-
Nis 16 2012 Protokol krizi ne diyor?
Protokol krizi ne diyor?
Bir gazete haberi..
“Bir ilimizin emniyet müdürü, ilde düzenlenen bir törende, protokolun en arka sırasına oturtulduğu için küsmüş ve milletvekillerinin tüm ısrarına rağmen küslüğünden vazgeçmeyip tören boyunca orada oturmuş, sonra da kokteyl’e katılmadan çekip gitmiş.”
Nitekim bu tür itişip-kakışmalar sıkça olur, kimi zaman milletvekili valinin arkasında kaldığından kimi zaman il başkanı yeterince önde duramadığından hep krizler çıkar.
Protokol imkansızı mümkün kılma girişimidir!
Protokol -hele ciddiye alınırsa- neredeyse imkansız bir iştir. “Farklılıklar” çok boyutlu, protokollar ise tek boyutludur. Eğer protokola konu olacak kişiler örneğin aynı bir kurumun görevlileri olsaydı kurumun hiyerarşisi aynı zamanda protokol sırasını da gösterirdi. büyütmek için tıklayınız! Ama böyle değil de, örneğin bir ildeki adalet teşkilatı ile siyasi partiler farklı boyutlarda olduklarından bunları sıraya dizmek teknik olarak imkansızdır. Aynen üç boyutlu bir huniyi iki boyutlu kağıt üzerine resmetmek gibi. Bu nedenle de “gibi” yapılır ve izdüşüm yöntemi kullanılır. Kağıda çizilen huni gerçek huninin ancak izdüşümü olur.
Kısmi bir çözüm var..
Protokolun sıralanacağı yerler bir düzlem üzerinde değil de, üst üste katmanlar biçiminde -yani apartman gibi üstüste tablalar gibi- yerleştirilirse problem bir ölçüde çözülür. En üst kata, büyüklüğü tartışılmaz kimler varsa onlar, alt katlara da düzeyine razı olacaklar yerleştirilebilir. Tabii bu durumda aynı bir katta olanlar arasında niza çıkar ki çözüme “kısmi” dememin nedeni budur.
Bir anı
Yıl 1988. Yer Berlin. Berlin, Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Bu bağlamdaki etkinliklerden birisi de bir klasik müzik konseri. Dünyanın en ünlü senfoni orkestralarından birisi konser verecek. Salon ağzına kadar dolu, iğne atılsa düşecek yer yok.
Konserin 20.30’da başlayacağı ilan edilmiş, tüm yerler dolu. Sadece federal cmhurbaşkanı Richard von Weizsäcker ve eşinin oturacağı ön sırada iki kişilik yer ayrılmış. Konserin başlamasına birkaç dakika kalmış fakat cumhurbaşkanı ve eşi ortada yok.
Saat 20.30 olunca koridorda boş yer bekleyen iki kişi gelip cumhurbaşkanı ve eşi için ayrılan yere oturuverdiler; kimse de gelip yerlerinden kaldırmadı.
Orkestra sahneye çıktı, yerleştiler, bunlar birkaç dakika içinde olurken, salonun kapısından cmhurbaşkanı Weizsäcker ve eşi girdiler. Fakat hayret, bir koşuşturma, koruma ordusunun onu bunu itelemesi gibi “normal” bir hareket yok.
Yerlerini biliyor olacaklar ki doğrudan kendilerine ayrılmış -ama artık dolu- koltuklara yönelen karı koca, yere oturulmuş olduğunu görünce -hiçbir tepki göstermeden- birbirlerinden ayrılıp birbirinden epey uzakta iki koltuk bulup oturdular. Onlara ayrılan koltuktakiler de kıllarını kıpırdatmadan -ayrıca kimse de bu olayı önemsemeden- konser başladı.
Bu -bizde- imkansızdır değil mi?
Bu tablo o tarihten beri gözümden -en ince ayrıntıya kadar- hiç silinmemiştir. Cumhurbaşkanı ne demek, en küçük bir coğrafi birimdeki bir kamu (hatta özel sektör) görevlisinin bu gibi bir durumda ne arızalar çıkarabileceğini tahmin edebilirsiniz.
Yine aynı tarihlerde bir ilçemizde, iktidar partisinin ilçe teşkilatının yedek disiplin kurulu üyesi görüşmek için doğrdan bakanlığa gelince randevusu olup olmadığını sormuşlar. Uzun bir tartışmadan sonra def-i bela kabilinden içeri alınınca, hayretler içinde kendisine randevu teklif edildiğini, bunun makamıyla mütenasip olmadığından yakınmış ve özel kalem müdürünün cezalandırılmasını istemişti.
Bu birkaç olaya bakıp ne anlaşılmalı?
Her toplumda kendini önemli gören, kendini beğenmiş insanlar olabilir; normal dağılım uyarınca bunların uç örnekleri de bulunabilir. Ama eğer bir olgu istisna olmaktan çıkıp da bir norm haline gelirse bunu anlamaya çalışmak gerekir.
Öne çıkmak, kendini önemli göstermek için her fırsatı bu denli önemseyen insanların çokça -çoğunluk demeye dilim varmıyor- olduğu bir durum acaba sadece basit sıralanma konusundan mı ibarettir, yoksa hiç umulmayacak yerlerde de izleri olabilir mi? Ne dersiniz?
05 Ekim 2010 Salı
-
Nis 16 2012 KISALTMALAR VE MEDENİYET !
KISALTMALAR VE MEDENİYET !
“Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ile Doğru Yol Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Profesör doktor Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ile birlikte …….”
Evvelden yalnız devlet televizyonunda rastladığımız bu tür ünvan saymalar artık tüm medyada yer alıyor.
Bütün Türkiye’nin tanıdığı, ünvanlarını en ince ayrıntısına kadar bildiği insanlarımızı her defasında niçin tekrar tekrar tanıtmaya ihtiyaç duyduklarını bir türlü anlayamamışımdır. Bunun, o ünvan sahiplerince istendiğini hiç sanmam. Olsa olsa haberleri hazırlayan ve kısaltmaların birer medeniyet göstergesi olduğunun bilincinde olmayan, kendi vakti bol olduğu için başkalarının vaktini de bol sanan birilerinin marifetidir..
Dünyada herkesin adını ve ünvanını bildiği Amerikan başkanı yalnızca “Başkan Clinton” diye anılırken, bir zamanlar Habeşistan devlet başkanı olan Haile Selasiye bütün ünvanları uzun uzun sayıldıktan sonra bir de “aslanlar aslanı” şeklinde acaba niçin övülürdü?
Kısaltmaların medeniyet göstergesi olması iki ana sebebe dayanır: Birincisi, insanların ünvanlarıyla değil yaptıklarıyla övülebileceğinin bilincinde olan bir toplum yapısıdır. İkincisi ise zamanın değeridir.
CNN, BBC ve bu gibi TV spikerlerinin dakikada ortalama 300 kelime konuşabildiğine, bizim televizyonlarımızdaki -çoğu- spikerlerin ise ancak 100 kelimeyi yanlışsız söyleyebildiğine, bir de pasif sözcüklere bir türlü dillerinin dönmediğine dikkat ediniz. Eli yüzü düzgün diye halkın karşısına çıkarılan ve göz süzmekten başka bir marifeti bulunmayan (başka marifetleri varsa da bilmediğimiz) hatunlar ise tamamen bir felakettir.
TV yöneticileri lütfen biraz daha halka saygılı olsunlar. Kimsenin uzun uzun ünvan dinlemeye mecburiyeti olmadığını, eğer söyleyecek birşeyleri yoksa haber sürelerini kısaltmanın en akıllıca yol olduğunu artık idrak etsinler.
-
Nis 16 2012 Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?
Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?
Değerli dostumuz Dr.Necati Saygılı‘nın Hollanda(lıar) hakkında bir yazısı üzerine kimi düşüncelerimi yazmak istiyorum. Ama önce, Dr.Saygılı’nın -içinde Simon McKenzie’den alıntılar içeren- yazısından kimi paragraflar:
Makalenin yazarı Simon McKenzie yazısına, “Tanrı Dünyayı yarattı, fakat Dutch Milleti Hollanda’yı yarattı” diye başlamış. “Hollanda, kimi avrupa dillerinde basık/alçak toprak anlamında, Netherlands, Pays-Bas gibi isimlerle adlandırılmakta; bu adlandırmaya hak kazandıran gerçek, ülke topraklarının 2/3’ünün deniz basacak kadar düşük rakımlı olması ve ülke nüfusunun %60’ının deniz seviyesinin altındaki topraklarda yaşıyor olmasıdır” diye devam etmiş.
Söz konusu makalede yine bir Hollandalı olan Han van der Horst’un, Low Sky-Understanding the Dutch adlı kitabından şu cümleler nakledilmektedir:
“Ülkeyi ve toplumu deniz şekillendirmiştir. Su, hem bir arkadaş, hem de varlıklarını tehdit eden bir tehlikedir. Yabancılar, Hollandalılar için, su ile mücadele ediyorlar ve kazanıyorlar diye düşünse de; deniz olsun, nehir olsun suyu yenmek mümkün değildir; çünkü o çok daha güçlüdür. O nedenle insan için, onunla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmaktan başka çaresi yoktur.”
“Hollandalılar için son 1000 yılın başlıca uğraşısı, Deniz ve Nehir suyu ile birlikte yaşamanın yolunu arayıp bulmak olmuş; su ile mücadelede kazandıkları uzmanlık, bu milletin karakterini silinmez şekilde biçimlendirmiştir.”
“Suyla baş etmede başarının esası su, insan ve ekosistemin diğer canlı varlıkları arasındaki uyuşumu ve dengeyi gözetmek / korumaktır: Gücünüzü sergileyeceksiniz önce; sonra, sıra ötekine geldiğinde ona müsaade etmeniz gerektiğini bilmeli ve anlamalısınız ki, sonuç sizin için utandırıcı olmasın. Gerçekçi olmalı ve sağduyunuzu kullanmalısınız; duygularınıza esir olmamalı, bilhassa kızmamalısınız. Her zaman aşırılığa kaçmadan itidalli olmalısınız. Dikkatli ve hep tedbirli olmak zorundasınız; uykuya dalarsanız, ayaklarınız ıslanmış halde uyanmak zorunda kalırsınız. Bütün bu özellikler, ulusun karakterinde yer etmiş; varlığımızı sürdürme ve düşünme yollarımızın taşları olmuştur.” İlginç tesbitler!
…….
Bu alışkanlık o milletin politik hayatına da yansımış. Çok partili demokratik bir sistemin uygulandığı Hollanda’da hiçbir zaman tek parti hükümeti olmamış! Hep koalisyon hükümetleriyle yönetile gelmiş bu ülkede uzlaşı kültürü, günlük hayatın her alanında kendisini hissetirmekte imiş. Yazar şöyle diyor; “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”!..
Dr. Saygılı buradan sonra şu soruyla yazısını bitiriyor: “Bu kadar bol nimetin bulunduğu bir ülkede yaşayan insanlarımızın, yaşam koşullarındaki doğal zorluklara rağmen Hollandalıların dünyanın sayılı denizci milletlerinden olmalarına; sanayileşmiş-gelişmiş ülkelerinden biri olabilmelerine; kişi başına milli gelirlerinin bizimkinden 3.5-4 misli daha yüksek olmasına bakarak; kendilerini sorgulamalarını ve nerede yanlış yapıyoruz sorusunu sormalarını-cevabını aramalarını beklemek çok şey beklemek midir?..”
Evet çok şey beklemektir!
Çok şeydir, hem de her şeydir. Bireysel ya da kesimsel olarak kendisine ezbere belletilen[1] doğrularından başka doğru tanımayan insanımızın çoğunluğu için -hangi ideolojik kampa dahil olursa olsun- “neyi yanlış yapıyorum” sorusu anlamsız, dolayısıyla da imkansız bir sorudur. Doğruyu yapan kendisi / kendileri, yanlış olanlar ise dışındaki(ler)dir.
Yukardaki alıntı içindeki bir cümle (kırmızı), toplumumuzun bugünkü Sorun Çözme Kabiliyeti açısından yol göstericidir.
Toplumların karakterlerinde de -aynen onu oluşturan bireylerde olduğu gibi-, içinde bulunduğu koşulların etkisi büyük oluyor.
Bizim son 1000 yılımıza damgasını vuran başat kültürel öğe nedir diye bakıldığında, ezber-itaat-biat üçlemesi dikkat çekiyor.
Sorunlarının çözümünü onu yönetenlere ihale etmiş, yöneticileri ise bu ihaleyi Tanrıya devrederek başarısızlık karşısındaki olası sorgulama ve/ya hoşnutsuzluğu kesin olarak bitirmiştir. Suyla uğraşan su sorunları hakkındaki becerilerini ve oradan yola çıkarak diğer sorun alanlarındaki becerilerini -yani Sorun Çözme Kabiliyetini– geliştirirken, sorunlarını ihale etme konusunda uzmanlaşan toplumumuz da kurtarıcı arama -ve bulma- becerisini geliştirmiştir.
Ayak sesleri -eğitim sınıfımızın dışındaki- herkesçe duyulan Öğrenme Devrimi iki anahtar ilke çevresinde örgüleniyor[2]:
İki anahtar ilke: akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı..
1. Birinci ilke, öğrenmenin akademik bir süreç olmadığını, bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel eylemin aklı geliştirdiğidir.
2. İkinci ilke ise, gelişen aklın beyinde yeni bağlantılar oluşturduğunu, bunun da yeni bedeni ve akli eylemleri tetiklediğini, bu sürecin kendi kendini beslediğini söylüyor.
Eğer bu ilkeler doğru ise -ki hergün doğruluğunu deneyip doğruluyoruz-, sorun çözme konusundaki uğraşlarımız aklımızı geliştirecek, gelişen aklımız yeni sorun çözme girişimlerini tetikleyecektir.
Buna göre yapılması gereken nedir?
Ortak akıl bu soru’nun ayrıntıları konusunda en iyi cevapları bulacaktır. Hollandalı yazarın ifadesini tekrarda yarar var: “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”
Ayrıntıları ortak akla bırakmadan önce bizim yapmamız gereken tek şey, Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yüzyıllar içinde dümura uğradığını ve bu yetmezliğin tüm karar ve eylemlerimize -bir parmak izi gibi- yansıdığını kabul etmek, bu sorunu gündemimize alarak tartışmaya başlamak.
19 Eylül 2010 Pazar
-
Nis 16 2012 Eldeki telsiz neyin göstergesidir?
Eldeki telsiz neyin göstergesidir?
Yandaki fotoğraf VATAN Gazetesinin 4 Eylül tarihli nüshasında çıktı. Nişanlısından ayrıldığı için intihar etmek isteyen bir kız ve onu kurtarmak üzere en az onun kadar risk altına giren iki polisi gösteriyor. Neyseki kız kendini boşluğa bırakınca aşağıdaki hava yastığının üzerine düşüp kurtulmuş.
Polislerden birinin elindeki telsiz açıkça görünüyor; diğeri de polis olduğuna ve telsiz de üniformanın mütemmim cüzü olduğuna göre muhtemelen onun da elinde bedeninin ayrılmaz parçası “telsiz” var.
Bu fotoğraf karesini inceleyenler (büyütmek için tıklayınız!), müdahalede bulunmayan polis için kuşkusuz farklı yorumlar yapacaktır. Örneğin:
· Ya aldırmıyor ya da aşağıdaki hava yastığına güveniyor,
· “İntihar eden bir kişi için canımı niye tehlikeye atayım” diye düşünüyor,
· Polisin böyle bir görevi olmaması gerektiğini düşünüyor,
· “Bu maaşa bu tehlike çekilir mi” diyor,
· “Bu tür kişiler kararlıdır, ne yaparsan yap atlar” diyor,
· Bu kadar yüksekten atlamakla ancak sakat kalınır, daha yüksek bir bina seçmeliydi,
· Diğer.
Bence bu yorumların herhangi bir(kaç)ının da payları olabilmesine karşın, eylemsiz polisin, birisi çok gerçekçi, birisi bilinçaltı ile ilgili, sonuncusu da toplumumuzla ilgili 3 somut nedeni var:
Neden 1. Telsiz polisin üzerine zimmetlidir, kırılıp döküldüğü ya da kaybolduğu takdirde başı derde girer. Bu anda telsiz mi kızın hayatı mı tercihinde tereddüt etmeden “tabii ki telsiz” demiş ve kendini korumuştur. (Kendini korumak bir polisin 1 numaralı önceliği ise de özellikle adliye önlerinde sürekli olarak davalı ya da davacı yakınlarından dayak yiyen polisler bu önceliğe uyamazlar),
Neden 2. Nasıl işlediği belli olmayan her türlü elle tutulur ya da tutulmaz obje ve olaylar bizim insanımızda derin bir korku (ve korkuya dayalı saygı) yaratır. Özellikle hareketli parçası olan aletler (motor gibi), korkuyla karışık bir tapınma duygusu olarak bilinçaltımıza işlemiştir. (Karnı aç insanlarımızın en az ikişer cep telefonu edinmesi biraz bu duyguyla belki biraz da kendini ifade edebilecek bir iletişim yolu bulmuş olmakla açıklanabilir.)
Neden 3. Polis teşkilatı, filmler, yurtdışı geziler vb yollarla dünyada bu işlerin nasıl yapıldığını görmek fırsatını binlerce defa elde etmesine karşın, polislerin iki ellerinin boş kalması gerekliliği gibi ilkokul öğrencilerinin dahi akıl edebileceği bir zorunluğu idrak edememekte, bununla ilgili basit düzenlemeyi becerememektedir.
Ama ne yazık ki bu beceriksizlik sadece polise özgü olmayıp daha derin bir toplumsal yetmezliğin (Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği) türevlerinden birisidir. (Örneğin, tekstil ülkesi olmakla sürekli övünen insanlarımızın 60 yıldır bir güreşçi mayosu tasarlayamaması)
4 Eylül 2010
-
Nis 16 2012 Otobiyografi kesiti-3: Annenin El Kitabı
Yıl 1970; Zonguldak’ta Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde -o tarihte EKİ (okunuşuyla ekai) 1983’ten bu yana ise TTK- çalışıyorum. Yeni yatırımların planlanıp uygulandığı Etüd-Tesis şubesinde elektrik mühendisiyim.
Türkiye henüz sanayileşmenin başlarında olduğu için kömür işletmeciliği gibi çok girdili bir işletmenin tüm ihtiyaçlarını kendi içinden karşılamak zorunda. Kendi limanı, römorkörleri, demiryolları, lokomotifleri, büyük bakım-onarım atelyeleri (atelye dedimse büyük fabrikalar), eğitim, kurtarma vb organizasyonları, ulaştırma imkanları ve sosyal tesisleri var.
Yeraltındaki galerileri deniz seviyesinin 200 metre üstünden deniz seviyesi altında 600 metrelere kadar -50şer m aralıkla- dağılmış ve toplam uzunluğu 160 km.
İşçi sayısı yaklaşık 40,000, mühendis ise -çeşitli branşlarda- 500 dolayında. Bu sayının 400 kadarı maden mühendisi, geri kalanı ise mimar da dahil olmak üzere çeşitli dallardaki mühendislerden ibaret.
İşletmede maden mühendislerinin tam bir egemenliği var. Neredeyse hukuk işleri, sağlık işleri birimlerine bile atanacaklar.
İki de dernekleri var: Maden Mühendisleri Derneği ve Yüksek Maden Mühendisleri Derneği.
Bu kısa bilgileri, işletmenin o günkü boyutlarını kabaca da olsa tanıtmak için verdim.
İşte bu tablo içinde, işletme faaliyetlerine büyük katkısı olmasına karşın ikinci sınıf sayılan madenci dışı elemanları örgütlemek üzere bir dernek kurma fikri oluştu: EKİ Mühendis ve Mimarlar Derneği.
Derneğin ilk yönetim kurulunda ben de varım. Derneğin varlığını kol güreşi yoluyla kanıtlaması mümkün olamayacağı ve biraz da diğer derneklerin işe yarar bir iş yapmadıklarını vurgulamak üzere ortaya bir fikir attım: Çeşitli mühendislik işlerinin yapılmasında çok ihtiyacı duyulan bir el kitabı hazırlamak!
O tarihlerde bu ihtiyaç, yabancı dili yeterli olanlar için Almanca Hütte, İngilizce Peele gibi el kitaplarından karşılanır, ama çoğunluk bunlardan yararlanamazdı. Bu nedenle Türkçe el kitabı fikri bana bir icat kadar heyecan verici gelmişti (bugün de öyle geliyor).
Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği ise -derneğin amaçları açısından- daha da yapıcı görünüyordu. Diğer el kitaplarında da olduğu gibi, bir editör kitapta bulunacak konuları, o konuların yazım biçimleriyle ilgili standart formatları vbg çerçeveyi hazırlayacak, sonra da o konuları hazırlayabilecek olanlar içerikleri hazırlayacaktı. Her konu, hazırlayanın adı altında kitapta yer aldığı için bir de motivasyon ve prestij kaynağı olacaktı. Bu birlikte iş başarma girişimi ise derneğin ihtiyacı olan dayanışmayı sağlayacaktı (yani ben öyle düşünüyordum :-)).
Fikrin gerçekleşmesini kolaylaştırmak üzere elektrik mühendisliği ile ilgili epey konuyu üstlendim. Bir bölümünü diğer el kitaplarından çevirir, belki birkaç tanesini de kendim hazırlayabilirdim. Standart formatları da hazırladıktan sonra artık mesele konuların sahiplenilmesine gelmişti. Kanımca en kolay konu buydu. Hatta aynı bir konuyu birden fazla kişi sahiplenmek isterse kimseyi kırmadan nasıl çözümleneceği sorununu dahi düşünmüştüm. O kişileri bir küçük komite haline getirip yazdıklarını birleştirmelerini istemek gibi!
Saflık başa dert..
Meğer böyle planlar kurarken bir kısım arkadaşımız da işin olmazlığını alaya almak için mutasevver el kitabına bir isim takmışlar: Annenin El Kitabı! O tarihlerde Prof. İhsan Doğramacı’nın çocuk bakımı ile ilgili kitabı bizim girişim için isim oluşturmuş.
Hemen hiç kimseden konu paylaşımı açısından talep gelmeyip bir taraftan da böyle alaya alınınca -ki Annenin El Kitabı adını bir kişi koymuştu ama benimseyen çoktu- bir süre bir kırgınlık yaşadım, fikirden soğudum.
Ama bir süre sonra tekrar kıvılcımlanınca bu defa, sadece elektrik mühendisliği için bir el kitabı hazırlamayı ve bunu da kendim yapmaya karar verdim.
Şimdi tam hatırlamıyorum ama yaklaşık 150 sayfalık bir hacimde, maden işletmelerinde çalışan elektrik mühendisleri için bir el kitabını hazırladım. Kitabı bastıramadık, ama o tarihlerde bir proje için işbirliği yaptığımız İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi doçentlerinden Süha Nizamoğlu’nun öğrencilerine ders vermek için yararlandığını kendisi söylemişti.
El kitabı hazırlama girişimi böyle biraz buruk bitti, ama demek ki tam sönmemiş.
Devlet bakanı olunca!
1980 sonunda EKİ’den ayrılıp İstanbul’a yerleşince, özel sektörde çalışmaya başladım. El kitabı filan artık aklımda yok.
1983 seçimlerinde milletvekili, 1985’te de bakan olunca ilk aklıma gelenlerden birisi yine bu el kitabı oldu. Ama bu defa eskisi gibi değil. Çünkü ETİBANK bana bağlı ve genel müdür olarak da başında Doç.Dr. Süha Nizamoğlu var. Yani el kitabı macerasını en iyi bilenlerden birisi.
ETİBANK’a talimat vererek, tüm masraflarının karşılanması kaydıyla İTÜ maden fakültesine böyle bir el kitabı hazırlatılmasını, gerekirse Hütte, Peele gibi birisinin çevirilerek hizmete sokulmasını istedim. Artık eminim bu iş yapılacak.
Sen öyle zannet!
Uzunca bir süre bekledikten sonra, bu kitabın niçin hazırlanamayacağını, çünkü bizim madencilik koşullarımızın farklı olduğunu, ölçü birimlerinin bile farklı olduğunu, böyle bir kitabın çeviri yoluyla yapılamayacağını ancak uzun çalışmaları gerektirdiği, o uzun zamanın da bulunmadığını uzun uzun açıkladıktan sonra yapılamayacağını bildirdiler.
(Bu vesileyle şunu gördüm ki insan DNA’ları nasıl kimi özellikleri -ne yaparsan yap- nesilden nesile taşıyorsa, kurumları kuran kişilerin kültürel DNA’ları da o kurumlara geçiyor ve de sürüyor.)
Epey ağır eleştirsem de, diğer öncelikli konulara dalınca bu el kitabı macerası bu defa gerçekten bitti. Birkaç yıl sonra, bu eleştirilerden utanan bir öğretim üyesi, kömür madenciliğinin tarihini vs anlatan bir kitap hazırladı, ama bunun bizim el kitabı ile bir ilgisi yoktu tabii.
Bir sürpriz hediye!
Geçenlerde Trakya Üniversitesi Hühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Can bir e-posta yoluyla adresimi istedi ve bir kitap yollamak istediğini belirtti.
Dün kargodan hediye kitabı geldi.
25 yıl sonra gerçek bir sürpriz. Hütte’nin mükemmel bir Türkçe çevirisi ve mükemmel bir basımı.
Ne demeliyim bilmiyorum.
Bu ülkede Ahmet Can’lar olduğunu bilmek, bendeki eski kabus gibi “niçin yapılamayacağı” cevabını sildi.
Aydınlık bir Türkiye bekleyebiliriz. Demek ki farklı DNA’lar da varmış.
Teşekkürler sevgili Ahmet Can.
Çarşamba, Ağustos 11, 2010
-
Nis 16 2012 KAŞ YAPMAK-GÖZ ÇIKARMAK !
KAŞ YAPMAK-GÖZ ÇIKARMAK !
Çeşitli TV kanallarının bulunması ve bunların çoğunun devletin resmi yayın organı durumunda bulunmayışı, şüphesiz ki çoğulcu demokrasinin yerleşme süreci açısından büyük bir nimettir.
Çeşitli konuları, en aykırı bakış açıları dahil didiklemek, zamanla insanımıza çok yönlü bakma yeteneği ve bakış derinliği kazandıracaktır.
Bu madalyonun öbür yüzünde ise epey olumsuzluklar vardır. Her türlü yayıncılığın, halkı doğru bilgilendirme olan ana amacı ile bağdaşmayan, kendi ticari çıkarlarını savunma için TV kurma konusu, henüz toplumumuzun sorun portföyü içinde yer almamaktadır. Ama bir süre sonra mutlaka birinci sıradaki bir sorun olarak o portföye girecektir.
Henüz o portföye girdiğinden şüphe bulunan -çünkü pek şikayet yok gibi görünmekte ya da geleneksel sessizliğimiz nedeniyle öyle zannedilmektedir- bir diğer önemli sorun da, kaliteli program konusudur.
Bir saat süreyle şivesi bozuk bir kadının, vapurlardaki jilet satıcısı edasıyla “telefondaki sesten fal bakma” sı, halk arasında küfürleşme aracı olarak kullanılan bir “buluşturma” mesleğinin alenen yapılması, o inanılmaz ilkellikteki yarışma (!) programları, hayat kadınlarının müşteri çekme ilanları, çeşitli sapıklık sahiplerinin birer marifet gibi uzun uzun tanıtılması, kara cahil ama ünlü bir sürü dangalağın yaptıkları sözüm ona sunuşlar gibi gerçekte acınası bir zavallılık kokan vakit doldurma yöntemlerinin yanısıra bir de toplum hizmeti olarak sunulan (gerçekte de o niyetle) açık oturumlar var..
Bunları sunanların (çoğu), kendileri ya da yöneticilerinin doğru saydıkları düşünceleri bir taraf olarak savunma çabası içinde kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmaktadırlar.
Taraf tuttuğu konuda, sokaktaki adamın düz kızgınlığı dışında herhangi bir bilgisi bulunmayan “kızgın sunucu” ların pratikte hizmet ettikleri yan ise tamamen terstir. Yani, aşağılamak istedikleri tarafa -ki böyle bir görevleri olmaması gerekir- öyle çanaklar tutmaktadırlar ki, sonunda istemeden aşağılamak istediği düşüncenin destekçiliğini yapmaktadırlar. Aptal dost yerine akıllı düşman sözü herhalde bu gibi durumlar için söylenmiştir.
Yerel seçimler öncesi, başkan adaylarıyla yapılan bir açık oturumda oturum yöneticisi, hırpalamak istediği bir adaya, “peki ama siz gelince meyhaneleri ve genelevleri kapatacağınız söyleniyor, doğru mu?” deyince, aday da “beyefendi, sizin bu şehrin sorunlarıyla ilginiz meyhane ve genelevlerden mi ibaret, başka sorununuz yok mu?” yanıtını yapıştırıvermişti.
Halbuki o adaya sorulabilecek yüzlerce soru bulunabilir ve mesela, “sizin şeriata dayalı toplum düzeni hedefiniz, mevcut laik düzene göre şekillenmiş belediyecilik anlayışına nasıl yansıyacak?” gibi bir soru sorulabilirdi.
Seçimlerden sonra yine bir TV programında büyükşehir belediye başkanlarına yöneltilen “peki şu anda takiyye yapıyor musunuz?” sorusu ise tam evlere şenlik bir soruydu. Sunucunun beklediği cevap herhalde, “evet, sayın sunucu, yüksek zekanızla beni fena sıkıştırdınız. Maalesef takiyye yapmış bulunuyorum. Tüm söylediklerim izleyenleri aldatmak içindi. Arzeder özür dilerim” şeklindeydi.
Ancak, bu zavallı yaklaşımların sadece açık oturum yöneticilerine ait olduğu sanılmamalıdır. Kamuoyunda laiklik savunucusu olarak ün yapmış pek kültürlü bir hanımefendi, bir saat boyunca tartıştığı şeriat yanlısı bir yazara, bütün savlarını dayandırdığı %99’u müslüman olan bir toplum deyimiyle, islamın inançlara ilişkin yanını benimseyen insanları mı yoksa kamu düzenine ilişkin yanını da benimseyen insanları mı kasdettiğini ya da, bireysel inançlara dayalı milyonlarca farklı görüşün ortak bir toplum yaşamına nasıl temel teşkil edeceğini sormak yerine, onu küçümser tavırlarla gardırop laikliği yaptı durdu.
Her akşam nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu bizlere anlatan pek ünlü bir TV yorumcumuz ise laikliği “din ve devlet işlerinin ayrılığı” şeklinde açıklayarak, şeriata dayalı toplum yaşamı yandaşlarının ilk adım olarak pek arzuladıkları “önce, toplum yaşamının çeşitli kesitlerinde, en sonra da devlet düzeninde şeriat” stratejisini bilmeden savundu.
Bu insanların kötü niyetli olmadıkları kesin. Ama savunmak istedikleri konularda bilgisiz oldukları da öyle.. Ayrıca TV sunucularından, açık oturum yöneticilerinden böyle bir görev de beklenmemeli. Tek yapmaları gereken, o konularda görüş bildirme yetkinliğine (dikkat, ünvanına değil!) sahip insanları bulup, onların toplumu doğru bilgilendirmelerine aracılık etmek. (Aracılığın böylesine kimse bir şey diyemez!).
Yoksa kendi bilgileriyle kimsenin kaşını yapmaya kalkmasınlar çünkü göz çıkarıyorlar..
Pazar, 10 Nisan 1994
-
Nis 16 2012 Bir mezuniyet töreni için konuşma metni
Bir mezuniyet töreni için konuşma metni
Saygıdeğer bayanlar ve baylar, hepinizi bu sevinçli gecenizde selamlıyor ve gençlerimizin başarılı mezuniyetleri adına kutluyorum.
Size bu akşam, iki iyi bir de kötü haber içeren bir konuşma hazırladım. Ama kötü haberi duyunca aslında onun da “iyiliklere yol açabilecek” (moda deyimle hayırlara vesile olabilecek) bir haber olduğunu göreceksiniz.
Önce birinci iyi haberim:
Bu bir buluşile ilgili. Öğrenme konusunda yapılan çalışmalar sonunda bir mikroçip ve ona yüklenen bir yazılım geliştirildi. Bu buluşun heyecan verici yanı, insan beyni ile organik bağlantısının sağlanmış olması. Biliyorsunuz ki bu henüz yapılamamıştı.
Bu çip ve üzerine yüklenmiş yazılımın bir işlevi, çip yerleştirilmiş bir kişinin -yaş, cinsiyet, zeka düzeyi, bilgi düzeyi ne olursa olsun- ihtiyacı olan bilgileri tam bir doğrulukla belirlemek.
Bunun ardından daha da önemlisi, bu bilgilerin edinilebileceği tüm imkanlar arasından en uygun erişilebilir olanları buluyor ve onları kullanarak kalıcı biçimde öğrenilmesini sağlıyor.
Tahmin edebileceğiniz gibi bütün bu süreç, kişinin herhangi bir çaba harcamasına gerek kalmaksızın gerçekleşiyor. Aynen, soluma, sindirme, boşalma, üreme vd doğal işlevlerimiz gibi.
Yapılan açıklamalar, bu buluşta anahtar rolün bir kavramda saklı olduğunu gösteriyor. Bu, demin değindiğim “ihtiyacı olan bilgiler” kavramı.
Bu kavramın üzerinde bir miktar durmakta yarar var; çünkü eğer bugün olduğu gibi, kişi tarafından ihtiyaç olarak algılanmayan, ama kişi adına karar verenlerce -aile, çevre, okul, devlet gibi- ihtiyaç olarak ileri sürülen bilgiler söz konusu olduğunda bu çip ve yazılım işlevsiz kalıyor.
İhtiyacın, gerçekten, varoluş amacına, yani varlığını ve türünün devamını sürdürmek amacına yönelik olması halinde ise çip ve yazılım, birkaç milyon yıllık evrim birikiminin hemen hemen aynı tepkiyi göstermekte ve bilgi ihtiyacı öğrenilebilmektedir. Sevgili konuklar,
Bu gelişmenin ne gibi somut ve önemli sonuçları olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Bununla beraber kısaca özetlemek gerekirse kısa bir süre içinde şunları bekleyebiliriz:
ü İlk öğretimden yüksek öğrenime kadarki tüm seviyelerde halen, “varsayılan öğrenme ihtiyaçları” kavramına dayalı içerik mimarisi tamamen değişecektir. Bunun yerine, çip ve yazılım, kişinin gerçek öğrenme ihtiyaçlarını belirleyecek ve kişi -neredeyse- farkında olmadan bunları öğrenecektir.
ü Öğrenme konusundaki bu kolaylık en büyük etkisini işgücü piyasasında gösterecektir. Halen kendini “yanlış karşılaşma” olarak gösteren bir olgu var. Belirli bir bilgi-beceri kazanmış olmasına rağmen iş bulamayan insanlar bir yanda, farklı beceriye sahip insanlar arayıp da onları bulamayanlar diğer yandadır. Adına öğrenme devrimi denilebilecek bu değişim, yanlış karşılışma olgusunu sıfıra indirebilecektir.
ü Bir ümitle yüksek öğrenim diploması peşinde koşanlar ve bunun için de dersanelere koşan çocuk ve gençlerimiz buna ihtiyaç duymayacaklardır. Çünkü artık iş = ihtiyaç altın kuralı gereğince, ihtiyaçların yol açtığı öğrenme ihtiyaçlarını kendileri kolayca edinebileceklerdir.
ü Öğrenme devriminin diğer beklenebilir sonuçlarını saymayacağım; ama şu kadarını söyleyebilirim ki insanlık tarihine endüstri ve enformasyon devrimlerinden daha derin izler bırakacaktır. Bunların neler olabileceklerini sizler kolayca tahmin edebilirsiniz.
Gelelim ikinci iyi haberime: Yapılan sürpriz bir açıklamaya göre, bilim insanları, geliştirilen çipe gerek olmadığını, çünkü bundan daha gelişkin bir sistemin dünyaya gelirken yanımızda beraber getirdiğimizi, hatta bunu ilk okul ilk sınıflarına kadar kullanımda olup, ondan sonra birdenbire kapatılıp devreden çıkarıldığını bildiriyorlar.
Birkaç milyon yıllık evrim sürecinin her bir saniyesinde insanoğlunun çevresinde oluşan ve onu tehdit edebilen etkenlere karşı sürekli öğrenerek bugünlere gelen insan türü bu sürecin muhteşem bir yan ürününü bedeninde taşıyor.
Şimdi yapılması gereken, herkesin bu doğuştan gelen öğrenme sistemini tekrar ON konumuna getirmesinden ibarettir. Bunun öğrenilmesi ise -öğretme’nin yasak olduğu- birer günlük kurslarla yapılabilecekmiş.
Ve bu iki iyi haberden sonra sıra kötü haberde:
Bu büyük imkanın farkına varan kimi toplumlar, büyük bir hızla çalışıp gelecek yüzyılların insanına bu doğuştan gelen hediyesini geri verme sürecini başlatmışlar. Öğrenme Devrimi adını verdikleri bu büyük devrime kayıtsız kalan toplumlar ise, eski öğretme paradigması’nın orasına burasına yamalar yapmakla meşguller.
Yarının dünyasında öğrenme paradigmasınış anlamamış ya da anlayıp da direnmiş olanlara da yeni roller biçiliyor. Bu roller, tahmin edebileceğiniz gibi yeni üstün insanın yapmaktan hoşlanmayacağı işleri boğaz tokluğuna yapan bir alt-türe görev olarak verilecek. Bunu da reddedenler ise iç karışıklıklar, iç savaşlar vs yoluyla yok edilecek.
Yeri devrimi kabullendiğini, onun gereklerini yerine getirdiğini sürekli olarak söyleyip de gereklerini yerine getirmeyenler için uzay hapishane kolonileri geliştiriliyormuş. Ama bu sadece bir söylenti. Şimdilik.. J
16 Haziran 2010
-
Nis 16 2012 Aşağıda, Çorum’lu bir öğrenci yurttaşımızdan gelen bir mektup var. Benzer düşünceler binlerce yurttaşımızda ortaktır, ama bu genç arkadaşımız az sayıda “yazarak dile getirenler”den..
Önce mektup:
Merhaba,
Ben çorum ilinde yaşamaktayım. Sokak hayvanları için ailemle beraber savaş vermekteyiz. Hayvan haklarıyla ilgili mücadele içinde olduğunuzu bildiğim için dün yaşadığım bir olayı size aktarmak istiyorum.
Ailemle bağ evimizin bulunduğu çevredeki sokak köpeklerini hertürlü bakım ve beslenme işlerini elimizden geldğince gerçekleştirmeye çalısıyoruz. Diğer bağ sahiplerinden bazıları bu köpeklerden çok şikayetçi, sürekli belediyeyi arayacağız diye tehdit ediyorlar (Çorum belediyesi önceki yaptığımızı mücadelelerle tam olmasada belli bir bilince ulaştı ama yeterli değil).
Bağ yolunda yürüyüşe çıkan bir grup kadın evin önündeki köpeklerin yanından geçerken köpeğin biri SADECE havladı; kadın korkusundan kendini dikenli tellerin üstüne attı. Yardım etmeye çalıştık ancak kadın “siz insan mısınız? köpeklerinizi bağlasaydınız” gibi kelimeler kullandı. Karşılıklı bağırmalar sonucunda kadın belediyeyi arayıp köpekleri öldürtceğim diye bağırdı.
Daha sonra annem, kadının nasıl oldğunu sormaya yanına gitti; kadın polisi aramış; evimizin önüne jandarma+polis ekibi evi basar gibi geldiler, suçlu gibi kortej eşliğinde karakola gittik, köpekleri beslediğimiz için suçlandık.
İşin can alıcı noktası bu suçlamaları yapan uzman doktor xxxx ve eşidir. Güç gösterisinde bulunarak aileme ve bana hiç görmediğim karakolu göstermiş oldular. Bunu sizinle paylasmak istedim çünkü bu gelinen son nokta beni şaşkınlık içinde bıraktı artık.
Sizden özellikle rica ediyoruz Çorum’daki az sayıda bulunan hayvansever olduğumuz sesimizi duyurmamızda bize yardım edin.
(adı soyadı)
“Önce insan“, öyle mi al sana!
Çok sayıda siyasetçi -ister slogan, ister lafın gelişi- sık sık “önce insan” diye bir övüntü tutturmuştur. Düz Türkçe’ye çevirince bu şu demek olur: “İnsanı hayvanı, bitkisi ile canlıları ve taşı toprağı, suyu, havası ile aralarındaki -birlikte yaşamayı zorunlu kılan- muhteşem denge bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren sadece insan -hatta doğrusu sadece “ben”im.”
Yukarıdaki mektupta anılan kadın ve milyonlarca benzeri, “köpeğin mekruh olduğu“, “kedi köpek giren eve melek girmeyeceği“, “insanın tüm canlılar içinde en üstünü olduğu” gibi propaganda ile yetişmiş, şimdilerde de “önce insan” safsatasıyla yaşamaktadır.
Bu insanlara, insanın en üstün olduğu, o üstünlük varsayımının ona kendi dışındakilere her türlü işkenceyi yapma hakkını verdiği yargılarını nereden bildiğini hiç soran olmuş mudur? Ben çok sordum. Aldığım cevaplar hemen hemen aynıdır ve bu konudaki ezbere bellediklerini hiç mi hiç sorgulamamışlardır.
https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’Yunuslar.wmv‘
Bu nedenle onlara ve onların başkanlarına kızmak yersizdir. Onlar da en az hayvan dostlarımız kadar “kurban”dırlar. Canlı dostlarına düşen görevlerden birisi de “insanı, hayvanı, bitkisi, taşı toprağı, havası suyuyla tümünün birlikte yaşayabilecek bir ebedi programa sahip oldukları“na onları ikna etmektir.
Bir yandan da hayvanseverlerin ilk seçimlerde hayvan düşmanı kişileri seçmemek için bir inisyatif geliştirmeleri de gerekiyor. Bu amaçla şu 2 belgenin incelenmesini öneririm:
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_taahhut.pdf
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_rev2.2.pdf
Temmuz 25, 2010
-
Nis 16 2012 Nereye varmak istediğini bilmek!
Nereye varmak istediğini bilmek!
Sağlam iki gözlem
Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].
Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.
Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.
Halkın ilgi alanı içinde değil
Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.
Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.
Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!
Aklınızı eşek arası soksun!
Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”
Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?
Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır
Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.
Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.
Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!
Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.
Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?
Haziran 27, 2010
-
Nis 16 2012 Merak ediyorum!
Merak ediyorum!
Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.
Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:
ü Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?
ü Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.
ü O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.
ü Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.
ü Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?
ü Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?
ü Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?
ü Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?
ü “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?
ü Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?
ü Her saldırıdan sonra standart biçimde:
o Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),
o Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),
o Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),
o Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),
o F-16’lar bölgeyi bombalıyor,
o Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs
ü Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?
o Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,
o Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,
o Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,
o Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.
ü Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.
Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.
Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?
Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.
Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.
Pazar, 20 Haziran 2010