• Kendini değiştirme iradesi yetersizliği ve bir yaklaşım

    Sorun nedir?

    Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.

    Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.

    Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.

    İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.

    Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.

    Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.

    İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı..

    Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.

    Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.

    İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.

    Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?

    KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.

    Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:

    • pasif içme ortamlarında bulunma,
    • sigara ikramlaşması,
    • otlanma tabir edilen kültürel kod,
    • spor yapmama,
    • kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,
    • sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi“, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum“, “bırakırsam stres daha kötü“, “filanca içmedi ama kanser oldu“, “hiç zararını görmüyorum” vbg),
    • sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,
    • sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,
    • yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,
    • “dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,
    • ve diğer birçoğu

    Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.

    Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.

    Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.

    KeDİ tümörü??

    Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir [1]. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.

    Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.

    Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim“. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.

    KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.

    Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..

    Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:

    Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,

    Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,

    Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.

    Sonuç

    Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.

    Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?

    [1] The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing

    21 Aralık 2003

  • Turizmde arazi tahsisleri için yeni bir model: “paket proje”

    2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası (TTY) uyarınca turistik tesis kurmak isteyenlere, kamu arazileri uzun süreli tahsis edilebilmektedir. Nitekim bu enstrüman, bugün sahip olduğumuz birçok tesisin ortaya çıkmasına ve bugün hala turizm yatırımı yapmak isteyenleri özendirmeye yardımcı olmuş ve olmaktadır.

    Arasında, sahillerin bozulması, haksız rekabet araçlarının kullanımına yol açması gibi olumsuzluklara sebep olanlar bulunsa da, arazi tahsisi yaklaşımı genelde faydalı bir araç olarak değerlendirilmelidir.

    Bugün geldiğimiz noktada yapılması gereken, sistemin iyi işlemeyen yanlarının gözden geçirilip daha yararlı hale getirilmesidir. Uygulanan modelin ana felsefesi değişmemek kaydıyla sakıncalı yanlarının düzeltilmesi için Şubat-1989’da Turizm Bakanlığında bu yolda bir çalışma da başlatılmıştı.

    Gözden geçirilmesi gereken başlıca beş sorun, arazilerin küçük parçalar halinde bölünmesi ve her parçanın ayrı bir yatırımcıya tahsis edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunlar:

    • Turizm Bakanlığı (TB) başta olmak üzere bürokratik merciler çok sayıda yatırımcı ile karşı karşıya gelmekte, bunların kimi yersiz veya haksız taleplerine karşı koymaya çalışmaktadırlar.
      Mevcut sisteme göre yatırımcıların sayılarının çok ve mali güçlerinin sınırlı olabilmesi, onları kimi zaman yasal vecibelerini yerine getirmek yerine yan yollar bulmaya itmektedir.
    • Bir “bütün” arazi parçası üzerinde çok sayıda yatırımcı, birbiriyle uyumsuz yapılaşma yaratmaktadırlar.
      Her yatırımcı, kendisine tahsis edilen araziden azami geliri sağlayabilmek için yoğunluk sınırlarını zorlamaktadır. Bugün turizm alan ve merkezlerinde bile rastlanan betonlaşmanın bir nedeni budur.
      Ayrıca, bu tür tesislere ortak hizmet verecek tesisler hiç birinin sorumluluk alanına girmemekte (sahillerdeki kafeterya, duş, WC gibi tesisler), bunları devlet yapmak zorunda kalmaktadır.
    • Yapılan yatırımların halka açılması genellikle mümkün olamamaktadır. Çünkü ortalama tesis büyüklükleri, halka açılmayı mümkün kılmamaktadır.
    • Kredilerin geri ödenme döneminde zorluğa düşen yatırımcılarla devlet arasında sorunlar doğmakta, yatırımcılar çeşitli yollarla erteleme yollarını zorlamaktadırlar.
      Ayrıca, yapısı nedeniyle “kırılgan” bir sektör olan turizmde iç ve/ya dış konjonktürdeki dalgalanmalar nedeniyle gelirleri azalabilen turizmciler, eğer mali bünyeleri yeterince güçlü değilse gerçekten de ödeme güçlüğü içine düşmektedirler.
    • Yatırımcılar, küçük tesislerinin pazarlanmasında gerekli beceriyi her zaman gösterememekte, bunun sonucunda da mali güçlükler ya da tesisin elden çıkarılması tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar.

    Özet olarak mali gücü ve Dünya ile ilişkileri sınırlı ve de küçük bir alandan azami geliri sağlamaya güdülenmiş çok sayıda yatırımcıya arazi tahsisi birçok soruna yol açmaktadır.

    Bunun yerine önerilen modelin ana hatları ise şu şekildedir:

    • Bir turizm alanının içinde bulunması gereken bütün tesisleri, belirli yoğunluk sınırları aşılmaksızın bulundurabilecek arazi parçaları seçilir.
      Sık rastlandığı şekliyle, bir kişinin yerini kendi seçip belirttiği ufak bir alanın tahsisine bu modelde yer yoktur. Böyle bir istek halinde, aynen imar planlarındaki yönteme benzer şekilde, önce o yörenin bütünüyle turizm planı yapılır.
    • Bu şekilde belirlenen alanlar bir yatırımcıya değil, bir konsorsiyuma tahsis edilir. Konsorsiyum içinde bulunması gereken asgari kuruluşlar şunlar olacaktır:
      1.  Kapital sahip(ler)i,
      2.  Banka(lar),
      3.  Turizm işletme şirketi,
      4.  Pazarlama şirketi,
      5.  Yatırımın belirli bir yüzdesini (örneğin %30-40 gibi), hisse senedi satın alarak finanse eden halk

    Bu kuruluşlardan uygun birisi konsorsiyum liderliğini yapar ve devlete tek muhatap olur. Konsorsiyumu oluşturan kuruluşların, konularında deneyimli ve güvenilirliğini kanıtlamış olmaları zorunluğu vardır.

    Konsorsiyum ortakları içindeki banka(lar), gerek hisse senetlerinin pazarlanması, gerekse finansman temini işlevlerini yerine getirirler. Ayrıca fonlarını sağlam bir yatırımla değerlendirmiş olurlar.

    • Tahsis edilen arazi için öngörülen amaç ve bu amaca yönelik proje, konsorsiyum tarafından yapılır ve halka açıkça ilan edilerek eleştirilmesi sağlanır.
      Bu eleştiriler ve Turizm Bakanlığının önerileri doğrultusunda revize edilip onaylanır.
      Projeler, bakanlığın turizm master planlarına ve/ya genel olarak öngördüğü ilkelere uygun olmak zorundadır.
    • Konsorsiyum, projesinde öngörülen tesislerin bir kısmını başka yatırımcılar eliyle yapabilir. Aynen bugün Turizm Bakanlığının küçük arazi parçalarını yatırımcılara tahsis etmesi gibi, konsorsiyum da bütün arazi içindeki bölümleri yatırımcılara tahsis edebilir. Yani kendisine tahsis edilmiş arazinin parçaları üzerinde üçüncü şahıslara irtifak hakkı tesis edebilir.
      Ancak, bunun bugünkü durumdan farkı, yatırımcıların istedikleri tesisleri yapmak yerine belirli ve tutarlı bir projeye uymak zorunluluklarıdır.
      Konsorsiyum, arazi tahsisleri karşılığında uygun göreceği teminatı isteyebilir. Yatırımcılarla doğabilecek tüm sorunları kendisi çözer.
    • Halka açılan hisseler, yatırımın belirli parçalarını temsil eden hisse senetlerinin satışı yoluyla yapılabileceği gibi, “yatak satışı” şeklinde de yapılabilir. Böylece, 1 yatak satın alarak onun yatırımını sağlayan bir kişi, senenin belirli bir döneminde yatağı kendisi kullanma hakkını da elde etmiş olabilir. Geri kalan zamanda ise yatağın sağladığı geliri alarak yatırımının nemasını geriye almış olacaktır.
      İç turizmin hareketlendirilmesi, sermayenin tabana yayılması ve finansman darboğazlarının aşılması ve küçük tasarruf sahiplerinin gelirlerinin artırılması gibi yanları, bu yöntemin bir kaç avantajıdır.

    Özet olarak bu model, yalnızca küçük güzel koyların değil, çok daha büyük alanların entegre biçimde değerlendirilmesi imkanını yaratmaktadır.

    Gerek Turizm Bakanlığı gerekse diğer devlet kurum ve kuruluşları açısından da, yüzlerce küçük -kimisi çıkarını artırabilmek için her yolu denemeye kararlı- yatırımcı yerine, daha ciddi ve denetimi kolay kurumlarla ilişki mümkün olabilecektir. Bu, rüşvet ve yolsuzluktan bunalmış sistemimiz açısından bu önemli bir avantaj olduğu gibi “küçük ve güçlü devlet”e yaklaşmak bakımından da iyi bir adım olacaktır.

    Yatırımcılar yalnız direkt turizm yatırımları değil, turizme dolaylı girdi olan el sanatları üretimi ve pazarlaması, çiftlik işletimi gibi konuları da projeleri içine dahil edebileceklerdir.

    Bu yaklaşım, kırılganlığı (fragility) yüksek bir sektör olan turizmin çeşitli krizler karşısındaki davranışını da olumlu olarak etkileyebilecektir.

    12 Kasım 2001

  • Yeni Neanderthal ve yeni Cromagnon..

    Sevgili çocuklar ve gençler,

    Çok değil 40 yıl kadar önce, yaşıtlarınızın karşı karşıya bulunup da içindeki doğru ve eğrileri ayırmak zorunda olduğu bilgi miktarı bugüne göre 16 kat kadar daha azdı.

    (Dünyada üretilen bilgi miktarının her 10 -ya da bazı dallarda daha az- yılda 2 katına çıktığı kabûl ediliyor. Diğer yandan da bunları işleyen işlemcilerin kapasitesi her 18 ayda 2 katına çıkarken göreceli fiyatları %35 azalıyor –Moore’s Law).

    Bu bilgiler:

    –        Doğrusu ve yanlışı,

    –        Kasıtlısı ve iyi niyetlisi,

    –        Sağlam kaynaklısı ve akla öylece gelivereni,

    –        Günceli ve eskimişi,

    –        Gerçeği ve temennisi,

    –        Ancak belli koşullarda doğru olabileni,

    –        Tahmin edileni,

    –        Sezgiye ya da akla dayalı olanı,

    –        Deneyime ya da deneyimsizlikten doğan cesarete dayalı olanı

    bir karışım halinde ve hepsi de ikna olmanız için önünüze sürülüyor.

    İş bununla da bitmiyor: bunları ortaya sürerek sizi ikna etmek isteyenler akademik, ticari, mesleki, bürokratik, siyasi, sivil, resmi ve benzeri ünvanlarını, sesinin tonunu, sertliğini, duruşunu, mimiklerini, cinselliğini, yabancılarla olan dostluklarını, hakarete, küfüre varabilecek uslûplarını ve gerekirse yaşını ve eski ünvanlarını da kullanarak bilgi, teşhis, tahmin ve tavsiyelerine inanmamızı istiyorlar.

    Bu kadar ağır destekli bilgi karışımı içinde doğruları söyleyenlerin ya da en azından kimi doğruların bulunduğundan kuşku yoktur. Ama acaba, o doğruları diğerlerinden nasıl ayırmalıdır? İşte, genelde bu nesil erişkinlerin, özelde ise çocuk ve gençlerin karşı karşıya bulunduğu sorun budur.

    Eğer bu soruna yalın ve akılcı bir çözüm bulunamaz ise, bu “pasif görünümlü aktif baskı” ortamı, insanların ruhsal sağlıklarını bozmak bir yana, pazar yerlerindeki satıcılar misali daha çok bağıran, kendi dışındakilere çeşitli yollarla daha çok küfreden ve fakat gerçekleri aramaktan da o denli uzaklaşan bir mutant insan tipi ortaya çıkaracaktır .

    Bu sorunun sadece gençler için var olduğu, erişkinlerin ise doğruları kolayca ayırdedebilecek yöntemler geliştirmiş oldukları sanılmamalıdır. Benzer sorun erişkinler için de vardır. Hattå biraz daha fazla vardır. Çünkü onlar sizlerden daha uzun süre bu tür karışımlar ile haşır-neşir olmuşlar ve ezbere bellediklerikalıpları daha da çoğalmıştır.

    Gençlerin birinci derecede risk altında sayılmasının nedeni, bu ikna girişimlerinin birincil hedefinin çocuklar v e gençler oluşudur.

    J.F. Kennedy muhtemelen benzer sorunla karşılaşmış ve şöyle demiştir: “iyi ya da kötü olsun her başkana her gün yüzlerce bilgi gelir; iyi başkan, bunlar içinden kulak verilmesi gerekenleri ayırdetmesini becerebilendir“.

    Bilgi karışımları içinden kulak verilmesi gerekenleri bulmak için belki genel geçer kurallar, hattâ karmaşık algoritmalar geliştirilebilir. Ama bu defa da bunların geçerliği tartışma konusu olabilecektir.

    En iyisi, sizlerin kendi “süzme kuralları”nızı geliştirmenizdir. Tabii ki o kuralların da doğruluğundan kuşkulanmanız kaydıyla.

    Sizlere önerilen paranoyak bir ruhsal durum değildir.”Kuşkuya dayalı inanç” ilk anda tuhaf görülebilir. Hıristiyan inancının bilimle uzlaşısı ile islamın “tahkiki iman” (sorgulamaya dayalı iman) konsepti temelde aynı yönü işaret etmektedir: gerçeği arayan kuşku.

    Görüşler hangi ünvan, hangi özgüven, hangi ses tonu, hangi tartışılmazlık içinde dile getirilirse getirilsin, ilk sorulması gereken şudur:

    «Bu görüşler içindeki ifadelerden:

    –        hangileri kaynağa dayalı verilerdir, kaynaklar nelerdir?

    –        hangileri gözlemlerdir ve bu gözlemler ne genişlik ve sıklıktadır?

    –        hangileri varsayımlardır?

    –        ve hangileri çıkarımlardır?

    Lütfen bunları hiçbir şekilde birbirine karıştırmadan, birini diğerinin adı altında saklamadan ifade ediniz»

    Böylece ifade edilen görüşlerden kendi doğrularınızı üretmek için kullanmanız gereken süzgeçlere ise siz kendiniz karar vermelisiniz.

    Bilgi çağında bilgi toplumunu bekleyen en büyük tehlike, eğrilerin doğrular, tahminlerin veriler, gerçeklerin yalanlar, kasıtların iyi niyetler, cehaletin bilgelik arkasına saklanarak bir karışım şeklinde takdim edilmesidir.

    Bunu ayırabilen kişilerden oluşabilen toplumlar ile bilgi bulamaçları içinde boğuşanlar, Üçüncü bin yıla iki yeni insan tipi olarak birlikte -şimdilik- girmiş bulunuyorlar.

    Süzgeç geliştirememiş olanlar bilgi bulamacı bataklığında boğulmakta bulunan Neanderthal’lerdir. O bulamaçtan sürekli olarak işe yarar bilgileri ayırabilme know-how’ını geliştirerek diğerlerini bataklıklara sürmekte olanlar ise Cromagnon’lardır. Aynen 200,000 yıl kadar önce olduğu rivayet edildiği gibi.

    22 Haziran 2005

     

  • Değişen dünyada değişen Türkiye için..

    Yeni dönem – yeni söylem..

    Sokaktaki insanımızın tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü, “içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı”na kafa yoruyor. “Kurtulmak” ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların kastedildiği tahmin edilebilir.

    Kurtulmak istenilen durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu “domuzbağı sarmalı” aynen böyledir.

    A. Einstein bu dilemma’yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlarla çözülemez! N.Machiavelli de benzer tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin güçlüğüne değinmiştir.

    İçinde bulunulan global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal ölçekli “kurtulma” araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler, platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı niteliklere sahiptirler.

    Buna karşılık -medyaya ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.

    Çoğunun halis niyetlerinden kuşku bulunmayan bu “kurtarma girişimleri”, mevcut değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez, yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!

    İşte sorun budur ve esas kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.

    Milyonlarca kişi ve kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun yöneltilmesidir: Girişiminizin, üzerinde yapılandığı söyleminizin birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi “değer yargıları” ve “doğrular”ı koruyup hangilerini değiştirmeyi öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar mısınız?

    Gerek politik gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların aslında birer “görüntü”den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise “değer yargıları” ve “varsayılan doğrular”ın yanlışlık ve/ya zamanının geçmiş olduğudur.

    Girişimciler rakiplerini akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü “doğrudan çözme araçları”na sahip olduklarını idrak edebileceklerdir.

    Mesele sorunları görüp görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları görmektedir.

    Mesele, “doğrudan çözme” denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. “Onlar bilemedi yapamadı, ama ben bilirim yaparım“, en yanıltıcı “doğrudan sorun çözme aracı”dır ve maalesef halen tedavülde bulunan girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit testi budur: Yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip edilmediği.

    Bu akıl yürütmeden herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.

    “Kurtulmak”la ne(ler) kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir. Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.

    Çıkarılmaması gereken ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için “giriş” bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de gereklidir.

    Yeni söylemin bir yeni değer yargısı: Demokrasi yalnız hak ve özgürlükler değil, sorumluluklar rejimidir de..

    Eski söylemlerin hemen tümü, “bizi yönetenler” şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.

    Peki, “demos-kratus=halkın kendini yönetmesi” ne olacak ve halkın buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?

    Hayır, halk bir şey üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar üçgeninin sadece “gelir” tarafıyla ilgilenecek, “bizi yönetenler” ise “gider” yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.

    Yeni söylemin bir ayağı, bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer yargısı, “halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı- ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından üstlenileceği”dir.

    Bugün “bizi yönetenler” denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda “kolaylaştırıcılık” işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim, halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir. Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır. Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma görevine sahiptir.

    Yeni söylemin bir başka değer yargısı: “Bütün”lerin parçalanıp, böylece oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların bütünleştirilmesi..

    Geleneksel söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü açan iki parçalı bir “bütün”dür.

    Keşif ve icatlar önce “niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı, olabilir gibi geliyor vs .” şeklinde bir sezgi ile başlayıp, daha sonra akıl yoluyla bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi olarak kalırken, süzgeçten geçenler “buluş” olarak yerini bulur. Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya çalışılır ve böylece sürer gider.

    Şimdi bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar. Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl, sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir, yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.

    Sonuç şudur: Değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya zorluyor.

    Bu fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde aramamız gereken özellik budur.

    Mayıs 2002

  •  Bilim dostlarına çağrı..

    Bilim’in toplum yaşamımıza egemen kılınması” konusunda fikirleri alınması gerektiğini düşündüğüm değerli dostlarım,

    Bilim’in amacı:

    *      Bilmek (1),

    *      Çeşitli özel olguları birbirine bağlayan genel kanunlar bilgisi (2),

    *      Bilmemek ya da anlamamamak durumuna göre ayırdedici bilgiye sahip olmak (3),

    *      Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi (4),

    şeklinde yapılabilen tanımlar “bilinmeyenleri bilmeye çalışma çabası” olarak özetlenebilir.

    Kim(ler)in ne işine yarar?

    Her yaş, cinsiyet, eğitim, bilgi, bilinç düzeyindeki insanın, hangi işle uğraşırsa uğraşsın, hangi ahlâki düzeyde olursa olsun, gerek kendisi gerekse çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla ilgili olarak her türlü amacına erişmek ve her türlü sorunu çözmek için kullanabileceği tek araçtır.

    Bu denli geniş bir alanda, hem de etkili olarak işe yarayabilen bir başka alet var mıdır bilinmez ama, bilim gerçekten de böyledir. Örneğin:

    *      Çok az eğitim görmüş bir ev kadını, eşinin çok kısıtlı geliri ile ailesinin beslenme, giyinme vb ihtiyaçlarını olabilecek en iyi şekilde giderebilmek için,

    *      Hiç eğitimsiz ve yaşamını yük taşıyarak sürdüren bir genç, bu işi sakatlanmadan ve daha az yorularak yapabilmek için,

    *      Bir öğretmen, öğrencilerinin doğal öğrenebilme yeteneklerini harekete geçirerek ezber yaptırmadan zevkle öğrenebilmelerini harekete geçirebilmek için,

    *      Bir iş insanı, güç koşullar altında batmadan işini sürdürebilmek için,

    *      Bir bilim insanı, kısıtlı mali kaynaklar altında kendi gelişimini sürdürebilmek ve içinde bulunduğu ortamların bilimden beklentilerini olabilecek en yüksek düzeyde karşılayabilmek için,

    *      Bir politikacı, toplumun popülist olabilen beklentileri ile yapılması gerekenler arasındaki dengeleri arayıp kurabilmesi için,

    *      Bir sivil toplum kuruluşu, toplumun fazlaca ihtiyaç duymadığı, ama gerçekte en çok gereksindiği bir hizmeti sunmanın yollarını bulabilmek için,

    sorular sormayı-ki çoğu zaman cevaplarını bildiğimizi zannettiğimiz soruları sormayız- ve de bulabildiği cevaplardan daha iyilerinin de olabileceğini içtenlikli olarak kabûl edebildiği zaman bilimden elle tutulur yararlar sağlamaya başlamış demektir.

    Bilim, her an doğru yönü gösteren bir pusula gibidir. Ne yapacağımızı söylemez ama, ne yapacağımızı içeren cevaplar bulabilmemizi sağlayan sorular sormamızı sağlar.

    Bu kadar yararlı bir alet toplumumuzda niçin yaygın kullanılmıyor?

    Çeşitli nedenleri olabilir. Ama önemlilerinden birisi -belki de başlıcası- bilim kültürümüz denilebilecek noktadadır. Anne ve babadan çocuğa, öğretmenden öğrenciye, patrondan çalışana, amirden memura nesilden nesile aktarılan sorun çözme kültürümüz, sorular sormaya, onların cevaplarını aramaya, onlardan kuşkulanıp daha iyilerini aramaya dayalı değildir.

    Bunun yerine -genellikle-, kalben güvendiğimiz -(İng) by heart, (Fr) par coeur, (Fars) ez-ber– kişilerin söyledikleri ve yazdıklarını kişisel mal haline getirip benimseyerek o konudaki tek doğru olarak kabûl ederiz. Bu kalıplarımıza yöneltilen eleştirilerin kişiliğimize yapılan saldırılar olduğu ve aynı şekilde defedilmesi gerektiği bir karakter özelliğimiz haline gelmiştir.

    Bilimin niçin gelişmediğini ise, başkaca sorular soramadığımız için daima bu alana ayrılan kaynakların yetersizliğine atfederiz. Halbuki ayırdığımız kısıtlı da olsa kaynakların neye yaradığını “sorabilsek” sorunun kaynakta olmadığını, yetersiz kaynak ayırmanın sadece sonuçlardan birisi -ve belki de en az önemlisi- olduğu ortaya çıkacaktır.

    Bilimin başlıca aracı soru sormak, daha doğru sorular sorabilmek için çaba harcamaktır. Ama bu bizim için geçerli değildir.

    Bilim kültürümüz soru sormayı -ki birilerinin doğrularından kuşkulanmak demektir- menetmemişse dahi en azından caydırmıştır. Soru sormak, alınabilecek cevaplardan tatmin olmamak vakit kaybıdır, bozgunculuktur, bu da değilse kişisel saldırıdır. Bu yüzden soru sormak hoş karşılanmaz. Nitekim, en basitinden en ciddisine kadar sorun çözme toplantılarımızda “sormamız gereken en doğru sorular neler olabilir” şeklinde bir sağlam başlangıçtan başlanılmaz.

    Bunun yerine, belirlenmiş -ve muhtemelen cevabı da verilmiş- sorulardan başlanır ve bu cevapların onaylanması -kibarca bir üslûpla- beklenir. Katılımcıların kendilerini katkı yapıyor olarak hissetmeleri için de, precast cevaplarda kozmetik değişiklikler yapılmasına izin verilir, hattâ bu istenilir.

    İşte böylece soru sorabilme alışkanlıklarımız ve soru sorabilme becerilerimiz -buna bağlı olarak da cevap üretebilme becerilerimiz- körelmiştir. Bambaşka nedenler aranmakta ve bunlar bulunmaktadır. Yeni binalar yapımı, ünvanlar dağıtımı, yeni kurumlar kurulması vs vs..

    O halde ihtiyaç nedir ve giderilmesi için ne gibi yollar kullanılmalıdır?

    İnsanlarımızın ve kurumlarımızın içinde yaşadıkları sorunları çözmede en etkili araç olan bilim bu yalın anlamıyla kullanılamadığı sürece sorunlar giderek artmakta, sorunlar birbirleriyle birleşerek yeni sorun bileşikleri oluşturmaktadır.

    İhtiyaç, bilimin bu yalın haliyle anlaşılmasını ve bireysel ve kurumsal sorun alanlarımızda kullanılmaya başlanmasını harekete geçirebilmenin yollarını bulabilmek ve bunları uygulayabilmektir.

    Bunun karşısındaki en önemli 2 engelden birisi mevcut soru sor(a)mama kültürümüz, diğeri ise bilimi ünvan, bina, para olarak anlayıp buna göre örgülenen ve artık yeni sorular sorulmasını kendine saldırı olarak algılayıp tepki üreten yapının göstereceği dirençtir.

    İhtiyaç, doğru soruların sorulmasının ne denli yaşamsal rol oynayabileceğinin idrak edilmesinin tetiklenmesidir.

    Bu soruların yanıtlarının verilmesi ikinci derecede öneme sahiptir ve toplumun bireysel ve kurumsal ortak aklı -ki bu uzmanlığın en üst derecede kullanımı da içerir- bu yanıtları verebilir. Birinci derecede önemli ihtiyaç, her birey ve kurumun kendi içinde, durumu ile ilgili en iyi soruları üretebilmesidir.

    Bu süreci ne(ler) tetikleyebilir?

    Bu farkındalık sürecini başlatabilecek, mevcut olanı ise hızlandırabilecek çeşitli araçlar bilinmektedir. Ancak, bu araçların hemen hepsinin ihtiyaç ve kültür uyumlarının sağlanması gerekmektedir.

    Örneğin okullardaki fen programları etkili birer farkındalık yaratma aracıdır. Ama bu aracın kendisi -yani derslerdeki örneklerin ve adların öğrenilmesi- bir amaç olarak benimsendiğinde, farkındalık yaratmak bir yana ondan uzaklaşılabilir de. Fen derslerini belleyip sınavlarda geriye verebilen öğrenciler böylelikle mühendislik okullarına girmeye hak kazanır ve fen konusundaki ehliyetleri tartışılmaz hale gelebilir.

    Buradaki sorun, baştan ihtiyacın ne olduğunun “sorgulanmayışı” ve kişilerin içinde yer aldıkları özgün “ihtiyaç” ortamlarına önem verilmeyişi ve bir araç olan fen derslerinin amaç haline getirilmesidir.

    Hele bir süre sonra, bu şekilde eğitim görmüş eğiticilerin yetişmesiyle kendi üzerine kilitlenmiş bir kapalı sistem ortaya çıkmaktadır. Artık böylece yetişen insanlara fen konusunda bilinmesi gerekli olanları bilmediklerini anlatabilmek hemen hemen imkânsızdır.

    Bilim Merkezleri de –science centers, science museums vbg adlarla biliniyor- bu tetikleyici araçlardan “birisi”dir.

    Peki ama nasıl kullanılarak?

    Bilim Merkezleri, içinde çeşitli bilim ve teknoloji ürünlerini içeren binalar mıdır? Bunlar insanlara -veya kurumlara- gösterilerek ne sağlanabilir? Soru sormaları, cevap aramaları, bulduklarından kuşkulanmaları, burada gördükleri ile sağlanabilir mi?

    Kuşkusuz hayır! Hattâ, bu yolun bilime götüreceği sanısı nedeniyle geçecek süre içinde insanlar “şeylerin adlarını” bellerler, bunları birbirlerine söyleyerek bilimle ilgili olduklarını ima ederler, ama bilimden adım adım da uzaklaşırlar. Yaşamları, kendilerine ve birbirlerine, doğru olarak belledikleri kalıpları benimsetmeye zorlayarak sürer gider..

    Hiç ilgisi yokmuş gibi görünen faktörler de var!

    Bir kişinin, bilim yol göstericisinden yararlanabilmesi için basit gibi görünen bir ön-koşul vardır: kişinin, sorunlarını çözmek için bir başkasını değil kendini sorumlu sayması..

    Sürekli olarak yakınmayı adet edinmiş, kendi refah ve mutluluğunu sağlama sorumluluğunu başkalarına -örneğin ailesine, devlete- ihale etmiş kişilerin bilim ya da bir başka araçtan yararlanma ihtiyaçları -ve de imkânları- yoktur.

    Buna göre, toplumumuzda çok yaygın olan “salt yakınma kültürü”, bilim kültürünün yerleşmesi önündeki önemli engellerden birisi gibi görünmektedir. Buna benzer başka faktörlerin de bulunduğu kolayca tahmin edilebilir.

    O halde şu 2 soruya yanıt arayabilmeliyiz !

    1.     Bilim Merkezleri’nin, her düzeydeki kişide, bilim kültürünün en temel yaklaşımı olan:

    sorun(lar)ımı ve böylece de ne(ler)in cevap(lar)ını arayacağımı tam anlamama yardım edebilecek soru(lar) neler olabilir?”

    anlayışı, Bilim Merkezi adı verilen yerde, nasıl fiziki düzenekler ve gerçek durum senaryoları aracılığı ile harekete geçirilebilir?

    2.     Bu kültürden uzaktaki bir toplumda, Bilim Merkezleri’nin yaygınlaşması için gereken toplumsal destek de yetersiz düzeyde olacağına göre, giderek kendini besleyebilen bir ilk hareket nasıl oluşturulabilir?

    Görüldüğü gibi sorun, belirli deney düzeneklerinin ya da şaşırtıcı gösterilerin sergilenmesi meselesinden çok farklıdır.

    Bilim kültürünün yerleşip yaygınlaşmasını isteyen bilim dostlarımızın bu 2 soru hakkındaki görüşleri olağanüstü değer taşımaktadır.

    Azami 450 kelimelik birer özet yollar mısınız?

    Bu 2 soruya yanıtlarınızı içeren metinler 450 kelimeden çok daha uzun -ya da çok kısa- olabilir. Amaç, bu konudaki fikir sahipleri arasında bir ağ oluşturmak ve sinerjik düşünce ürünleri elde edebilmektir. Daha sonra bu görüşler daha yaygın olarak duyurulabilir. Herkesin, telefon no, posta adresi ve elektronik posta adresini belirtmesi, kendileriyle ilişki kurmak isteyenlerin ulaşmasını sağlayabilecektir.

    21 Aralık 2003

    (1) Science, Latince Scire (bilmek) kökünden gelmektedir. Origins, Eric partridge, 1983, Greenwich House

    (2) Bilimden Beklediğimiz, Bertrand Russell

    (3) Webster Dictionary

    (4) Türkçe Sözlük, TDK

  • Marka olmak..

    Bir “marka” nedir?

    Bir -veya daha çok- ayırıcı özelliği, hedef kitlesine, bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde hatırlatan sembolik ifade olarak tanımlanabilir.

    Bu hatırlatma yasal ya da yasadışı, ahlâki ya da ahlâk dışı olabilir. Ayrıca, ticari, siyasi, ideolojik, ekonomik, askeri, kültürel, örgütsel, kişisel, kurumsal alanlar açısından da sınıflandırma mümkündür. Bu yolla çeşitli marka kombinezonlarının mümkün olabileceği görülüyor. Bunların tümü aslında birer “marka”dır.

    Örneğin; IBM, Coca-Cola ya da 3M ticari birer marka iken, Türk Kahvesi, Arap Atı, İskoç Cimriliği ya da Mısır Piramitleri kültürel birer markadır.

    Diğer yandan, örneğin Yakuza yasadışı-örgütsel bir marka; General Patton kişisel-askeri, Gurka ise etnik-askeri bir marka sayılabilir.

    Ayırıcı özellik nerelerden gelebilir?

    Marka’nın özünde ayırıcı bir özellik yattığına göre bunun çeşitli kaynakları olabilir. Örneğin kimi ünlü ticari firmaların misyon, vizyon ya da öz-değerleri onların marka olarak bize hatırlattıklarıdır.

    Örneğin aşağıdaki misyon ifadeleri, bu firmaların adları duyulduğunda akla gelebilmektedir:

    • 3M : Çözülmemis sorunları bulusçuluk yoluyla çözmek
    • Walt-Disney : İnsanları mutlu kılmak
    • Merck : İnsan yasamını korumak ve gelistirmek
    • Sony : İlerlemenin ve teknolojiyi halkın hizmetine koymanın keyfini deneyimlemek
    • Wall-Mart : Sıradan halka, zenginlerle aynı seyleri satın alma sansını vermek
    • Mary Kay Cosmetics : Kadınlara sınırsız fırsatlar sunmak

    Ya da öz-değer ifadeleri birer markanın ayırıcı özellikleri olabilir. Örneğin:

    Merck

    • Bilim temelli bulusçuluk
    • Kâr, fakat insanlığa yararlı işlerden sağlanan kâr

    Nordstrom

    • Asla tatmin olmamak

    Sony

    • Japon kültürünün, ulusal statünün yükseltilmesi
    • Öncü olmak-diğerlerini izlememek; imkânsızı yapmak

    Walt Disney

    • Olumsuzluğa hayır
    • Yaratıcılık, rüyalar ve tahayyül etme
    • Tutarlılık ve ayrıntılara fanatik ölçüde dikkat
    • Ulusal değerlerinin bütünlüğünün korunması

    Diğer yandan vizyon ifadeleri de birer markanın hatırlatabileceği ayırıcı özellikler olabilir. Örneğin:

    • Otomobili demokratikleştirmek! (Ford, 1900lerin başı),
    • Japon ürünlerinin yaygın kötü imajını değiştiren firma olmak! (Sony, 1950ler),
    • Dünyanın en güçlü, en iyi hizmet veren, en geniş alanda hizmet veren finansal kurumu olmak! (Citibank’ın ilk şirketi olan Citicorp, 1915),
    • Ticari havacılıkta egemen oyuncu olmak ve dünyayı jet çağına getirmek! (Boeing, 1950).
    • Adidas’ı silmek! (Nike, 1960lar)
    • Yamaha wo tsbubu! Yamaha’yı imha edeceğiz! (Honda, 1970ler),
    • Bisiklet endüstrisinin Nike’ı olmak! (Giro Sport Design, 1986),
    • Bu şirketi, bir savunma müteahhidi olmaktan, dünyanın ileri yüksek teknoloji şirketlerinden birisine dönüştürmek! (Rockwell, 1995)

    Peki, “marka” ne değildir?

    • Propaganda ile marka yaratılamaz: Net bir ayırıcı özellik bulunmamaklabirlikte, propaganda yoluyla öyle olduğu izlenimi (imaj) yaratılması halidir.

    Eğer, bu tür imaj yaratma sıklıkla yapılır ise bu defa amaçlanmayan bir başka ayırıcı özellik oluşmaya başlayabilir. Buna “saklı marka” (hidden mark) denilebilir. Belirli bir özelliğe sahip olmamakla birlikte sürekli olarak ona sahip olduğunu iddia eden bir kişinin durumuna benzer şekilde, kurumlar ve hattâ toplumların bu şekilde birer “saklı marka” (güvenilmez, kendini beğenmiş, kof vbg) edinmeleri mümkündür.

    Bu nokta, markalaşmayı tamamen propaganda tekniklerinin bir ürünü sayarak şişkin reklâm bütçeleri harcamanın olası olumsuz sonuçları açısından önemlidir.

    Gerçek markalar, net ayırıcı özelliklere sahip ve bunları zamanın aşındırıcılığına karşı koruyabilmiş olmakla mümkündür.

    • Özlem değerleri (aspirational values) marka değildir: Gerçekte sahip olunmamakla beraber kandırma amacı da gütmeyen değerler söz konusu olduğunda bunlara “özlem değerleri” denilebilir.

    Örneğin, “koşulsuz müşteri memnuniyeti“, gerçekten sahip olunduğunda müthiş ayırıcı ve marka oluşturabilen bir özelliktir. Böyle bir özelliğe erişmek üzere çalışmalar yapmak takdir edilebilir bir performanstır, ama bu hedefe erişilmediği sürece sadece özlemdir. Eğer bu unutulur ve propaganda yoluyla bu değer marka yapılmaya çalışılır ise kısa bir süre içinde bu anlaşılır ve bu defa gerçek marka yaratıcı değerler için de güvensizlik doğmuş olur.

    • Zaten olması gereken değerler (permission-to-play values) marka değildir: Sahip olunması zaten beklenen, yani “ayırıcı” olmayan değerler marka oluşturmaz.

    Örneğin, dürüstlük, sözüne güvenilirlik, kaliteli mal ve hizmet sunmak, müşteriye saygılı olmak ve benzer değerler çevresinde marka yaratılamaz.

    • Rastlantısal değerler (accidental values) marka değildir: Süreklilik taşımayan, tesadüfi olarak meydana çıkmış değerler çevresinde marka yaratılamaz. Örneğin, Brezilya futbol takımı bir markadır ve başarısı neredeyse süreklidir. Buna karşın Türk milli takımının bir defalık başarısı marka olmak için yeterli değildir.

    “Türkiye” markası açısından stratejik öneriler

    Yukarıdaki temel ilkeler uyarınca Türkiye’nin tanıtımında marka yaklaşımının nasıl kullanılacağı, uzun yıllardır konuşulan ve üzerinde büyük paralar harcanan bir konudur.

    Bu amaçla harcanan kaynakların -maddi ve diğer- geri dönüşü için bir hesap yapmak güçtür. Uluslararası platformlarda karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar açısından Türkiye markasının bir kolaylaştırıcılık sağlayıp sağlamadığını irdelemek için doğrudan ölçütlere sahip değiliz. Ama bu konudaki subjektif bir irdeleme, Türkiye markasının olumlu özellikler çağrıştırdığına işaret etmiyor.

    Bu alandaki çabalarımızın felsefesi genelde “imaj” yaratmaya dayalıdır. İmaj -sözcük anlamı olarak da- gerçekte bulunmayan bir “görüntü”dür. Marka ise tam aksine somut ayırıcı özelliktir. Dolayısıyla, israrla harcadığımız kaynaklar muhtemelen bir “saklı Türkiye markası” yaratılmasına sebep olmuştur. Bunda reklâmın bilinçsiz kullanımının büyük payı vardır.

    Bu yaklaşımın ışığı altında, gerek Türkiye’nin ve gerekse kurumların “marka” yaklaşımı uyarınca tanıtımında göz önünde tutulması gereken stratejik noktalar -başlangıçtaki ilkelere ilâve olarak- şunlardır:

    • Türkiye (ya da bir kurumun) nasıl tanındığının bilinmesi: Tanınma ve bilinme arasındaki farka dikkat edilmek kaydıyla, nasıl tanındığının araştırılması stratejinin en önemli ayaklarından birisidir. Bu, kolay görünmekle birlikte -açık anketler vbg yollarla- yanıltıcı sonuçlara varılabilme tehlikesi açısından da güçtür. Nasıl tanındığı iyi bilinmediği takdirde ise doğru eylemlerin tasarımlanması imkanı yoktur.
    • Hakkında yanlış bilinenlerin düzeltilmesi: Ülke ya da bir kurum hakkında -çeşitli nedenlerle- yanlış kanıların doğması doğaldır. Bunların bilinmesi, düzeltilmesi yolundaki çabaları mümkün kılar.
    • Hakkında doğru fakat yetersiz bilinen iyi yönlerin bilinirliğinin artırılması: Hedef kitleler Türkiye ya da söz konusu kurumu tanımak için çaba harcamak zorunda değildir. Dolayısıyla, aynen yanlış bilinenlerde olduğu gibi doğru fakat yetersiz bilgilenmeler de mümkündür. Bunların daha iyi bilinmesi için eylemler tasarımlanmalıdır.
    • Hakkında doğru bilinen kötü yönlerin değiştirilmesi yolunda çaba harcanması ve bu çabanın -ve de sonuçlarının- bilinir kılınması: Marka yaratma stratejisinin en önemli bileşeni budur denilebilir. İyi yönlerin tanıtımından ziyade, yanlışlarının farkına varıp bunları değiştirme yönünde içtenlikli çabalar harcayan ülke ve kurumlar takdir görürler.

    Japonya’nın bugünkü ayırıcı özelliği “kalite”dir. Bir anlamda Japonya kalite bağlamında bir markadır. 1950’li yıllarda ise Japonya kalitesizlik açısından bir “marka” idi. O durumdan buraya propaganda ile değil, yanlışları düzeltme yolundaki samimi çaba -ve bu çabanın ürünlerle bilinir kılınması- yoluyla gelinmiştir.

    Bu 4 ilkeyi dengeli biçimde içeren bir marka yaratma politikası, hedef kitlelerinde güven yaratmaya yetebilecek uzunlukta süreler boyunca devam ettirildiği takdirde bir “Türkiye Markası” (ya da “kurum markası”) oluşabilecektir.

    Bunun dışındaki palyatif önlemler (salt propaganda ağırlıklı) bir saklı Türkiye markası (https://tinaztitiz.com/3818/sakli-icerik-2/, https://tinaztitiz.com/3707/sakli-icerik/) yaratmaktan öte işe yaramayacaktır.

    21 Aralık 2003

  •  KiGeP için bir mektup..

    Perşembe, 15 Ağustos 2002

    Değerli dostlarım,

    Bu kişisel mektubu, aşağıda açıklayacağım konu ile Türkiye’nin sorunlar yumağının sıkı ilişkisini doğru takdir edebilecek, sonra da gereklerini yapabilecek kişilere hitaben yazıyorum.

    Oldukça uzun bir süreden-1994’den- bu yana, Ezbersiz Eğitim adı altında haberdar olduğunuzu tahmin ettiğim proje üzerinde, BEYAZ NOKTA® VAKFI şapkasıyla çalışıyorum.

    Ezbersiz Eğitim başlangıçta yalnızca, eğitim hayatımıza -birkaç yüzyıldan beri- musallat olmuş olan ve “büyük olarak nitelediği kişi ve kurumların öğretilerini sorgulamadan benimsemek” hastalığı ile mücadeleyi, bu hastalığın dondurduğu “merakı ve onun doğal uzantısı olan sorgulamayı” tekrar canlandırmayı amaçlamış bir proje idi.

    Kısa bir süre içinde hastalığın sadece bu “aklı dışlayıp kalben benimseme [1] ” ile sınırlı olmadığı, eğitim sürecinin her yanını -bir tümörün metastazları gibi- sardığı ortaya çıktı.

    Bu noktadan itibaren de Ezbersiz Eğitim projesi -adını yine koruyarak-, müfredat tasarımından sınav sistemine, kendi kendine öğrenmeden akreditasyon sistemine kadar öğeleri içeren bütünleşik bir hale kavuştu. Bunun, bugünkü eğitim sisteminin gerçekçi bir alternatifi olduğunu söyleyebilirim.

    Muhtemelen tahmin edebileceğiniz gibi, böyle bir sistemin karşısındaki direnç sistem dışından değil, o sistemi tasarlayan, yöneten, uygulayan ve hattâ kısmen de olsa bizzat o sistemden zarar görenlerden (öğrenciler ve velileri) geliyor.

    Bu gözleme dayanarak bizler de Ezbersiz Eğitim projesinin ya hep ya hiçşeklinde savunulmasını terkedip, yerine, zamanına, hedef kitlesinin durumuna göre uygun olan parçalarının [2] yerleşmesi yönünde çaba harcamaya başladık.

    İşte, bu mektubumda size sözünü edeceğim parça, bu modüllerden bir tanesidir ve Türkiye’mizin bugün geldiği noktada kritik bir önem taşımaktadır. Bu, öğretme yerine öğrenme ya da kamuoyuna sunulacak adı ile Kişisel Gelişim Platformu modülüdür.

    Gerek okul kurumu, gerekse onun dışındaki yaşam çevreleri, çocuk ve gençlerimizin doğuştan sahip oldukları bazı yeteneklerinin donmasına sebep oluyor. Donan bu yetenekler, yaşamın güçlükleriyle bizzat mücadele etmek, kalıtsal miras olarak sahip olduğu yetenekleri bu yolda harekete geçirebilmek kabiliyetleridir.

    Bu doğal yeteneklerin başında da “öğrenme” gelmektedir. Öyle bir “öğrenme” ki, yaşamının her saniyesindeki her durumdan -iyi ya da kötü- ders almak ve bu yolla ana programı olan yaşamını sürdürme (survival) programına sadık kalmak.

    Bu ana program, “ihtiyaçlarının karşılanması senin değil çevrendekilerin sorumluluğudur; sen sadece isteyebilir ya da şikâyet edebilirsin; zaten istesen de bir şey yapamazsın” mesajlarıyla donmaktadır.

    Aslında bu donma da, onun olağanüstü öğrenme yeteneğinin bir sonucudur. Çevresindeki, güven duyması gerektiği öğretilen kişi ve kurumların bu örtülü mesajlarını -ki açık mesajlar tam tersine olsa dahi- süratle almakta ve ana programını ona göre değiştirmektedir.

    Bazı küçük sorumluluklar taşıyabileceği ilk çocukluk yıllarından itibaren, ihtiyaçlarıçevresindekilerce karşılanmış -ya da karşılanması gerektiği telkin edilmiş- olan çocuk, hayata atılması gereken yıllara geldiğinde iş bulmayı da kendi dışındakilerin bir sorumluluğu olarak
    görmektedir. Çocuk ve gençlerimiz genelde:

    ·      çevrelerinin hangi uzaklıklara kadar uzandığını anlamaya çalışmak,

    ·      o çevrelerin iş iklimlerini incelemek,

    ·      o iklimlerin gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışların neler olduklarını incelemek,

    ·      onları kazanmaları gerektiğini idrak etmek,

    ·      arzuları ve gerçeklerin her zaman bağdaşmayabileceğini anlamak

    gibi yükümlülüklerini üstlenmek yerine sadece istemekte ve de şikâyet etmektedirler. Buna “öğrenilmiş çaresizlik” de denilebilir.

    İşte Kişisel Gelişim Platformu (kısaca KiGeP) olarak adlandırılan program, gençlerin çevrelerine bir sanal duvar gibi örülmüş bulunan bu çaresizliği yıkarak, yaradılışlarının onlara vermiş olduğu doğal yeteneklerin harekete geçmesine imkân
    yaratmayı amaçlamaktadır.

    Söz konusu platform, bir dizi parçadan oluşuyor. Şöyle ki:

    1.    
    Aşağıdaki modüllerden oluşan, 2 tam günlük bir seminer:

    1.1.        Modül 1 – Kişilerde farkındalık yaratmaya ve içlerindeki potansiyelleri harekete geçirmeye yardımcı olabilecek 10 adet sunum ve sunumlar üzerinde tartışmalar:

    1.1.1.          Sunum 1 – KiGeP genel tanıtımı

    1.1.2.          Sunum 2 – Platformun neler kazandırabileceğinin açıklaması

    1.1.3.          Sunum 3 – Kişinin, kontrolunu, kader rüzgârlarından kendi ellerine alabileceği

    1.1.4.          Sunum 4 – Olumluluğun başlı başına bir güç olduğu

    1.1.5.          Sunum 5 – Tüm yaşamın sadece öğrenmeden ibaret olduğu

    1.1.6.          Sunum 6 – Zihinsel zincirlerimizin düşünce ve eylemlerimizi nasıl sınırladığı

    1.1.7.          Sunum 7 – Doğru sorulacak soruların aslında aranılan yanıtlar olduğu

    1.1.8.          Sunum 8 – Çevremizin öğrenme imkânlarıyla dolu olduğu

    1.1.9.          Sunum 9 – Aslında her sonucu bizim tercih ettiğimiz

    1.1.10.       Sunum 10- Amaçlarımızı gerçekleştirmek üzere bir Bireysel Öğrenme Plânının nasıl hazırlanabileceği

    1.2.        Modül 2 – Kişilerin, çevrelerindeki duvarların sınırlarını farketmelerine yardımcı olabilecek bazı testler:

    1.2.1.          Öğrenme stili testi (görsel, işitsel, dokunsal-kinestetik stillerin ağırlıkları)

    1.2.2.          Çoklu zekâ profili (MI) (matematik-lojik, görsel, sözel, kinestetik, içe dönük, ilişkiye dönük, müzik, doğa, felsefe zekâlarının ağırlıkları)

    1.2.3.            Girişimcilik özellikleri

    1.2.4.           ADD (Attention Deficit Disorder) (Dikkat Dağınıklığı) sorununun düzeyi

    1.2.5.          Zaman kullanımı konusundaki varsayımlarının doğruluğu

    1.3.        Modül 3 – Modül 1 ve 2’yi kullanarak, kişilerin kendileri için belirleyecekleri:

           İş bulma,

           Bir mal ve/ya hizmet üretimi yapıp onu satmaya dayalı olarak kendi hesabına çalışma,

           Bir ek gelir yaratabilecek bir faaliyeti organize etme yolunda belirleyecekleri hedeflerini gerçekleştirmek üzere birer Bireysel Öğrenme Plânı hazırlamaları

    2.    Bilgi kaynaklarının adreslerini, internet erişimini sağlayan bilgisayarları, bazı referans dokümanlarını, mentor adreslerini, daha önce KiGeP’ten yararlanmış olanlarla ilişki kurabilmek için onların iletişim bilgilerini, görsel ve işitsel öğrenme malzemelerini izleyebilecek donanımı ve benzer malzemeyi içeren bir Öğrenme Kaynakları Merkezi.

    3.    Benzer öğrenme amaçları bulunan kişilerin oluşturdukları Öğrenme Çemberleri (Learning Circles) oluşturulması,

    4.    KiGeP katılımcılarına mentorluk yapmayı kabul eden kişilerden oluşan bir Mentor Grubu,

    5.    KiGeP katılımcılarının yararlanabileceği imkânlar için yapılmış anlaşmalar. Örneğin:

    5.1.        Düzenleyeceği eğitim faaliyetlerinden KiGeP katılımcılarının belirli bir kontenjanla yararlanmasına izin veren kurumlarla yapılan anlaşmalar,

    5.2.        Bilgi kaynaklarından (basılı, görsel, işitsel, elektronik, web) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,

    5.3.        Mesaisinin tamamından yararlanılmayan uzman personeli bulunan kurumlarla yapılan “uzman personel yararlandırma” anlaşmaları,

    5.4.        Fiziki imkânlarından (konferans salonu, toplantı salonu, sosyal tesisler, kütüphane vbg) yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,

    5.5.        İstihdam ihtiyaçlarından KiGeP katılımcılarını öncelikli olarak yararlandırmayı kabul eden kurumlarla yapılan anlaşmalar,

    5.6.        Özel belge havuzundan yararlandırmayı kabul eden kişilerle yapılan anlaşmalar.

    Şu ana kadar, bu platformun yukarıda sayılan parçaları hazırlandı ve 2 grup gençle de test edildi. Her ikisinden de oldukça iyi sonuçlar alındı.

    Ayrıca, bu platformları Türkiye’nin herhangi bir yerinde oluşturabilecek az sayıda da kolaylaştırıcı (moderatör) yetiştirildi. Şimdi sıra, bu platformların çoğaltılmasına geldi. Bunu 2 şekilde yapmayı düşünüyoruz:

    1. Yetiştirdiğimiz moderatörler aracılığıyla oluşturulacak yeni platformlar,
    2. Bu know-how’ı kullanmak isteyen gönüllü, akademik ve/ya ticari kuruluşlar ile birer İmtiyaz Anlaşması (franchising) yaparak.

    Gördüğünüz gibi Türkiye’deki eğitimli gençlerin işsizliği ile başa çıkabilecek bir proje sessiz sedasız hayata geçiyor. Üstelik, her yöremizde mevcut olduğunu bildiğimiz önder kişi veya kuruluşlara, projeyi kendi yörelerinde -ve de kendi özgün imkân ve ihtiyaçlarına uygun olarak- tekrarlama olanağını da sunarak..

    Bu projenin, yukarıdaki yolların ikisini de kullanarak yaygınlaştırılması için maddi desteğe ihtiyacımız var. Toplumumuz, sorunlarına çare olabileceğine inandığı projelere dişinden tırnağından kesip destek oluyor. Bütün mesele, bu sorunlara gerçekten çare olabilecek projeler üretebilmekte.

    Bu desteğin harekete geçirilebilmesi için reklâm kanallarını kontrol edebilecek maddi ya da bir tür öz-güce sahip değiliz. Bunu ancak sizler aracılığıyla yapabiliriz.

    Şimdi sizlerden isteğim, bu “gerçekçi” projeyi sahiplenmenizdir. Bu deyimle, bu konuda bir yazı yazmanın ya da programınızda bahsetmenin ötesini kastediyorum. Çünkü gördüğünüz gibi, projeyi bir vakfın projesi olarak değil, isteyen her kuruluşun -özüne sadık kalarak- alıp uygulayabileceği halde sunuyoruz. Dolayısıyla, kamuoyunun harekete geçmesinin güçlüğünü en iyi bilen kişiler olarak sizden projeyi sahiplenmenizi bunun için istiyorum.

    Göstereceğinize inandığım desteğiniz için şimdiden teşekkür ediyorum.

    M.Tınaz Titiz

    15 Ağustos 2002

    [1] Kalben benimseme = yürektenlik (Türkçe) = by heart (İng.) = par coeur (Fr.), ezber (Fars.)

    [2] Ezbersiz Eğitim projesinin modülleri şunlardır: Ezbersizlik, öğretme yerine öğrenme, senaryo temellilik, gelişkin Türkçe, derin algılamaya dayalı yabancı dil, gözetimsiz sınav (onur sistemi), doğrulama (akreditasyon sistemi).

  • Fen ve din eğitimi..

    Eğitim ve din kavramlarının gündemde bulunduğu bugünlerde, birkaç yıl önce yazılmış bir yazının geçerliğini değerlendirmenin yararlı olabileceğini düşündüm.

    «”Ezbere Hayır ” sloganıyla yürütülen ve “açık defter açık kitapla sınav”ı da bir adım olarak öneren kampanyayla ilgili olarak başta öğretmenler olmak üzere öğrenci ve velilerden büyük bir ilgi var.

    Düşünebilme yeteneğini yok eden ama yok ettiği de kolayca anlaşılmayan bu belletme yöntemi başkalarına muhtaç insan yetiştirmenin en garantili metodudur.

    Karşılaştığı her sorunun, başkalarınca oluşturulacak kalıplar yardımıyla çözülmesini bekleyen bir insan tipi, herhalde diktatörlerin çok arzuladığı bir vatandaş tipidir.

    İnsanımız bir gerçeğin farkına varır gibidir ve bu yüzden de kampanyayı desteklemektedir.

    Bir kısım eğitimci ise iki grup dersin bu kampanya dışında kaldığını, birisinde ezberin “zaten” olmadığını, ikincisinde ise ezbersiz eğitimin olamayacağını savunmaktadır. Bunlardan birincisi fen, ikincisi ise din dersleridir.

    Matematik, fizik, kimya gibi derslerde ezberin kullanılmadığı inancı -her nereden kaynaklanıyorsa- tamamen yanlış bir kanaattir. Ezberin dik alası bu derslerde yaptırılır.

    Bu derslerin ortak özelliği olan “problem çözme” de öğrencilere derslerde en çok yaptırılan ve çalışkan öğrencilerin de evde en çok yaptıkları temrin, örnek problem çözmektir. Sınavlarda başarılı olan öğrenciler, farklı yazarların kitaplarından çeşitli problemleri bulup onları çözmeyi öğrenmiş olanlardır. “Örnek problem çözme”, ezberin fen derslerine özgü adıdır.

    Bu metotla “öğretilen” -çünkü eğitilmemektedirler- öğrenciler örneğin alfa taneciklerinin enerji yüklerini hesaplayabilir ama mesela viraj alan bir trenin iç ve dış tekerleklerinin nasıl olup da farklı yollar katedebildiklerini açıklayamazlar.

    Bu şekilde “öğretilmiş” öğrenciler mühendis olduklarında, aynı kökten gelen elektrik, su, hava ve trafik akımlarının aynı temel denklemlerle çözümlenebileceğini bilmezken, hukuk fakültesini bitirenler de komşuyu rahatsız eden olgunun köpek, bebek ya da müzik sesi değil bunların kaynakları durumunda olan “sahiplerinin saygısızlığı” olduğunu teşhis edemez ve Yargıtay kararında olduğu gibi apartmanda köpek beslemeyi yasaklamaya kalkarlar.

    Bir insan için en talihsiz durum, yapabildiği için bir makine tarafından yapılabilmesidir. Nitekim sanayi devriminin başında, işlerin makineler tarafından yapılabildiğini farkeden işçilerin isyanının altında ekmek paralarını kaybetme korkusundan çok bu aşağılanmışlığın etkisi daha büyük olsa gerektir.

    Ezber, makinelerin en kolay ve hatasız yapabildikleri iştir. Bir termostat, bir çalar saat ya da bir bilgisayar programı, itirazsız ezberleyen ve hiç hata yapmadan ezberlediğini tekrarlayan araçlardır. İnsanlar bu işleri bu denli sadakat ve doğrulukla yapamazlar.

    İnsanlar, bu tür işleri yaptırmaya kalkmak “sen başka bir işe yaramazsın” demenin bir yoludur.

    Günümüzde matematik, fizik ve kimya için öyle bilgisayar programları yazılmıştır ki en karmaşık problemleri dahi kolayca çözebilmektedirler. Ama bu programları yazan kişiler, bu problemleri ezberlemiş olanlar değil, o problemlerin doğasını anlamış, farklı görünüşteki problemler arasındaki ilişkileri farkedebilmiş, bu birlikteliği düzenleyen az sayıdaki doğa yasasını iyi “anlamış ” olan kişilerdir.

    Çocuk ve gençlere papağanlar gibi yüzlerce problemi “ezberleten” ve sonra da sınav adı altında onları “geri isteyen” fen öğretmenleri, bu beyhude ve zararlı çabalar yerine, onların doğa düzenine hayran olmalarını sağlayabilecek “gözlem yapma”, “ilişkilendirme”, “sonuç çıkarma”, “bilgiye erişme” gibi becerilerini geliştirmeye çalışmalıdırlar.

    Ezberin, tek zorunlu öğretim yöntemi olduğu sanılan din derslerine gelince: buradaki durum, fen derslerinden daha ciddidir. Din dersleri yoluyla öğretilmek istenilen aslında “ahlak”tır. Güzel ahlak konusunda, yaratıcının sembolik bir dille vahyettiği “iyiler” demek olan din kitapları aslında ezberin katiyen kullanılmaması gereken bir alandır.

    Yüksek seviyeli gerçekler, yani çok sayıda “doğru, iyi ya da güzel” türetebilecek olan “temel doğru, iyi veya güzeller” iletişim diline çevrildiğinde -ki vahiy yoluyla olan bu olabilir- zorunlu olarak sembolikleşmeye başlarlar. Aslında daha basit olmakla birlikte dünyevi bilgiler alanında da durum böyledir. Çok sayıda fiziki doğruyu ifade eden bir fizik kanunu, ilk bakışta anlaşılamayacak ya da her yorumlayanın ayrı anlam yükleyebileceği kadar semboliktir.

    Örneğin, elektrik alanı ve manyetik alan gerçekleri ayrı ayrı ifade edildiği zaman daha kolay anlaşılabilirken, elektro-manyetik alan teorisinde daha sembolik bir hale gelip birleşirler.

    Dini öğretilerin yüksek düzeyde sembolizm içermesinin nedeni budur. Kuran’ın herkes tarafından anlayış düzeylerine göre anlaşılmasının ve öyle murad edilmesinin -islamda ruhban sınıfının bulunmayışı bu yüzdendir- sebebi, kişilerin farklı gelişmişlik düzeyine göre bu sembolizmi çözmesinin istenilmesi nedeniyle olsa gerektir.

    Aynı bir ayet, onu okuyan çeşitli kişiler tarafından, bu sembolizmi çözme yetişkinliklerine göre ayrı ayrı anlaşılması, bir karmaşa yaratmak için değil, insanların geliştikçe kaynaktaki doğrulara -ve giderek birleşik doğrulara- ilerlemelerini temin için olabilir.

    Konuya böyle bakınca din eğitiminde ezberin kullanılması, yaratıcının çizdiği yolun tam aksine, herkesin, sadece öğretmenin o sembolizmi çözümlediği ölçüde anlam yüklemesine yol açacağı görülecektir.

    Fen eğitiminde ezber olsa olsa fizik dünya gerçeklerinin anlaşılmayışına yol açar.

    Din eğitiminde ise ezber daha ciddi yanlışlara yol açabilir ve Allah anlayışının kavranamaması, insanların niçin Dünyaya geldiklerini sorgulamamaları, kendilerinden neler beklendiğini düşünmemeleri gibi sonuçları doğurur.

    İşte ezber, din eğitiminde bunun için olmamalıdır. Din eğitimini ezbersiz, anlayarak yapmak belki daha güçtür. Ama, ancak bu şekilde eğitilmiş din adamları topluma iyi ahlakı gösterebilirler. Herhangi bir din ve özellikle de bireysel sembolizm çözümlemesine dayalı islam, ezber yoluyla basit bir kalıpçılığa dönüşür.

    Dinin, insanlığın gelişmesinde doğru bir araç olmasını isteyenler, bu noktaya dikkkat etmeli, herkesten önce onlar “ezbere hayır, anlayarak öğrenmeye evet ” demelidirler.

    Çarşamba, 03 Mayıs 1995»

  • İş için yeni paradigma ve bir örnek..

    Bir kuruluşa zamanının tamamını satmak anlamına gelen “belirli bir ücret karşılığında o kuruluşun bordrosunda yer almak” paradigması yerini hızla bir yenisine bırakıyor. Bu yeni paradigma “katma değer satma”dır. Bir eğitim kurumundan mezun olan gençler artık, aşağıda mektubunu okuyacağınız Özge gibi yaratabileceği katma değeri pazarlıyorlar.

    Birçok gencin israrla iş aramasına karşın bulamayışları kuşkusuz işsizlik denilen ve çeşitli nedenlerin bir bileşimi olan olgudan kaynaklanıyor ise de, önemli ölçüde bu paradigma değişiminden kaynaklanıyor.

    Bu dönüşümün işveren ve işgören açısından anlamlı birer açıklaması var. İşverenler, bir kişinin zamanının tamamını satın alıp, kişinin o zaman içinde çeşitli katma değerler üretebilmesi için çabalıyor ve bunda ancak kısmen başarılı olabiliyor. Bu yeni paradigmada ise böyle bir sorun yok. İşgören, ürettiği -ya da üretmeyi taahhüt ettiği- katma değeri, sınırları çok belirli biçimde tanımlayıp ortaya koyuyor. İşveren bu katma değere ihtiyacı olduğunu düşünüyor ise fiyat konuşuluyor ve el sıkışılıyor.

    İşgören açısından ise durum şöyle: bilgi ve becerilerini “götürü” biçimde satmak yerine, o bilgi ve becerileri kullanarak üretebileceği mal veya hizmet ürünlerini (katma değer) daha yüksek fiyatla satmak ve aynı zamanda kendi zamanının yönetimine sahip olmak.

    Bu aynen, bir minerali -örneğin bor- ham olarak satmak yerine, ona katma değer ekleyerek satmanın daha yüksek getiri sağlamasına benziyor.

    Ancak burada kritik bir nokta var: Bu mekanizmanın böyle işleyebilmesi için işgörenin bir katma değer üretebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olması ya da öğrenmeyi öğrenmiş ve dolayısıyla da ihtiyaç olan bilgi ve becerileri kısa bir süre içinde öğrenebilir durumda olması gerekiyor.

    İşveren açısından da bir koşul var: Yüksek derecelerle diploma sahibi olmuş kişileri bordrosuna alıp ne yaptıracağını tam bilmeden onların katma değer üretmesini beklemek yerine, beklediği katma değerin sınırlarını tam çizebilmeleri gerekiyor.

    Aşağıya, böyle bu anlayışla yazılmış bir mektubu aynen alıyorum:

    «Merhaba, ben Özge Yalçıner,

    Bu yıl, Sakarya Üniversitesi Geyve Meslek Yüksek Okulu bilgisayar programcılığı bölümünü bitirdim. Bir kuruluşta ücretli olarak çalışmak yerine, çeşitli kişi ve kuruluşlara “zaman satmayı” düşündüm. Böylece, hem o kişi ve kuruluşlar, hem de kendim için daha yüksek katma değerler yaratabileceğim.

    Sahip olduğumu düşündüğüm -ve denemesini yaptığım- çeşitli becerilere, sizin şahsen ya da kuruluşunuzun ihtiyaçları olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimi, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım mentor’um da doğruladı.

    Bu mektubu, bu tahmin üzerine, siz veya kuruluşunuzla bir sinerji yaratma olanağını aramak için yazıyorum.

    Bana / bize ne gibi katma değer yaratabilirsin?” gibi bir sorunuz olabileceği varsayımıyla, mevcut olasılıklardan -sadece düşünebildiklerimi- sıralamak istiyorum. İlkesel olarak böyle bir “alış-veriş” size/kuruluşunuza anlamlı geliyorsa, üzerinde görüşerek çeşitlendirebiliriz. Anlamlı geldi fakat sizin açınızdan şu an için uygulanması mümkün görünmüyor ise, yakın tanıdıklarınıza beni tavsiye etmeniz benim için yine değerli olacaktır.

    Aklıma gelen katma değer başlıkları şunlar:

    • Bilgisayar kullanan hemen herkesin bir yedekleme (back-up) sorunu vardır. Sizin de, disketlerde, bilgisayarınızın içinde ya da başka ortamlarda, çoğu zaman düzensiz ve arandığında bulunamayacak back-up’larınız olduğunu tahmin ederim. Bunları hem düzene sokar hem de belirli aralıklarla gelerek güncellerim.
    • Yıllar boyunca kitaplıklar ve evrak dolapları şişer. Hem yer ihtiyacı artar hem de aradığınızı bulamazsınız. Size bu bağlamda 4 tür hizmet verebilirim:

    (1)     El altında bulunmaması, ama atılmaması da gerekenleri ayırmak ve göstereceğiniz yerlere yerleştirmek,

    (2)     Gereksizleri atmak,

    (3)     Geri kalanları düzenlemek,

    (4)     Aradıklarınıza kolay erişmenizi sağlayacak -bilgisayar destekli ya da bilgisayarsız- bir arşiv sistemi oluşturmak.

    Bunlardan bir veya birkaçını seçebilirsiniz.

    • Kuruluşunuz veya sizce üretilen mal ve hizmetlerle ilgili, internet üzerinde (Türkçe) araştırma yapar sonuçlarını size rapor ederim.
    • Belirli konularda iletişim kurmak istediğiniz kişi ve kurumlarla, internet üzerinden sizin adınıza iletişim kurar, gereksiz mesajları süzer, sadece işinize yarayacak olanları size iletirim.
    • Trafiğini kontrol etmek istediğiniz cep veya sabit telefonlarınıza ait ayrıntılı listeleri inceler, sonuçları hakkında derli-toplu bilgiler üretirim.
    • Birden fazla kişinin katılacağı toplantıları organize etmek, uygun zamanlarını çakıştırmak çok güç ve zaman alıcıdır. Bu tür toplantıları organize ederim. Toplanmak istediğiniz kişileri ve uygun tarih aralıklarırzı bana bir yolla iletmeniz kafidir.
    • Zaman içinde çok sayıda kartvizitinizin biriktiğini ve halen de birikmekte olduğunu sanıyorum. Bunlarla ilgili olarak şunları yaparım. Bu kartvizitlerin muhtemelen bir bölümünün iletişim bilgileri değişmiştir. Bunları kontrol edip güncellerim.
    • Bu kartları aldığınız zaman, aldığınız kişiyle ilgili -ve kart üzerinde yazılı olmayan- bazı önemli bilgiler vardı. Bunların bir bölümünü şimdi hatırlamıyor olabilirsiniz; bir kısmını ise düşünerek hatırlayabilirsiniz. Bunları bilgisayar destekli bir sisteme kaydeder ve istediğiniz anahtar sözcüklere göre arama yapabilmenizi sağlarım. Örneğin, “Kardeşi yargıtay üyesi / bir kogrede tanıştım / kule tipi inşaat yapar /…..” gibi bir ipucu, aradığınız kişiyi bulmanıza yarar. Bu tür bir arama sistemi ile desteklenmeyen kartvizit defterleri bir anıdan fazlaca bir değer taşımıyor. Size böyle bir sistem kurarım.
    • Tek olarak kapasitemi aşan konu veya hacimdeki işler için, benimle aynı standartta iş yapabilecek elemanlar bularak size yine tek olarak muhatap olmaya devam edebilirim.

    Yukarıda da belirttiğim gibi bu listeyi daha da çeşitlendirmek mümkündür. Burada karar verilmesi gereken 2 nokta var:

    (1) Bu tür hizmetlerin, sizin / kuruluşunuzun verimini ne ölçüde etkileyebileceği konusunda ikna olup olmadığınız

    (2) Bu hizmetleri bu şekilde (outsourcing) ya da sabit ücretli elemanlar eliyle sağlamak konusundaki kararınız.

    Mektubumu okumaya, cevaplamaya ya da güvendiğiniz kişilere tavsiye etmek için harcadığınız zamana şimdiden teşekkür eder, kişisel yada kurumsal zaman kazandırma konusundaki önerimi olumlu değerlendireceğinizi umarım.

    Saygılarımla,
    Özge Yalçıner
    Tel: (0216) 478-2019 GSM: (0535) 316-7719
    12 Temmuz 2003
  • Yabancı dil kargaşası..

    Okullarımızda Türkçe dışında ikinci – bazen iki ve üçüncü- dil öğretimi konusundaki yaklaşık 100 yıllık serüven -ki gerçekten de bir maceradır- sonunda geldiğimiz nokta -büyük resim açısından- kocaman bir “hiç”tir. Özel yetenek ve/ya çabasıyla bu resim dışına çıkabilenler bu acı  gerçeği değiştirmez. Bozuk telâffuzla da olsa Türkçe’yi kısa sürede ve yüksek içerik değerinde öğrenebilmiş yabancılar ile, uzun yıllar boyunca ünlü okullarda yabancı dil öğretilen insanlarımızın düşük içerikli Türkçe ve yabancı dil becerilerini karşılaştırınca bu yargının hiç de haksız olmadığı görülecektir.

    En yaşamsal ulusal çıkar müzakerelerinde hiç olmazsa bir nebze daha hakim olduğu düşünülebilecek Türkçe yerine, pratik İngilizcesini kullanmaya çabalayan, bunu da, “anlamazsan çok anlamış tavrı takın” ilkesiyle aşmaya çalışan insanlarımız bir genel hastalığın belirtisidir.

    İnsanlarımız, bütün alanlardaki başarısızlığının ve bunu gideremediğinin farkındadır. Buna karşı, “her neyi yapıyorsan onu iyi yapıyormuş taklidi yap” reçetesini benimsemiştir. Hastalık budur.

    Hastalığın neden(ler)i içinde Türk ırkına özgü bir yeteneksizliğin olması çok küçük bir olasılıktır. Benzer genleri taşıyanlar içinde az da olsa bu karakteristiklere uymayanlar olduğuna göre bu bir ırk özelliği olamaz.

    Sorunun kök nedenlerinden birisi -belki de başlıcası-  insanımızın  -çoğunun-  Türkçe’yi bilmemesi, ama  reçete uyarınca “biliyor gibi yapması ve de sanması“dır.

    Bu yargının kanıtı Tofita reklamındaki iğrenç Türkçe, BBG sakinlerinin düzeysiz dilleri ya da bilmem hangi VJ’ in -ayıp olmasın diye onlara böyle deniliyor- nece olduğu belli olmayan Türkçeleri değildir.

    Onlara takılıp “değerlerimiz aşınıyor” ya da ” televole kültürü bizi yok edecek” teşhislerine kapılmak sorunu hiç ama hiç anlamamak demektir.

    Televole, BBG vs. gibi öğeler, sorunun anlaşılmasını güçleştiren, perdeleyen, saptıran unsurlardır. Köken orada değildir.    O tür rezillikler, dil öğesini yüzyıllardır bir  “stratejik araç”  olarak kullanagelen Anglo-sakson toplumlarında dahi misliyle yaygındır.

    Sorunu görmeye çalışalım

    Bir yabancı şöyle diyor: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimizde ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir

    Uluslararası alanda çıkarlarımızı savunurken, Türkçe dilini kullanıp,  bu dile daha hakim profesyonellerden yardım almayı akıl edemeyenleri – ve bunu akıl ettiremeyenleri- gördükçe nasıl bir zafiyet içinde olduğumuz daha iyi anlaşılıyor.

    Evet işin kökü Tofita-BBG alanında değildir. Sorun, en iyi okullarda -dahi- Türkçe dışında 2 yabancı dil öğretilen “elit” kesimin, ağzından çıkan sözcüklerin ne anlama geldiğini bil(e)memesi, kendisine ezberden belletilen kalıpları değiştire değiştire kullanarak konuşup  yazmasındadır. Böylece dış görünüşü Türkçe’ye benzeyen, içeriği son derece düşük düzeyli ( bkz. Değerli İçerik, https://tinaztitiz.com/3654/zengin-icerikli-ve-degerli-bilgi/ ) bir ifade biçimi doğmaktadır.

    İşin ilginç yanı insanlarımız bu zafiyetlerinin farkındadır. Konuşmalar sırasında şu 2 kalıbı sık duyarız:

    –          beni yanlış anladınız

    –          kendimi tam ifade edemiyorum

    Bu ” kendini ifade yetmezliği” Türkçe ve yabancı dillerde şu metotlarla giderilmeye çalışılır:

    –          Tavır taklidi: Yabancılara özgü tavırları taklit ederek “bende öyleyim” telafi çabası.

    –          Sürekli itiraz (futbolcularımız da hakeme sürekli itiraz ederek yetersizliklerini  telafiye çalışıyorlar.)

    –          İkna edici ses tonu “taklidi”

    –          “Maymuncuk” ifadeler kullanmak: “ne gibi?”, “yani nasıl?”, “aa öyle mi?”, “çok ilginç”,  “evet anladım” vb.

    Lütfen çevrenizde şu 10 kelimelik -isterseniz artırın- küçük testi uygulayın ve her birisine niçin öyle denildiğini sorun: Örneğin, efendi, tornavida, hipotenüs, tetanoz, ayna, ezber, mıknatıs, Manisa, repo, eğitim….

    Ağızdan çıkan bu -veya diğer- sözcüklerin ne gibi somut ve ortak karşılıkları olduğunu -ya da olmadığını- görünüz. Bu insanlar ikinci, üçüncü ya da onuncu dil öğrenseler ne ifade eder?

    Peki yabancı dilin bu denli düşük düzeyli öğrenilmesi niçin bu denli önemseniyor / özendiriliyor?

    Soru’nun yanıtı çok basit ve o düzeyde de aşağılayıcıdır. Özellikle Anglo-sakson dillerini konuşan  toplumların zenginliklerinin kaynağı, sahip oldukları teknolojileri içeren ürünlerin sahip olmayanlara satılmasındır. Bunun için çatpat düzeyinde yazıp konuşan halk yığınları ile, biraz ileri çatpat düzeyli yazıp konuşan elite ihtiyaç vardır. Onlar teknoloji üret(e)meyecekleri için sadece kullanma kılavuzları, proforma faturalar vb. belgeleri anlayacak düzeyde yabancı dil bilmeleri yeterlidir.

    Ayrıca Türkçe’yi doğru dürüst kullanamamaları gerekir. Çünkü onu becerirlerse yabancı dili de “anlayarak kullanmaya” kalkışabilirler.

    Bu denli basit bir strateji halk arasında büyük bir -kabuk- yabancı dil tutkusuna yol açmıştır. Çünkü gerçekten de, çatpat bilenler, çatpat bilmeyenlere göre daha kolay iş bulmaktadırlar. Hattâ istihdam edecek olanların ihtiyaçları pek belli olmasa dahi.

    Yabancı dil nasıl konumlanmalı?

    Bir dil, ait olduğu kültürün  üretim ve yayım aracıdır. Bir dilin bilinmesi aslında o kültürün bilinmesi demektir ve her kültürün de kendine özgü yüksek ve düşük değerleri olması da doğaldır.

    Bir dili öğrenmenin stratejisi buna göre, o kültüre ilişkin çerçöp değerlerin, gelgeç deyimlerin değil, yüksek düzeyli, medeniyet yolunu açıcı değerlerin -ve onlara ait kavram ve sözcüklerin- alınması olmalıdır.

    Yabancı dilin konumlanmasında ikinci bir nokta, Türkçe ile birlikteliğinin tanımlanmasıdır. Bugün birçok dilde bu birliktelik bir “füzyon” şeklinde gerçekleşmiştir. Singlish, Japlish, Russlish, Deutschlish,  Swinglish  vb. olarak adlandırılan diller Singapur’ca,  Japonca, Rusça, Almanca ve İsveç’cenin İngilizce ile “füzyon”undan böylece doğmuştur.

    Türkiye’de yabancı dille “öğretim” yapan kurumlarda oluşan Turklish de benzer bir hibrittir. Kanımızca bu bir zenginleşme değil bir fakirleşmedir. Bu olgu “teknolojiyi üreten adını da koyar” yazısız kuralının bir sonucu değildir. Dil milliyetçiliği ile  ünlü Fransızlar dahi İngilizce (chip) sözcüğünü olduğu gibi alıp (Le chip) şeklinde kullanıyorlar. Benzer milliyetçiliğe sahip Almanlar software, computer, flipflop ve benzer terimleri aynen kullanıyorlar.

    Füzyon yoluyla yozlaşma bunlardan tamamen farklıdır. “Beni andırestimeyt etme”  gibisi bir söz ise bir teknoloji  dolayısıyla dilimize girmemiş, dil öğrenmedeki başarısızlığımızı telafi(!) için uydurulmuş onlarca kalıptan sadece birisidir.

    Buna göre, Türkçe’nin korunup geliştirilmesi, yüksek kültürel ve teknolojik terimlerin katılmasıyla zenginleştirilebilmesi için, neredeyse “ikinci dil” olarak tanımlanabilecek şekilde iyi öğrenilmiş yabancı dillere ihtiyaç vardır.

    İngilizceyi iyi öğrenemeyip bunun acısını Türkçe’yi yozlaştırarak çıkaran insanlarımızın önüne iyi bir ikinci -mümkünse üçüncü- dil “öğrenme teknolojisi”nin konulabilmesi, hem Türkçe hem de yabancı dille “kendini ifade etme”de  bir eşiğin aşılmasını sağlayacaktır.

    Peki yabancı dilleri niçin öğrenemiyoruz?

    Bu soru’nun yanıtı ile şu iki soru’nun yanıtı muhtemelen aynıdır.

    (1)      Eğitim sözünün bu denli sık kullanmasına, her sorununun getirilip getirilip eğitime bağlanmasına karşın, acaba eğitim işini niçin beceremiyoruz?

    (2)      Bilim, en vahşi kabile insanlarının bile sorunlarını çözmede yardımcı oluyorken, acaba niçin toplumumuzda sadece makale yazıp para kazanmaya ya da ünvan şişirmeye yarıyor, niçin yüzlerce sorunumuzun çözüm yolunu bulmada kullanılmıyor?

    Soruların olası yanıtı şudur:  Eğitim ve de bilim, insanlarımızın somut ihtiyaçlarının giderilmesinde bir katkı yapabilecek içerikte anlaşılıp kullanılmıyor. Bu içerik zafiyetini giderebilecek olan “elit” (seçkin) kesimin büyük çoğunluğu da -maalesef- bu hastalıktan muzdariptir. Soru sormaya devam edilirse sıradaki şudur: Peki, eğitim ve bilim, toplum yaşamımızdaki çeşitli ölçekteki sorunların çözümüne niçin somut bir katkı sağlayamıyor?

    Bunun olası yanıtı ise, geleneksel sorun çözme kültürümüzün yerleşik araçlarında, bu yerleşik araçlara olan bağımlılığımızda yatıyor olabilir. Yabancı dil eğitimindeki olağanüstü başarısızlığın nedeni buna göre bu “işe yaramazlık”ta yatıyor.

    İngilizce öğretim yapan bir kolejin İngilizce öğretmenlerine sorulan “niçin İngilizce öğretiyorsunuz?” ve öğrencilere sorulan “niçin İngilizce öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, net ve somut yarar(lar)ın neler olabileceğinin hiç düşünülmediğini göstermektedir. (bkz. “Yabancı dil”, sh 303, Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası, 3.basım, PEGEM Yayınevi, Ankara veya www.tinaztitiz.com).

    Epey ilerlemiş yaşına rağmen bir elinde -çok kullanılmaktan- parça parça olmuş bir sözlük, öbür elinde Türkçe gazete, yakın ve orta-yakın gözlüklerini ikide bir değiştirerek Türkçe gazete okuyan bir ABD büyükelçisi -kişisel gözlemimdir- somut sorunların çözümünde yabancı dilin nasıl kullanıldığına ibret verici bir örnektir.

    Bir diğer ibret örneği de, eğitim fakültelerimizin  ezberci geleneği altında yetişmiş öğretmenlerimizin, gencecik beyinlere “the”  sözcüğünün okunuşunda dilin alt ve üst dişler arasına nasıl sokulacağını öğretmeye çalışması, bunun ne işe yarayacağını hiç düşünmemiş olmasıdır.

    Peki sorun çözmeye yaramıyorsa bu denli yabancı dil merakı nedendir? Bu yalnızca eğitim sistemimizin değil, seçkinlerimizin, ailelerin, tüm toplum kurumlarının, bu soruyu sormayan herkesin ortak ayıbıdır.

    Özelde yabancı dilin, genelde eğitimin ve bilimin birer sorun çözme aracı olamayışları, onların ancak süs, övünme aracı, yüzeysel farklılıklar yaratma gibi amaçlarla kullanımına yol açmıştır.

    Kişiler -ve kurumların- sorunlarını çözmekte kullandıkları araçlar, dil, yabancı dil, eğitim ve bilim değil, onların bağımlılık yaratmış alternatifleridir.

    Nedir bu bağımlılık yaratmış sorun çözme araçları?

    –          Bir tanıdığın -veya tanıdığın tanıdığının- tanışıklığını istismar etmek“,

    –          doğrudan ve/ya dolaylı rüşvet vermek”, 

    –          yasal ve/ya ahlaki kuralların etrafından dolaşmak“,

    –          istemeye istemeye sineye çekmek“,

    –          kader olarak kabul etmek“,

    –          bir başkasına ihale etmek“,

    –          görmezden gelmek“,

    –          sorundan uzak durmak

    ve bunların çeşitli ton ve bileşimleri, bilgi -ve onun araçları olan dil, yabancı dil, eğitim ve bilim- ile sorun çözmenin “daha ucuz” alternatifleridir.

    Bir kural gibi genelleştirmek doğru mudur bilinmez ama, ” bir sorunun çeşitli çözüm yolları içinde en  kolay olana yönelinir ve bu yol zamanla bağımlılık yaratır” gibi bir doğa yasası var gibi görünüyor.

    Bu “kolay” ve “alışılmış” yollardan vazgeçilmedikçe, “zor ve alışılmamış” konumdaki araçlar devreye giremeyecek, suretâ kullanılıyor (gibi) yapılacaktır.

    Alışkanlık yaratmış bu yolların her biri, değerler sistemimiz içinde dallanmış birer sosyal tümördür (bkz. https://tinaztitiz.com/3661/sosyaltumor-ve-egitimde-bir-cikis-yolu-onerisi/). Bu tümörlerin yok edilmeleri ancak sistemli ve yaygın bir çabayla olabilir.

    Bu yollar toplumun önce seçkin tavırlı kesimlerince, sonra da çoğunluğunca “ayıp” olarak kabul edildikçe onların yerlerini, bilgi, eğitim, bilim gibi yüksek değer alanları almaya başlayacaktır.

    Kimilerince “toplum mühendisliği” sayılabilecek bu yaklaşım, “toplum değerlerinin tümörlerden arındırılması” olarak özetlenebilir ve kötü kullanımlara da pekalâ açıktır.

    Birileri, kendi kafalarındaki dünyaları, yine aynı yaklaşımla -değerlerin tümör sayılanlarından arındırılması- gerçekleştirmeye çalışabilirler ve bu zaten insanlık tarihi boyunca hep olagelmiştir.

    Ama görünen o ki başka bir çıkış yolu da yoktur. Hasta toplumlar (R.B. Edgerton, Sick Societies, 1992, The Free Press) ya yok olacaklar ya kendilerini iyileştirecek yolları kendileri bulacaklardır. Toplum müh. nin -haklı olarak- aşağılanan “dıştan müdahaleci” değerler sistemi yeniden yapılandırma girişimleri ile, hasta toplumlara özgü bir demokrasi yolunun arasındaki fark işte budur. Bu süreci kimin başlatacağı, kimlerin destek vereceği, bütünüyle toplumsal dinamiklerin çıktılarıdır. Ama neredeyse kesin olan, bu sürecin, sıradanlığın eseri olamayacağıdır. Seçkin tavır sahibi ve aralarında dayanışma ağları kurabilen yurttaşlara sahip olup olamamak bir toplumun kaderini belirleyecek gibi görünüyor.

    Eğitim açısından ne yapalım?

    Ailesi içinde “merak” duygusu çeşitli -masum- yollarla köreltilip, okulun bilgi pompalayıcı eleyici mekaniğine terk edilen çocuklarımız için yapılabilecek şeyler ne yazık ki çok azdır.

    En küçük yaşlardan itibaren belirli -ve kaldırabileceği- sorumluluklarla yüklenen ve sayılan “kolay” sorun çözme yolları kapatılan bir çocuk, doğanın kendine hediye ettiği merakı -eğer özel yollar ile öldürülmez ise- nedeniyle “bilgi yoluyla sorun çözmeyi”yi bir alışkanlık olarak edinecektir. Araştırmak ve öğrenmek, böyle bir çocuğun-hiç farkında bile olmayacağı- doğal özellikleri haline gelecektir.

    Eğitim sürecinin aile ayağında yapılması gereken budur:  Sorumluluk ver; ucuz yolları kapa; merakını öldürme!

    Aile içinde bu şansı kaybetmiş olanlar, aynen bedensel veya zihinsel engelliler gibidir ve ancak özel ilgi ile bilgi yoluyla sorun çözmeye yöneltilebilirler. Bunu hedeflemiş bir okul sisteminin nasıl olması gerektiği ayrı bir konudur (bkz. Okulda Yeni Eğitim, Aralık 2000, Beyaz Yayınları, İstanbul, https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/yayinlar/).

    Her iki grup açısından da yabancı dil eğitiminin çerçeve çizgileri şöyle çizilebilir:

    –          Okul yaşındaki çocuklar -özellikle de ana ve ilköğretim- yabancı dil yoluyla sorun çözme gibi bir hedefe sahip değillerdir. Zorlama (tehdit, ceza, ödül) ile ancak ezbere bellerler ve bu yolla ancak bir papağan kadar katma değer yaratabilirler.

    –          Bu yaşlardaki çocukların yabancı dil öğrenmeleri için, gerek aile, gerek okul ve gerekse kitle iletişim araçları  yoluyla “ağzından / kaleminden  çıkanın farkında olmaya yönlendirilmeleri  gerekir. Ana dillerinde kullandıkları masa, sandalye, kardeş vb. sözcüklerin “ne demek”  olduğu şu demektir: Bunların, duyu organlarımızın somut olarak algıladığı duyularla bağlantısının tam olarak farkına varmak. 

    Yabancı dil öğreniminin temeli, Türkçe’nin (ana dilinin) bu yüksek hakimiyet düzeyinde kullanılması; daha ileri sınıflarda (orta, lise) ise, Türkçe dili içinde mevcut diğer kökenli (Arapça, Farsça, Yunanca, Latince gibi) sözcüklerin Türkçe’de ne anlama geldiğinin farkına vardırılmasıdır.

    Orta okuldan itibaren, termometrenin sıcaklık ölçer, kalorimetrenin ısı ölçer, kalorifer’in ısı yayan demir vbg. olduğunun farkında olan çocuklar ile, bunları birer “ses”  olarak -aynen papağan gibi- tekrarlayan çocuk ve gençler arasındaki farkı düşünebiliyor musunuz?

    TV haberlerinde ve hava raporlarında hava sıcaklıkları yerine ısrarla “ısı derecesi” diyen eğitimliler yerine ağzından çıkanı bilen insanlar böyle yetişebilir.

    Akılda az şey tutup, ihtiyaç oldukça bu az şeyden türetmek, çocukların çok sevdiği -ve de en doğru- bilgi saklama yoludur.

    Yabancı dil konusunda normal olarak henüz pek bir hedefi olmayan çocuklara yabancı dilin kalıpları, grameri, okunuş incelikleri gibi saçmalıkları öğretmeye çalışmak yerine, yabancı ve kimi Türkçe sözcüklerin yapılarındaki az sayıda ön ve ard ekleri vererek, bunlardan ne çok sözcük üretilebileceğini göstermek onlar için heyecan verici olmaktadır ( bkz. Ezbersiz Eğitim için Yol Haritası sh. 322)

    Okul kurumunun yabancı dil konusunda vermesi beklenen, anlamını tam bilmediği, ne işine yarayacağı konusunda net olmadığı “sesler çıkarmayı öğretmek” değildir. Bir ana okulundaki 3-5 yaşındaki çocukların 1’den 10’a kadar  yabancı dilde saymaları ya da basit gündelik konuşmalara alıştırılmaları bir papağanın sayı saymasından farklı mıdır?

    Hattâ, ana dili Türkçe olan bir çocuğun 1’den 10’a  sayması ve bunlar üzerinde 4 işlem yapması “denklik” kavramı oluşmamış ise ne değer taşır. Bunları bir başka dilde yapması bir değer taşır mı?

    Yabancı dil konusunda, kişi sayısı kadar özgün hedef olabilir. Bu denli farklı hedef, tek tip bir öğretiyi ezbere belleterek öğretilemeyeceğine göre, çocuk ve gençler açısından öncelikle yapılması gereken, bu farklı hedeflerin, üzerinde yapılanabileceği bir temel inşa etmeye çalışmaktır.

    Bu temel, yabancı dil kitaplarının (introduction) ciltleri içindekiler kesinlikle olamaz.

    Ben Aritmetiği niye öğreneyim?” sorusuyla “yabancı dili niye öğreneyim?” sorularının temelleri aynıdır. İkisinde de ilk göze çarpan -ama pek işe yaramayan- yanıtlar vardır.

    Gündelik yaşamında hesap gerektiren durumlarda kullanmak” ilk bakışta aritmetiğin varlık nedeni (bkz. Misyon, https://tinaztitiz.com/3250/misyon-bir-seyin-var-olma-nedeni/) gibidir. Ama bir işe yaramadığı da hemen görülebilir. Çünkü bu yanıtın ardından  ” ee peki öyleyse ne yapalım?” gibisinden bir çıkmaz sokak gelir.

    Halbuki şöyle bir temel neden daha anlamlıdır: Tüm yaşam, ihtiyaçlar ve imkânları denkleştirme çabasıdır. Aritmetik bu çabanın aletidir. Yabancı dil için de böyle bir temele ve bu temelin çocuk ve gençlerce benimsenmesine ihtiyaç vardır.

    Yabancı dil neye yarar?

    Turistlerle konuşmak“, “roman okumak“, “iş ilanlarının talebini karşılamak“, “arkadaş edinmek” gibi hedefler bir dili lâyıkıyla -hem de zevkle- öğrenmeye yeterli itici gücü sağlayamaz. Bunlar “çatpat” düzeyli hedeflerdir.

    Ana dilin gündelik yaşam için  gereken basit kavramları ve o kavramlar için gereken birkaç yüz sözcüğü  dışındakiler fazlaca işine yaramayan bir çocuk veya gence yabancı dil öğretilemez, öğretmek için çaba da harcanmamalıdır. O çaba, daha yüksek hedefleri olan ya da daha yüksek hedefleri sahiplenebilecek olanlardan çalınmış bir çaba olacaktır.

    Ana dilini bir sorun çözme aracı olarak kullanma becerisi edinen bir kişi, öğreneceği yabancı dilin, ana dilinde bulunmayan daha yüksek değerli kavramları yoluyla yaşamını kolaylaştıracak, zenginleştirecektir. Ama bunun ön koşulu, ana dilindeki konuşma açısından, “ses çıkarma” düzeyinden “bir anlam ifade etme” düzeyine geçiştir.

    Çocuk ve gençlerimiz ile erişkinlerimizin içinde bu geçişi yapabilmiş olanları bulup, yabancıdil öğretme çabalarımızı -ki artık o öğretme değil onların öğrenme çabalarına katkıdır- oralara yönlendirmeliyiz.

    Okullarda yabancı dil öğreniminin hedefi, “dili çözülmüş papağanlar” yetiştirmek olmamalıdır. Dil çözülmesi ancak somut hedefler edindikten sonra olabilir. Öyle bir durumda ise istenilse dahi öğrenmesine engel olunamaz. Okulun yapması gereken bu sürecin kolaylaştırılması için hazırlıktır.

    Sözcük kökenlerinin (etimoloji) heyecanlı serüveni, ön ve ard ekler ve kökler yoluyla sözcük türetme, Türkçe’de bulunmayan  kavramların heyecanını tatmak, Türkçe’de kullanılan birkaç bin dolayında Latince kökenli sözcüğü fark etmek ve bu gibi unsurları içeren bir yaklaşım bu hazırlığı oluşturacaktır.

    Bu tür yetişmiş çocuklar okulda İngilizce, Almanca  ya da Fransızca konuşamayabilirler. Ama yaşamlarının bir noktasında gerek duyarlarsa -ihtiyaçları nedeniyle- İspanyolca ya da Çince öğrenebilirler. O halde önce biz kendimize şu soruyu -derin bir iç sessizlik hali içinde- soralım: “biz ne yapmak istiyoruz?”

    Ocak 2010