• Başörtüsü sorunu yoktur!

    Bazen başörtüsü kimi zaman da türban olarak adlandırılan sorun üzerinde bir şeyler söylemeden önce birkaç noktayı belirleyip resmi netleştirmek gerekirse:

    Kadınlar içinde başını örtenlerin (veya açanların) hepsinin amacı aynı olamaz. Örneğin:

    • Saçını göstermenin günah (ya da açmanın doğru) olduğuna içtenlikle inananlar
    • Saçını göstermenin günah olup olmadığı konusunda bir kanaati bulunmayıp, eş ve/ya aile ve/ya grup telkini-tavsiyesi-baskısı nedeniyle örtenler (bu ve alttaki maddeler için aynen yukarıdaki gibi örtme/açma ikilisi kullanılabilir)
    • Saçını göstermenin gühahla ilgisi konusuyla ilgilenmeyip, bir çıkar gözeterek örtenler
    • Aileden gelme alışkanlık nedeniyle örtenler
    • Bir sosyal ve/ya siyasal gruba dahil olma nedeniyle örtenler
    • Bir sosyal gruba dahil olmadığını gösterme (protest) amacıyla örtenler
    • Bu işlerden habersiz olup herhangi bir nedene bağlı olmadan örten ya da açanlar

    Yukarıdaki amaçlarla saçını örten (veya açan) her grubun kendi içinde de en azından şu alt-grupların varlığı herkesin gözü önündedir:

    • Örtünmenin (açılmanın) ölçüsü açısından:
      • Sadece saç örtmenin yeterli olmadığını, hiçbir yerin gösterilmemesi gerektiğini düşünenler
      • Saç örtmenin yeterli olduğunu, kapanmayı abartmamak gerektiğini düşünenler
      • Saç örtmenin yeterli olduğunu, onun dışındakileri ise sergilemek gerektiğini düşünenler
    • Örtünmenin bireysel dürtüsü açısından:
      • Kimlik arayışı kaynaklı
      • İdeolojik kaynaklı

      • Siyasal kaynaklı

    • Örtünmenin yaygınlaştırılmasındaki misyon açısından:
      • Sadece kendi örtünmesinden sorumlu olduğunu düşünenler
      • Başkalarının örtünmesinden (veya açılmasından) kendini sorumlu sayanlar:
        • Bunu anlatarak yapanlar
        • Ara çözüm üretenler (peruk gibi)
        • Bunu militanca yapanlar

    İlk iki maddedeki farklı grupların oluşturabileceği yaklaşık 250 kombinezonun -ki gerçekte daha fazladır- nasıl olup da başını örtenler ve başını açanlar olarak 2’ye indirildiği ve böylece sorunun bırakınız çözülmeyi, anlaşılmasının bile imkânsız hale getirildiği, bir sorun olarak gündemde yoktur.

    Başını örtenler bundan vazgeçip örneğin hepsi yakalarına Arapça harflerle “bizi sevmeyen ölsün!” yazan iri rozetler (buton) taksalar ve başını örtmeyenler de buna karşılık Latin harfleriyle “esas siz ölün!” yazılı olanlardan takmaya başlasalar ne olacağını soran, dolayısıyla sorunun ne olduğunu soran kimse ne hikmetse çıkmamıştır.

    Bu birkaç saptamanın çevrelediği alan içinde şu yalın ilke üzerinde bir uzlaşı sağlanabilmelidir: Bireysel yaşam tercihleri kişilerin kendilerince, ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise o yaşam alanının paydaşlarının uzlaşılarıyla belirlenmelidir.

    Buna göre:

    • Bireysel tercihler -başkalarınınkiler ile kesişmediği sürece- tamamen kişinin kendince belirlenir.
    • Ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise, bireysel tercihlerin “ağırlıklandırılmış çoğunluğu”nun uzlaşısı ne yönde ise de o yönde şekillenir.

    Burada “ağırlıklandırma” terimi ile kastedilen, koşullandırmaktan kaçınma, örnek olma, ikna etme, zorlama, propaganda, dayatma gibi  giderek sertleşen yöntemleri kullanan kişilerin tek kişiden daha etkin olabildikleridir.

    Buradan, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşulları belirmektedir: bireylerin, akıl-ahlâk-estetik boyutlarındaki (doğru-yanlış), (iyi-kötü) ve (güzel-çirkin) tercihlerini “yetkinlikle” yapabilir olması birinci koşuldur. Solon’un (M.Ö. 559’da ölmüştür), “demokrasi eşitler arası rejimdir” sözü bunu anlatmaktadır.

    İkinci koşul, bu tercihin “özgürce” yapılabilir olmasıdır. Bu da, hangi dozda ve hangi yöntemle olursa olsun koşullandırmaktan kaçınma ile mümkündür.

    Bir inanç, bir öğreti, bir teori, bir ideoloji konusunda bilgilendirmek ile koşullandırmak tamamen farklıdır. Bilgilendirmek, talebe bağlıdır. Talep sahibinin arzu ettiği ölçüde ve biçimde bilgilendirme yapılabilir.

    Kişinin talebi -ve dolayısıyla da rızası- bulunmaksızın yapılan bilgilendirme koşullandırmadır ve en önemli insan hakkı ihlali sayılmalıdır. Koşullanmama hakkı [1],yaşam hakkı kadar kutsal sayılmalıdır.

    Bu kadarcık bir netlik sağlandığında bile görünen, sorun’un başörtüsü olmadığıdır. Sorun, demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu gözardı ederek demokrasiye özgü bir konforu yaşama arzusudur.

    Arzu edilen konfor, bireysel tercihlerin özgür, ortak tercihlerin paydaş uzlaşısına dayalı oluşu gibi çok incelikli bir yaşam biçimidir.

    Gözardı edilen iki koşul ise yukarıda çerçevelenen koşullardır. Yani akıl-ahlâk-estetik boyutlarında tercih yapabilme yetkinliği ile bu tercihlerin özgürce yapılabilir olması için koşullandırmanın insan hakkı ihlali sayılmasıdır.

    Koşullandırmanın ne büyük bir insan onuru çiğnenmesi, ne büyük bir Allah tanımazlık olduğunu anlamaya çalışalım. Tanrının bu müstesna yaratıklarının doğruya-iyiye-güzele doğuştan eğilimlerini yok sayıp, onları köreltip yeniden kendi küçücük akıllarına göre yeniden şekillendirmeye çalışanların bunu çağdaşlık mı yoksa din adına mı yaptıkları hiç farketmez, ikisi aynı kapıya çıkar: İnsanı reddedip yenisini yapmaya çalışmak!

    Devletin buradaki rolü, başörtüsünü yasaklamak, serbest bırakmak, biçimini tasarımlamak değil, bilgilendirme ile koşullandırmanın ince sınırını gözetmekten ve bu sınırı geçenlere yaptırım uygulamasından ibarettir.

    Okumuş yazmış kesimin rolü ise yukarıdaki 250 kesimden birisine veya bir tarafına yaltaklanmak değil, sorunu anlamaya ve karışık kafaları netleştirmeye çalışmaktır.

    Bireyler ve uluslar layık oldukları biçimde yönetilirlersözü -bizim için- acıdır ama çok da gerçekçidir. “Biz, tercihlerimizi yetkinlikle yapabilecek durumda değiliz ama demokrasi de istiyoruz” gibi bir saptamamız varsa yapılması gereken yine de bugünkü kargaşa değildir.

    Bugünkü yöntemle 250 kesimden kimin ne gibi bir fayda sağlayacağını kimse bilemez. Ama çoğunluğun zarar etmekte olduğu kesindir.

    5 Haziran 2003

    [1] https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

  • Akü ve panik!

    Bir aracın elektrik enerjisi ihtiyacı şarj dinamosu denilen üreteçten karşılanır. Akü ise, şarj dinamosunun devreye girebilmesi için gereken kısa süre içindeki enerji ihtiyacı ile dinamo çalışmazkenki ihtiyaçları karşılar. Bir diğer deyişle akü, çeşitli manevraları mümkün kılar.  En pahalı, en iyi araçlar dahi aküsü çıkarıldığı anda bir demir yığınından ibaret kalır.

    Bu mekanizma ile, kişilerin bir kenarda tutacakları yedek akçeleri arasında neredeyse bire bir benzerlik vardır. Yüksekçe gelir sağlayabilecek geçerli becerilere sahip iken işini kaybetmiş veya eğitimini yeni bitirip çeşitli gelir sağlama olasılıklarını gözden geçiren ya da geçerli sayılabilecek becerilere sahip olmayan “ne iş olsa yaparım” mesleğindeki bir kişi düşününüz..

    Bu insanın ruh halini tanımlayabilecek en belirgin duygu hangisidir? Eğer, zorunlu -saydığı- giderlerini, tekrar bir iş bulana veya oluşturana kadarki süre boyunca karşılayabilecek birikimi ya da yan geliri yoksa, herhalde “panik” en güçlü duygu olacaktır.

    Böyle bir panik altında verilecek kararlar sağduyuyu değil derin panik duygusunu yansıtacaktır. Bu durumdaki bir kişinin kendi işini kurması bir yana, bir özgüven duygusu altında iş araması dahi mümkün olamayacaktır.

    Buradan hemen görülebileceği gibi, bir gelir yaratabilmek amacıyla yapılması gereken manevralara izin verebilecek bir “yaşam alanı”na sahip olabilmek için bir birikim, bir aracın aküsü kadar zorunludur.

    Şimdi sorun, böyle bir birikimin hangi durumlarda yapılabileceğidir. Çoğu kimse buraya kadarki ifadelere katılacak, ama bunların kendi durumu için geçerli olmadığını düşünecektir.  Genel inanç -ki “inanç” burada gerçek anlamında kullanılmaktadır-,  sözü edilen birikimlerin ancak yeterli gelir düzeyindeki (yani tuzu kuruca) insanların harcı olduğu yolundadır.

    Geliri yeterli insanlar ihtiyaçları olmadığı, yetersiz olanlar ise buna imkânları olmadığı “inancı” dolayısıyla tasarruf yapmamaktadırlar. Gerçek ise her ikisi için de farklıdır.

    İnsanın davranışları ile fiziksel yetenekleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Usta bir sporcuyu seyrederken insan bedeninin ne denli geniş bir yeterlik alanına sahip olduğu çok iyi görülür. Onlar, normal insanların oturup kalkarkenki rahatlığını en güç hareketlerde dahi gösterebiliyorlar.

    Davranışlar ve onlardan oluşan tutumlar da böyledir. Davranışları üzerinde çalışmamış bir kişi için son derece güç görünen kimi tutumlar, bir sporcunun antrenman yapması gibi davranışları üzerinde uğraşmış kişilere çok kolay gelebilir. Bedensel engelli sporcuları seyrederken bu daha da iyi gözlenebilir.

    Tasarruf da böyledir. Asgari ücretli -hattâ düzenli geliri olmayan- bir kişinin parasal durumu, bedensel olarak engelli bir kişinin fiziki durumuna benzetilebilir.  Her ikisi de ancak çaba göstererek belirli bir yeteneğe sahip olabilirler, ama öyle ya da böyle olabilirler. Bu çabayı göstermeyen fiziki durumu sağlam ve geliri yerinde kişiler ise -çeşitli gerekçelerin ardına saklanarak, fiziki ve parasal- yeteneklerini geliştiremezler.

    Uzun sözün kısası tasarruf, gelir düzeyine bağlı bir olgu değildir. Gelir düzeyi yeterli kimseler için “yararlı” olan tasarruf, düşük gelirli olanlar için “zorunlu”dur. Birikimi bulunmayan bir kişinin yaşamını devam ettirebilmek yolunda altında kaldığı duygusal baskı, onun bütün rasyonel davranışlarını bozar, onu paniğe sevkeder. Panik ise parasızlıktan daha vahim bir durumdur.

    Bir birikime sahip değilken işini kaybeden bir kişinin aklında sadece “gelecek korkusu” ve onun bir türevi olan “haksızlığa uğramışlık” vardır.  Birikim ise hem gelecek korkusunu, he m de türevi olan haksızlığa uğramışlık duygusunu azaltır.  Bu iki korkunun azalması, sağlıklı ve yaratıcı düşünebilmeyi, çevresindeki imkânları gözden geçirebilmeyi mümkün kılacaktır.

    Her kişinin nasıl tasarruf yapacağı kişisel durumuna bağlıdır. Ancak herkesin uygulayabileceği basit bir reçete vardır. O da, halen az ya da çok geliri olan herkesin şunu varsaymasıdır: patronunuz sizi çağırıyor ve maaşınızdan %25 oranında bir indirimi kabul ettiğiniz takdirde işe devam edebileceğinizi, aksi halde üzülerek işinize son verileceğini size haber veriyor; ve siz de bunu -ister istemez- kabul ediyorsunuz. Çalıştığınız kurumla -ya da eşiniz veya güvendiğiniz bir dostunuzla – anlaşarak, bu kesintinin kolayca dokunamayacağınız bir hesapta tutulmasını sağlıyorsunuz.

    Bu durumda yaşamın epey güçleşeceğini, ev kiranızı bile vermekte zorlanacağınızı tahmin etmek güç değildir. Ama gerçekte işinizi kaybetmiş olsaydınız bundan çok daha güç koşullar altında kalacaktınız. Ama şimdi, sizi paniğe düşmekten alıkoyan -hattâ içten içe bir grur duygusu veren- bir durumdasınız ve kendi isteğinizle, plânlı olarak bunu yapıyorsunuz.  Bu şekilde beş-altı ay ya da mümkünse daha uzunca süre devam ettikten sonra, tasarrufun sihirli gücünü, o ana kadar keşfetmekten israrla kaçındığınız tekniklerini keşfetmeye başlayacaksınız.

    Kendi işini kurmak veya birisi hesabına çalışmak yerine hizmet üretip, ihtiyacı olanlara satmak durumunda olan gençler ya da çalışmakta iken işini kaybetmiş olanlar bu yolu deneyebilirler.

    Sigarayı bırakmak ya da kilo vermek ile bunun arasında ilkesel olarak bir fark yoktur. Her ikisi de, “kendini değiştirebilme iradesi” [1]  ile ilgilidir.

    [1] https://tinaztitiz.com/3705/kendini-degistirme-iradesiyetersizligi-ve-bir-yaklasim/

    12.05.2003

  • Türkiye’nin önemli sorunu iç ve dış borçlar değildir…

    Türkiyenin GSMH tutarı kadar bir iç ve dış borcu var. Sokaktaki insandan en yetkili ve akademik rütbeli kişilere kadar hemen herkes bu konu ile meşgul. İç borçların ertelenmesi, ötelenmesi, meşhur fıkradaki gibi gece yarısı camı açıp “ödemiyorum, şimdi sen düşün” tekniğinin uygulanması, bu borcu yaratanların bulunup ipe çekilmesi, yeraltında uyuyan katrilyon dolarlık servetlerin -avanak bir alıcı bulunarak satılıp nakde çevrilmesi- ve daha çok sayıda önlem gündeme getiriliyor.

    Denilebilir ki, bu borç konusu üzerinde düşünülenin bir kesri kadar, örneğin sarhoş sürücülere karşı annelerin örgütlenmesi [1] sorunu üzerinde durulsa, gerçekten de herkesin işine yarayan sonuçlar üretilebilir.

    Bir sözcük oyunu ya da kandırmaca filan olmaksızın şu söylenebilir: Türkiyenin sorun stoku içinde iç ve dış borçlar, oldukça alt sıralarda yer almaktadır. Hattâ, sorunlar gruplanıp ekonomik kökenli olanlar bir araya getirilse, o kategori içinde de yine alt sıralarda yer alır.

    Sorun içeriye ya da dışarıya borçlanmak değildir. Borçlanabilmek bir kredibilite göstergesidir ve de iyidir. Kötü olan, bu borcun “nasıl kullanıldığı”dır.

    Hergün üzerinde yürüdüğümüz kaldırımların her belediye başkanı döneminde en az bir defa değiştirildiği, reklam panolarında dünyanın parası harcanarak belediye başkanlarının bıyıklı  fotoğraflarının ve veciz sözlerinin nasıl yer aldığı, kamu kuruluşlarındaki bıkkın memurlara -kullanmayı beceremedikleri- bilgisayarlar alıp üstüne üstlük bir de bunların sorunlarını insanların önlerine çıkardıkları gibi sayısız örneği herkes bulabilir.

    Türkiye’nin birçok sorunu olduğuna, ama bunların içinde para sıkıntısı sorununun bulunmadığına iman etmiş birisi olarak, şahit olduğum ilginç bir olayı okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ancak, yer, zaman, kurum adı gibi alınganlığa yol açabilecek bilgileri vermeyeceğim.

    • Ana okulundan en üst kademeye kadar tüm eğitim birimlerini bünyesinde bulunduran bir eğitim kurumu,
    • Bu konularda deneyimi bulunan bir kişi olarak, tahminen yaklaşık $40-50 milyon arasında bir sabit yatırım,
    • Yatırımın fiziki kalitesi olarak mükemmel. Birkaç örnek; ana okulunun basketbol sahası (evet yanlış okumadınız) NBA standartlarında, sayısız kapalı ve tenis kortları, kapalı, suyu ısıtılmış olimpik ve 15 kulvarlı yüzme havuzu, açık ve kapalı atletizm sahaları, uluslararası standartlarda spor salonu, 2000 metrekare kadar bir kütüphane ve içinde hepsi internete bağlı 50 kadar bilgisayar, binlerce kitap, sayısız fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarı, son teknoloji donanım, öğrenci yurtları, içinde yer aldığı kentin her yerine ulaşımı sağlayan servis araçları ve diğerleri,

    Bu yatırımın önemli bir bölümünün, devletin eğitim alanına tanıdığı yüksek sübvansiyonlarla yapıldığı açık. Sübvansiyonların kaynağı ise iç ve/ya dış borçlar. Böyle borçlanmaya helâl olsundan başka ne denilebilir? Kim bu yatırıma gereksiz diyebilir?

    Ama şimdi sıkı durun. Bu kurumun sınıflarında ne yapıldığına yakından bakıldığında ise görünen aynen şudur:

    • Ana okulunda (5-6 yaş grubu), bir çocuk -herhalde onların öğretmeni- bebelere, tahtada tebeşirle çokgen çizmesini “öğretiyor”,
    • Tüm spor alanları, tüm laboratuvarlar, tüm “öğrenme mahalleri” bomboş,
    • Sınıflarda, aile bütçesine katkı yapmaktan başka bir hedefi olmadığı yüzünden belli öğretmenler, sıra sıra dizip susturdukları -adına disiplin diyorlar- çocuklara “öğretiyor”lar,
    • Kurumu gezdiren yetkili ise milli eğitim müfredatına nasıl uygun eğitim yaptıklarını anlatıp övünüyor; gözümün önüne Irak’ta Saddam resimlerini -Saddamı’ın tekrar gelmeyeceğine iyice emin olduktan sonra- terliğiyle dövüp aklı sıra övünen zavallıların beceriksizliği geliyor.

    Bu kurumun -ki borç gözüyle bakılabilir- üzerine beton döküp tamamen kullanılamaz duruma getirilmiş olsaydı bugünküne göre ne gibi bir kayıp olabilirdi? Kayıp olacağını sanmam, aksine, ortaçağın faşizan davranış şekillendirme misyonundan vazgeçip kafamızı işleterek, bu kısıtlı imkânlarla çocuk ve gençlerimizin, gereksinimlerini kendilerinin belirleyip kendilerinin öğrenmeleri için neler yapılabileceğini düşünelim diyebilen birkaç kişi çıkabilirdi. Şimdi ise çıkamaz, hattâ bu tür kurumları daha da yaygınlaştırmak için daha çok para bulmaya çalışılır. Sokaktaki -eğitimli ve eğitimsiz- garibanlar da her sorunun eğitimle çözüleceğini sanar ve avunurlar.

    Her gece televizyonlarımızda borçların nasıl çevrileceğini bilgiç tavırlarıyla bize öğütleyen televoleci tayfanın aklına acaba bir gün “biz bu paraları ne yapıyoruz; sakın ola ki bu paralarla hiçbir şey yapıyor olmayalım” diye bir soru sormak gelir mi?

    Acaba bir gün, bu yatırımı yapan özel girişimciler -tam sayılarını bilmiyorum, belki de bir kişidir- bizim burada yaptığımızla Bingöl’de yapılan eğitim arasında ne fark var; oradakiler gerçek yaşam koşullarında ve zihinleri daha az iğdiş edilmiş olarak bizim eğittiğimizi sandıklarımızdan daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha çalışkan, daha yüksek değerlere sahip olmasınlar diye sormak gelir mi?

    Ezbere bellediklerini peşpeşe sıralayan insanları -hem de tek tip olarak- yetiştirmek için borç alıyoruz ve sonra da bu borcu bir sorun olarak algılıyor ve nasıl çözeceğimizi kara kara düşünüyoruz.

    Geliniz, borcun sorun olmadığını ve de olmayacağını, esas sorunun para harcama aklı eksikliği olduğunu görelim. Hattâ öyle görelim ki, yalnız devlette değil özel kurumlarda, gönüllü kuruluşlarda, eğitim adına bu acayiplikleri yapan ya da destek olduğunu söyleyenlerde, tek tek bireylerde para harcama aklı eksikliğinin esas sorun olduğunu görebilelim.

    Bu sorun çözülebilir. Hem de aynı insanlar, aynı kurumlarca çözülebilir, ama diğer sorunu sorun sanmaktan vazgeçip bir an bir şey yapmadan durabilir ve yaptıklarının gerçekte ne olduğunu içtenlikli olarak kendilerine sorabilirlerse.

    4 Mayıs 2003

     

  • “İş Yaratma”nın bir teknoloji olduğu da ıskalandı (mı?)

    Kimya, ama neyin kimyası?

    Neredeyse sonsuz sayıda maddenin, çok az sayıda temel elementin kendi aralarındaki birleşimlerinden oluştuğu ana fikri “kimya” adı verilebilecek bilim dalını ortaya çıkarmıştır.

    Buradaki ana fikir basit ama heyecan vericidir: iki veya daha fazla “şey” birleştiğinde, kendilerine benzemeyen bir başka “şey” oluştururlar.

    Bu ana fikirdeki “şey” yerine “organik madde” konulursa organik kimya; “inorganik madde” konulursa inorganik kimya; genel olarak “madde” konulursa da madde kimyası ortaya çıkmaktadır.

    Ancak yakın geçmişe kadar pratikte başka türlü bir kimya bulunmadığı için madde kimyası değil sadece kimya denilmekteydi. Ama artık hücre kimyası, biyokimya, boya kimyası ve benzeri alt dallar ortaya çıktı. Bununla beraber bunların hepsi “madde kimyası” olarak adlandırılabilir.

    “İki veya daha fazla şeyin birleşerek kendilerinden daha farklı bir şey(ler) oluşturduğu” ana fikri, maddeler dünyasının dışında da kullanılabilir mi, kullanılırsa bir işe yarar mı?

    Evet yarar, hem de çok yarar. Eğer yaşam sorun çözme uğraşından ibaretse (Karl Popper, “All life is problem solving”), yukarıdaki ana fikir içindeki “şey” yerine “sorun” kavramı konularak bir de Sorun Kimyası tanımlanabilir. Böylece yaşamlarımızı kaplayan bir uğraşın sistematik biçimde ele alınması imkânı doğmuş olur.

    Sorun kimyası hakkında ayrıntılı düşünceler;

    https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/konferans-ve-seminerler/

    https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/

    https://tinaztitiz.com/3360/sorun-kimyasinin-dorduncu-kanunu/

    adreslerindeki yazılarda işlenmiştir.

    Bu yazının amacı çeşitli sorunlarımızı oluşturan temel sorun elementlerini belirlemek ya da bunun yöntemlerini irdelemek değildir. Bunun yerine, toplumumuzun önemli sorunlarından birisi durumundaki işsizliğe yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan;

    –          işsiz kalanlara iş bulunamayacağı,

    –          işsiz kalacak olanlara engel olunamayacağı,

    –          yasa çıkarılarak işlerin güvenceye alınamayacağı

    gibi olguları Sorun Kimyası yardımıyla vurgulamak ve kimi somut öneriler üretebilmektir.

    Kök Sorun – Hayalet Sorun

    Sorun Kimyası’nın kavramlarından birisi “Kök Sorun – Hayalet Sorun”dur. Birbirinden türeyen sorunlar arasındaki kök-türev ilişkisi düşünüldüğünde, türeyen sorunlara “hayalet”, onları türeten(ler)e ise kök denilmesi kolay anlaşılabilir. Bir zincir gibi birbirinden üreyen sorunların herbirinin hem kök hem de türev olabildiği de yine kolayca görülebilir.

    “Kök sorun”lar ilk bakışta göze çarpmayan, etkileri ise şiddetli biçimde hissedilen sorunlardır; aynen elektrik akımı gibi. Çarpılan kişi “elektrik” denilen şeyi göremez, ama dokunduğu çıplak teli görüp müsebbip olarak onu tanımlar. Bu durumda elektrik “kök”, çıplak tel ise “hayalet” sorunlardır.

    Bir sürpriz: İşsizlik diye bir sorun yoktur!

    Bu açıklamanın ışığı altında şunu söyleyebiliriz: işsizlik bir hayalet sorun’dur. İşsizlik konusu ile herhangi bir düzeyde meşgul olanların;

    • işsizliğin ne olduğu ve de nelerin işsizlik sayılamayacağı,
    • hangi kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği,
    • işsizlik konusundaki hayalet sorunların neler olduğu, bunların köklerinin niçin hiç ilgi çekmediği,
    • halen bir işe sahip olanların hangi durumlarda potansiyel işsiz haline geldiği,
    • her yeni gelişen teknolojinin bir bölüm insanın işi için bir tehdit, bir bölüm içinse yeni iş imkânları demek olduğu,
    • her ihraç edilen mal ve hizmetin aslında işsizlik ihracı, her ithal edilenin ise işsizlik ithali olduğu, ithal ve ihraç işlerine böyle bakıldığında bunların “iyi yönetimi”nin net iş (yani ihraç edilen işsizlik-ithal edilen işsizlik) yaratabileceği,
    • işleri devletin yaratamayacağı ve de yaratmaya kalkmaması gerektiği, devletin sadece “işlerin yaratılması için uygun iklim yaratmak” işlevi bulunduğu, işleri ise ancak kişilerin kendilerinin yaratabileceği,

    gibi konulara bir zihinsel netlik içinde bakabilmeleri ve nihayet, bu denli çok nedenli bir sorun’un, bir yöntem -örneğin Sorun Kimyası- kullanmadan çözülemeyeceğinin anlaşılması şarttır.

    “Üçlü”nün günahı ve sevapları!

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsü -tabii ki çoğunluğu açısından-, kamuyu ilgilendiren hemen tüm alanlardaki sevap ve günâhların sahipleridir. Başarıda payı olmayanların yanısıra başarısızlıklarda payı olmayanlar da vardır.

    Politika belirleme-uygulama-bilim desteği sağlama işlevlerini üstlenmiş bu üçlü, “iş yaratma” kavramının bir “teknikler demeti” olduğunu anlamadan uzun yıllar boyunca şu 2 yolla iş yaratmıştır:

    1. Yeni yatırımlar yaparak,
    2. Kamu kadrolarını kullanarak (yerine atama ya da bu yetmediğinde yeni kadrolar ihdas ederek).

    Bunlardan birincisi, kamu gelirleri -vergi, borçlanma, özel kaynaklar, tasarruflar vd- yeterli olduğu zamanlar işe yaramış, Türkiye eserler kazanmıştır. Ama uzunca yıllardan bu yana bu kanal kapalıdır. Borçlanmayı artık yalnızca borcumuzun faizlerini ödeyebilmek için kullanıyoruz.

    İkinci yol ise başlangıçtan beri tam bir tahribat yaratmıştır. Kamunun en önemli kadroları -aynen içme suyu şebekesine kanalizasyon karışması gibi- iş yaratmak amacıyla kullanılmıştır. Dikkat edilirse, tüm iç ve dış (IMF gibi) baskılara karşın devlet kadroları küçülmemekte, aksine büyümektedir.

    İşten çıkarılan, erken emekli edilen kamu görevlilerinin yerine -daha fazlasıyla- eleman alınmaktadır. Bunun durdurulması mümkün değildir. Çünkü, iş=aş eşitliği, gereğinde zorla olsa dahi yeni kadroların ihdas edilmesini, ihdas edilemiyorsa mevcudun işten çıkarılıp yenilerinin o işe alınmasını -ki işin sağlayacağı gelirin dönüşümlü olarak kullanılması demektir-gerektirir.

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsünün büyük çoğunluğu, herbiri diğerini suçlasa da, kendisine yeterli iltifatın gösterilmediğini iddia etse de, bu 2 yol dışında bir yol düşünememiştir ve halen de düşün(e)memektedir. Aslında 2 yoldan birincisi de -yeni yatırımlar yoluyla iş yaratma- zaten kullanılması zorunlu bir yoldu. Geriye sadece kamu kadrolarının kullanımı kalmaktadır.

    Keşif ve icatlar konusunda olağanüstü başarısız olan insanımızın içinden çıkan bu üçlünün, bula bula kamu kadrolarını icadetmesine şaşmamak, ancak üzülmek gerekir.

    Bugün halâ 80 üniversitemizin hiçbirisinde -anlı şanlıları da dahil- bir “istihdam mühendisliği” dalı yoktur. Akademik özgürlük, çağdaşlık vs gibi parıltılı sözlerin ötesinde, buna akıl erdirmeye çalışan bir üniversite dahi olmaması, üzerinde  çok düşünülmesi gereken, kolay kolay yenilip yutulamayacak bir gerçektir.

    Bürokrat ve politikacıların durumu daha farklı değildir. Her biri Türkiye’yi kurtarmaya aday siyasi partilerin hiçbirisinin -bir tanesi hariç, onu da kuranlar kapattı- programında ya da politika dokümanları içinde böyle bir konu yoktur.

    İş yaratmak, bütün karmaşık süreçlerde olduğu gibi bir dizi tekniğin bir araya gelip uyumlu biçimde kullanımından ibarettir. Bir uzay aracı nasıl ki yüzlerce farklı sürecin uyumlu biçimde birleştirilmesiyle uzaya yollanabiliyor ise ve bir baraj nasıl ki benzer şekilde bir “teknikler demeti” ise, iş yaratma da öylece bir teknikler demetidir ve bu tekniklerin birlikteliğine istihdam mühendisliği denilebilir.

    İş yaratmanın bu özelliğini anlamış ülkelerde bu adla bir dal yoktur, ama her bir tekniği bilen, öğreten, kullanan insanlar vardır. İşin tuhaf yanı bunlar gizli de değildir. Hattâ bu teknikler bir araya toplanmış, yazılmış basılmış kullanması gereken insanların ellerine verilmiştir.

    Vedat Özdemiroğlu’nun “Selâm Dünyalı, Ben Türküm” kitabı bir şaka gibi görünse de, bu anlaşılmaz aymazlığı görenler işin pek şaka olmadığını anlayabilirler.

    Sözün kısası, iş yaratma konusunu anlamamakta direnildikçe bu sorunun giderek daha tehlikeli hale geleceğini tahmin etmek güç değildir.

    Bir sürpriz daha: işsizlik (pek) önemli de değildir!

    Dörder kişilik A ve B aileleri düşününüz. A ailesinin tüm bireyleri düşük birer ücretle çalışmaktadırlar. B ailesinin ise yalnızca tek bireyi çalışabilmekte ve yüksek bir ücret almaktadır.

    Buna göre A ailesinde işsizlik oranı %0, gelir yetmezliği ise “büyük”tür. B ailesinde ise %75 oranında işsizlik var, fakat gelir yetmezliği “yok”tur. Bu ailedeki işsizlik kimi sorunlara -psikolojik, çalışma motivasyonu azalması vbg- yol açıyorsa da hiçbir şekilde bir yokluk yaşanmamaktadır.

    O halde sorun doğru tanımlanırsa “gelir yetmezliği”nin -ki o da bir hayalet sorundur- işsizlikten çok daha önemli olduğu ortaya çıkacaktır.

    Gelir Yetmezliği’nin kök sorunları işsizlikten farklıdır ve daha geniştir!

    Bu hem iyi hem kötü haberdir. Kötü haber sayılabilir, çünkü daha çok sayıda kök nedenin ortadan kaldırılması gerekecek demektir.

    İyi haberdir, çünkü bu çok sayıdaki kök nedende birer iyileşme sağlayabilme olasılığı daha yüksektir ve sonuç üzerine böylece daha büyük etki sağlanabilir.

    Örneğin, “tasarruf” bir iş yaratma tekniği sayılmaz. İşsiz olan birisinin geliri olmadığı için bu anlamsız sayılabilir. Ama tasarruf önemli bir gelir yetmezliği azaltma tekniğidir. İngiytere’de bir yerel radyo sadece işsizlere yönelik olarak yayın yapmaktadır. Radyo bir programında, işsiz kalan kimselerin evleri içindeki su depolarına ısıl yalıtım yapmalarını öneriyordu. Dışarıdan soğuk olarak gelen suyu, ev içini ısıtmada kullanılan enerji aracılığıyla boşu boşuna ısıtmamak için yapılan bu öneri, gelir yetmezliğine karşı alınan önlemlerin iş yaratmasa dahi işsizliğin olumsuz etkilerini azaltmada etkili olabileceğini gösteriyor.

    Bu tür önlemler Türkiye için büyük potansiyel taşırlar. O halde artık “iş yaratma” teknikler demetine içinde “gelir yaratıcı teknikler”i de düşünmeliyiz.

    İş Yaratma teknikleri konusunu bir Politika Dokümanı biçiminde yayımlamış olan BEYAZ NOKTA VAKFI’ndan alıntılayarak bir gelecek yazımda işlemek üzere hoşça kalınız.

    18 Nisan 2003

     

     

     

     

  • türban

    Başörtüsünü, kendilerinin “doğru”,”iyi” ve “güzel” değer yargısı tercihlerini “sergilemeyi” ifade eden bir ideolojik simge olarak kulanabilmek için, aynı başörtüsünü ideoloji dışındaki amaçlarla –inancı gereği saçını göstermemek,soğuktan korunmak, saç dağınıklığını gizlemek ve bu gibi-kullananların arasına karışanlar, yarından itibaren bu “perde kullanma” yönteminden vazgeçseler ve belirli bir formdaki -mesela-“yüzük”leri kullanmaya başlasalar acaba neler olur? Bu konuda ne Anayasa Mahkemesi kararı ve ne de üzerinde uzlaşılmış bir “bu, şu demektir?” yargısı bulunmadığına göre, bu “tanıma yüzükleri“ni yasaklamak ya da en hafifinden tavır koymak mümkün olamayacaktır. Hattâ daha ileri giderek, olası bir yasaklama halinde simgeyi değiştirip bir yenisini -mesela rozetleri sağ yakaya takmak, kafa tokuşturarak selamlaşmak gibi- ortaya sürmek de mümkün olabilecektir. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür simgelerle başa çıkmanın -zora başvurmaksızın- bir yolu yoktur. Peki, düşünce ve inançlarını simgeler yoluyla açığa vurma isteğinin altındaki -bu denli mücadeleyi besleyebilen- güçlü neden nedir? Bu soru’nun yanıtı, çok aşına olduğumuz bir kavramla ilgilidir: “koşullandırma”!. Bir ideolojinin simgelerinin yeterli sıklıkta tekrarlanması, giderek ideolojinin özünün de benimsenmesine yol açmaktadır. Tarihte hemen tüm ideolojiler bu tür simgesel koşullandırma aracını kullanmışlardır. Simgeleri -isteyerek ya da görüntüyü kurtarmak amacıyla- kullanmayı seçenler, direnenler ya da kararsızlar için önemli bir baskı aracı olabilmektedir. Güçlüden yana olmak insanoğlunun önemli bir zafiyetidir. Dolayısıyla, bir ideolojiyi yaymak isteyenlerin ilk adımı onun simgeleri konusunda koşullandırma yaratmaktır. Ama bu kesinlikle bir nihai hedef değildir, hatta nihai hedef açısından komik denecek kadar anlamsızdır da. Esas satılmak istenilen ideolojinin özüdür ve bu öz satılmadıkça -ya da bu yolda çaba harcanmadıkça- simgelerle uğraşmak aptalcadır. Başörtüsüne karşı olanların gerçekteki endişesi ise tabii ki başörtüsünün kendi olmasa gerekir. Gerçek endişe, “kimsenin kendi inancını başkasına kabul ettirmeye -hiç bir yolla- zorlamadığı” bir ortak yaşam biçimi olan laik yaşamın bir yolla -kanlı ya da kansız- değiştirilmesidir. Son derece esnek bir ideolojik koşullandırma aracı olan simgelerle -orta ve uzun vadede- başa çıkılamayacağına göre, bu simgelerle atbaşı yürütülen “öze ilişkin çabalar“a dikkat edilmelidir. Simgesel çabalar aslında bu “öze ilişkin çabalar” için mükemmel bir perdeleme yaratırlar. Öze ilişkin çabalar, simgesel çabalar gibi “ince” değildir ve tarihteki tüm ideolojik mücadeleler hep aynı şu kaba aleti kullanagelmişlerdir: kendi düşüncesini dayatmak! Bu ise ya doğrudan ya da aşamalı -önce tek tip düşünme biçimi sonra tek tip düşünce- olarak yapılmaktadır. Başarılı(!) totaliter ideolojilerin hemen hepsi bu “aşamalı” yöntemi kullanmışlardır. Buradan, totaliter rejim çabalarına karşı uygulanabilecek hemen hemen tek mücadele yöntemi de ortaya çıkmaktadır. Bu, hangi yolla olursa olsun ve ne denli sevimli ve çağdaş olursa olsun tek tip düşünme ve tek tip düşüncenin dayatılmasını reddetmektir. Dini ya da siyasi hangi ideoloji olursa olsun, tek tip düşünme ve düşünceyi ister simgesel koşullandırma ister siyasi dayatma ister kanlı ister kansız olarak sevdirmeye, ikna etmeye, alıştırmaya, zorlamaya çalışmamalıdır. Toplumumuz, birkaç ana fay hattı boyunca kamplara ayrılmışlardır. Bunların başında da “laikler” ve “dindarlar” gelmektedir, daha doğrusu kendilerine bu adları vermektedirler. Her iki kesim de küçük(!) bir farkla yukarıdaki satırlara yürekten katılacaklardır: “bizim gibi düşünmek kaydıyla kimse kimseyi zorlamamalıdır, çünkü bizim doğrularımız, iyilerimiz ve güzellerimiz, onlarınkinden daha doğru, iyi ve güzeldir!”. Peki şimdi bir soru: simgelerle başa çıkmanın güçlüğünü, başörtüsünün ardında belirli bir dünya görüşünü yaymanın esas hedef olduğunu, esas mücadele edilmesi gerekenin “düşünme biçimi ve düşünce dayatması” olduğunu, başörtüsüne karşı olanlar bilmiyorlar mı? Başörtüsüne karşı olanlar tek kişi değildir. İçinde bunu düşünememiş, sadece göbeğini açamayacak olmanın endişesini taşıyanlar da bulunabilir. Nitekim laikliğin talihsizliği denilebilecek bu kişilere göre şeriat düzeninin kaybettireceği, meyhanelerin, genelevelerin ve porno TV kanallarının kapatılacak olmasından ibarettir. Ama laik kesim içinde yukarılardaki basit akıl yürütmeyi yapabilenlerin çoğunlukta olduğu da neredeyse kesindir. Peki o zaman niçin başörtüsü gibi, Batılıların deyimiyle bir “hayalet sorun” ile uğraşıyorlar da, tek tip düşünme biçimi ve düşüncenin öğretildiği ve öğretilen insan sayısı arttıkça da başarı kazanıldığının sanıldığı alana, yani eğitim alanına gözlerini çevirmiyorlar? En çağdaş öğretimlerin yapıldığı söylenen okullarımızda, üniversitelerimizde öğretilenlerin doğruluğundan kuşkulanan insan sayısı acaba kaç kişidir? Bu soru’nun yanıtı pek basit değildir. “Bizi yönetenler düşünen insan istemiyor” ya da “biz soran sorgulayan çocuklar yetiştiriyoruz ama vs” kolaycılıklarını bir kenara bırakıp bu soruyu düşünelim. Tekrar soralım. Bu soru ile oynayalım. Bu soruyu gerçekte hiç sormadığımızı söyleyenler olursa onlara kulak verelim. Kendi doğru, iyi ve güzel değerleri yolunda çocukları koşullandırmanın ne demek olduğunu ve nelere yol açtığını görmeye çalışalım. Ve lütfen, “peki ama nasıl?” diye sormayalım. Önce, doğru zannederek bugüne kadar yapmaya çalıştıklarımızın ve yapmaya halen devam ettiklerimizin aslında mücadele ettiğimizi sandığımız bağnazlıkları besleyen esas yakıt olduğu trajedisine yüreğimizi dayandırmaya çalışalım.

    25 Mayıs 2012

  •  İş Yaratma için Politika Belgesi

    (Beyaz Nokta© Gelişim Vakfı Politika Belgesi Serisi v3.1, 19.04.2003)

    1. Giriş

    İş  Yaratmak, alışık olmayana garip gelen bir deyimdir. Genellikle, ihtiyaç olmamakla birlikte, zorunluk dolayısıyla tanımlanan işler için kullanılmaktadır.

    Buradaki şanssızlık, hem ve hem de yaratmak sözcüklerinin, çok farklı ve ters anlamlarda  kullanılabilmesinden doğmaktadır. “Başa iş çıkarmak“, “başa iş açamak“, “başka işi olmamak“, “bu iş burada biter“, “iş yok“, “işimiz iş” gibi  deyimlerdeki iş’in, burada kullanılan ve bir kişiye gelir sağlayan olmadığı, ancak bu şekilde açıklamalarla anlaşılabilmektedir.

    Aynı şekilde yaratmak sözcüğü de birbirinden farklı anlamlara işaret edebilmektedir. “Fırsat yaratmak“, “sebep yaratmak” gibi deyimler de, aslında ihtiyaç olmayan ama bir başka nedenle ortaya çıkarılan “fırsat” ve “sebepler”i anlatıyor.

    Ancak İş Yaratmak  burada, bu deyimlerdeki anlamları taşımamaktadır. Tıpkı bir eser yaratmak deyimindeki fayda ve gerekliliği vurgulamaktadır.

    Bir iş, gerçekten “yaratılabilir mi?”

    Bir şeyin yaratılabilmesi, genellikle “yoktan varetme” ile eşanlamlı kullanılır. İş Yaratma deyiminde ise, gereken şartlara sahip bir ortam içindeki zaten mevcut bileşenlerin bir araya gelmesinin temini yoluyla bir işin oluşturulması kastedilmektedir. Bu bileşenler zaten mevcut olmalıdır ve ancak bir araya gelmesi için ortam koşulları uygun hale getirilmelidir.

    Buna göre İş Yaratmak denilen süreç aslında, bir uygun ortam oluşturma sürecidir. Öyle bir ortam ki, iş’i meydana getirebilecek parçalar, bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi birbirlerini çeksin ve bir bütün olsunlar.

    İş elle dokunulur bir nesne değildir. Dolayısıyla bütün elle dokunulamayan şeyler gibi ancak etkileriyle anlaşılabilir.

    Yer çekimi, insan hakları gibi kavramlar da benzer şekilde etkileriyle anlaşılabilir. Bir cismin yere düşmesini sağlayan etki yer çekimi, bir kişinin fikrini ifade edebilmesini sağlayan etki insan haklarıdır.

    İş in varlığını belli eden etki de, bir kişiye gelir sağlamasıdır. Bu gelir az ya da çok olabilir. Buna göre iş de değişik isimler alır. Yüksek gelir getiren iş lere iyi iş, az çabayla yüksek gelir getiren işlere tatlı iş, ancak yüksek çaba ve risk gerektiren işlere de zor iş denilmesinin nedeni budur.

    Bir uğraşın bu teknik tanıma uyması ayrı, yasal ve ahlâki normlara uygunluğu ise tamamen ayrı bir konudur. Uyuşturucu madde ticareti ne yasal ne de ahlâki olmamakla beraber, yapana gelir sağladığı için teknik tanım dolayısıyla bir iştir.

    Bazı iş ler bir kişinin ailesiyle birlikte yüksek standartta yaşamasına imkan verebilecek bir gelir sağlayabilirken, bazı iş ler ancak ek gelir sağlayabilecek niteliktedir. Ama tanım itibariyle hepsi iştir.

    Gelir sağlamayan, ancak duygusal tatmin yaratan çabalara ise iş yerine, mesela uğraş vs demek daha doğrudur.

    2. İşin Bileşenleri

    Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    1. Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,
    2. Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceri,
    3. İhtiyaçlar ve beceriyi, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli koşullara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur. Bu ortam, şu koşulları sağlamalıdır:

    • Kamu yönetiminin ihtiyaç gördüğü şartlar, iş leri yapacak olanları caydırabilecek ağırlıkta olmamalıdır,
    • İşin gerektirdiği kaynaklar mevcut olmalıdır,
    • Girişimcinin bu kaynaklara ulaşabilmesi, pratik olarak mümkün kılınmış olmalıdır.

    Aşağıda, önce işin 3 bileşeni ve daha sonra da iş ortamının 3 şartı incelenmektedir.

    2.1.   Tatmin Edilmeye Hazır İhtiyaç

    Bir iş in vazgeçilmez parçasıdır. Bu ihtiyaç, dünyanın herhangi bir yerindeki ihtiyaç olabilirse de pratik olarak, girişimcinin yakın çevresindeki ihtiyaç ön planda gelir.

    Bu bazen kısmen tatmin edilmekte bulunan, fakat tatmin boşlukları bulunan bir ihtiyaç olabilir. Bir yerdeki insanların ihtiyacı olan ekmekleri sağlayan, fakat miktar, kalite ya da zamanlaması bakımından yetersiz fırınlar, tam karşılanamayan ihtiyaca örnektir.

    Ya da bu ihtiyaç henüz hissedilmeyen, fakat tanıtma yoluyla ortaya çıkarılabilecek bir gereksinim olabilir. Birçok yeni tüketim malı buna örnek olabilir.

    Girişimci, her iki tür ihtiyacın tesbiti için çeşitli yollar kullanabilir. Soruşturma, ürünün piyasaya az miktarda verilip deneme yapılması, uzman önerisine başvurma gibi yöntemler kullanılabilir.

    Bu amaçla kullanılan bir metod da “Bunu Yapabilir misiniz Sergileri“dir. Bir sergi düzenlenir, kişi ve kurumlardan ihtiyaçlarının birer örneğini sergide teşhir edip tanıtmaları istenir. Sergiyi dolaşan girişimciler, buradan çeşitli iş fikirleri üretebilirler. 1974 Kıbrıs harekâtından sonra TSK tarafından düzenlenen bu tür sergiler, günümüz KOBİ’lerinin temelini oluşturmuştur.

    Bir diğer yöntem, belli bir çevredeki insanların sorunlarını saptayıp, bu sorunlar üzerine iş fikirleri inşa etmektir.

    Örneğin, bedensel özürü bulunan insanların ulaşım ihtiyacı bir sorundur. Bir girişimci, bu kişiler için bir taşıma imkanı yaratıp, bir miktar maliyetinin de yerel idare ya da bir gönüllü kuruluş tarafından karşılanmasını istese, buradan bir iş imkânı doğabilir. Ya da görmeyen insanların günlük gazete okumaları bir sorun ise, bir girişimci bir okuma servisi kurarak bundan para kazanabilir.

    Veya işsizliğin kendisi bir sorun olduğuna göre İş Yaratmak bir girişimci tarafından ele alınabilir (bu dokümandaki yöntemler kullanılarak). İngiltere’de bir kuruluş (JCL Ltd.) bunu yapmıştır.

    Özet olarak, tatmin bekleyen ihtiyaçlar, işlerin kaynağıdırlar.

    Girişimcinin ilk niteliği, bir gözlemci olması, çevresindeki sorunları, tatmin bekleyen ihtiyaçları görebilmesidir. Girişimcinin başarısı, bu saptamayı yaparken gösterdiği gerçekçiliğe bağlıdır. Gelir düzeyi yeterli olmayan bir ortamda kedi bisküviti satmaya kalkan bir girişimci sonuçta, kendisini bisküvitleriyle doyurmak zorunda kalabilir.

    Tatmin bekleyen ihtiyaçlar bazen garip görünüşlü, çevre tarafından yadırganan sorunlara dayalı olabilir. Başarılı girişimcilerin çoğu da böyledir. Örneğin, büyük hesap tablolarının yatay ve düşey toplamlarının tutturulması sorunu, 1978 yılında Visi Calc  adlı bilgisayar programını yazan genç çocukları dolar milyarderi yapmıştır.

    Ya da, bir çok yere mektup yazmak isteyen kişilere adres satmanın düşünülmesi de böyledir. Egzos gazını temizleyerek çevre kirliliğinin önlenmesi yine bir sorun yoluyla para kazanmanın örneğidir.

    Bir yörede iş yaratılacağı zaman kullanılan bir yöntem de, o yöreye yöre dışından giren mal ve hizmetlerin tesbitidir. Eğer o mal ve hizmet(ler)in yöre içinden temini, maliyet, teslim süresi, kalite vs yönünden kolaylık sağlıyorsa, bir çok iş fikrine ulaşılmış demektir. Bunu Yapabilir misiniz Sergileri bu amaçla da kullanılabilir.

    İş yaratma organizasyonları (genellikle Girişim Destekleme Ajansları –Enterprise Agency– olarak adlandırılır) tarafından düzenlenebilecek bu tür sergiler, bir çok yeni işin kaynağı olurlar.

    Sonuç olarak denilebilir ki, bir ortamda yaratılabilecek iş sayısı, bu ortam içindeki kişi ve kuruluşların ihtiyaç potansiyeli ile doğru orantılıdır. O halde kişilerin,  ihtiyaçların farkına varması sağlanmalı (eğitim, tanıtma vb yollarla) ya da henüz oluşmamış ihtiyaçlar tahrik edilmelidir.

    Girişimcilere, hangi alanlara bakmaları gerektiğini hatırlatmak üzere -o alanlarda mutlaka ihtiyaç var demek değildir-, potansiyel iş fikirlerini açıklayan yayınlar mevcuttur. (BNGV kütüphanesinde 1000 dolayında iş fikrini içeren Potansiyel İşler Kılavuzu bulunmaktadır).

    Bir Girişim Destekleme Ajansı’nın önemli işlevlerinden birisi, ait olduğu yöre için geçerli olabilecek iş fikirlerinin derlenip yayımlanmasıdır.

    2.2.   İhtiyacı Tatmin Edebilecek Beceri

    Bir işin ikinci önemli parçasıdır. Bir toplumdaki insanların becerileri ne kadar gelişmişse, yaratılabilecek işlerin hacmi de o denli fazladır. Bir kişiye kazandırılan beceri, o kişinin yeni mal ve hizmetler arzetmesine, onu pazarlamasına, dolayısıyla çevrenin o mal veya hizmete ihtiyaç duymasına sebep olabilir.

    Örneğin bebek bakıcılığı becerisi kazanan bir öğrenci derhal bu becerisinden etrafını haberdar etmeye kalkacak ve belki o güne kadar böyle bir hizmet olmadığı için bu hizmeti kullanmayanlar da talepte bulunmaya başlayacaklardır. Vitrinlerde pazarlanan yeni ithal edilmiş mallara, bir çeşit “ithal beceri” gözüyle bakılabilir. Bunların alıcı buluyor olması, bu güne kadar bu ihtiyaçların tatmin edilmeyi beklediğini gösterir. Beceri öylesine sihirli bir kavramdır ki, kendi ihtiyacını kendi yaratan bir mal gibidir. Dolayısıyla İş Yaratmanın en kolay yollarından birisi, kişilere yeni beceriler kazandırılmasıdır.

    Kazandırılan beceri ne kadar karmaşık (sofistike) ise sağlayabileceği gelir de o denli yüksektir. Tabii ki o becerinin, gerçekten duyulan -ya da hatırlanabilecek olan- bir ihtiyaca karşı gelmesi şartıyla!

    Bir toplumdaki iş hacmi, o toplumdaki kişilerin ortalama beceri düzeylerine –beceri dokusu denilebilir- bağlıdır.

    Belirli bir beceri düzeyine sahip bir kişinin sağlıyabileceği gelir, bu düzeye bağlıdır.

    Eğer kişi -ya da toplum- herhangi bir yolla, sahip olduğu beceriye karşı gelen gelir düzeyinden daha yüksek bir gelir elde ediyorsa bunun anlamı, diğer bazı kişilerin de hak ettiklerinden daha az kazanıyor olmalarıdır. Yani bir çeşit haksız kazanç vardır.

    2.3.   “İhtiyaç”larla “Beceri”yi Birleştirme Yeteneği = Girişimcilik

    Bir işin üçüncü, ama en önemli parçasıdır. Girişimciliğin en önemli unsuru ise, etrafına bakmayı bilme yeteneğidir. Buna yetenek denilebileceği gibi, sonradan kazanılabilecek bir beceri de denilebilir. Çevresindeki sorunlara birer iş  imkânı olarak bakabilen, kişi ve kurumların dile getirmedikleri ihtiyaçlarını saptayabilen kişiler gerçek girişimcilerdir.

    Yolları su bastığı zaman, ayakkabısının ıslanmasını istemeyenleri bakışlarından tanıyıp onları sırtta karşıya geçirenler, basit de olsa birer girişimcidirler. Ya da insanların şehirlerin havasından bunaldığını tahmin ederek dağ yürüyüşü turları düzenleyenler de yine girişimcilerdir. Benzer şekilde, şehirlerin kalabalığı dolayısıyla kurye işlerinin aksadığını görüp, motosikletli öğrenciler tarafından paket ulaştırma servisi veren kişiler de girişimcilerdir.

    Sorunları birer imkân haline dönüştürmek, bir kişinin en değerli niteliğidir. Aynı olgu, toplumlar için de geçerlidir. Yüksek işçi ücretleri sorununu bir avantaj gibi kullanarak, Dünyanın en gelişmiş robot endüstrisini kuran ve işçilere de bunların tasarım, üretim, programlama ve bakım işleri gibi daha üst fonksiyonları yapabilecek becerileri kazandırıp, verdikleri yüksek ücretlerin bu defa tam karşılığını almayı becerebilen Japonlar bu duruma en iyi örnektir.

    Girişimciliğin bir diğer özelliği riske katlanabilmektir. Sürekli ve fakat düşük bir gelire katlanmak yerine kendi işinin sahibi olarak bazen düşük (hatta hiç) ama bazen de yüksek gelir riskini üstlenebilmek, bir girişimcinin değişmez özelliğidir.

    Bu açıdan bakıldığında, sürekli gelir sağlayan işler, bir bakıma o işlerde çalışanların en önemli kaynağını (risk alma yeteneğini) sürekli aşındıran birer törpüdür. Özellikle kamu görevleri, bu bakımdan kayda değerdir.

    Bu önemli sakıncayı ortadan kaldırmak için önlem geliştiren ülkelerde, girişimciyi cesaretlendirmek için belli bir süre (1 yıl gibi), sabit bir ücretle desteklemek gibi yöntemler kullanılmaktadır (İngiltere’deki Enterprise Allowance Scheme  gibi).

    Girişimciliğin bir bölümü aileden ve sosyal çevreden gelirse de bir bölümü eğitimle pekiştirilebilir. Özellikle İş Yaratmayı bir iş haline getirmiş ülkelerde bu amaçla uygulanan programlar mevcuttur. (A.B.D.’de kullanılan PACE- Program for Acquiring Competence on Entrepreneurship – Girişimcilikte Yeterlik Kazandırma Programı).

    2.4.    İş Ortamı

    İşi oluşturan bu 3 unsur –ihtiyaç, beceri ve girişimcilik-, iş ortamı adı verilen bir ortam içinde bulunur. Eğer bu ortam uygunsa iş oluşur, değilse oluşmaz. İşin doğması için bu ortamın yerine getirmesi gereken 3 koşulun durumuna gelince:

    2.4.1.  Kurallar Caydırmamalı

    Kamu yönetimi, kamu düzenini sağlayabilmek için bazı kurallar, sınırlamalar koymak zorundadır. Eğer bunlar çok fazla, girift ve uygulamaları keyfiliğe açıksa girişimciler iş kurmaktan vazgeçerler.

    İş kurma sırasında alınması gerekli izinler, ruhsat işlemleri ile iş lerin yürütümü sırasındaki vergi, beyanname vb işlemler girişimciyi caydıran engellerdir.

    Uygun bir iş ortamının en belirgin özelliği, girişimcinin önündeki engellerin azlığıdır. Özellikle kamu görevlilerinin, kendilerini girişimcilerin denetçisi veya amiri gibi değil, onların işlerini kolaylaştırıcı yardımcılar olarak görmesi son derece önemli bir ihtiyaç hatta bir zorunluktur.

    Bu çerçeve içinde işareti gereken ve son derece yaygın olarak yapılan bir yanlış vardır: Kamu adına kural koyanlar genellikle, bazı suistimalleri önlemek, kötü niyetli bazı girişimcilerin kuralların boşluklarından yararlanarak haksız kazanç sağlamalarına engel olmak için, işleri zorlaştırıcı ek kurallar koyarlar. Bunlar delindikçe yeni ek kurallar getirilir. Bunlar, kötü niyetlileri engelleyemez. Çünkü onların işi kuralları kötüye kullanmaktır. Ama diğer yandan dürüst girişimciler bundan büyük zarar görürler, bir kısım girişimciler de tamamen cayarlar. Özet olarak, İş Yaratma konusunda uygun ortam oluşturmak için, girişimcilerin önlerindeki engeller kaldırılmalıdır (Müteşebbisler Klübü (derneği)nün yayımlamış olduğu GİRİŞİMCİLİĞİN ÖZENDİRİLMESİ  adlı çalışma dokümanı, bu alanda yapılması gerekenlerin başlıklarını sıralamaktadır.)

    2.4.2. Kaynaklar Mevcut Olmalı

    Uygun ortamın ikinci koşulu, gerekli kaynakların mevcut olmasıdır. Bir iş in gerektirdiği kaynaklar çok sayıdadır.

    İlk bakışta kaynak denilince para akla gelirse de bu doğru değildir. Hattâ para, kolay temin edilebildiği takdirde, girişimciyi yanıltan, diğer gereklerin yerine getirilmesini ihmal ettirebilen bir unsurdur. Bir girişim parasız başarılı olamaz. Ama yalnız para ile de kati surette başarılı olunamaz. Paradan başka hiçbir kaynağa ihtiyacı olmadığına inanmış bir girişimciyi batmaktan koruyabilecek tek şansı, arzuladığı parayı bulamamasıdır.

    Bununla beraber, finansman kaynakları mevcut, fakat belli şartlar -gerçekçi bir iş planı gibi- yerine gelmemişse erişilemez olmalıdır. İyi bir girişimci, ihtiyaç olan diğer kaynaklar gibi parayı da bulabilen girişimcidir. Bir iş plânı için aranan para bulunamıyor ise ilk kuşkulanılması gereken, paranın yokluğu değil, para arama becerisinin yokluğu ya da bu değilse bizzat iş planının yetersizliği olmalıdır.

    Girişimci için önem taşıyan kaynakların bütününe  ÇOK YÖNLÜ DESTEK (ÇYD) denilebilir. Bunun içinde, işini doğru yönetebilmesi için bilmesi gerekenleri öğrenebileceği eğitim kaynakları, teknolojik desteği alabileceği kaynaklar (patent kütüphaneleri, bilgi erişim imkanları, teknik danışma hizmetleri gibi), tek başına istihdam edemeyebileceği uzman personeli temin edebileceği bir sistem yer almaktadır. Çok sayıda uzman kişi çalıştıran ve bu kişilerin bazı boş zamanlarını, girişimcilere yardım (ücretsiz ya da düşük ücretle) olarak sağlayan büyük kuruluşlar yoluyla sağlanması, gelişmiş ülkelerde alışılmış bir yoldur (secondment).

    Girişim Destekleme Ajanslarının bir fonksiyonu da bu ÇYD ortamını oluşturmaktır. Her yörenin ihtiyaç profili ve girişimci profili birbirinden farklı olduğu için, tüm ÇYD unsurlarının tek kuruluş (ve özellikle bu işle görevlendirilmiş bir kamu kuruluşu) tarafından karşılanmaya çalışılmaması  hayati önem taşımaktadır. Aksi halde bu, hiç bir destek sağlamamaktan daha kötüdür.

    ÇYD ortamının vazgeçilmez -ama çok dikkatli kullanılması gereken- kaynağı paradır. Girişim Sermayesi (venture capital), düşük faizli kredi ve hibe gibi mali imkanlar, kurulacak işlerin yakıtı durumundadır.

    2.4.3. Kaynaklar Erişilebilir Olmalı

    Nihayet uygun iş ortamının üçüncü koşulu, bu ÇYD kaynaklarının pratik erişilebilirliğidir.

    Tüm koşulları kağıt üzerinde sağlanmış olan, fakat pratikte kullanımı uzun formalitelere ya da uygulayıcıların keyfiliğine bağlanmış bir ÇYD sistemi yok demektir. İş Yaratmak için yukarıda sıralanan ve 3+3 şeklinde formüle edilebilecek unsurlar toparlanırsa:

    İhtiyaç – Beceri – Girişim ve
    Az engel – Kaynakların varlığı – Kaynakların erişilebilirliği

    olarak özetlenebilir,

    3.      Bu Yolla Yaratılan İşin Yaşama Şansı

    Bir işin yaratılması ile yaşaması iki ayrı özelliktir. Her yaratılan iş, yaşayabilir demek değildir. Nitekim bütün ülkelerde, yaratılan işlerin bir bölümü batmaktadır. Önemli olan yaratılan “net iş” sayısıdır.

    Yaratılan bir işin batmaması için ise gereken iyi yönetim ve uygun ortam şartları, ÇYD ortamının birer tabii sonucudur. Bunun dışında bir öğe ise nihai olarak bir işin ayakta kalıp kalamıyacağını belirlemektedir: Innovation  yani  buluşçuluk!

    Bir anlamda sürekli olarak yeniye doğru değişme demek olan innovation, bir girişimin ayakta kalıp kalamıyacağını belirleyen önemli bir faktördür. Innovation, genellikle teknolojik alan için geçerli sanılırsa da burada kastedilen her alanda sürekli iyiye doğru değişimdir. Yönetimde, teknolojide, pazarlamada, ilişkilerde velhasıl iş ile ilgili her şeyde!

    Başkalarının daha iyi yaptığı bir işten hiç kimse para kazanamaz, kazanmaması doğrudur da. Bir işi başkalarından daha iyi yapmanın yolu ise sürekli iyiye doğru değişmeden geçmektedir. Yani  innovation‘dan!

    4.      İş yaratma araçları

    Yukarıda açıklanan genel çerçeve içinde şu soru’nun yanıtı arandığında, birbirinden farklı ve birbirlerinin boşluklarını örtebilecek şekilde çeşitlendirilmiş “iş yaratma araçları”nın oluşturulması ve oluşturulanların da bir birbirleriyle uyum içinde kullanılmaları gerekir. Soru şudur: “kimler için iş yaratılmak isteniliyor?”

    Soru derhal, yaratılacak işlerin -dolayısıyla da bunları yaratma araçlarının geniş bir alana yayılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Örneğin bir yanda yaşlı, bedensel özürlü ve bir becerisi bulunmayan insanlara, diğer yanda ise yüksek teknoloji konusunda eğitim görmüş, yüksek katma değer üretebilecek gençler için işler -daha doğrusu iş yaratabilme ortamları- yaratılmalıdır.

    Buna göre aşağıdaki başlıklar -Ekim 1987’de Devlet Bakanlığı tarafından yayımlanan İstihdam Politikası’nın revize edilen dizin kısmından alınmıştır- bu çeşitli alanlar için araçların neler olabileceğini göstermektedir:

    4.1.      Mali teşvik araçları

    4.1.1.    Ek istihdam için ücret sübvansiyonu

    4.1.2.    Küçük girişimci vergi yükünün azaltılması

    4.1.3.    Risk sermayesi

    4.1.4.    Bankaların iş kurma kredisi sistemi oluşturması

    4.2.      Organizasyonel araçlar

    4.2.1.    İstihdamı Geliştirme Yüksek Koordinasyon Kurulu teşkili

    4.2.2.    İş Vakfı kurulması

    4.2.3.    Çalışma Genel Müdürlüğünün reorganizasyonu

    4.2.4.    Küçük Girişimler İdaresi kurulması

    4.2.5.    Girişimciler Klübü kurulması

    4.2.6.    Üniversitelerde girişimcilik klüplerinin kurulmasının özendirilmesi

    4.3.      Uluslararası işbirliği araçları

    4.3.1.    OECD ile işbirliği

    4.3.2.    BM ile işbirliği

    4.3.3.    Avrupa Konseyi ile işbirliği

    4.4.      İstihdam bilinci geliştirme araçları

    4.4.1.    Kamuoyunun doğru kavramlar çevresinde yönlendirilmesi

    4.5.      Mevzuat araçları

    4.5.1.    İstihdam ortamının geliştirilmesi için mevzuat

    4.5.2.    Küçük girişimlerin tabi olduğu mevzuatın basitleştirilmesi

    4.5.2.1.   Ruhsat mevzuatı basitleştirme

    4.5.2.2.   İşletme mevzuatının basitleştirilmesi

    4.5.3.    İstihdamı güçleştiren mevzuatın değiştirilmesi

    4.6.      Nitelik geliştirme araçları

    4.6.1.    Mevcut işsizlerin niteliklerinin yükseltilmesi yoluyla istihdam imkanlarının artırılması

    4.6.1.1.   Beceri Kazandırma Programları (BKP)

    4.6.1.1.1.  Devlet eliyle yürütülecek olan BKP

    4.6.1.1.2.  Özel girişimciler eliyle yürütülecek olan BKP

    4.6.1.1.3.  Özel sektörün düzenleyeceği BKP

    4.6.1.2.   BKP için görsel-işitsel eğitim araçları geliştirilmesi

    4.6.1.3.   Bedensel engelliler için meslek merkezleri kurulması

    4.6.1.4.   Çekirdek beceriler (core skills) programı

    4.6.2.    Çalışanların niteliklerinin yükseltilmesi için BKP

    4.5.4.    Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) yoluyla eğitimin yaygınlaştırılması ve kalitesinin geliştirilmesi

    4.7.      İstihdam rehberliği araçları

    4.7.1.    Meslek seçimi için rehberlik sistemi kurulması

    4.7.2.    İş aramada rehberlik sistemi kurulması

    4.5.5.    İş ve işçinin buluşturulması sisteminin geliştirilmesi

    4.8.      İş kurma araçları

    4.8.1.    Girişimcilik eğitimi

    4.8.2.    Girişim Destekleme Ajansları (şirketleri)

    4.8.3.    Tekno-parklar kurulması

    4.8.4.    Kamu kurum ve kuruluşlarının Kendi İşini Kurmak (KİK) isteyenleri desteklemeleri

    4.8.4.1.   KİT’lerin destek sağlamaları

    4.8.4.2.   Belediyelerin KİK isteyene destek sağlamaları

    4.8.4.3.   Valiliklerin (İl Özel İdareleri) KİK isteyene destek sağlamaları

    4.5.6.    Franchising (imtiyaz) sistemi

    4.9.      İstihdam anlaşmaları

    4.5.7.    Özel sektörle yapılacak iş yaratma esaslı anlaşmalar

    4.10.   Emek-yoğun istihdam anlaşmaları

    4.10.1. El halıcılığının geliştirilmesi

    4.10.1.1.Türk El Halıcılığı (TEH) Geliştirme Projesi

    4.10.1.2.Türk Halıcılık vakfı

    4.10.1.3.Devlet Bakanlığı- Kültür ve Turizm Bakanlığı TEH Projesi

    4.10.2. Kürk hayvancılığının geliştirilmesi

    4.10.2.1.Kürk hayvancılığının özendirilmesi

    4.10.2.2.Kürk dikiminin özendirilmesi

    4.10.3. Kıymetli taş işçiliğinin geliştirilmesi

    4.10.4. Mermerciliğin geliştirilmesi

    4.10.5. El sanatlarının geliştirilmesi

    4.10.6. Özel bayındırlık projeleri

    4.10.7. Yol yapımında parke taş kullanımının özendirilmesi

    4.10.8. Yazılım ihracının özendirilmesi

    4.5.8.    Emek yoğun uğraş köylerinin kurulması

    4.11.   İşgücü piyasası bilgi sistemi araçları

    4.5.9.    İşgücü piyasası bilgi sistemi kurulması

    4.12.   Tasarruf araçları

    4.12.1. Ucuz konut yapımının özendirilmesi

    4.12.2. Çok amaçlı mobilyanın özendirilmesi

    4.12.3. Beslenme bilinçlendirilmesi

    4.12.4. Isı tasarrufu projeleri

    4.12.4.1.Yüksek verimli soba projesi

    4.12.4.2.Konutların ısı yalıtımlarının özendirilmesi

    4.12.4.3.Sanayide enerji tasarrufu

    4.12.4.3.1. Atık ısı geriye kazanma

    4.12.4.3.2. Atık enerjinin tarifeye bağlanması

    4.12.5. Tasarruf bilincinin geliştirilmesi

    4.12.6. Parasal tasarrufların özendirilmesi

    4.12.6.3.Pozitif faiz uygulanması

    4.12.6.4.Sermaye piyasasında “rating” (derecelendirme) merkezinin oluşturulması

    4.13.   İstihdamı koruma araçları

    4.13.1. İşsiz kalmak durumnda olan kişilere kendi işlerini kurabilecekleri bir ortamın yaratılması programı

    4.13.2. Yönetim teknikleri eğitimi

    4.13.3. Audit (denetim) şirketleri kurulması

    4.13.4. İşgören-teşebbüs ortaklığı projesi

    4.13.5.Kriz yönetimi şirketlerinin kurulması

    4.14.   Bilgi toplumu oluşturma araçları

    4.14.1. “Bilgi” hakkında genel bilinç yaratılması

    4.14.2. Bilgisayar piyasasının liberalizasyonu

    4.14.3. Enformasyon Teknolojisi Merkezi (TETM)

    4.14.4.Uluslararası bilgi ağlarına bağlanmak

    4.15.   İstihdam konularına bilgi desteği sağlama araçları

    4.15.1. Yabancı ülke yayınlarının izlenmesi

    4.15.2. Üniversitelerin istihdam konularına yönlendirilmesi

    4.15.3.İstihdam bilgileri dokümantasyon sisteminin oluşturulması

    4.16.   Enformasyon desteği sağlama araçları

    4.16.1. Türkiye hizmet envanteri sistemi kurulması

    4.16.2. Patent arşivleri sistemi kurulması

    4.16.3. Üniversite mezunları için iş arama rehberi oluşturulması

    4.16.4.Destek literatürünün getirilmesi

    4.17.   Hızlı nüfus artışı ile ilgili araçlar

    4.17.1.Hızlı nüfus artışı nedenlerinin analizi ile bu nedenlere yönelik bir çözüm paketinin geliştirilmesi

    4.18.   Rekabeti önleyen unsurların giderilmesi için araçlar

    4.18.1. İthalatta korumacılık yönetimi

    4.18.2.Belli iş kollarında iş yapmayı yasaklayan hususların giderilmesi

    4.19.   Enflasyon ile mücadele araçları

    4.19.1. Genel araçlar (bkz. BNGV Politika Dokümanları dizisi: Enflasyonla Mücadele)

    4.19.2. Spiral etki (Çığ Etkisi) araştırması (bkz. https://tinaztitiz.com/3847/3847/ )

    4.20.   Bilim ve Teknolojiyi geliştirme araçları

    4.20.1.Bilim ve Teknoloji Politikası dokümanının onaylanması

    4.21.   Üretimin teşviki araçları

    4.21.1. Kapasite kullanımının artırılması

    4.21.1.3.kapasite kullanımını sınırlayan nedenlerin analizi

    4.21.1.4.Pazarlamanın geliştirilmesi

    4.21.1.5.vardiyalı çalışmanın özendirilmesi

    4.21.2. verimlilik ve üretkenliğin artırılması

    4.21.2.3.İş tanımları ve iş gereklerinin hazırlanması

    4.21.2.4.Planlı bakım-onarım faaliyetlerinin özendirilmesi

    4.21.2.5.İş standartları bilgi bankasının kurulması

    4.21.2.6.Teşvikli ücret sistemlerinin özendirilmesi

    4.21.2.7.verimlilik, eğitim ve danışmanlık şirketlerinin özendirilmesi

    4.21.2.8.Hizmet içi eğitim sistemlerinin kurulması ve işleyişinin özendirilmesi

    4.22.   Bölgesel potansiyellerin harekete geçirilmesi araçları

    4.22.1.Yerel potansiyel değerlendirme sisteminin kurulması

    4.23.   Küçük girişimlerin özendirilmesi araçları

    4.23.1. Yurtdışı müteahhitlik firmalarının yurt içinden alım yapmalarının özendirilmesi

    4.23.2. Sanayi sitelerinde  Yönetimi sağlanmış İşyerleri (managed workshops) kurulması

    4.23.3. Küçük girişim vergi yükünün azaltılması (bkz. 4.1.2)

    4.23.4. Küçük girişimin tabi olduğu mevzuatın basitleştirilmesi (4.5.2)

    4.23.5. İş kurma araçları (4.8)

    4.23.6. İşsiz kalmak durumunda olanlara kendi işlerini kurabilecekleri ortamın yaratılması (4.13.1)

    4.23.7. Patent arşivleri kurulması (4.16.2)

    4.23.8.İş yapmayı sınırlayan hususların giderilmesi (4.18.2)

    4.24.   Ekonomik büyüme araçları

    4.24.1.Genel ekonomik büyüme araçları

    4.25.   Yatırımların hızlandırılması araçları

    4.25.1. Yatırımların ek finansman yolu ile hızlandırılması

    4.25.2.Proje zamanlama ve izleme sistemi kurulması

    4.26.   İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi araçları

    4.26.1. Kişilerin iş değiştirmelerinin kolaylaştırılması

    4.26.2.Çalışmakta olanlara kendi işini kurma yardımı yapılması

    5.      Sonuç

    Bir iş in yaratılması için gereken koşullar buraya kadar özetlenmiştir. Görüleceği üzere bu süreç basit değildir. Bu süreci karmaşık ve meşakkatli bularak reddedenler bulunabilir.  Bunların bir bölümü başka yollarla gelir sağlayabilirler de!

    Ancak bir toplum için, bugünün acımasız rekabet dünya’sında varlığını sürdürebilmenin bundan başka yolu mevcut değildir.

    Azgın deniz dalgalarıyla başa çıkmanın en kolay yolu onlara direnmek değil, onunla birlikte hareket etmeye çalışmaktır. Bugün, ister kişiler ister toplumlar düzeyinde olsun bu gerçeğin farkında olanlar ayakta kalacaklar, farkına varamayanlar ise varlıklarını sürdüremiyeceklerdir. Tarih bunu doğrulamaktadır. (Rev. 2.1, Nisan 2003)

  • PİŞMİŞ GİRİŞİMCİNİN BAŞINA GELENLER !

    Üç kareli bir karikatür vardı. Birincisinde, çok yaşlı bir hanımla gençten bir adam bir odada uygunsuz durumdalar. İkinci karede oda kapısı açılmış ve yaşlı bir general olan, hanımın kocası bu uygunsuz durumun üzerine gelmiş. Generalin göğsü madalya dolu. İki aşık şaşkınlıkla, koca ise hem hırs hem de şaşkınlıkla kısa bir süre bakışıyorlar. Nihayet son karede koca, korkudan titreyen genç adamı tutup, göğsündeki madalyalardan birisini ona takıyor.

    Türkiye’deki girişimcilerin hepsine böyle birer madalya takmak lazım. El birliği ile tüm sistem onların girişimciliğini öldürmeye uğraşsa da onlar yılmadan çabalıyorlar.

    Girişimcilik nasıl özendirilip desteklenebilir? Bu, bu köşenin hacmini çok aşar. Merak edenlere önerim, Müteşebbisler Kulübü (Ayazağa asfaltı, 3ncü yol, Maslak-İstanbul) tarafından hazırlanmış bir raporu (Girişimciliğin Özendirilmesi) okumalarıdır. Raporda bu konu iyice incelenmiş.

    Benim, okurlarıma ayrı bir önerim var: Ülkemizde girişimciler, bürokraside öyle işlerle karşılaşmışlardır ki, bunları bir editör bir araya toplasa, hem girişimciler ve hem de girişimciliği özendirmek isteyebilecek yetkililer (KOSGEB, İş ve İşçi Bulma Kurumu, İstihdamdan Sorumlu Devlet Bakanlığı, Üniversiteler vbg) için son derece değerli bir “vaka kolleksiyonu” (case collection) ortaya çıkar.

    Girişimciler birbirlerinin başlarına ne geldiğini, devlet de onların başlarına neler getirdiğini öğrenir ve bakarsınız birileri bunları düzeltmeye çalışır.

    Şimdi ben bu köşe aracılığıyla bir çağrı yapmak istiyorum. Kendisini “müteşebbis” olarak adlandıran kim varsa onlara bir çağrı: Başınıza gelen ve girişimcilik açısından ilginç olduğunu düşündüğünüz “vaka”ları bana yazınız. İsterseniz adınızı saklı tutalım, isterseniz adınızla birlikte yayımlayalım. Bu işin editörlüğünü yapmayı ve sonra da bastırmak için bir sponsor arayıp bulmayı ben üstleniyorum.

    Eğer bu kitap olur ve hele de satarsa, tüm gelirini Müteşebbisler Kulübüne bırakalım. Böylece o kuruluş da çalışmalarını daha iyi yürütebilir. Bana herhangi bir yolla (BAROMETRE ya da TBMM) ve GİRİŞİM VAKALARI rümuzuyla yazabilirsiniz.

    Ne dersiniz?

  • BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!

     

    Değerli okurlarım,

    İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.

    «…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….

    Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……

    Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»

    Değerli kardeşim,

    Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.

    Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.

    ·       Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    (1)     Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,

    (2)     Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),

    (3)     İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.

    İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.

    ·       “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.

    ·       Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.

    ·       Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.

    ·       Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan  tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.

    ·       Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.

    ·       Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.

    ·       İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.

    ·       Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:

    (1)     İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.

    (2)     İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.

    (3)     Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:

    a.        Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.

    b.        Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.

    Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.

    ·       Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.

    ·       Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.

    ·       Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.

    ·       İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:

    İlke 1.  Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.

    İlke 2.  Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.

    İlke 3.  Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.

    İlke 4.  Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.

    İlke 5.  Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    İlke 6.  Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    İlke 7.  Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).

    İlke 8.  Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.

    Değerli kardeşim,

    Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.

    Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.

    Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.

    Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.

    Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.

    Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!

    Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,

    İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.

    23 Mart 2003

     

  • ESKİ OYUN BİTTİ!

    Yaklaşan -ya da öyle gösterilen- ABD-Irak savaşına Türkiye’nin -bir şekilde- dahil olup olmaması uzunca süredir gündemde ve öyle kalacağa da benziyor.

    Ta başından beri konu iki uç noktadan birisini seçme sorununa indirgendi ve kamuoyu, birisi kalabalık ve etkisiz diğeri ise seyrek fakat etkili iki uç görüşü savunur hale geldi: savaşa hayır yanlıları ve (örtülü) savaş yandaşları.

    Bu görüntü, tüm sorunlar karşısında hemen çift kale maç yapmaya hazır toplumumuza ve özelde de okur-yazar kesimimize gayet uygun bir duruştur. Türbandan yana ve karşı olanlar, laikler ve olmayanlar, Türkler ve Kürtler, çalışanlar ve çalıştıranlar, Aleviler ve Sünniler vd..

    Toplum gerçekte böyle net siyah ve beyazlardan mı oluşmaktadır? Kuşkusuz ki uçların aralarındaki gri tonların toplamıuçlardaki siyah ve beyazlardan daha fazladır.

    Ama bu tür konuları modellemek -adı konulmasa da yapılanın teknik adı budur- durumunda olan okur-yazar kesimimizin çoğunluğunun benimsediği düşünce biçimi ancak iki durumlu mantık olduğu için bu kalabalık ara tonlar hangi uca yakınsa o uca dahil edilir.

    Toplumumuzun inanç profilini tanımlamaya çalışanların sık sık “%99.5’u müslüman” diye başlayan betimlemeleri de yine böyle bir “iki durumlu mantık” ürünüdür. Tam müslüman olanlarla müslümanlıkla sadece nüfus kağıdı bağı olanlar arasında kalan gri çoğunluk, istek sahibinin meşrebine göre genellikle tam müslüman sayılır. Ama bu büyük gri çoğunluk yeri gelince de bu defa tam aksi uca itilir ve geride kalanlar “inananlar” adlı özel gruba dahil edilirler. Yani duruma göre hangi uç gerekiyorsa oraya dahil etme. Buna da herhalde “dinamik lojik”(!) demek gerek.

    Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu durumu iyice tanımlayabilecek bir benzetme “iki ucu değil tamamı kirli değnek” olabilir. Rest çekip “bu benim savaşım değil” dese yarınki oluşumlardan zarar görebilecek; ben de varım dese hem komşusu ile bozuşacak hem de bir insanlık suçuna katılmış olacaktır.

    Bu açmaz durum aslında ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da içinde barındırıyor. Ne ekonomik, ne diplomatik ne askeri ve ne de bir başka açıdan direnebilme gücü -toplumsal bağışıklık sisteminin gücü denilebilir- bulunmayan Türkiye’nin, bu durumunun farkına varması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Çünkü, bundan evvelki toplumsal belâlar tek tek geliyor kâh ekonomik kriz, kâh deprem, kâh etnik terör ya da Kıbrıs sorunu ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.

    “Bireysel belâlı durumlar” denilebilecek hallerin bir bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli dışavurumları olduğu ise çok az kişi istisna edilirse dile getirilmiyor ve eğer o anki sorun çözülürse düze çıkılacağı varsayılıyordu. Tek arzusu “sorunsuz yaşamak” olan geniş halk toplulukları için de bundan daha uygun bir beklenti olamazdı.

    Bu defa durum değişiktir. Cumhuriyet tarihimizin en köklü krizi ile karşı karşıyayız. Bu duruma bir talihsizlik, bir felâket olarak bakmak mümkündür ama daha iyisi, bunu bir “iyi şans” olarak görmektir.

    Sağlığını ihmal etmiş, yapılmaması gereken ne varsa hepsini yapmış bir insanın bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılması ailesi açısından benzer bir felâket sayılabilir. Ama akılcı düşünce bunun bir şans olduğunu, bütün yanlış yaşam alışkanlıklarının muhasebesini yapmak için zorlayıcı bir neden ortaya çıktığını söylemektedir.

    Türkiye, elindeki kartlarla kimseye rest çekebilecek durumda değildir. Bunu herkes -hattâ belki kendi de- bilmektedir. Çeşitli vesilelerle duyduğumuz kükreme sesleri, orman hayatını biraz bilenlere yabancı değildir ve tamamı korkudan çıkarılan seslerdir.

    Ancak bu önemli -ve çok yararlı- gerçeği bildikten sonra neler yapılması gerektiği düşünülebilir.

    Sorun ABD değil düşük olan “toplumsal bağışıklık gücümüz”dür. Nitekim bu yetersizlik sık sık farklı kılıklarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ, her yıl bir savaştaki kadar yurttaşımızı yitirdiğimiz trafik terörü de, yılda bir Kıbrıs kadar toprak kaybetmemize yol açan erozyon da, her yıl çeşitli okullarımızdan mezun ettiğimiz çocuk ve gençlerimizin özgüvenlerini yokedip kendilerini “potansiyel hırsız” olarak kabul etmeleri sorunu da bu bağışıklık gücü yetersizliğinin farklı görüntülerinden ibarettir.

    O halde yapılması gereken, sorun çözme kabiliyeti yetersizliği olarak her fırsatta ortaya çıkan bu bağışıklık sistemi yetmezliğini gidermektir.

    Bunun nasıl yapılacağının tartışılacağı ortam bir yazının kapsamı dışındadır. Ama önemli olan, bu tanıda birleşebilmektir. Sorun çözme kabiliyetinin bileşenlerinin neler olduğu ve onların nasıl olup da hiç tartışılmadığı kuşkusuz böyle bir tanı birliğinden sonra konuşulabilir.

    Sorun çözme kabiliyetinin geliştirilmesi orta-uzun vadeli çözümleri içerebilir.

    Karşı karşıya bulunduğumuz çoğu uluslararası nitelikli belâlarla başa çıkabilmek içinse daha kısa-orta vadeli çözümlere ihtiyacımız vardır.

    Bu bağlamda ise bir kavramsal buluşçuluğa ihtiyaç var. Bugüne kadar ve de halen uluslararası ilişkilerimize esas oluşturagelmiş kavram “Doğrudan Güç Kullanımı” ya da “Doğrudan Koz” denilebilecek bir konsepttir. Bu, bir isteğimizi yaptırmak istediğimiz ya da bir isteği karşısında pazarlık edebilecek durumda bulunmak istediğimiz bir ülkeye karşı sahip olduğumuz doğrudan koz(lar) ve o ülkenin Türkiye’ye karşı sahip olduğu koz(lar) demektir.

    Osmanlı İmparatorluğu, bu konsepte dayalı pazarlık gücü yetersiz olduğu için dayanamamış, parçalanarak yok olmuştur.

    Ondan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar, Osmanlı’yı parçalayan dış dinamiklerin kendi içindeki dengesi nedeniyle varlığını sürdürebilmiştir.

    Şimdi artık o denge bozulmuş -ya da daha iyi deyimle değişmiş-, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden öğeler ortaya çıkmıştır.

    Dünya enerji kaynaklarının %35’ine doğrudan komşu, yavaş yavaş ekonomik olmaya başlayan petrol rezervlerine ise doğrudan sahip -ki Türkiye’nin rezervleri kayaçlar içinde olup klasik madencilik metotları ile işlenebilecektir- bir ülkede bulunmamız, artık doğrudan tehdit altında olmamızın başlıca nedenidir. Ve, geleneksel uluslararası ilişkiler konsepti -Doğrudan Koz konsepti- ile bu tehditlere karşı koymamız mümkün değildir. Bunun da bilinip üzerinde tanı birliğine varılması, çözüm yolunda önemli bir adım sayılmalıdır.

    Yeni kavram: Harekete Geçirilebilir Güç

    Yeni kavram “Harekete Geçirilebilir Güç” olarak adlandırılabilir. Türkiye, sadece doğrudan ilişkide bulunduğu değil, ilişkide bulunduklarının ilişkide bulundukları, onların da ilişkili oldukları, ilh. ülkelerin birbirlerine karşı tüm kozlarını bilmek, ihtiyaçlarına göre bunlardan oluşan yeni etki güzergâhları oluşturabilmek zorundadır.

    Geleneksel konseptin en büyük dayanağı, yıllardır her şeyi sadece iki boyuta (siyah ve beyazlar, evet ve hayırlar) indirgemiş mantık sistemimizdir. “Savaştan yana mıyız karşı mı” kıskacından kurtulabilmeli, “gevşek mantık” (bulanık mantık, fuzzy logic)  uyarınca hem bu durum hem de gelecek durumlar için neler yapmamız gerektiğinin hesabını yapabilmeliyiz. Kuzey Irak’a girip çıkamamak kötüdür, ama daha kötü olan bu ikili (evet-hayır) mantık kıskacıdır. İlk kurtulunması gereken, bu düşünsel cenderedir.

    Bunun da nasıl yapılacağı bir yazının kapsamı dışındadır, ama önemli olan yine tanı birliğidir.

    En kısa vadeli sorun ise olası savaş karşısındaki tutumun ne olması gerektiğidir.

    Bugün ortaya çıkmış bulunan kamuoyu duyarlığı ve onu dikkate alma konusunda olabildiğince dikkatli davranmaya çalışan idare, eli son derece zayıf bir oyuncunun yapabileceklerini yapmaya çalışmaktadır.

    Bilinmesi gereken, bugün ne yapılmak gerektiği değil, bugünleri kullanarak yarınlardaki benzer durumlarda elimizi nasıl güçlendireceğimizdir.

    Bu el ile hiçbir oyun kazanılamaz. Eski oyun bitti.

    26.02.2003

     

     

     

     

     

     

     

  • BİR “SAKLI İÇERİK”: KAR TATİLİ

    “Saklı içerik” kavramının kimi okurlarımıza yabancı gelebileceği nedeniyle kısaca hatırlatmak gerekiyor.

    “İçerik” ya da eski deyimle “müfredat”, okullardaki eğitim-öğretim faaliyetinin resmi haritasıdır. Okulda -ana okulu ya da üniversite- nelerin öğrenileceği, hangi tutum ve davranışların kazandırılacağı, bu okulların bağlı bulundukları resmi kurumlarca -Milli Eğitim Bakanlığı veya YÖK- belirlenir ve okullara tebliğ edilir.

    Bu resmi içerik, resmi kurumlarca belirlenmiş “doğrular”, “iyiler” ve “güzeller” çevresinde, eğitimcilerce tasarımlanmıştır.

    Akıl (doğru-yanlış), ahlâk (iyi-kötü) ve estetik (güzel-çirkin) boyutlarının eğitim-öğretime yansıması da denilebilecek “içeriğin” böylece, ders kitapları, öğretmen söylemleri, okul-veli işbirlikleri, velhasıl okul ile ilgili her alan için şaşmaz birer yol gösterici olduğu kabul edilir. Bu nedenle bu içeriğe “resmi içerik” denilmesi doğru olabilir.

    Zaman zaman resmi içerik eleştirilir. Ama bu eleştiri içerik kavramına değil, akıl-ahlâk-estetik değerlerin içerikteki temsil şeklinedir. Yoksa herkes bir “resmi içerik” bulunması konusunda uzlaşı içindedir.

    Buraya kadar işin kitabî yanıdır. Bu noktada sorulması gereken, bu “resmi içerik”in öğrencilerin -ana okulu ya da üniversitelerde-  gerçekten de bilgi-beceri-tutum ve davranışlara yansıyıp yansımadığıdır. Eğer yansımıyor ise de, çocuk ve gençlerin bilgi-beceri-tutum-davranışlarını şekillendiren başka bir içeriğin bulunup bulunmadığı ve varsa onu kimlerin tasarımladığıdır.

    İşte “saklı içerik” bu soruya verilen cevap dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Evet, çocuk ve gençlerimiz resmi içerikten değil, ortada görünmeyen -ama gizli olmayıp sadece saklı olan- içerikten öğrenmekte, tutum ve davranışları “saklı içerik” yoluyla şekillenmektedir.

    Örneğin, öğrenim yaşamı boyunca girdiği sınavlarda kopya çekmesi olasılığına karşı başında gözetmen bulundurulan bir öğrenciye sürekli biçimde “sen potansiyel bir hırsızsın, şimdi kopya çekmiyor olabilirsin, fakat bu çekmeyeceğin anlamına gelmez” mesajı verilmekte, bir anlamda koşullandırılmaktadır. Bu tür bir koşullandırmanın etkileri, resmi içerik uyarınca yapılan eğitimden daha derin ve daha kalıcı değil midir?

    Saklı içerik, öğrenilmesi istenilerek, öğrenilip öğrenilmediği sınav ve not yoluyla denetlenerek öğretilmez, örnekler (rol modelleri) yoluyla öğrenilir. Ama, saklı içeriğin öğrenilmesindeki derinlik ve kalıcılığın nedeni bu değildir. Esas neden, öğrenci üzerinde görünür bir zorlama olmaması, doğrudan bilinç altına hitap edilmesi ve bu işlemin uzun süreler boyunca tekrarlanarak kalıcılık kazanmasıdır.

    Saklı içerik yoluyla olumsuzlar kadar olumlular da öğrenilebilir. Örneğin, bir öğretmenin adil davranışları, bir yöneticinin hoşgörüsü, arkadaşlar arası dayanışma ya da sportif konulardaki tatlı rekabet hep saklı içerik ürünleridir. Saklı içerik işte böyle bir şeydir.

    Peki ya kar tatili yoluyla öğrenilen nedir?

    Hemen her kar yağışında okullar tatil edilir. Nedeni açıktır ve her şeye itiraz eden insanlarımız tarafından dahi kabullenildiğine göre çoğunluk tarafından da onaylanmaktadır.

    Hattâ bu kar tatili işi o denli tutmuştur ki, okulların dışına çıkmış resmi dairelere de yaygınlaşmıştır. Zaman zaman hava çok karlayıp soğuduğunda kamu kuruluşlarının tatil edildiği görülmektedir.

    Zaten her fırsatta tatil yapan, onunla da yetinmeyip ardından gelen -kaç gün sonra gelirse gelsin- hafta sonlarını da ekleyerek yıllık izin kadar uzatabilen insanımızdan da bu beklenirdi.

    Kar tatili yoluyla verilen saklı içerik şudur: «Sevgili çocuklar ve gençler -ve onların velileri-; Yaşam, sıkıntısız olmalıdır. Bu sıkıntılar herhangi kaynaklı olabilir. Kar da bunlardan birisidir. Okula ulaşımınızı güçleştirir, okulda ısınmanızı güçleştirir, yollarda üşüyüp hasta olursunuz. Zaten sizler kendi kendinizi idareden aciz, daima başkalarının kollamasına muhtaç kişilersiniz.

    Sizleri götürüp getiren servis araçları da bu tür havalarda hareket edemezler. Şoförleri beceriksiz, tedbirsiz ve tembeldir. Onların görevi sorunsuz ortamlarda para kazanmaktan ibarettir.

    Özet olarak böyle güçlükler sizi de bizi de aşar. Siz ancak sorunsuz ortamlarda yaşayabilirsiniz. O tür ortamları sağlamak da bizim değil “bizleri yönetenlerin” görevidir. İnsan zaten dünyaya niye gelir ki? İki günlük ömrümüzde bir de kar kış sorunlarıyla mı uğraşacağız?

    Yabancı soğuk ülkelerdeki insanlar alışmışlardır, biz onlarla bir olamayız, bizler ana kuzularıyız. Onlar -20 derecede de okula ya da işe gidip gelirler, en fakirleri dahi ortam koşullarına göre giyinmeyi bilir. Bizler ise bilmeyiz, ama biz de padişahlarımızın doğum tarihlerini, ölüm nedenlerini -pardon onu bilmeyiz-, ülkelerin darı ve yulaf üretimlerini filan biliriz, onlar da bunu bilmezler.

    Şimdi gidin ortam sorunsuz hale gelene kadar evlerinizde oturun, sorun kalmayınca tekrar ortaya çıkarsınız

    Bu kar tatili fikrini icadeden kimdir bilinmez. Fakat eğer melânet mühendisliği diye bir disiplin varsa o dalda uzman olduğundan kuşku yoktur.

    Bir toplumun sorun çözme kabiliyetinin gelişmesine imkân sağlayabilecek bu kadar basit -ama etkili- bir durumun kullanılabilmesini dahi bu insanların ellerinden almış, üstelik bunu kimseyi ürkütmeden yapabilmiştir.

    Her fırsatta eğitimin önemini başımıza kakanlar, her kar yağdıkça okulları tatil edenler şunu akıl edememektedir: «Öğrenme ancak gerçek yaşam senaryoları yoluyla olur. Bunun dışındaki “şeylerin adlarını belleyip ezberlemek” ile öğrenmenin bir ilgisi yoktur, o sadece dostlar alış-verişte görsün diye yapılan öylesine bir iştir. Zaten eğitim denilen şeyi görenlerin bir işine yaramayışı da bunu gösteriyor.

    Gerçek yaşam senaryoları ise mutlaka sorunları içerirler. Çünkü yaşamın temeli sorun çözmek ve-bireysel, ailesel, kurumsal, toplumsal ve de türsel- varlığını sürdürebilmektir.

    Çocuk ve gençleri sorunlu durumlardan uzak tutmak onların ve onlardan oluşan toplumun varlıklarını sürdürme şanslarını ellerinden almak demektir.

    O halde biz erişkinlere düşen görev, sorunlu durumların yönetimidir. Yani, o durumla gerçekten başa çıkamayacak olanları -bebekler, çok yaşlılar, hastalar ve ölüler- korumak, diğerlerini ise kontrollu olarak zorluklarla temas ettirmek ve böylece en güç koşullarla dahi başa çıkabilme yetisi kazanmalarına yardımcı olmaktır. Eğitimin gerçek anlamı da budur

    Bu saklı içerik, kar tatili gibi masum görünüşünü terketmiş bir tümör gibi toplumu sarmıştır.

    Artık iş işten geçmiş, saklı içerik çoğunluğun bilinç altına şu şekilde yerleşmiştir: “Yaşam sorunsuz olmalıdır; sorunlar olmaması gereken şeylerdir; ama olursa birilerinin -bizleri yönetenler- sorunları çözmeleri gerekir. Bizler, sorunsuz ortamlarda kebap yapıp yemekle meşgulüz!”

    Eğer birileri gerçekten bir şey yapmak istiyorsa, tüm illerin valilerine şu 4 kelimelik emri versin: “okullar hiçbir nedenle kapatılmayacaktır”. 20 Şubat 2003