunlar, tarafımızdan da benimsenip uyarlanıp kullanılabilir. Bu, nisbeten “yapılabilir” bir iştir.
Güç olan, birleştirilecek farklı malzemelerin, eklemenin gerektirdiği duyarlığa sahip kılınmasıdır. Bu ise doğrudan insan malzememizin nitelikleriyle ilgilidir ve ne ithal ne de transfer yoluyla sağlanamaz.
İnsanları bu duyarlığa kavuşturan araç müziktir. Sesler arasındaki ince farkları ayırdetmeyi öğrenmiş, bu farklılıklara tepki üretebilen insan, yaptığı boru ekleme, viyadük birleştirme, kararname hazırlama ya da farklı düşünceleri birlikte yaşatabilme işlerini kaçaksız yapabilir.
Bu ayırdetme özelliğini kazanmış dindar, dindar olmayanla, alevi sünniyle, kürt Türk ile ve işçi işverenle kaçaksız arızasız yaşayabilir.
Ne tek sesli geleneksel müziğin mesajlarını, ne de çok sesli müziğin çok boyutlu algılanmasını beceremeyen insanlar ise sürekli olarak keten ve ilaç kullanırlar.
Salı, 09 Mayıs 1995
-
May 25 2012 FARKLI BOYUTTAKİ OLGULAR TOPLANIP ÇIKARILABİLİRLER Mİ, NASIL?
“Çoklukları teke indirgeme arzusu”, denilebilir ki medeniyet tarihiyle yaşıttır. 3 elma ile 3 inciri toplamayı kafasına koymuş ilk matematikçi bunu (3,3) şeklinde göstermeyi, böylelikle boyutları karıştırmadan, çoklukları ifade etmeye imkan veren bir ifade tekniği sağlamayı becermiştir.
Benzer meraka sahip başka düşünürler de bir başka yol keşfetmişler ve birimleri ortak bir başka birime (mesela meyva) çevirme usulünü geliştirmişlerdir. Böylece, örneğin 3 elma ve 3 incir toplanıp 6 meyva olmaya başlamıştır.
Bu yaklaşımların genişletilip hemen her alanda kullanımı mümkünken, insanın kolaycı -ve çoğu zaman yanıltıcı- yapısı elmalarla incirleri -boyutlarının farklılığına aldırmaksızın- toplama yolunu icat etmiştir. Bütünüyle yanlış olmasına rağmen, işleri çok kolaylaştırdığı için inanılmaz bir kabul görmüş, insanlar hemen her konuda bu toplama işlemini yapar olmuşlardır.
O çağlardaki tartışmaları bilmemekle birlikte, bu işin yanlışlığını bilen kişilerin bu acayip toplama işlemine ne denli karşı çıktıklarını tahminlemek pek de güç değildir.
Günümüzde medeniyetin iyice ilerlemesiyle artık bu tartışmalar geride bırakılmış, hep birlikte incirlerle elmalar toplanır hale gelmiş, bununla da yetinilmeyip yalnız meyva vs gibi şeylerle uğraşılırken sosyal ve ekonomik olgulara da el atılmıştır.
Örneğin günümüzde, “hırsız”, “zeki”, “bilgisiz” ve “ruh sağlığı bozuk” birisi için “nasıldır?” diye sorulduğunda böyle bir dörtlüyle değil, soranın da isteklerini kavrayacak biçimde “eh işte şöyle böyle” gibi bir “toplama”nın sonucu söylenmektedir.
Bu “kolay toplama” yöntemi artık bütün ilgi alanlarına girmiş bulunmaktadır. Örneğin ekonomide “devletçilik” ve “özel girişimcilik” arasındaki tek ortak yan, ikisinin de girişimci olması gibi toplama işlemi açısından hiç önemi olmayan bir ayrıntı iken, ikisini bu terim çevresinde toplayıp “karma ekonomi” denilen garabet icat edilmiştir.
Devletçilik ve özel girişimcilik iki ayrı küme olup, bu kümelerin toplanması (ya da çıkarılması), özel koşullara bağlıdır ve çoğu zaman mümkün de değildir.
Birbirleriyle toplanılıp çıkarılmak istenen olguların bir çizgi üzerinde birer nokta ile işaretlenip, aralarındaki yerlerin bierer “uzlaşı noktası” olarak işaretlenmesi işleri çok kolaylaştırıcı ve o derece de saçma bir gösterim biçimidir.
“Sağ” ve “sol” ideolojiler birer ayrı kümedir. Bu iki ayrı kümenin elemenlerinden uygunları seçilerek başka kümeler oluşturulabilir ve onlara çeşitli adlar verilebilir. Örneğin, “üretim”, “bireycilik”, “muhafazakarlık” gibi temel ögeleri bulunan sağ kümenin üretim elementi ile; temel ögeleri “paylaşım”, “toplumculuk” ve “değişimcilik” olan sol kümenin paylaşım elementi alınıp, temel elemanı “üretirken paylaşmak” olan bir yeni küme yaratılabilir.
Ama artık bu yeni küme, ilk iki kümeden tamamen farklıdır ve adı da mesela “sağ solculuk”, “sol sağcılık”; “ortacılık”, “ortanın sağı” ya da “ortanın solu” değil, bu yanlış toplamayı çağrıştırmayacak bir başka ad, örneğin “sosyal piyasa sistemi” dir.
Bu yanlış toplama örneklerinin sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Bu yalnız bir adlandırma hatası olsaydı üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Pratikte bu yanlış toplamaya dayalı felsefelerin tanımlanmaya kalkışılması işin esas önemli yanıdır.
Kendini, bir baskın özelliği ile (kürt, dindar, liberal, devletçi, yerel, evrensel vb.) tanımlayan kümelerin biraraya getirilip bu kümelerin toplanmaya çalışılması, siyasi tarihimizde zaman zaman görülmektedir.
Aslında bu yapılabilir ve çok da iyi olur. Ama bu toplamayı yapabilmek için bir yeni “boyut” tanımlanmalı ve bu boyut etrafında yeni bir küme tanımlanmalıdır.
Örneğin yerel ya da evrensel değerlere bağlılık, bir çizgi üzerinde gösterilip ikisinin ortasındaki bir nokta “yereli dışlamayan evrensel” olarak tanımlanamaz. Böyle bir şey mümkün değildir. Bir kişi biraz yerel biraz da evrensel olamaz.
Bu toplama yapılmak isteniyorsa yeni bir element tanımlanmak zorundadır ve bu da “evrensel değerlere göre yeniden tanımlanmış yerel değerler” olabilir.
Tek sesli geleneksel Türk Müziği ile çok sesli senfonik müzik iki ayrı kümedir ve toplanıp ifade edilemez. Ancak yeni element olan “geleneksel ezgilerin çok sesli ifadesi” olabilir.
Benzer şekilde bireycilik ve toplumculuk da toplanarak “toplum çıkarları söz konusu olmadığı sürece bireycilik” denilemez . Onun yerine “toplum çıkarlarıyla çatışmayacak şekilde anlaşılacak bir yen i bireycilik” sözkonusu olabilir.
“Rekabetsiz işbirliği” ve “rakibini tahrip eden rekabet” de iki ayrı kümedir ve bu iki noktanın arasınd a biraz yıkım biraz işbirliği değil, “işbirliği içinde rekabet” denilen yeni element mümkündür.
Toplumsal olguları rasgele toplayıp çıkararak yeni ideolojiler üretmek isteyenlere bu basit aritmetiğin yararı olabilir. Aksi halde yanlışlar bazen çok pahalı ödenebilir. İnanmayanlar örneklerini inceleyebilirler.