• Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder”  çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep” e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz” a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, ençok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur*.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”, bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem”dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir. Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi”dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1)       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2)       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri’nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–    Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–    Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Çoğu “okullar” kapatılmalıdır..

    Ulemamız her ne sorun varsa çözümünü getirip getirip eğitime bağlayarak okulları adres göstermiş oluyor. Devlet ise müfredatı bu sorunların çözümleriyle şişiriyor ve sonunda bu kadar çözümün bellenmesi ancak ezberle mümkün olabileceği için de “sormayan, sorgulamayan, sadece itaat eden ve kendisine -her yönden- bakılmasını bekleyen” özel bir merinos türü yetişiyor.

    Adına “yüksek katma değer üretme yarışı çağı” denilebilecek zamanımızda kendisine yer olmayan, muhtaç, yakınıcı, tüketici, -her yönden- saygısız bir toplumsal tümör böylece ortaya çıkmaya başlıyor. “AB Türkiye’yi niçin istemiyor?” sorusunun yanıtını bu tarafta aramak daha yapıcı sonuçlara götürebilir.

    Toplumun kolektif mizah duygusu, “eğitim şart” iğnelemesini yakalamış, “hah işte söylemek istediğim buydu” demeye getirmiştir.

    Her sorunun en önemli bileşenlerinin başında “eğitim”in yer aldığı kolayca kanıtlanabilir. Ancak bu “eğitim”in hangi eğitim olduğu sorgulanmadığı için, sokaktaki insanımızın geleneksel adres olarak gördüğü okul, bu eğitimin doğal -ve sorgulama dışı kalmış- adresi olarak kabul edilegelmiştir.

    Halbuki okul, özellikle de günümüzün etkileşim araçları karşısında, “eğitim kaynakları kümesi” içindekilerden yalnızca bir tanesi, üstelik de pek etkili olmayanlardan birisidir.

    Artık bir tane okul değil bir dizi okul vardır:

    –        Milli Eğitim Bakanlığı’nca yönetilen bildik kurumlar okuldur,

    –        Aile okuldur,

    –        Stadyumlar okuldur,

    –        Sokaklar okuldur,

    –        Gazete ve dergiler okuldur,

    –        İnternet okuldur,

    –        Ve TV’ler:

    o      Geri zekalılık taklidi (taklit midir gerçek midir bilinmez) yoğunluklu dizileriyle,

    o      Cinsel açlık giderici-çoğaltıcı-pazarlayıcı programlarıyla,

    o      Cehalet timsali para ve/ya şöhret şımarıklarının sergilendiği magazinlerle

    başlı başına birer okuldur.

    Bütün bu okullar iki yolla etki yaratıyorlar: (1) Sistemlerinin gereği olarak sevdirme, kısmi zorlama, koşullandırma gibi yöntemlere dayalı “açık (resmi) içerikler” yoluyla, (2) rol modelleri üzerinden verdikleri “saklı içerikler” yoluyla (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=653, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=659, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=577) .

    Bu ikinci bileşen, bütün bu okullardaki eğitim süreçlerinin can alıcı noktasıdır. Hele, bilgi-beceri bileşenlerinin büyük ölçüde ezber ve koşullandırmalı bellemeye dayalı olduğu dikkate alınırsa ne denli az önem taşıdıkları, esas önemli etkinin “rol modeli” bileşenlerinden geldiği daha iyi görülebilecektir. Nitekim hemen herkes, yaşamını şekillendiren kişiliğinin, değerlerinin, böylesine rol modeli kişilerden etkilendiğini deneyimlemiştir.

    O halde önce yozlaştırıcı rol modeli okullara dikkat!

    2005 mali yılı bütçesine göre gerekli derslik sayısının sağlanabilmesi için 10 katrilyon TL (yaklaşık 7 milyar dolar) kaynak gerektiği biliniyor. Bu para -hattâ daha fazlası- bulunsa dahi, sağlanacak olumlu etkiyi tek başına yokedebilecek yozlaştırıcı rol modellerinden yüzlercesi hergün gözümüze kulağımıza sokulmaktadır.

    24 saat süreyle abazan yurttaşlarımıza tekstil sanayiinin ürünlerini(!) sunan bu işe tahsisli bir TV kanalı, diğer programların aralarına serpiştirilerek yayın yaparak gizli hayat kadınlarının -ki bu işi açık yapanların haklarını ihlal etmektedirler- pazarlamasını yapan TV’ler, yarışma adı altında dilenciliğe, onursuzluğa koşullandıran programlar, haber adı altında dahi kadınların sadece tek işe yaradığı saklı içeriğini işleyen -Asena olayında bir kadının sadece dansöz kimliğini tek kimlik olarak sunan- yayınlar bunlardan sadece birkaçıdır.

    Bu okulların büyük çoğunluğu, “eğitimin şart olduğu” konusunda boyuna ahkâm kesen, yol gösteren, akıl öğreten medya organlarınca işletilmektedir. Bu olgunun ardındaki gerçek dürtü ise -ne yolla olursa olsun- para kazanmak, savunulan neden ise “halkın böyle istediği“dir.

    Halk gerçekten istiyor mu ya da hangi halk?

    Halkın bir bölümünün bu tür muhabbet pazarlamasını istediği doğru olabilir. Ayrıca da bazı hallerde sunu ile arzın birbirini artırdığı da (pozitif geri besleme) bilinmektedir. Cinsellik konusu bunlardan birisidir. Cinselliği tanımamış genç nüfus çoğunluğu, başlıca motifi cinsellik olan dedikodu, mizah, haber gibi konulara doğal olarak eğilimlidir.

    Ama halkın bir bölümü de -belki sayıca daha az- bu tür yoz yayınlardan şikayetçidir ve hattâ nefret etmektedir; ama sesi de çıkmamaktadır.

    Çözüm bu noktadadır!

    Çözüm, sesi çıkmayan bu “diğer halk”ın sesinin çıkması, daha Türkçesi bu tür yayınları bütünüyle boykot etmesi ve de bunu bir yolla (izlemeyerek, reklâm vermeyerek ve bu eylemlerini yayarak) duyurmasıdır. Örneğin, telefon, faks, e-posta, mektup, makale ve diğer herhangi yollarla şöyle sesler çıkmasından başka çözüm görünmüyor:

    –       “Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,

    –       “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,

    –       “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,

    –       “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,

    –       “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,

    –       “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programlaına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,

    –       “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,

    –       “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,

    –       “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,

    –       “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,

    –       “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.

    Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.

    Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.

    Bu yoz okullar bu yolla kapatılmalıdır. Yoksa çare, çocuk ve gençlerimizin zamanlarının ancak %9 kadarını geçirdikleri okullara, bu pisliklerin temizlenmesi görevini vermek değildir.

    Okullardan istenecek olanlardan başlıcası ise, okul dışı okulların ürettiği yozluklardan kısmen de olsa korunabilmek için veli-okul-öğrenci arasında sözleşmeler yapılması, bunun gevşek bir seçenek değil bir numaralı zorunluk haline getirilmesidir (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=692).

    Pazartesi, Kasım 8, 2004

     

     

     

  • Dondurmacı kız!

    “Genelleştirme”, iki tarafı keskin kılıç gibidir. Gözlem, aktarılma, içine doğma gibi bir kanaldan edinilen küçük bir bilginin, daha geniş bir alanda sonuçlar üretilebilecek şekilde genelleştirilmesi hem safsatanın hem de bilimin kaynaklarından birisidir. Birbirine bu denli zıt iki alanın aynı bir kaynaktan besleniyor olması bir çelişki gibi görünüyor ise de, safsata ve bilimi oluşturan zihinsel kurgunun esas belirleyici olduğu unutulmamalıdır.

    “Dondurmacı kız” ile ilgili bir gözlemimi genelleştirerek tüm dondurmacılara ya da tüm kızlara yaygınlaştırmak gibi bir düşüncem yok. Ayrıca, söz konusu gözlemimin öznelerinden birisi de bir diğer tezgahtar “dondurmacı delikanlı”dır. Ama yine de “tüm gençler bunlara benzer” gibisinden korkutucu bir genelleme niyetinde kesinlikle değilim.

    Bir niyetim, sizlerin de çevrenizdeki kişilere dikkat etmenizi ve eğer buna benzer semptomları yaygın olarak görüyor iseniz o zaman bu salgını ilgili sağlık kuruluşuna haber vermemizi özendirmektir. Ama esas niyetim, eğer bu bir salgın ise, kaynak(lar)ının, herkesin ağzındaki okul sistemi olup olmadığını sorgulamak, hatta okul sisteminin de aynı salgın nedeniyle hastalanmış olabileceğini düşünerek onun da neden(ler)ini sorgulamaya davet etmektir. Bu kadar kalabalık lafa yol açan basit olay şöyle:

    Bir akşamüstü mahallemizdeki dondurmacıya bir arkadaşımla gidip dondurma yemek istedik. Gelen lezzetli dondurmanın miktarı, nefis körletici miktarın üzerinde göründüğü için servis yapan hanım kızla şöyle bir diyalog gelişti:

    • Hem dondurma yemek hem de aşırı kalori almamak için yediklerimin miktarına hep dikkat ediyorum. Bu dondurma çok lezzetli ama miktarı da çok görünüyor, acaba kaç gramdır söyleyebilir misiniz?
    • Nasıl yani?
    • Sakın aklınıza, paramın karşılığını ölçmek için miktarını bilmek istediğimi gibi bir şey gelmesin sadece az mı çok mu yiyorum bunu bilmek için soruyorum.
    • Neyi?
    • Dondurmacı kız diğer tezgahtara (dondurmacı delikanlı) dönüp yardım isteyen gözlerle baktı ve delikanlı aynı şekilde bize dönüp:
    • Nasıl yani?

    Bu defa arkadaşım prdoblemi kestirme yönden çözmek için atıldı ve:

    • Sizin teraziniz var mı?
    • Delikanlı: yok hayır tartı var.
    • Arkadaşım: tamam işte, siz bir boş kaseyi tartın.
    • Delikanlı ve kız aynı anda: ama sizinkinin içinde dondurma var, boş değil ki.
    • Ben ve arkadaşım: olsun siz boşunu tartın biz anlarız.

    Dondurmacı kız dondurmamı alıp götürdü ve tezgahın arkasından bir süre sonra heyecanla sesi yükseldi:

    • 350 gram.
    • Ben (biraz suçluluk duyarak arkadaşıma): gitti 800 kalori
    • Arkadaşım: ama bu dondurma o kadar var mı?
    • Ben dondurmacı kıza: bu 350 gram neyin ağırlığı?
    • Dondurmanızın ağırlığı, ama kapla beraber
    • Peki kabın ağırlığı ne kadar?
    • Onu ayrı tartmak lazım.. 150 gram geldi.
    • Ben (biraz rahatlamış olarak arkadaşıma): iyi bari 200 gramla kurtardık

    Para öderken çaktırmadan bu vakayı daha yakından tanımak için sordum:

    • Siz hesap kitap işlerini çok süratli yapıyorsunuz, lise mezunu filan mısınız?
    • Hayır ben üniversite öğrenciyim.
    • Oo çok iyi hangi bölümdesiniz?
    • İngilizce uluslararası ilişkiler bölümü son sınıftalyım. Zaten burası amcamın dükkanı ben yardım olsun diye duruyorum.
    • Talih amcanıza gülmüş, inşallah uluslararası ilişkilerimizde de aynı başarıyı gösterirsiniz.
    • (hafiçe kızararak) teşekkür ederim.

    Başta da belirttiğim gibi bu bireysel olayı genelleştirmek gibi bir niyetim yok. Ama içime de bir kurt düşmedi değil. Acaba bunlardan çok var mı diye.

    Kurt düşmesinin bir nedeni de, ABD’de yapılan benzer amaçlı bir test sorusuna verilen yanıtlardı. Kolej mezunlarına sorulan soru şöyleydi (tabii ki test sorusu): 100 sayısının %70’i aşağıdakilerden hangisidir? a) 70den küçüktür b) 70e eşittir c) 70den büyüktür d) hiçbiri.

    Doğru cevabı verenlerin, katılanların %20si dolayında olduğu belirtiliyordu. Bu %20ye ikinci bir genel kültür sorusu sorulmuştu. Soru şuydu: 5 yabancı ülke adı sayar mısınız? Cevapların çoğunluğu şu şekilde imiş: Michigan, Oregon, Seattle, Wisconsin vs.

    Risk Altındaki Ulus raporu A.B.D.’de 1983 yılında yayımlanmıştı. Halen o rapor üzerinde çeşitli araştırmalar yapılıyor (http://en.wikipedia.org/wiki/A_Nation_at_Risk).

    Amerikalı öğrencilerin bu durumuna -başkanlarına bakarak- şaşmamak lazım. Peki acaba bu dondurmacı kız ve delikanlılardan bizde de çok varsa ne yapacağız?

    Yok canım bu bir karabasan olur.

    Cumartesi, Ekim 2, 2004

     

     

     

  • Yardımınıza ihtiyaç var..

    Değerli dostlarım,

    Bir konuda tanıdıklarınız, bildikleriniz ile ilgili bilgilerinize ihtiyacım var.

    Bir proje üzerinde çalışıyorum. Bireysel Deprem Korunma Kafesi (BDKK) adlı AR-GE projesi, adında anlaşılabileceği gibi, -diğer deprem korunma önlemlerinin yerine değil yanısıra- içine girilerek, kişileri -varsa küçük çocuklarıyla birlikte- korumaya yönelik.

    $50 kadar azami bir fiyat ve yaklaşık 30 kg kadar azami bir ağırlık öngörülüyor. Tabii ki bu iki sınırlama “yüksek tasarım teknolojisi”, “yaratıcılık”, “malzeme bilgisi”, “doğadaki örneklerden yararlanabilme” gibi bilgiler gerektiriyor. Oldukça iyi tanımlanmış bu proje Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Merkezi aracılığıyla KOSGEB tarafından da destekleniyor.

    Gereken tanımlama bilgileri ayrıntılı olarak mevcut.

    Kısacası sıradan bir iş değil.

    Bu projede bana yardımcı olabilecek, meraklı, enerjisini ve moral gücünü tüketmemiş, enerjisini yakınmaya harcamayan bir kişiye ihtiyacım var. Tabii ki SAP 2000, Proengineer, Solidworks, TEKCad gibi yazılımları “beceriyle kullanabilen” bir kişi olmalı. Bu bilgiler “3D space frame” tasarım bilgisine ek olarak bulunmalı.

    Böyle kişi(ler) tanıyor iseniz benimle tanıştırır mısınız?

    İlginize şimdiden teşekkür ederim.

    M.Tınaz Titiz

    (0542) 522-3936

    tinaz@tinaztitiz.com

     

  • Bir test: Laikçi misiniz dinci mi?

    Birçok toplumda ortak konu..

    Uzunca yıllardan bu yana toplumumuz -hattâ giderek diğer toplumlar- laiklik konusuyla meşgul. Öyle görünüyor ki bu yoğunluk azalmayacak, aksine artacak ve belki de küresel ısınmadan daha ön sıralara oturacak.

    Bu işin bu denli yaygınlık kazanmasının çeşitli nedenleri içinde bir tanesi de tanımlar konusundaki belirsizliklerdir. Laik, laikçi, dindar, dinci kimdir? Hangisi nerede başlar nerede biter?  Acaba laik dindar olabilir mi? Bunlar siyah-beyaz kadar net çizgilerle ayrılabilir mi? Ve daha buna benzer nice sorular.

    Bir test önerisi..

    Bu konularda kısa ve belirsizliği -nisbeten- az bir test olabilse ne kadar işe yarardı. Bu kadar iddialı olmasa da, en azından daha iyilerini geliştirecek olanlara malzeme oluşturabilecek bir test önerisi şöyle olabilir:

    Testin hareket noktası, neyi saptamak istediğimizdir. Madem ki düşünce ve inançlar dışa vurulmadıkça kimse tarafından bilinemiyor, en keskin düşünce sahiplerinin dahi “dışa vurulmamış inançlara”  laf etmesi söz konusu değildir.  Sorun, düşünce ve inançta değil bunların dışavurumlarında başlıyor.

    Şimdi bir adım ileri gidip, yalnız din konusunun taraflarını değil, diğer ideolojik konuların -örneğin siyasal veya ekonomik ideolojiler- taraflarını da test geliştirme çabamızın içine katalım. Serbest ve düzenlenmiş piyasa yanlıları, globalizm yandaş ve karşıtları, androposentrik yaklaşım ve bütüncül yaklaşım yandaşları gibi yüzlerce karşıtlığın hangi açı(lar)dan sorun yarattığına bakalım.

    Bu düşünce ve inançların dışavurumları çeşitli biçimlerde olabilir.  Bu dışavurumların hangi biçim(ler)i konusunda sorun olduğuna göz atalım. Düşünce ve inançlarını örneğin saçlarını kısa ya da uzun kestirerek ya da renkli gözlük takarak ifade etmek isteyenler ne zaman sorun yaratırlar?

    Pratikte görünen odur ki, sorun, ifade edilen eğilimlerin başkalarınca da benimsenmesi isteğinin kabul ya da reddinden geliyor. Eğilimlerini örneğin renkli gözlük takarak dile getiren bir kişi, bir anlamda bunu bir meydan okuma olarak dışavurmuş sayılıyor ve bir anlamda “benim eğilimlerimi onaylamayanları onaylamıyorum” demek istiyor; daha da trajik olanı belki böyle demek istemiyor fakat böyle anlamlandırılıyor.

    Taraflara dışarıdan bakan kişiler -örneğin toplumsal düzeni sağlamak durumunda olanlar- tarafların ne düşünerek bu dışavurum stillerini seçtiklerini bilemeyecekleri için bu defa dışavurum stillerine ait normlar ortaya koymaya başlıyorlar. Ama ikinci büyük sorun da burada başlıyor: Bu kişiler bizzat bir ideolojinin tarafı durumunda iseler bu defa kavga doğrudan taraflar arası kavgaya dönüşüyor.

    Uygulamak istediğimiz testin ipuçları burada yatıyor. Düşünce ve inançların dışavurumundaki niyetin ne olduğu bilinebilse mesele çok kolaylaşacak. Bunu ise doğrudan gösterebilecek bir gösterge bilmiyoruz.

    Ama bir çözüm yolu var. Gerek pozitif bilimlerde gerekse sosyal bilimlerde, doğrudan ölçülemeyen olgular dolaylı yollarla bilinir kılınabiliyor.

    Uzak bir yıldızda yaşam olup olmadığı oradakilerin seslerini dinlerek ya da resimlerini çekerek doğrudan belirlenemiyor, ama o yıldızda su olup olmadığı gibi dolaylı bir ölçütle tahmin edilebiliyor (tabii su bulunması orada yaşam olduğuna mutlaka kanıt olmayabilir).

    Benzer biçimde, yönetim biliminde kurumların performansları çok sayıda dolaylı ölçüte bakarak değerlendirilebiliyor. Yeter ki neyi ölçmek istediğimizi iyi bilelim.

    Düşünce ve inançların dışavurumları konusunda da bilmek istediğimiz, amaçların ne olduğudur. Kişi, seçtiği dışavurum stilini (gözlük, saç, türban, açık göbek vs) sadece “ben böyle düşünüyor ve/ya inanıyorum; hoşuma böyle gidiyor” amacıyla mı yapıyor, yoksa “ben böyle yapıyorum ve ifade aracımı sizin de böyle yapmanız için size bir çeşit manevi -ve fırsatını bulursam maddi- baskı yapma aracı olarak kullanıyorum” amacıyla mı? Doğrudan ölçemeyip de dolaylı olarak ölçmek -değerlendirme demek daha doğrudur- istediğimiz tam olarak budur.

    İfadeciler ve benimseticiler..

    İşi kolaylaştırmak için yukarıdaki iki farklı eğilime birer sembolik isim de verilebilir. Birincisine -salt ifade amaçlı olanlara- “ifadeciler“; ikincilere -başkalarına da benimsetmeye çalışanlara- ise “benimseticiler” diyelim.

    Bu durumda aradığımız test, laik ve dindar adlandırması gibi tanımı gri  tonlar içeren, içtenlikli dindar ile din simsarının ve/ya içtenlikli laik ile laikliği istismar edenlerin karışmasına yol açan sakıncaları da ortadan kaldırabilecektir.

    Bunu dolaylı değerlendirmeyi becerebilir isek, sadece kendisi için bir dışavurum stili seçenlere (ifadeciler) şapka çıkarıp başkalarına baskı yapmayı amaçlayanlara ise (benimseticiler) bir yolla engel olur ve böylece insanların en önemli özgürlükleri sayılması gereken “koşullanmama özgürlükleri“ni savunmuş oluruz.

    Evet, kavramlar konusunda bir netleştirmeye gidince testin ne olması gerektiği de ortaya çıktı: Kendi doğrularınınızın (akıl alanı), iyilerininizin (ahlâk alanı) ve güzellerininizin (estetik alanı) mutlak olduğuna ve başkalarınca da benimsenmesi gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “benimsetici” denilebilir.

    Bunların göreceli olabileceğini, kendi doğru-iyi-güzellerinizi içeren bir yaşam alanı içinde yaşayabilmeniz için başkalarının yaşam alanları ile kesişen yaşam kesitlerinde -ki gerçek kamusal alan- üzerinde uzlaşılan ve uzlaşanların bütününe yarar sağlayan -ki gerçek kamusal yarar- doğrular, iyiler ve güzeller bulmak gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “ifadeci” denilebilir.

    Kendisine laikçi veya dinci denilen kimselerin gerçekte kendi doğru, iyi ve güzellerini başkalarına dayatmaktan başka düşünceleri olmayan kimseler oldukları, her iki kesimin ne kadar birbirinin içine geçmiş olduğu, bunun da altında “kendi fikrini başkalarına benimsetme” denilen masum görünüşlü melânetin yattığı daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Tek ve mutlak doğru-iyi-güzel’lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa ile niçin bir adım ileri gidemeyecekleri ve bunun günahının kendi doğru-iyi-güzellerini ezberleyen (yani sorgulamayan) ama kendisine de aydın diyen kesimlerimiz olduğu daha iyi görülebiliyor mu?

    Esas savaş açılması gerekenin dindarlık ya da laiklik olmadığını, en büyük insanlık suçunun “başkalarını koşullandırmak” olduğunu, Tanrının -bütün diğer varlıklar gibi- kendi doğru, iyi ve güzellerini bulma genetik kodu ile donattığı insana bir şeyleri ezbere belletip bunları sorgulama dışı bırakmanın, üstüne üstlük bir de bunları başkalarına dayatmanın ne din ne bilimle bağdaşmayacağını, bunun günahının bu dünyada geri kalınarak başka boyutlarda başka cezalarla mutlaka tecziye edileceğini akıl etmek gerekmez miydi?

    Bu zihinsel katliama yüzyıllar boyunca maruz kalmış bir toplumda üremiş her düzeydeki ve unvandaki “benimsetici” ile şimdi ne yapacağız? Toplumun hemen tüm kurumlarına egemen olmuş bu “benimseticilik” kültürünün bir “toplu yok olma” kültürü olduğunu idrak edip edememek. İşte bütün mesele budur!

    Mart 14, 2004

  • Çizgi filmlere dikkat ediniz!

    Bir göz atınız..

    TV kanallarına sabah bir göz atanlar ilginç bir gözlemi benimle paylaşacaklardır. Yabancı kaynaklı çizgi filmler çoğunlukta. Buna karşın çok az kanalda -genellikle TRT- çocuklar için hazırlandığı yazılı, ama kim için olduğu pek belli olmayan canlı programlar var.

    İki tür çocuk programına baktığınızda derhal gözünüze çarpan -çarpan değil gözünüzü çıkaran- bir fark var: Yabancı kaynaklı programlar -istisnasız hepsi-, şu amaçlardan bir ya da birkaçını gerçekleştirmeyi amaçlamışlar:

    1. Öncelikli amaç, yaratıcılığı geliştirmektir. Güç hatta imkansız denilebilecek şeylerin göreli olduğu, insanların zorlandıklarında olağanüstü çareler geliştirebildiği, eğlendirici olaylar içinde verilmektedir. Gelişmişliğin ana ögesi olan buluşçuluk bu yolla aşılanmaktadır. Denilebilir ki ana mesaj buluşçuluk’tur.
    2. Hayvanlar, insanlar, bitkiler ve cansız dediğimiz nesnelerin hepsinin birlikte bir bütün olduğu, eko-sistemin ancak bir bütün olarak var olabileceği kuvvetle işlenmektedir.
    3. Hayvanların, öldürülecek değil dost olunacak yaratıklar olduğu mesajı verilmektedir.
    4. Tüm öykülerin hayvanlar çevresinde geçmesi, birbirini anlamanın (empati) ne denli önemsendiğini gösteriyor.
    5. Tüm olaylar, olağandışı bir hızda gelişir. Böylece hızlı karar vermek, hızlı hareket etmek aksi düşünülemez bir yaşam stili olarak tanıtılıyor.
    6. Müzik, çizgi filmlerin ayrılmaz unsurudur. Çocuk gelişiminin önemli ögesi olan müzik de bu yapının içinde sunulmaktadır.
    7. Şaka anlayışı, yaratıcılıkla başbaşa giden bir olgudur. Çocuk çok çabuk kavrayabileceği şekilde yüzlerce espri ile karşılaşmaktadır. Ama sık sık da ince hatta çok ince espriler yeralmakta, çocuğun şaka anlayışı giderek keskinleştirilmektedir.

    Yerli yapımların farkları..

    Buna karşın yerli yapım çocuk programlarının belirgin özellikleri şunlardır:

    1.     Olaylar, çocuklarımızın kavrayış düzeylerinin düşük olduğu varsayımıyla, son derece yavaş tempoludur.

    2.     Tipler, çizgiler yerine gerçek kişilerden oluşmaktadır (çünkü çizgi film yapmak zordur). Bu nedenle, çizgi tiplerin esnekliği, sürati ve abartıları gerçekleştirilememektedir.

    3.     Esprilerin çoğu geri zekalılık taklidi biçimindedir (aslında dizilerimizin çoğundaki ana tema da geri zekalılıktır; niye bu işe bu denli düşkün olduğumuz tuhaf çağrışımlar yaratıyor)

    4.     Buluşçuluk, güç durumlarda yaratıcı çareler geliştirmek gibi motifler hemen hemen yok gibidir.

    5.     Canlı sevgisi ile ilgili mesajlar ya yoktur ya da tepki yaratacak ölçüde “talimat” kokmaktadır.

    Bu programlara konu mankeni olarak çağrılan seçme çocuklar dahi, esas duruşa yakın bir pozisyonda, her an azarlanma korkusu altında, sevecen görünüşlü talimatçılarının gözlerine bakmaktadırlar (nitekim bu ileriki yaşlarda da aynen devam etmektedir).

    Bu farklar ister istemez şunu düşündürüyor: Bu iki tür yönlendirme altında yetişen çocuklardan acaba nasıl “büyükler” ortaya çıkar?

    Merak mı ediyorsunuz? O halde her akşam TV haberlerini izleyip “büyüklerimiz”i inceleyiniz. Cevap oradadır!

    (1994’te yazılan yazıya birkaç yeni ekleme yapıldı) Ağustos 7, 2004.

  • Kadrolaşma..

    Niçin?

    Hemen her hükumet değişiminden sonra bir kadrolaşma dalgası gelir. Bunun olumsuz -ve olumlu- yanları üzerinde tartışabilmek için, önce bu olguya yol açan nedenlere bakılmalıdır.

    Kadrolaşma deyimiyle kısaltılan karmaşık olayda en göze çarpan bileşenler şöyle ortaya çıkıyor:

    • Her hükumetin kendi “adamları” ile çalışacağı geleneği nedeniyle, muhalefetteki bir siyasi partiye yamanmış bürokratların gitmeden önceki olumsuz tutumlarından bir an önce kurtulma ihtiyacı,
    • Aynı nedenle, fakat iktidara gelen partiye yamanmış “tekkeyi bekleyen” bürokratların yükselme talepleri,
    • Her çıkar çevresinin kendi çapındaki truva atlarını kadrolar içinde sokuşturma çabaları,
    • Ahbap, akraba, eş-dost baskıları,
    • Hükumetlerin, kontrolları altındaki parlak -görünüşlü veya yeterlikli- kişileri birer stratejik başarı kazanma aracı olarak kullanma ihtiyaçları,
    • İdeolojik nüfuz,
    • Hükumet parti(ler)ine kaynak yaratmada yararlı(!) olacağı öngörülenler veya onların “adamları”,
    • Seçimlerdeki başarısı nedeniyle dediği yapılmak gereken kişilerin “kendi adamlarını” atama istekleri,
    • İşsizlere iş bulma vaatlerinin az da olsa yerine getirilmesi ihtiyaçları,
    • Şantaja muhatap olmamak için yapılması gereken atama ve/ya değişiklikler,
    • “Ayrımcılık” (bölücülük ya da kibarca diskriminasyon) denilen olgunun en temel yapı teşleri olan hemşehrilik, okulculuk, mezhepçilik,
    • Belirli fikirleri, reformları, projeleri hayata geçirmek amacıyla, bunlara muhalefet etmeyecek, aksine, bilgi ve becerisiyle destekleyecek “bizim adamlarımız”a olan ihtiyaç,
    • Kimi görevlilerin ehliyet ve/ya ahlâki tutumlarındaki yetmezlikler nedeniyle gereken -ama o ana kadar çeşitli nedenlere yapıl(a)mayan- değiştirmeler,
    • Ehliyeti nedeniyle atanması gerekenler,
    • Herhangi düzeyde bir yetkiye sahip olmak demek, aslında bir kaynağı kontrol ediyor demektir. Bu kaynakların kamu yararına kullanımı ise kısmen yasalarla -çünkü yasalar da bağımsız yapılmaz-, ama büyük ölçüde kamunun farkındalık düzeyiyle denetlenebilir.

    Hükûmet olmak ne demek?

    Kamuoyu -çeşitli kurumlarıyla- bu toplumsal sorumluluk (ahlâk) düzeyinde değilse, hükumet olmak demek sonsuz bir çıkarlar denizinden kontrolsuz olarak yararlanabilmek anlamına gelmeye başlar. Toplum da bu denizin farkındadır ve denizden kabını doldurmak derdindedir. Bunun yolu, ama muhtarlık, ama milletvekilliği ya da bakanlık, ama bürokratlık olsun, mutlaka sahilde suya yakın olmaktır. Su kıyısındaki bu büyük curcunanın nedeni budur.

    Bir gönüllü kuruluşa katkıda bulunabilecek bir üye bulmak sorun iken, siyasi parti kadrolarının bu denli kalabalık olmasının nedeni budur. Toplum bu ayıbının farkında olmadan boyuna siyasi dediği kişilere küfretmekte, bizzat oyunun içinde olduğunu bu yolla gizlemeye çalışmaktadır.

    • Ve nihayet: güç sahibi olmanın, en ortasında seçim galibi lider ve ailesinin yer aldığı, dışa doğru ilerlendikçe -iç ve dış- diğer talep odaklarının yer aldığı iç içe çemberler -hattâ küreler- biçiminde bir sistem demek olduğunun, iktidar kararlarının yalnızca lider tarafından değil bütün bu sistem tarafından, çoğu zaman liderin bile farkında olmadan, dağıtık (distributed) alındığını bilmeden, çocuksu bilmezliklerle beslenen ihtiras sahipliği demek olduğunun farkında olmayan lider adayları ve onları arkalarından bilinçli ya da bilinçsizce iten bir toplum geneli.

    Şimdi, bu nedenlerin birbirinin içine geçmiş ve/ya özellikle birbirinin içine geçirilmiş bileşimlerine verilen ad olarak “kadrolaşma”ya daha net bakıp irdeleyebilmek mümkündür. Bu kısa tablo, gelmiş geçmiş idarelerimizde kadrolaşma işinin niçin bu denli yaygın olduğunu göstermektedir.

    Temmuz 25, 2004

     

  • Toplum yaşamının ana denklemleri..

    Her bilim dalında çok sayıda formül bulunur. Ancak, bu formüller genellikle çok az sayıdaki “ana denklemler” den türetilir.Bu az sayıdaki denklem yerine çok sayıda formülün kullanılması pratik zorunluklar nedeniyledir. Örneğin, tüm fiziksel hareketlerin ana denklemi olan (kuvvet eşittir kütle çarpı ivme) bağıntısı, yüzlerce değişik form altında kullanılır  ve herbiri ayrı bir formülle ifade edilir.Bir alanda yeni bir formül türetmenin koşulu, türetilecek formülün, o alanın ana denklemlerine uygun olması, onlarla çelişmemesidir.

    Toplum yaşamının da benzer “ana denklemleri”  vardır. Örneğin, maddenin sakınımı prensibi diye bilinen, “hiçbir madde yok olmaz, ya da yoktan varolmaz, ancak yer veya şekil değiştirir”  kuralının aynısı ekonomi ve sosyal yaşam için de doğrudur.

    İşte bu ana denklemlerden birisi, (toplumun ortalama refahı (Ro) eşittir ortalama nitelik düzeyi (NDo) bölü toplumun yaşam düzeyi beklentisi (YDB) çarpı nüfus (N)) şeklinde ifade edilebilir. Yani:

    Ro = NDo  / (YDB . N)

    Burada “nitelik düzeyi”  deyimiyle, zeka-bilgi beceri-ahlak-ruh sağlığı dörtlüsü kastedilmektedir.

    ND>> Œ zeka, bilgi-beceri, ahlak, ruh sağlığı

    Bu basit denklem, birçok sorunun açıklanmasına yaradığı gibi, sorunlara önerilen çözümlerin geçerliğini de test etmeye yarar.

    Bu denkleme göre, toplumumuzun nitelik düzeyi değişmediği takdirde, nüfus arttıkça refah düşer.

    Yine aynı denkleme göre, refah beklentileri pompalanan ama nitelik düzeyi ona paralel olarak artırılamayan toplumların refah düzeyi azalır.

    Diğer yandan, beklentileri (YDB) ile gerçek refahı (Ro)  arasındaki fark artan bir toplumdaki bu tatmin olmamış fark, çeşitli tepkilerin kaynağını (TEP) oluşturur ve o toplumu yönetmek giderek güçleşir.

    TEP ≈ (YDB – Ro)

    O halde toplumların beklentilerini artırırken son derece bilinçle davranmak gerekir.

    Bu durumda örneğin, refahı artırmak için onlara devlet eliyle yardım yapmanın yararı olamaz. Çünkü denklemde böyle bir parametre yoktur.

    Toplumları yönetenler ve de onlara yön verenler, toplum yaşamının ana denklemlerini bilmek ve ürettikleri görüşlerin bu denklemlere uygunluğunu sürekli olarak kontrol etmek zorundadırlar.

    Benzer şekilde, bu denklemlerin uygun dillerle toplum kesimlerine de anlatılıp, nitelik düzeyi yükseltilemeyen bir topluma hiç kimse veya  hiçbir devletin ilave bir hak, refah vs veremeyeceği bilinci yerleştirilmelidir. Böylelikle, refahını daima kendi dışından bekleme alışkanlıkları içine girmiş bulunan kitlelere yalan söylenmemiş olur.

    Topluma yapılabilecek en büyük hizmet, onlara birkaç ana denklemi açıklamaktır.

    ( 1994 yılında yazılmış, Kasım.2000 tarihinde tekrar edit edilmiştir

  • Ağ tipi yapılanma..

    Birbirinden farklı yapı, statü ve çalışma alışkanlıklarına sahip kuruluşları -ve hatta kişileri-, bir dizi ortak amaçlar çevresinde bir araya getirmek gereken projelerde, bu kuruluşları tek merkeze bağlamak ve öylece koordine etmek şeklindeki geleneksel yaklaşım işlemiyor.

    Geniş bir alanda ancak “ağ tipi” bir yaklaşım geçerlidir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki aktörlerin tamamını içine alan ve hiyerarşik olmayan bir yapılanma, böylesine karmaşık ilişkileri gerektiren durumlar için neredeyse tek çözüm olarak görünüyor.

    Bir yapılanma ancak bir dizi sorunun cevaplanması halinde açıklığa kavuşabilir. Örneğin şu sorular yanıtlanmalıdır:

    o      Ağ’ın amaçları nelerdir?

    o      Ağ’ı oluşturacak olan düğüm noktaları bağlamında:

    –        Ağ’a dahil olma ya da dışında kalma ilkeleri neler olmalı?

    –        Ağ’ın düğümleri arasında ilişkiler hangi kurallar uyarınca yürütülmeli?

    –        Ağ’ın yönetimi nasıl olmalı?

    –        Ağı oluşturan düğüm noktaları arasındaki ikili, üçlü , çoklu ilişkileri tanımlayacak olan Alanlar Arası İlişkiler Protokolu-AAİP Neler İçermelidir?

    o      Ağlar-arası ilişkiler nasıl yürütülmeli?

    o      Ağa dahil kişi ve kuruluşların sorumluluk ve ayrıcalıkları neler olmalı?

    o      Ağ amaçlarını gerçekleştirme araçları neler olmalı?

    o      Ağ işletiminin maliyet öğeleri nelerdir ve bu maliyet kimlerce, nasıl (sponsorluk, reklam, aidat, kar bölüşümü vbg) finanse edilecektir?

    o      Düğümler ve/ya ağlar arasıında doğabilecek anlaşmazlıklar, sürtüşmeler ve çatışmalar nasıl çözümlenecek?

    Bu yapılanmanın nasıl yönetilmesi gerektiği konusundaki düşünceler ise şunlardır: Ağı oluşturacak katılımcılar grubundan kabul edenler -genişlemeye ve belli bir model uyarınca değişmeye tabi olmak üzere- bu yapılanmanın yönetim sistemi içinde yer alabilirler ve böylece ilk hareket temin edilmiş olur.

    Bu ilk grubun bir vakıf, dernek ya da benzeri bir kimlik altında bir araya gelmemesi, ağı oluşturan kişi ve kuruluşlara bir hiyerarşi ima etmeyen bir kimliksizlikte olmaları -ve de kalmaları- çok önemlidir. Ağın, katılımlı olarak koyacağı kurallar içinde kendi kendini yönetmesinde katalizör rolü oynayacak olan bu gruba, nötr bir ad olarak AĞ ODAĞI (relay center) denilebilir. Aynen, bir merceğin odak noktası gibi, gerçekte mevcut olmayan, ama bütün kırılan ışınlar aynı noktadan geçtikleri için “varmış gibi” kabul edilen sanal bir nokta!

    AĞ ODAĞI’nın işlevi, ağı oluşturan düğüm noktalarının aralarında yaptıkları ikili -veya çoklu- anlaşmalara -bir noter gibi kimliksiz olarak- şahit olmak ve anlaşmaların ihlalleri halinde, yine tarafların baştan öngördükleri yaptırımları onların öngördükleri biçimde uygulamaktan ibarettir.

    Akla gelebilecek ilk soru, bu ağa hangi aktörlerin ve de nereye kadar katılmayı kabul edecekleridir. Ağ, başlangıçta ona katılmayı kabul eden ve katılma sınırları konusunda birbiriyle uzlaşabilen aktörlerden oluşmalı, daha sonra giderek genişlemeyi hedef edinmelidir. Bunu somutlaştırmak için, katılımcılardan neler isteneceği belirlenmelidir. İddiasız ama güvenli ve doğurgan bir başlangıç olarak şunlar talep edilebilir:

    (1)      Ağın saptanacak amaçlarını benimsediğini beyan etmek,

    (2)      AĞ ODAĞI’nın işletme giderlerine ve denetimine gücü oranında katılmayı kabul etmek,

    (3)      Diğer düğüm noktaları ve AĞ ODAĞI ile yapacağı protokollara uymak ve birincisi için AĞ ODAĞI’nın, ikincisi için bağımsız bir gözlemcinin gözetim işlevini kabul etmek.

    Düğüm noktaları içinde kişiler, özel sektör kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, meslek örgütleri ve devlet birimleri bulunabilir, ama yönetim biçimi bunların herhangi birinin egemenliği altında değildir. Bu kesin bir kuraldır.

    Temmuz 24, 2004

  • Öğrenme’de sihirlinokta: “belirleyiciler” ve “türevler”..

    Yeni bir beceriyi bir öğretici yoluyla öğrenmeyi deneyenler şunu farketmişlerdir: Öğretici, söz konusu beceriye ait çeşitli parçaların nasıl yapılması gerektiğini söyler, açıklar, gösterir, israr eder, hattâ yapılmadığını görüp kızar vs.

    Buna paralel olarak öğrenici de kendisinden yapılması istenilenleri iyi niyetle yerine getirmeye çalışır. Ama nafile. Öğreticinin bütün çabasına, öğrenicinin bütün gayretine rağmen yapılması istenilen yerine getirilemez.

    Bu durum karşısında öğretici ve öğrenici genellikle şöyle düşünürler:

    • Öğretici: Bunun ya öğrenmeye niyeti yok ya da bu işe yeteneği yok; defalarca söyledim, açıkladım, gösterdim fakat olmadı, olmuyor. O halde fazla israra gerek yok.
    • Öğrenici: Demek ki benim bu işe yeteneğim yok. Gerçekten çaba göstermeme rağmen yapamadığıma göre ben de daha fazla israr etmemeliyim.

    Böylece öğretici ve öğrenici adı konmamış bir mutabakat halinde çaba göstermekten vazgeçerler ve öğrenme süreci de bitmiş olur.

    Bu olumsuz sonuçların nedeni büyük olasılıkla öğreticinin ve öğrenicinin yetersizlik ya da yeteneksizlikleri değildir. Öğreticinin yeterliği kuşkusuz önemlidir. Ama söz konusu beceri konusunda yeterliğin olup olmadığı nisbeten kolay anlaşılabilecek bir durumdur ve buradaki örnekte bunun yeterli düzeyde olduğu varsayılmaktadır.

    Diğer yandan öğrenici yeteneği de, söz konusu becerinin en üst düzeyinin belirlenmesinde konu olabilir; yoksa becerinin başlangıç ya da ortalama düzeylerinde yetenek eksiğinin -ya da fazlasının- etkileri kolay görülmez.

    Buradaki öğrenme sürecindeki başarıyı belirleyen temel özellik, söz konusu beceriyi oluşturan girdilerden küçük bir bölümünün “belirleyici“, geri kalan büyük bölümünün ise “türev” niteliklere sahip olmasından gelmektedir.

    Aşağıda, günlük yaşamda, birisinin dikkatini çekmek için sıkça kullandığımız “parmak şıklatma” hareketini (becerisini) oluşturan beceri parçaları (yani girdiler) sıralanıyor:

    1.     Baş ve orta parmak uçlarının birbirine bastırılması,

    2.     Basıncın giderek artırılması,

    3.     İki parmağın birbirinin üzerinden kayıp, orta parmağın avuç içine vurup ses çıkarması.

    Evvelce parmak şıklatmayı bilmeyen ve bu talimat dizisine göre öğrenmeye çalışan birisinin, ister kendi kendine ister bir öğretici nezaretinde bu beceriyi öğrenmeye çalıştığını varsayınız.

    Her defasında talimat cümlelerini dikkatlice okur ya da öğretici daha dikkatli olmasını ve talimatı tam olarak yerine getirmesini ister. Ama şu garantidir ki ne kadar çalışılırsa çalışılsın parmaklar yeteri sesi çıramayacaktır.

    Çünkü bu 3 beceri parçası da birer “türev“dir. “Belirleyici” olan girdi ise bunların arasında sayılmamıştır. Belirleyici (1 ile 2 nin arasında) şöyle olmalıdır:

    1(b). “Yüzük parmağı, baş parmaktan kolay kurtulamayacak -dolayısıyla da yeterli enerjiyi üzerinde biriktirebilecek- bir pozisyonda (baş parmağın iç kısmına doğru) bastırılmalıdır.”

    İşin ilginç yanı, bu -ya da herhangi bir diğer- beceriye sahip usta kişiler dahi, o becerilerinin hangi “belirleyici” ve “türev” becerilerden oluştuğunu analiz etmemişlerdir. Bu nedenle de öğreticiler genellikle söyler ve öğreniciler de yapamazlar.

    İyi de “belirleyiciler” nasıl bilinecek?

    Öğreticilik ile öğrenme yardımcılığı (veya yoldaşlığı, partnerliği) arasındaki fark budur. Öğretici -adından da görüldüğü gibi- işini tek yanlı yapmayı amaçlamış kişidir. Öğrenicinin ne olduğu, ne anladığı onu ilgilendirmez. Ayrıca, işinde usta çoğu kişi o beceriyi nasıl yerine getirdiğini pek analiz de etmemiştir. Doğrusu çoğu “usta” için bu gerekmez de. Ama bu yolla mükemmellik platosunun ancak belirli bir düzeyine kadar çıkılabilir.

    Öğreticilik yoluyla bir şey öğrenilemeyeceği gibi öğrenicinin motivasyonu da büyük ölçüde zedelenebilir. Öğreticinin yerine getiril(e)meyen her talimatı, her israrı, öğrenicide bir yetersizlik duygusu üretir.

    Bunu gözlemleyen deneyimli öğreticiler bir küçük hile ile bu motivasyon bozulmasını aşmaya çalışırlar ve talimatları yerine gelmese dahi gelmişçesine takdir ifadeleri kullanırlar. “Mükemmel oluyor“, “şimdi daha iyi” gibi. Bunun gerçek olmadığını öğrenici bilmektedir. Öğreticinin vücut dili, mimikleri ve öğrenicinin kendi iç sesi “olmadığını” söylemektedir.

    İyi bir öğrenme yardımcısı (learning partner) bir ayna olmalıdır. Eğer, kazanılmasına yardımcı olmak istediği beceriyi analiz edip belirleyici ve türev beceri parçalarını analiz etmemişse, öğrenciye neyi yapması gerektiğini söylememeli, sadece örnek olabilecek şekilde yapmalı, mikro-talimatlardan KESİNLİKLE kaçınmalı, öğrencinin nasıl yaptığının taklidini -abartmadan, mümkünse tam aynını- yapmalıdır. Belirleyici olmayan her beceri parçasına ait bir mikro-talimat kesinlikle yerine getirilemez ve ayrıca da öğrenici de başarısızlık duygusu yaratır.

    Bir öğrenme yardımcısının öğreniciye en değerli katkısı ona ayna olması ve kendini gözlemesini -asla hiçbir yorum katmadan- özendirmesidir. Her katılacak yorum, her ipucunu değerlendirmeye hazır durumdaki öğreniciyi sonuçsuz bir türev üzerine yoğunlaşmaya itebilir. Kompleks beceri parçaları içeren bir beceri halinde, hangi parçanın gözlenmesi gerektiği tabii ki belirtilmelidir.

    Fiziksel beceriler olduğu kadar zihinsel beceriler için de geçerli olan bu yaklaşım, öğrenme çağı diyebileceğimiz çağda üzerinde çok durulacağa benziyor. Kendi kendine öğrenme Tanrı’nın insanlara en büyük hediyesidir. Her hediye gibi onun da doğru takdiri gerekiyor.

    Temmuz 7, 2004