• “Evrim” ve “yaratılış” için mahkeme kararı!

    “Evrim” ve “yaratılış” için mahkeme kararı!

    (On 5 January 1982 U.S. District Court Judge
    William R. Overton enjoined the Arkansas Board of Education from
    implementing the “Balanced Treatment for Creation-Science and
    Evolution-Science Act” of the state legislature. This is the
    complete text of his judgment, injunction, and opinion in the
    case.)


    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    ?????.The application and
    content of First Amendment principles are not determined by public
    opinion polls or by a majority vote.

    Whether the proponents of
    Act 590 constitute the majority or the minority is quite irrelevant
    under a constitutional system of government.

    No group, no matter how
    large or small, may use the organs of government, of which the
    public schools are the most conspicuous and influential, to foist
    its religious beliefs on others.

    (5 Ocak 1982’de A.B.D. Bölge Mahkemesi (Ç.N.
    11 adet federal ceza mahkemesinden birisi) yargıcı William R.
    Overton, Arkansas eyaleti yasama organının çıkarmış olduğu
    “Yaratılış Bilimi” ve “Evrim Bilimi”nin Dengeli İşlem Görmesi
    Yasası’nın, Eyalet Eğitim Kurulu’nca uygulanmasını yasakladı. Bu
    (belge) onun muhakemesinin, verdiği hükmün ve olayla ilgili
    düşüncesinin tam metnidir.)


    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    ????(A.B.D. anayasasının)
    Birinci Değişiklik İlkeleri’nin uygulama ve içeriği kamuoyu
    araştırma anketleri veya bir çoğunluk oyunca
    yorumlanamaz.

    590 sayılı yasayı
    savunanların çoğunluk ya da azınlık olmaları, anayasal idare
    sistemi bakımından tamamen ilgisiz bir konudur.

    Hiçbir grup ne büyüklükte
    olursa olsun idare organlarını -ki kamu okulları onun en açık ve
    etkili parçasıdır-, kendi dini inançlarını başkalarına benimsetmek
    için kullanamaz.



    Vakti olanların, 10 sayfa
    tutarındaki bu mahkeme kararını yukarıda verilen internet
    adresinden okumaları önerilir. Demokrasisi örnek olarak gösterilen
    bu ülkenin bir yargıcının, bir müsbet bilim uzmanlık tezini andırır
    kararını okuyunca -değerli dost Dr. Necati Saygılı vasıtasıyla elde
    ettim- karışık duygular içinde kaldım.

    Bir yanda, yaratılış
    yanlılarının kendilerini tanrı kuvvetleri, evrim yanlılarını ise anti-tanrı kuvvetleri
    olarak tanımlayabilecek kadar toplumu bölmeyi
    düşünebilmeleri; ama diğer yanda da kendi yandaşlarını uyararak
    yaratılışı bir dini inanç olarak değil yaratılış
    bilimi
    olarak adlandırarak
    kullanmaları ve böylece evrim yandaşları ile eşit koşullar
    sağlamaya çalışacak kadar da kurnaz olabilmeleri.

    Ama esas ilginç olan,
    yaratılışçıların inanılmaz örgütlenme ve çabalarına karşın, yargı
    sisteminin sahip olduğu zihinsel netlik‘tir. 10 sayfalık karar, yukardaki kısa çevirinin son
    paragrafında köşeli biçimde dile getirilen ilke üzerine kuruludur:
    Hiç kimse kendi dini inançlarını başkalarına benimsetmek için
    toplum bütününe (kamu) ait olan organları
    kullanamaz
    “.

    Bu o denli sağlam bir
    ilkedir ki, evrim karşıtları buna karşı çıkmak yerine, yaratılışın
    bir dini inanç olmadığını, onun da bir bilim olduğunu savunmak
    zorunda kalmaktadır. Bu noktada ise, kendilerinin de ister istemez
    benimsedikleri bilimin temel nitelikleri[1] karşılarına
    çıkmaktadır.

    Türkiye, Osmanlı
    İmparatorluğu’nun kuruluşundan bu yana 700 yılı aşkın süredir din
    referanslı yaşam kuralları ile içiçedir. Cumhuriyet dönemi -ki
    toplam süre içinde kabili ihmal kısalıktadır- bu içiçeliği bir
    ölçüde -o da yasal zeminde- azaltmış, ama gündelik yaşam
    pratiklerine çok az nüfuz edebilmiştir.

    Bu içiçeliğin dışavurumu
    kılık-kıyafet ya da öğretim birliği bağlamında değildir. Öğretim
    birliği, dini ve seküler öğretilerin çatışmasını önlemek amacıyla
    tasarlanmış, ama kolay değişmeyen değerler sistemi kısa süre içinde
    seküler eğitim dokusu içine din eğitiminin en vazgeçilmez öğesini
    -ezber (sorgulamaya kapalılık)- yerleştirmiştir.

    Günümüzde, seküler sanılan
    eğitim, çağdaş söylemler altında, çağdaş kıyafetlerle ve de dini
    eğitime karşıtlık “görüntüsü” içinde, ama dini eğitimin temel
    öğesini içinde tam olarak barındırarak yapılmaktadır. İşin tuhaf
    yanı, bu uygulamanın en büyük destekçilerinin seküler eğitim
    yandaşlarının olmasıdır.

    Bu satırların yazarının
    bizzat uygulayıcı olarak içinde yer aldığı “ezbersiz eğitim”
    uygulamalarına karşı çıkanların başlıca savunuları, “her şeyi
    sorgulayan çocukların nereye gideceklerinin belli
    olmayacağı
    ” derin inancı olmuştur. Bu
    inanç 700 yıllık din referanslı değer ölçülerinin bir sonucudur.
    Bunu abartılı bulanlar, “soran sorgulayan çocuk
    yetiştirmek
    ” şablon sınırının,
    ailelerin -ve tabii ki onların temsilcilerinin- kendi doğrularının
    sorgulanması olduğunu bizzat deneyimleyerek test
    edebilirler.

    Bir deyişle, seküler
    “görünüşlü” eğitim düzeni, temelde dayanması gereken “bilim”in
    değil, kendini laik sayan kesimlerin, bizzat dini referans alan
    kesimlerin inançları karşısına koydukları başka inançlara “göre”
    tanımlayıp savundukları bir “inanç sistemi“dir.

    M.Kemal Atatürk’ün “en
    hakiki mürşit
    ” olarak israrla bilimi
    işaret etmesinin nedeni muhtemelen bu tehlikeyi sezmiş olmasıdır.
    Değerlerin kolay kolay değişmeyeceğini bilen M.Kemal, laikliğin
    anlaşılmayıp aynen din gibi inanca dayandırılacağını görmüş
    olmalı.

    Bunun iyi anlaşılabilmesi,
    Türkiye’de yaşanmakta bulunan laik anti-laik çatışmasının aslında
    çeşitli inanç sistemleri arasındaki bir çatışma olduğunun
    kavranması açısından önem taşıyor. Türkiye, inanç ve bilim
    arasındaki çatışmayı yaşamıyor. Ekli mahkeme kararı ise inanç ve
    bilim arasındaki çatışmaya ilişkin bir belgedir.

    Çatışmaları çözmek için,
    uzlaşma, hoşgörü, birer adım geri gitmek gibi meselenin yüzeyiyle ilgili yaklaşımlar yerine bir
    ilkeyi kendimize rehber edinebiliriz: Önce anla!

    Nisan 10, 2008

     


    [1]
    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/evrim_vs._yaratilis.pdf

    belgesi Sh.938’de bir
    iddianın bilimselliğini belirleyebilecek bu nitelikler şöyle dile
    getiriliyor: (1) Doğa yasalarının sonucu olmalı, (2) Doğa
    yasalarına referans verilerek açıklanabilmeli, (3) Gözlem ve
    deneylerle test edilebilmeli, (4) Çıkarımları mutlak değil
    değişebilir olarak kabul edilmeli, (5) Yanlışlanabilir
    olmalı.

     

  • Krizler ve anlamsız kalabilen amaçlar!

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geriplanlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlarmı?

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geri planlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlar mı?

    Bu tür durumlarda, varlıklarını sürdürebilmek için gereksindikleri kaynakları toplumdan talebederken alabilecekleri “bizim derdimiz ne, sizin amacınız ne!” yanıtını tahmin ederek kendi kendilerini anlamsız bulmazlar mı?

    Benzer şekilde, kendine bir “temel varlık nedeni” (öz-niyet, misyon) tanımlamış bireyler de, bu gibi durumlarda kendilerini boşlukta hissetmezler mi?

    Örneğin bir savaş patlak verdiğinde ya da bir deprem afeti sonrası, “kendini sanat yoluyla geliştirmeye” vakfetmiş bir kişinin durumu -en azından- ilginç değil midir?

    Kriz ortamlarında STK’lar!

    Buna göre, toplam olarak onbinlerle ölçülebilecek sayıda yurttaşın oluşturduğu yaklaşık 70,000 dernek ve yaklaşık 9,000 vakıf için şu kritik soru’nun cevaplanması gerekiyor: Kuruluş amacımdan farklı ihtiyaçlar dayatan kriz ortamında, hem kuruluş amaçlarıma hem de yeni ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap verebilecek konumlanma nasıl olmalıdır?

    İnsanoğlu kolaycıdır!

    İnsanların çoğu, bir sorun ile karşılaştığında olabildiğince çabuk ve kolay biçimde kurtulmak ister. Kriz ortamında bu daha da baskın olabilir. Bu nedenle de “hemen” çözüm getirmeyeceğini düşündüğü girişimlerin ne içinde bulunmak ne de destek vermek ister. İlk aşılması gereken güçlük budur.

    Aynı derecede önemli ikinci güçlük, kriz sorunlarının aslında birer “hayalet sorun” (phantom) (http://tinyurl.com/ctuuof) olduğunun atlanıp, ardındaki kök nedenlere yönelmesi gereken çözüm önerilerinin “ilgisiz” sanılmasıdır. Örneğin, “işsizlik” adı verilen ve tam bir hayalet olan sorun’un köklerinin her birinin içindeki “öğrenme” olgusunun “ilgisiz” sayılması gibi (http://tinyurl.com/aj8w9u).

    Ve üçüncü neden de, kök nedenlere yönelse dahi, gereken çözümleri üretebilecek Sorun Çözme Kabiliyetinin (SÇK) yetersiz olabilmesidir (http://tinyurl.com/c38f33).

    Bu üç neden birleşerek, bir STK’nu yönlenmesi gereken yolun dışına, hayalet sorunlarla boğuşmaya itebilir. Halbuki bu tür sorunların en önemli özellikleri “çözülemezlikleri ve çözmeye israr edenleri, enerjilerini tükettirerek öldürdükleri”dir.

    Çok büyük kaynaklar tüketmelerine karşın, eğildikleri alanlarda övünmekten başka katma değer yaratamayan, yaratamadığı gibi yaratabilecek olanların da kaynaklarını tüketen STK’ların durumları budur.

    SÇK geliştirmeye çalışmak: Yapılabilecek ve de yapılması gereken en önemli iş!

    Bir STK normal koşullarda hangi alanı ana uğraşı olarak seçerse seçsin, kriz koşullarında o alanla ilgili SÇK’ni geliştirmeye çalışmak en akıllıca tutum olur. Çünkü, kriz ortamlarından olumsuz etkilenenlerin hemen tamamı SÇK düşük birey ve kurumlardır.

    Toplumun bütününün ya da bir kesiminin SÇK’ni geliştirmeye, sorun çözme araçları dağarcığına yeni ve etkili araçlar eklemeye çalışmak hem kriz ortamında hem de olağan koşullarda yarar sağlayacaktır.

    Ama bir sorun var!

    SÇK’nin geliştirilmesine yönelik girişimler, STK’nın ayakta durması için gereken kaynakları sağlamak durumunda olanlara çekici -hatta gerçekçi- görünmeyebilir. İşte bu gerçek bir sorundur. Bir toplumda kaynakları ellerinde tutanlar karmaşık görünüşlü bu mekanizmayı farketmemişlerse o durumda kale içerden fethedilmiş duruma düşülebilir.

    Ama her durumda yine de yapılacak bir şeyler vardır, olmalıdır…

    Toplumun tümü ya da bir kesiminin SÇK’nin geliştirilmesi için kullanılabilecek yol sorun çözme araçları dağarcığına yeni aletler koymak olduğuna göre burada bir esneklik vardır.

    Bir STK’yı oluşturan ve destekleyecek olanların tercihleri dikkate alınarak şu 2 araç türünün uygun bileşimleri birlikte kullanılmalıdır: 1. Kullanıldığında somut sonuçları görülebilecek araçlar, 2. Sonuçları ancak uzun vadede ve değişik yararlar biçiminde ortaya çıkabilecek araçlar

    Hekimlerin genelde benimsedikleri tedavi usulü de aşağı yukarı böyledir. Bir yandan, hastalığın rahatsız edici semptomlarını giderip zaman kazandıran ve hekime güven duyulmasını sağlayan ilaçlar; diğer yandan da kök nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik ilaç bileşiminin kullanımı.

    STK bu iki bileşenin ağırlıklarını iyi ayarlayabildiği ve STK katılımcısı ile destekçilerinin profilleri de bu ağırlıklarla uyumlu olabildiği takdirde, en ağır kriz durumlarında bile işe yarayabilecek sonuçlar alınabilir.

    Bütün bunlara karşın hasta (yani sorun) kurtulmazsa (yani çözülmezse) n’olacak?

    Onun yanıtını da yine hekimler veriyor: Ameliyat çok başarılıydı, ama hastayı kaybettik!

    Şubat 24, 2009

  • Bu aralar mutlaka okunmalı

    Bu aralar mutlaka okunmalı

    Bu hafta bir kitap yayımlandı: “Kolay Matematik[i]“. Adına bakıp sadece matematikle ilgilenenler ve öğrenciler için olduğunu sanabilirsiniz.

    Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için önsözünü (ben yazdımJ) aynen aşağı alıyorum:

    “Günümüz bilgi çağı. Bilgisayarın bir tıklaması bilgi gereksinmelerimizi giderebiliyor. Harika! Ancak çağımız kuşkusuzluğun derinleşmesine de yol açtı. Arama motorlarındaki yanıtlar o denli çok ve rahatlatıcı ki, bunların doğruluklarından ya da geçerlilik sınırlarından kuşkulanmak kimin aklına gelir?

    İşte böyle kuşkusuzluk konusunda sorunlu bir toplumda, matematiği eğlendirici bir boya ile boyayıp doğrularımızdan kuşkulandıracak hale getirmek çok zekice bir ‘buluş’tur.

    Kitabın taslağını ilk gördüğümde birçok yerini düzeltmek istedim. Eksik tanımlanmış, dolayısıyla cevaplanması olanaksız, yanıtları aşikarmış gibi duran sorular vs. Daha sonra cevaplara bakınca doğrularıma ne denli sarılmış olduğumu utanarak gördüm. Ezber (kuşkusuzluk) ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğini 15 yıldır düşünen biri olarak, bunun en iyi yolunun insanları çok doğru sandıkları hakkında kuşkuya düşürmek olduğunu bana bu kitap gösterdi.”

    İnsanın doğrularından şüpheye düşmesi konusunda bugüne kadar çok kişiyle konuştum, konuşuyorum. Çoğu kimse, bilimin temelinin kuşku olduğunu, kuşku olmasaydı hala taş devrinde yaşayacağımızı, tüm keşif ve icatların kuşku konusunda gerçekleştiğini vs uzun uzadıya ve örneklerle anlatıyor.

    Ve ondan sonra da, doğruluğundan kuşkulanılmaması gereken bir takım “gerçekler” olduğunu, bu gerçekleri doğrulayan çok sayıda “kanıt” bulunduğunu, bunlara inanmamanın bir başka tür bağnazlık olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

    Hele konu çocuklara gelince, o “gerçekliğinden kuşku duyulmaması gereken doğrular” konusunda da kuşkuya düşürülecek çocukların nasıl birer nihilist olup çıkacakları bir kabus gibi görülüyor.

    Ben, her kim ki savunduğu, başkalarına tebliğ etmekle kendini sorumlu saydığı doğruları bulunan kişi varsa bu kitabı okumasını öneriyorum.

    Kişinin özgürleşmesi önce, kendi değer yargıları konusunda iyiden iyiye kafasının karışmasına bağlı. Değer yargılarının doğruluğuyla, dolayısıyla da kendiyle gurur duyan kişilerin birer tutsak olduğunu düşünüyorum.

    Kitabı, özgürleşmeye adım atmak isteyenlere öneriyorum.

    Şubat 20, 2009

  • Kök-sorun İstanbul’a göç müdür?

    Kök-sorun İstanbul’a göç müdür?

    Yerel seçimler yaklaştıkça yörelerin sorunları hakkında siyasi partilerin tanıları da ortaya çıkıyor. Bu, demokrasimizin gelişimi açısından iyidir. Herkes sorunlarla ilgili tanılarını, sorunlara yol açan nedenleri ve öngördükleri çözümleri halkın önüne koyacak, halk da aklının en çok yattığına oy verecek.

    Kuşkusuz siyasi parti ve bağımsız adayların çeşit çeşit ideolojileri vardır, ama kimi konulardaki teşhisleri de ortaktır. İşte bu ortak teşhislerin başında, İstanbul -ve benzeri metropollerin- başlıca kök sorunu’nun “kırsaldan kentlere göç” olgusu olduğu geliyor.

    Herkesin gözü önünde meydana geldiğine göre göç olgusunu reddedecek kimse herhalde yoktur; rakamlar da bu gerçeği doğrulamaktadır.

    Şimdi birkaç rakam; Eurostat verilerine göre:

    ·       İngiltere’de nüfusun %5’i,

    ·       Fransa……%6

    ·       Almanya….%9

    ·       İtalya ……. %2

    ·       Hollanda …%4

    ·       İspanya ….%7’si

    başka ülkelerden göçmüş kişilerdir.

    ABD her yıl 55,000 , Kanada ise 200,000 kişiyi düzenli olarak göçmen kabul ediyor. Yeni Zelanda, Avustralya vb gelişkin ülkelerdeki rakamlar da benzer.

    Peki nasıl oluyor da bu göçmenler o ülkeleri altüst etmiyorlar, tam aksine onlara refah getiriyorlar?

    Bunun cevabını hemen herkes biliyor: Bu ülkelerin hiçbirisi, yatağını yorganını kapıp, alışkanlıklarını da bavuluna koyup bu ülkelere getiremiyor. Getirenle de mücadele ediliyor.

    O halde bir ülke ya da kentin düzenini bozan öğe “göç” değil, “kontrolsuz göç“tür. (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=434)

    Kontrolsuz göç’ün temel niteliği “kuralsızlık”tır. Göç alan gelişmiş ülkelere refah katkısı getiren de göçün kurallarıdır.

    İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsızlık olup, bundan sadece göç değil, akla gelebilecek tüm olgular olumsuz etkileniyor.

    Örneğin ticaret, gelişmenin başlıca anahtarlarından biri iken, kuralsız ticaret insanların soyulmasına yol açıyor. Benzer biçimde, kurallara bağlı olarak yapıldığı zaman insanların yaşamlarını kolaylaştıran taşımacılık, konut inşaatı, hizmet sektörünün çeşitli alanlarının her biri işkence haline gelebiliyor.

    Yerel seçimlerde -özellikle metropol kentlere- başkan adayı olacakların yapabilecekleri en olumlu vaat, “kentte kural egemenliğini sağlamak” olmalıdır.

    Belediyelerimizin geleneksel hizmet alanları olarak gördükleri alt-yapı inşaatı, ancak kurallı bir ortamda yüksek yaşam kalitesine dönüşebilir. Aksine, kuralsızlık ortamında yapılacak her yaşam kolaylaştırıcı alt-yapı, kuralsız yaşamak isteyen daha çok sayıda insanı kente çekecek ve aynı miktardaki kural yandaşı insan ya kentten göç edecek ya da giderek daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakacaktır.

    Bu tür bir kuralsız kent -aynen bir kara delik gibi- giderek daha çok ve azılı kuralsızı kendine çekecek ve daha az “azılı” kuralsızın ise kentten kaçmasına yol açacaktır.

    Bu süreç, en azılı kuralsızların aralarında bir dehşet dengesi oluşana kadar gidecek ve sonunda tüm ülkenin kurallarını belirler hale gelene kadar sürecektir. Sürecin ondan sonrasını, karadeliklerin içlerine göçmesi konusunda uzman kozmologlara sormak gerekir.

    Bu ölümcül süreci önce yavaşlatmaya sonra durdurmaya talip olabilecek adayları ne gibi kaza belanın bekleyebileceğini tahmin etmek güç değildir. Ama hizmet aşkıyla yanıp tutuştuklarını ilan edenler içinde herhalde bu riski de göze alabilecek kişiler çıkacaktır.

    Son söz: Başkan adaylarımız, seçildikleri takdirde ne gibi alt-yapı hizmetleri yapacaklarını ilan ederek yarışıyorlar.

    Kuralsızlığın zirvelerine doğru ilerleyen metropollerde çakılacak her çivinin, bu süreci bir çivi boyu kadar artıracağını idrak edebilen adaylara kavuşmak dileğiyle..

    13 Şubat 2009

  • OYNAMAYA İSTEKSİZ AYI!

    OYNAMAYA İSTEKSİZ AYI!

    Gün geçmez ki hayvanlara karşı bir cinayet işlenmesin. Bu defa da, Antalya’da 5 aylık bir ayı yavrusu işkenceyle öldürülmüş.

    Her keresinde bu tür olayların komik(!) yanlarını bulup çıkaran yazılı basınımız bu defa -herhalde daha komik olaylar olduğu için- bunu yorumsuz olarak duyurdu. Yalnızca, çenesi parçalanıp ayağından kurşunlanan yavrunun fotoğrafıyla beraber bir haber..

    Ama başka bir şey oldu: Mevcut sözlü, yazılı ve görüntülü tüm basın ve yayın organları içinde kaliteli yayın açısından en üst sıraya konulabilecek bir radyonun, dinlemekten zevk duyduğumuz iki yorumcusu bu olayı, “zoolojik bir vaka; herhalde hayvanın canı dans etmek istemedi, ama sahipleri hayvanın bu arzusunu dikkate almadı” biçiminde ve alaycı bir ses tonuyla -hafifçe gülüşerek- verip geçtiler.

    Bu olaydan bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür.

    Her sorunumuzu ya ekonomik yetersizliklere, ya eğitimsizliğe, ya da görgüsüzlüğe bağlıyoruz. Alın bakalım, bu üç -ve belki daha çok sayıda- açıdan da süper denilebilecek iki kişinin davranışını açıklayın.

    Bir yanda, hemen her türlü kaynağın kendi kullanımı için sunulduğunu varsayan, tüm kurumları kendi çıkarlarını korumak için oluşturan androposantrik insanoğlu; diğer tarafta, birkaç canlı-dostu derneğin cılız gücü… Sonuç: çenesi parçalanıp ayağından kurşunlanan -dikkat, doğrudan değil işkenceyle yavaş yavaş öldürülüyor- bir zavallı yavru.

    Bunu yapanların hiçbir canlı türüne ait olamayacak kadar bozuk genli, bozuk ruh yapılı yaratıklar olduğu gerçeği, olayın en önemsiz ayrıntısıdır. Bu birincisi kadar önemsiz bir diğer ayrıntı da, zaman zaman bu tür olayları komik haber yapan, yarı cahil, yarı tok, yarı görgülü bir kısım muhabirin varlığıdır.

    Önemli nokta, tüm ümitlerimizi bağladığımız “eğitim”, “görgü” ve “ekonomik tatmin olmuşluk” öğelerinin, bu noktada bir işe yaramadığıdır. Ve, işe yaramayan bu nokta bir ayrıntı değil, var oluşumuzun belki de tek gerçeğidir.

    Bitkisi, hayvanı, insanı, taş ve toprağıyla tüm varlıkların tam bir bütün olduğu gerçeği kavranmamışsa, başka hangi bilgi, beceri, davranış ya da yeteneğin bir değeri olabilir?

    Bu olay, bütün doğrularımızı masa üzerine korkmadan koyup tekrar tekrar bakmayı gerektiriyor. Özellikle de hiç kuşkulanmadığımız “en doğrularımız”ı !

    Kızılderili Şef’in Büyük Beyaz Şef’e, topraklarının satın alınmak istenmesiyle ilgili olarak yazdığı mektuptaki, “peki, kuşların cıvıltısını, rüzgarın esişini nasıl satın alacaksınız?” biçimindeki sorusu, bu işin, bizim “önemli” saydığımız kurumlarla -eğitim gibi- ilgisi olmadığını göstermiyor mu?

    Bütün’ün ayrılmaz doğal parçası “ olmaktan, “yapay değerler makinesinin dişlileri” olmaya gittikçe, yaradılıştan en duyarlı, en iyi eğitimli, en görgülü insanların dahi bu cinayetleri komik ya da en azından önemsiz bulmasını önleyemeyeceğiz.

    “Canlıya saygı” herhangi bir eğitimle kazandırılamaz. Buna bel bağlayıp okullara doğa bilgisi vs gibi dersler koymak ya da hayvanları koruma yasaları çıkarmak beyhudedir; hatta ümit zayiatına yol açtığı için zararlıdır da.

    Diğer yandan, hayvan dostları da, küçük örgütlenmeler, üzüntü dışavurumları ve benzeri eylemleriyle bu trajedileri önleyemezler. Büyük sistem bunun hesabını soracaktır, muhtemelen halen sormaktadır da!

    Tek çıkar görünen yol -ne denli güç olursa olsun-, insanları bu “yaşamları birbirlerine bağlı olma” konusundaki katı ve soğuk gerçeklerle yüzyüze getirmektir. Bu ise, insanın zamanı algılama ölçeklerine göre biraz uzun zamana ihtiyaç gösteriyor.

  • Otobiyografi kesiti-2: Bilişimle ilk tanışıklıklar!

    Otobiyografi kesiti-2: Bilişimle ilk tanışıklıklar!

    Erişkinlikteki yaşamıma bir etkisi olup olmadığını, varsa ne olduğunu bilmiyorum, ama ilk çocukluk yıllarımdan hatırladığım garip bir şeyi anlatarak başlamak istiyorum.

    O zamanlar 4-5 yaşında olduğumu hatırladığıma göre yıl 1946 filan. Fatih’te bir apartman dairesinin 4ncü katında oturuyoruz. Arada şimdiki Fevzipaşa caddesi – o zamanlar birkaçyüz metre genişliğinde görünürdü- ve caddenin öbür tarafında yüksekte, “taşmektep” (şimdi de aynen duruyor).

    Evdekiler sık sık bu okula gideceğimi söylüyorlar ve “sınıf geçme” diye bir şeyden bahsediyorlar. Sınıfın nasıl “geçileceğini” sorunca da, oturduğumuz dairenin penceresinden okula bir kalas uzatılacağını, benim bunun üzerinden yürüyerek “geçeceğimi” açıklıyorlar. Okula gitmek değil ama bu beni çok korkutuyor. Çünkü yerden en az 15 metre yükseklikten karşıya geçmek gerçekten de çok korkutucu. Ama yine de okula gitmek istiyorum.

    Henüz okuma-yazma bilmiyorum. O zamanlar okula gitmeyen bir çocuğa bir şey öğretmenin pek doğru olmadığı gibi bir inançları vardı herhalde.

    Okul denilen şey hakkında pek bir fikrim yok ve okul denilince aklıma tek şey geliyor: kaymak gibi beyaz kağıtlar!

    Bu bende o denli bir takıntı ki, ara sıra annemden yüz para (2 ½ kuruş) alıp evin karşısındaki kırtasiyeciden 5 tane dosya kağıdı alıp eve getiriyorum; sonra oturup büyük bir keyifle her bir sayfayı su ile ıslatıp bir diğerine yapıştırıyorum. Bu operasyon bitince -ki evdekilerin bundan pek hoşlanmadıklarını da demek ki biliyorum- yapışık ve ıslak kağıtları hemen hemen arkasına hiç bakılmayan yüklük gibi bir yere atıyorum.

    Bu iş böyle ne kadar sürdü bilmiyorum, ama bir gün her ne sebepleyse o yüklük gibi yerin temizlenmesi gibi bir ihtiyaç doğunca yüzlerce sayfa buruşuk kağıt deposu ortaya çıkıyor.

    Bu yaşlardaki hemen her çocuğun, erişkin aklının ermeyeceği böyle işleri olmuştur sanırım. Bunu anlatmamın nedeni, yıllar geçip mühendis olduktan sonraki benzer bir deneyim.

    Bu defa yıl 1970. Bir yıl kadar önce, çalıştığım kurum (Ereğli Kömürleri İşletmesi) beni Ankara’da 2 haftalık bir kursa yollamış. FORTRAN-IV programlama dilinin öğretildiği bu kursu tamamlamışım ama, işimle ilgili olarak doğrusu neye yarayacağı konusunda pek de bir fikrim yok.

    O yıllarda çalışanlar bilirler, 10195 sayılı bir ücret kararnamesine göre maaş alıyoruz ve o günün şartlarında iyi bir paradır (1964 yılında işe ilk başladığımda aylık 1600 lira alıyorum ve 1$ yaklaşık 1 TL).

    Eşimle -meslektaşım- benzer ücretleri aldığımız için eve iyi de para giriyor ve bunun düzenli olarak her ay birkaçyüz liralık bölümünü kitap almaya harcıyorum. Kömür işletmesi genel müdürlüğü (o zamanki TKİ) Ankara’da olduğu için sık sık Ankara’ya seyahat ediyorum ve her defasında da Sakarya çarşısının girişinde o zamanki adı Merkez Kitabevi olan kitapçıya uğruyorum. Burası teknik kitaplar satıyor ve çok ilginç kitapları yurt dışından getiriyor.

    Bir defasında rafta bir kitap görüyorum: Simulation with GASP II, A Fortran Based Simulation Language. (demin etiketine baktım 131.20 lira).

    İçini şöyle bir karıştırıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum; FORTRAN kursunda öğrendiklerimize benzer bir takım program kodları var. Ne işe yaradığını anlamıyorum ama kitabın kalınlığı, kağıdının kalitesi, kabının görüntüsü çok hoşuma gidiyor ve satın alıyorum.

    İnsan bir şeye çok para verince onun mutlaka bir işe yaramasını istiyor. Bu nedenle derhal eve gelince kitabı elime alıp giriş bölümünü okumaya başlıyorum. Birkaç paragraf sonra benim hiç ilgilenmediğim, o zamanki işim olan şantiye mühendisliği ile de pek ilgili olmadığı belli olan “simulation” diye bir tekniğe ait bir dil olduğunu anlıyor ve kütüphaneye koyuyorum. En azından satın alma sırasında duyduğum -neye yaradığını bilmeden almanın yol açtığı- huzursuzluğu bir ölçüde tatmin etmiş oluyorum; çünkü “okudum ama anlamadım!”.

    Aylar geçiyor, kitap almaya devam ediyorum ve kütüphanede yer sorunu başlayınca, bir bölüm dergi vs gibi şeyleri ya başkasına veriyor ya da atıyorum. Her defasında GASP kitabına elim gidiyor; atılmaya iyi bir aday, çünkü kimsenin de işine yaramayacağı belli. Ama atamıyorum, çünkü hem kabı güzel, hem kalın ve kağıdı da çok iyi. İçten içe bunun değerli bir şey olabileceği, dolayısıyla da (yüklüğün ardına) atılmaması gerektiğini “seziyorum”.

    Yıl 1972. Maden ocaklarının havalandırma sorunu konusunda bir İngiliz uzman geliyor. Peter Cundall. Bir münasebetle karşılaştığımızda Peter, 2 adet 80 kolonluk kartı (daha disket keşfedilmemişti) üstüste koyup güneşe doğru tutuyor ve bundan bir şeyler anlıyor (sonraları, kopyalanan bir kartın diğeriyle tamamen aynı olup olmadığının göz kontrolunun böyle yapıldığını öğrendim).

    Yaşamımda bu denli büyük bir aşağılık duygusuna kapıldığımı hatırlamıyorum. O da elektrik mühendisi ve benimle aynı yaşta ama ben ne yaptığını dahi anlamıyorum. Belli ki bu GASP ve Peter’in becerisi arasında gizemli bir bağlantı var.

    Bunun üzerine -ilaç içmeye mecbur bir kişinin mantık-duygu çatışmasına benzer biçimde-, GASP kitabını okumaya karar veriyorum. Belli ki Peter gibi olmanın yolu bu.

    Bu defa birkaç sayfa okuyorum ama daha fazla gidemiyorum; kitaptaki konular, şantiyedeki ihtiyaçlarımdan çok kopuk ve tekrar kitabı yerine koyuyorum. Belli ki iyi bir süs eşyası olarak kalacak. Peter’in beceri ve üstünlüğünü de kabulleniyorum: demek ki bunlar böyleymiş!

    Bir taraftan da şantiye işlerinde bazı ihtiyaçlar var. Örneğin, kıt kaynak durumunda olan donanım, bazı özel becerili ustalar gibi. Bunların kullanımını planlayabilmek için neler yapılabileceğini ararken, Milli Prodüktivite Merkezi’nin 3-4 yapraklı bir kitapçığı elime geçti: Kritik Yol Metodu! Meğer aradığım yöntem -hemen hemen- bu imiş.

    Bu arada bir arkadaşım (Dr.İrfan Ergün) aracılığıyla, o zaman işletmemizde mevcut olan IBM 360/20 bilgisayarı -ki o zamanki adı muhasebe makinesi- için yazılmış bir bilgisayar programının mevcut olduğunu öğreniyorum. (Meraklılar için belirteyim; bu bilgisayar 16Kbyte belleğe sahipti).

    Fred Komrush adında bir kişi oturup bu bilgisayar için 8K büyüklüğünde bir Kritik Yol Metodu (CPM) programı yazmış. Programı temin ediyoruz ve şantiyedeki gereksinimlerimiz için işe yarayacağı belli oluyor.

    Bu defa -hiç umulmayan- bir sorun çıkıyor: O güne kadar sadece bordro hesapları için muhasebeciler tarafından kullanılan “makine”nin mühendislerce kullanımına karşı çıkan bürokratlar, makinenin ne idüğü belirsiz işlerde kullanımı sonunda makinenin bozulabileceğini -ki aylık kirası $5500 olan makinenin bir de yedeği var-, dolayısıyla da başkaca işler için kullanımının caiz olmadığı fetvasını veriyorlar.

    Allahtan işletme yönetimi hep mühendislerin (maden mühendislerinin) elinde olduğu için, diğer mühendisler de birazcık daha “beyaz” sayılıyor ve “siyahlara” (mühendis dışı varlıklar) karşı korunuyoruz. Ama bir koşulla: Makine ancak sabahları 04.30 ile 8.30 arasında kullanılabilecek, çünkü 9.00’da esas iş (bordro işleri) başlayacak.

    O günlerde en büyük arzum bir araba sahibi olabilmekti. Çünkü sabahları yaya olarak bilgisayar merkezine giderken -özellikle kışın- çok üşüyordum.

    Neyse böyle böyle, bazen sabah erken, bazen geceleri 24.00den sonra makineyi CPM için kullanmaya başladım. Artık ben de kart kopyalıyor ve ışıkta kontrol edebiliyorum. Demek ki Peter öyle sandığım kadar da muazzam bir adam değilmiş!

    Hatta işi biraz daha ilerletip, FORTRAN kursunda öğrendiklerimi kullanıp, kıt kaynakları optimal dağıtabilecek bir CPM programı yazabilmeyi beceriyorum.

    Bir süre sonra CPM’in olasılıklara da yer veren türünü keşfedince benzetim (simulation) denilen şeyin pekala işime yarayabileceği ortaya çıkıyor. Hoş geldin yöneylem araştırması!

    Tam bu sırada, bir yazılım (yine 80 kolonluk kart desteleri halinde) ithal etmek gerekiyor. İngiltere’den ithal edilecek yazılım yaklaşık £10,000 civarında. Gümrük verigisi de o zamanlar %30 civarında. Zar zor gerekli bütçeyi onaylatıyoruz ve yazılım gümrüğe geliyor.

    Bir heyecanla gümrüğe gidiyorum ve gerekli işlemleri yapıp, üzerine program kodlarının delindiği kartları alacağım. İşlemler bitiyor ve sıra imza atmama geliyor.

    O da ne: toplam ücret sadece yazılımın fiyatından ibaret. Gümrük yok. Hemen itiraz ediyorum ve ileride başımıza gelecekleri -ki devletin bir süre sonra pardon deyip gecikme faizi ve cezasıyla birlikte tahsil edilmesi sehven unutulmuş gümrük verigisini isteyeceğini- tahmin edip hemen itiraz ediyorum: Sayın memur bey bunun gümrük vergisi de olacak!

    Yetkili, “sen bu işlerden anlamazsın” edasıyla göz kapaklarını yarım perde aşağı indirip tok bir sesle cevaplıyor: Hayır unutmadık ama bunlar kullanılmış kart, bak hepsi delikli!.

    Ben de ikna olup kartları alıp sevinçle geri geliyorum.

    Bilişimle ilgim böyle başladı.

    Hala düşünürüm: Yapıştırdığım kaymak kağıtlarla GASP arasında bir ilişki varmı? Bir de acaba şu aralar yine kağıt yapıştırıyor muyum?

    M.Tınaz Titiz

    27 Aralık 2008 Cumartesi

  • Şans bazen yaver gidiyor!

    Şans bazen yaver gidiyor!

    Bugün tarihli bir gazetede çıkan iddiasız görünümlü bir duyuru, bunca yıldır kafalarımızı kurcalayan eğitim sorunlarını -teknolojinin yardımıyla- çözdü. “Formülmatik” adı verilen ve içinde sayısız matematik, fizik, kimya vb formülü bulunduran bir avuç-içi-bilgisayar, hem de kupon karşılığı yurttaşların (çocuk ve gençlerinin) hizmetlerine sunulmaya başlıyor.

    Devlet Üstün Hizmet Nişanı kimlere verilir bilmiyorum ama eğer ondan 1 tane bulunsaydı kime verildiyse geri alınıp bu aleti bu amaçla kullanmayı akıl eden kişiye verilmelidir.

    Formülmatik, yıllardır çocuklarımızın iflahlarını kesen formül ezberleme derdini bir anda yok etmiştir. Bundan böyle, bir soru sorulduğunda, aletin fihrist bölümünden hangi formülle çözüleceği bulunup o formülün bulunduğu sayfaya tıklamak yeterli olacaktır.

    Muhtemelen alet sadece formülü vermekle kalmayıp gerekli değerler girilerek sonucu da bildirecek, öğrenciye ise bunu sınav kağıdına yazmak kalacaktır. Kısa bir süre içinde Formülmatik’ten, doğrudan yazıcıya bağlantı yapılabieceği için çocuklarımız bu yazma yükünden de kurtulmuş olacaklardır. Gerçekten müthiş bir ilerlemedir bu.

    Ne olduğunu anlamadan ezber de olsa formül ezberleyen çocuklarımız ve fen bilimleri konusunda eğitim gören yüksek öğrenim öğrencilerimizde son yıllarda ezbere karşı gelişmeye başlayan endişe verici gelişmeyi de bütünüyle durdurabilecek bu uygulamanın, bir yandan da ezbere dayalı öğretiler konusunda büyük bir şans getireceğini unutmamak gerek. Hatta denilebilir ki, birkaç yıldır o alanlarda kullanılmaya başlanılan “duamatik” vb araçlar bu son gelişmeyi tetiklemiştir. Buna dallar arası teknoloji transferi deniliyor.

    Ama esas heyecan verici gelişme potansiyeli başka!

    Eğitim sorunlarını bir çırpıda çözen Formülmatik’in çok kısa bir süre içinde toplumumuzun hemen hemen tüm sorunlarını çözebileceğini görebilmek lazım. Neredeyse hiçbir çaba harcamadan, bu alet -hatta adını bile değiştirmeden- bambaşka işlere yarayacaktır.

    Bilindiği gibi demokrasi rejimlerinin en sakıncalı yanı herkesin ayrı ayrı fikirlere, çözümlere sahip olmasıdır. Nitekim ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin nedeni, iddia edildiği gibi Sorun Çözme Kabiliyeti Yetmezliği adı verilen ve üzerinde çok çalışılması gereken bir sorun olması değildir.

    Mesele, her sorun karşısındaki fikir ve çözüm dağınıklığıdır. Bu dağınıklığı giderebilecek -üstelik de elektronik- bir araç, milyonlarca üretileceği için de ucuz olacağı için herkese birer adet dağıtılabilecek ve her okuma yazma bilen kişi sorunu ne ise formülünü okuyup öğrenebilecektir.

    Bu kadar da değil!

    Bu çözüme karşı ileri sürülebilecek en ciddi iddia -çünkü başka itiraz olamaz-, değişen sorunlar ve çözümler karşısında sabit reçetelerin -başlangıçta ne denli doğru olursa olsunlar- bir süre sonra geçersiz olacağı, formülmatiklerin ise hala eski formülleri dayatıyor olacağıdır.

    3G teknolojisi neye yarayacak sanılıyor!

    Yaşamımızda büyük değişiklikler yapacağından emin olduğumuz 3G iletişim teknolojisi bu noktada devreye girecektir. Çoğu -ufku dar- kişinin sadece pizza sipariş etmeden önce neye benzediğini görmeye, kaçırılan golleri tekrar izlemeye ya da sinemaya gitmeden önce fragmanlarını önizlemeye yarayacağını sandığı bu teknoloji, her gece biz uyurken Formülmatik’lerin belleğine -tabii ki ücreti karşılığı- kablosuz olarak yeni çözümleri indirecek, ertesi sabah hangi sorunun çözümünün ne olduğu, hatta kişiye özel olarak neler yapması gerektiğinin listesi hazır olacaktır.

    Hayal etmesi bile güzel!

    Bu çözümü düşünenlere -ki son kısmının pirimi bana ait olmalıdır- ne kadar teşekkür etsek azdır. Benjamin Disraeli ve Mevlana Celalettin Rumi neredeyse aynı sözcüklerle söylenmesi gerekeni yıllar, yüzyıllar öncesinde söylemişlerdir: İnsanlar ve toplumlar layık oldukları şekilde yaşarlar.

    29 Kasım 2008 Cumartesi

     

  • “Yalnız Öğrenenler Kalacak!”

    9/11 ile iyice görünür hale gelen, tarihin en şiddetli finansal krizi denilen çalkantıyla da süren huzursuzluk ortamı -üstüne bir de küresel ısınma binince-, adına ne denilirse denilsin bir çeşit kıyametin hemen kıyısında bulunduğumuz söylenebilir.

    Böyle bir durumda, “yalnızca öğrenenlerin hayatta kalıp diğerlerinin yok olacağı öngörüsü“, üzerinde düşünülmeye değer görünüyor. Bu söz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı‘nın 21-22 Kasım 2008’de düzenleyeceği kongrenin sloganlarından birisidir.

    İnsanlar genellikle fikirlerinin önemsenmesi için “korkutma”yı bir araç olarak seçebiliyor. Fakat artık o kadar çeşitli korkular içinde yüzüyoruz ki [1], korku bir ilgi sağlama özendiricisi olmaktan çıktı.

    Yalnız öğrenenlerin kalıp öğrenemeyenlerin yok olması aslında dünyanın -belki de evrenin- en eski ve sağlam ilkelerinden birisi. Her sürecin dokuları içine gömülü durumda, derinden derine tüm yaşam kesitlerini etkiliyor; canlılar ve de cansızlar dünyasında.

    Hatalarından öğrenemeyen iş adamı başarısız olurken, öğrenebilenler başarılı olabiliyor; yanlışlarından öğrenebilen sporcu, öğrenci, siyasetçi ve bunlara ait kurumlar başarılı oluyorlar. Bütün bunlar yeni değil, milyonlarca yıldır tekrarlanan süreçler; o kadar ki, çok yaygın olduğu için dikkatimizi çekmeyen olgular gibi.

    Bununla beraber, öğrenen-az öğrenen-öğrenemeyen farklılıklarının yol açtığı olgu genellikle “başarı” düzeyinde. Az öğrenenler ya da öğrenemeyenler de bir biçimde yaşamlarını sürdürebiliyorlar; belki yaşam kaliteleri öğrenenler kadar yüksek olmuyor ama yok da olmuyorlar.

    Fakat bu defa durum değişik.

    Bilim ve teknoloji o hızla ilerledi -ve ilerliyor- ki, insanların bunları kullanmaması iki nedenle imkânsız: Bunların yaşam kolaylaştırıcılığına dayanılamaz ve ayrıca da bu gelişmeleri sağlayanlar bunları satmadan duramazlar.

    Halbuki insanların büyük çoğunluğu, bilim ve onun türevi teknolojilerin belirlediği akıl-fikir-bilinç düzeyinin çok altında, dolayısıyla da o ürünlerin değerlerine karşılık gelebilecek katma değer üretebilme kabiliyetleri çok sınırlı. Kısacası o ürünleri tüketebilmeleri matematiksel olarak mümkün değil.

    Bu duruma çare yine o yüksek düzeyli ürünleri ortaya atabilenler buluyor ve tedavüle (dolaşıma) “sanal katma değer” araçları sokuyorlar. Sanal katma değer araçları isteyen herkesçe ve de oldukça kolay edinilebiliyor. Örneğin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitli satış, şimdi al-sonra öde, saadet zincirleri vb bunların en yaygın olanları.

    Böylece, şişirilmiş satın alabilme kabiliyeti ile yüksek tüketim düzeyi, olması gerekenin çok üstünde bir yerde dengeleniyor ve dahası bu buluşma noktası her geçen gün daha da yukarı çıkıyor; bir yandan da çevrenin yıkımına yol açıyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu tür kararsız süreçlerin bir “irade” tarafından durdurulması imkânsızdır. Çünkü her ne kadar bu tüketim çılgınlığı sürecini başlatan, ondan zarar gören yığınlar değilse de kısa bir süre sonra o çılgın sürecin bir parçası olmak koşuluyla yaşamını sürdürebilir hale geliyor.

    Peki bu durumda, bu çılgın süreç durur mu, durursa nasıl durur?

    Bu soru’nun yanıtı çoğu kimse için bellidir. Eski İstanbul yangınlarını bilenler ya da duyanlar, bu sorunun yanıtını tahmin edebilirler: Yangın, denize varıncaya kadar sürer! (Bu nedenle de eski büyük yangın alanları daima bir denizden bir diğer denize kadardır).

    A.B.D.’de başlayan ve tarihin en büyük -ve kapsamlı- kurtarma operasyonuna sahne olan yangın, insanların satın alma kabiliyetleri (yani katma değer üretebilme kabiliyetleri) ile tüketim düzeyleri, yavaş yavaş -belki de birkaç yangından sonra- daha sürdürülebilir düzeylerde dengeye gelene kadar sürüp tekrarlanacaktır.

    İhtiyaçlar, dolayısıyla da işler değişecek!

    Bu yangınların her birinden sonraki yaşam, bir öncekinden farklı olacak, eskiden mevcut olan kimi tüketim alışkanlıkları (yani ihtiyaçlar = işler) terk edilecek, yerlerini doğala daha yakın alışkanlıklar (ihtiyaçlar = işler) alacaktır. Kuşkusuz bu yeni tüketim kalıpları da yeni işler yaratacaktır, ama hiçbir şekilde bugünküler kadar bol değil.

    Öğrenme bunun neresinde yer alıyor?

    Birincisi, her yangından kurtulacak olanlar, öğrenebilenler olacaktır. Alışkanlıklarını (yani tüketim kalıplarını) değiştirmeyi “öğrenebilenler” ile katma değer üretebilme kabiliyetlerini artırmayı “öğrenebilenler” yangın sonralarının kalanlarıdır. Bu iki sınıfa bir de “üçüncü sınıf” diyebileceğimiz ve sayıları her yangından sonra azalacak -ama hiçbir zaman yok olmayacak- olanları eklemek gerekir: Azalmasına rağmen halâ tedavülde bulunacak olan sanal katma değer araçlarını kullanarak yaşamlarını bir biçimde sürdürebilenler.

    Toplumun çeşitli yaşam kesitlerinde “öğrenme”nin yansımaları!

    Görülüyor ki “öğrenme” tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar öne çıkıyor. Düne kadar pek farkında olunmayan bu olgu artık bir yaşam sürdürme aracı haline gelmeye başladı.

    Birey, kurum, cemaat ve toplumların her bir yaşam kesitinde, ticaret, sanayi, eğitim, siyaset, din, spor ve akla gelebilecek her alanda, öğrenebilirlik bir numaralı değer haline dönüşmektedir.

    Artık iş arayanlar diplomalarını göstererek değil öğrenebilirlik yeteneklerini kanıtlayarak iş bulabilecekler.

    Siyasi partiler vaatte bulunarak değil, kendilerinden önceki -ve de başka ülkelerdeki- politikacıların olumlu ve olumsuz karar ve icraatından öğrendiklerini kanıtlayabildikleri takdirde oy alabilecekler,

    Eğitimde ezberleyerek kendisine öğretilenleri geriye iyi kusanlar değil, bunlardan yaşamı için bir şeyler öğrenebilenler eğitimden bir yarar sağlayabilecekler.

    Genel olarak hata yapmayanlar değil yanlışlarını birer öğrenme aracı olarak kullanabilenler yaşamlarını sürdürebilecekler.

    Belki dünya nüfusu bu hızla artmayacak, hattâ azalacak; ama geriye yalnızca öğrenebilenler kalacak.

    21-22 Kasım’da bir kongre var!

    İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde 2 tam gün süreli kongrede, siyasetten spora, dinden rekabet gücüne, sanattan terör mücadelesine kadar tüm yaşam alanlarındaki öğrenme konusu işlenecek.

    Sponsor olmak ya da katılmak için www.gelisimkongresi.org adresini tıklamanız yeterlidir, bekliyoruz.

    08 Kasım 2008, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=669

  • Bayraktepe, varsayım zincirleri ve “A sınıfı açıklama”!

    Kamuoyunda Aktütün Karakolu olarak bilinen Bayraktepe Baskını, terör konusunda rastgele bir örnek olsa da, tamamen farklı alanlarda benzer yaralayıcılıkta olaylarla sıkça karşılaşıyoruz.

    Bu olayların tümünün ortak yanı, bu konularda akıl fikir yürütmek durumunda olanların çoğunluğunun –birbirleriyle tam aksi görüşleri savunanların dahi-  açıklama metodolojilerinin benzerliğidir.

    image0022-e1391089344743

    Burası “özgür varsayımlar” ülkesidir:

    Bir paradigma oluşturacak kadar belirgin çizgili bütün bu açıklamaların başat özelliği, ardarda sıralanmış bir dizi varsayıma dayalı olmalarıdır.

    Yukarıdaki şemada, Bayraktepe olayına etkisi olabilecek öğelerden bir bölümü görülüyor.

    Kuşkusuz bu şemada sıralanan seçeneklerin her birinin sonuç üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Ama bir ABC sınıflaması [1] yapılırsa bunların %80 dolayındaki bir bölümü A sınıfının dışında kalacaktır.

    İkinci nokta, sonuç üzerine etki yapabilecek 50,000’i aşkın bileşimin belirgin bir çizgiyle ikiye ayrılmakta olduğudur:

    1. Belirli stratejik amaçları gerçekleştirmek amacıyla sürekli ve etkili bir sistem uyarınca eylemleri planlayıp uygulayan(lar),
    2. Yürümekteki bir sürecin ardına –zaman zaman- takılarak taktik amaçlar peşinde koşanlar.

    Bu iki grup etmen, meselelere belirli ilkeler uyarınca bak(a)mayan kimseler açısından son derece içiçe girmiş ve bir o kadar da spekülasyon üretmeye uygun bir resim ortaya çıkarıyor. Örneğin bir köşe yazarı, her gün bu etmenlerden beş-altı tanesini seçip, kendi içinde tutarlı spekülasyonlar üretebilir.

    Ama birkaç küçük(!) eksik vardır:

    • Olayı açıklamada –örneğin Bayraktepe- kullandığı varsayımların A sınıfına ait olup olmadığı,
    • Kullandığı varsayımların geçerlik dereceleri hakkında –hedef kitlesinin duygusal eğilimleri, takıntıları, temennileri, beklentileri ve kişisel tahminleri dışında- bir kanıtı bulunmayışı,
    • Birden fazla sayıda varsayımın peşpeşe dizilmesi halinde bileşik geçerlik düzeyinin son derece hızla azalacağı, ama bu yolla açıklanamayan hiçbir olayın da kalmayacağı gerçeğinin ıskalanması.
    • Örneğin, %80 düzeyinde emin olunan bir varsayımın peşine yine aynı güvenilirlikte varsayımlar dizilirse bileşik güvenilirlik şöyle olur:

     

    Şimdi bir soru akla gelebilir:

    Her varsayımın kanıtı aranacak olsa hiçbir sorun için akıl yürütülemez. Spekülasyon da bir açıklama yolu değil midir? Böylece olayları bütün yüzleriyle gözden geçirmiş olmaz mıyız?

    Evet doğrudur, böylece bir olay tüm olası yönleriyle gözden geçirilebilir. Ama, bütün bu yönler akla gelebilecek her şeyi kapsadığı ve de böylece hemen herkesi tatmin edebilecek bir açıklama seçeneği bu bulamaçın içinde yer alacağı için, üzerine gidilmesi gereken “A sınıfı açıklama” yapılamaz, yapılmasına ihtiyaç da duyulmaz.

    Her teori varsayımlara dayalıdır ama!

    Kuşkusuz teoriler de varsayımlar çevresinde oluşturulur. Bir teorinin ileri sürülmesinde kullanılabilecek varsayım sayısının bir sınırı da yoktur. Tek koşul, teorinin olabildiğince çok sayıda olayı açıklayabilmesidir; sadece bir olayı açıklayabilen, bir başka olayda varsayım değiştirmek zorunda kalınan bir teori geçerliğini yitirir.

    Sadece bu son olayda değil, bundan evvelkilerde de çeşitli kalem ve ağızlar yoluyla ortaya konulan resmi, yarı resmi, gayrı resmi açıklama, yorum, analiz vb çözümlemelerdeki varsayımlardan hatırladıklarım şunlar:

    • Türkiye’nin güneydoğusunda –şu anki petrol fiyatları karşısında çıkarılması kârlı olmayan-, katı petrol rezervleri terörün başlıca nedenlerindendir,
    • İnsan hakları, demokrasi vb kavramların yükseldiği, iletişimin son derece kolaylaştığı bu çağda terör, klasik savaşların yenilenmiş bir şeklidir. Dolayısıyla terör diye bir olgu yoktur, belli amaçlarla açılmış ve ülkelerin birbirlerine karşı örtülü güçleriyle yürüttükleri savaşlar vardır; bu savaşlar birer “kozlar savaşı”dır. [2]
    • A.B.D. Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak istiyor,
    • Su petrolden önemli oluyor, Batılı’lar su kaynaklarını ele geçirmek istiyorlar,
    • Irak petrollerini kontrol edebilmek için Türkye’nin GD’sunu ele geçirmek istiyorlar,
    • Küresel ısınma nedeniyle sular altında kalacak  veya buzul çağına girecek ülkelerden insanları Türkiyeye göç ettirecekleri için buraları ele geçirmek istiyorlar,
    • Lozan sırasında zaten bu işin rövanşının alınacağı yüzümüze söylenmişti,
    • Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçler komplo kuruyorlar,
    • Bor, toryum vb değerli maden rezervlerimizi ele geçirmek istiyorlar,
    • Kuzey Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtler birleşerek devlet kuracaklar,
    • Terör örgütü, sahip olduğu imkanları sürdürebilmek için terörü sürekli canlı tutuyor,
    • Kürt kökenli vatandaşlarımız PKK’yı desteklemiyor,
    • PKK sempatisi Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çok yüksektir,
    • Batı, islamlaşmaktan korkuyor; bu nedenle ılımlı islam icat edilmiştir. Türk-Kürt kavgası yoluyla Türkler ve aynı zamanda islam zayıflatılmak isteniliyor.

    Peki bu durumda Bayraktepe baskını’nın “A sınıfı açıklaması” nedir?

    Yukarıda bir bölümü sıralanan varsayımların hepsi birden gündemde tutulduğu –ve böylece her nabza uygun şerbet sunulduğu- sürece, belirli bir tehdit senaryosu oluşturup yeterli güçle üzerine gitmeye imkan yoktur.

    Nitekim, “terör magazini” şeklindeki medya haberlerinin en sonlarında –artık soracak soru kalmadığında-, “peki terör örgütü bu saldırıyı niye yapmıştır?” sorularının sorulması, bu “tanı dağınıklığı”nın bir göstergesidir.

    Yani, belki de son derece doğru bir varsayım üzerinde yoğunlaşabilmek için gerekli sorgulama yapılmadığı için –ki buna da terör ezberi denilmelidir- ne Dağlıca baskınının, ne Bayraktepe baskınının ne de Diyarbakır’daki bombalı saldırıların nedeni bellidir.

    Müteveffa başbakanlardan Bülent Ecevit’in, Öcalan’ın yakalanması üzerine söylediği, “niçin teslim ettiklerini bir türlü anlayamıyorum” sözleri de bu belirsizliğin bir diğer kanıtıdır.

    Kısacası, PKK niçin var? sorusunun cevabı olarak onlarca alternatif cevap vardır, ama “A sınıfı açıklamaya” esas tek cevap yoktur.

    Terör adını verdiğimiz çağımız savaş türü karşısındaki başarı düzeyimizin düşüklüğünün nedenine bir de böyle bakınız.

    9 Ekim 2008

     

     

     

  • “Sorun Çözme Kabiliyeti” yükselebilir mi?

    Önce birkaç tanım!

    “Sorun”, istenmeyen bir duruma yol açan nedenlerin ve/ya istendik bir durum karşısındaki engellerin oluşturduğu durum olarak tanımlanabilir.

    Kişiler ve/ya onların -çeşitli anahtarlara göre- bir araya gelmiş topluluklarının karşılaşabildikleri, çeşitli rahatsız edicilik derecesindeki durumları, daha az rahatsız edici başka durumlaraçevirebilme kabiliyetine ise Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) denilebilir.

    Bu iki tanımdan hemen anlaşılabileceği gibi gerek sorunlar gerek SÇK son derece geniş bir alana yayılmıştır.

    Bir aracın patlayan lastiği onun sürücüsü için bir “sorun”, patlak lastiği onarabilme becerisi ise bu özel konudaki “SÇK”dir. Aynı kişinin, çocuğunun derslerindeki başarısızlığı bir diğer -araç lastiğine göre biraz daha güç- “sorun”, tekrar başarılı olmasını sağlaması ise bu konudaki “SÇK”dir.

    Böylece giderek, daha güç sorunlara doğru ilerlenir ve her bir sorun alanındaki SÇK bir kenara not edilirse, sonuçta iki küme ortaya çıkacaktır: “Sorun Kümesi” ve “SÇK Kümesi“. Kuşkusuz her ikisi de sanal birer kümedir, ama söz konusu kişinin yaşamında birinci derecede belirleyici etkileri vardır.

    Söz konusu kişi sorunlarını çözerken çeşitli araçlar kullanabilir. Bunlara da Sorun Çözme Araçları (SÇA) ya da biraz daha anlaşılır bir benzetmeyle “SÇA Dağarcığı” denilebilir. Yine kolayca tahmin edilebileceği gibi her kişinin SÇA, o kişiye özgüdür. Bir başka kişiyle benzer araçları içerebilir ama tıpatıp aynı olması beklenmemelidir.

    Bu noktada ilginç iki özellik söz konusudur:

    1. Kişilerin tek tek SÇA dağarcıklarının birer imzası sayılabilecek ayırıcı özellikleri vardır. Kaba kuvvet, akılcılık, dini inaçlar, bir başkasının yardımını aramak, yasa dışılık, dogmalar, sevecenlik vb özellikler dağarcığa rengini verebilir.
    2. Kişilerden oluşan kesimler, kurumlar ve nihayet toplumun bütününün de bileşik bir SÇA dağarcığı olduğu düşünülebilir ve bu bileşik dağarcığa da renk veren hakim araçlar vardır. Cepheler (Vatan Cephesi, Milliyetçi Cepheler), darbeler, kurtarıcı aramak, övünmek, ya / ya da yaklaşımı (either / or) birer hakim renk örneğidir.

    Yukarıda anılan ve gerek bireyler gerekse onlardan oluşan kesimler, kurumlar ve toplum için söz konusu olabilecek Sorun Kümeleri’nin güçlük düzeyleri ile, bunlara karşılık gelen SÇK’nin etkililik düzeyleri karşılaştırılırsa şu olası durumlar ortaya çıkabilecektir:

    • SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğüne yakın veya yüksek ise, kişi veya toplum karşılaştığı sorunların genellikle üstesinden gelir ve dahası, SÇA dağarcığındaki araçlar kullanıldığı için daha da gelişirler. Bu durumda kişi veya toplumun SÇK giderek artar.
    • SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğünden daha düşükse, bu defa şu sonuçlar beklenmelidir:

    1. Kişi, kesim, kurum veya toplum, karşılaştığı sorunları çözemez; her çözemediği sorun yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar.

    Sorun Kimyası yazısında [1] anılan üçüncü kanun, çözülmeyen hiçbir sorunun öylece kalmayacağını, yeni sorun bileşikleri üretmeye devam edeceğini ileri sürüyor.)

    2. SÇA dağarcığı içinde bulunabilen etkili araçlar kullanılamadığı için zayıflar, bu ise giderek SÇK’nin zayıflamasına, kullanılan etkisiz araçların ise tahribatının artmasına yol açar. Buradan bir dizi başka sonuç ortaya çıkar. Şöyle ki:

        • Evvelce rahatsızlık yaratmayan ve çözülebilen sorunlar bu defa çözülememeye başlar,
        • Kişi veya toplumun, sorunlarını çözeceğine güveni azalır ve kısa vadede etkili gibi görünen, uzun vadede ise tahripkar SÇA’na yönelir,
        • Kişi veya toplumun çevresindeki iç ve dış rakipler bu zayıflamayı fırsat olarak kullanır ve -doğal seçim yasalarının bir sonucu olarak- SÇK’ni daha da zayıflatabilecek, ama tam da öldürmeyecek manipülasyonlara girişirler. Bunu kesinlikle “hıyanet“, “vefasızlık“, “düşmanlık” vb sıfatlarla nitelemek doğru olmayıp doğa kuralının sosyal alandaki birer uzantısıdır.

    SÇK oluşumunda başlangıç koşullarının rolü!

    Karşılıklı etkileşim halinde, çoğu pozitif geri besleme içeren döngüler içindeki bu olgular açısından iki soru akla geliyor:

    Soru 1: Canlıların birçok davranışı yaşama başlangıç anlarındaki verilerle (genetik miras) ilgiliyse, SÇK de benzer biçimde Başlangıç Şartları (BŞ) denilebilecek koşullarla mı işlemeye başlar? Canlılardaki doğum anı, SÇK açısından kişi ve toplumlarda hangi anlara karşılık gelir ve bu koşullar ne kadar etkilidir?

    Örneğin, en azından birkaç yüzyıllık geçmişi bulunan toplumumuzun SÇK, Osmanlı kültürünün -SÇK açısından önem taşıyan- iki kültür öğesi tarafından etkilenmiştir. BŞ denilebilecek öğelerden birisi dogma / ezber, diğeri ise biat / itaat‘ın başat olduğu sosyal yaşamdır.

    Soru 2: Başlangıç Şartları değiştirilemediğine göre, acaba daha sonra yapılabilecekler yoluyla SÇK’nin yükseltilmesi mümkün müdür, nasıl?

    Cumhuriyetin ilanı ile bu BŞ’nın hemen değişmesi beklenemez, ama değişim yönünde bir ivmelenme olduğu da biliniyor. Acaba bu ivmelenme ve devam süresi, BŞ’nın etkilerinin ortadan kalkması için yeterli olmuş mudur?

    Bu sorunun cevabını net olarak biliyoruz ki, kesinlikle yeterli olmamıştır. Küçücük yaşlarında -dini ya da laik okullarda- anlamını bilmesine imkan olmayan ezberlerle toplumsal yaşama başlayan çocuklarımızın erişkinliklerinde bu ezberleri sorgulayabilmelerine imkan var mıdır?

    Bu basit yaklaşımdan önemli görünen bir sonuç çıkabilir: Eğer bireyler ve toplumumuzun SÇK yükselebilecek ise bu “ezber” denilen sorgulamama alışkanlığının tahripkarlığının idrak edilmesiyle mümkün olabilir görünüyor.

    Rekabet ettiğimiz insanlık ailesi üyeleriyle muasır medeniyet yarışına 2-0 yenik başladığımız bellidir. Ama yenilmek bir kader de olamaz. Eğer belirli sayıdaki insan bu kavramların farkına varırsa pekala bu sorunun üstesinden gelebiliriz.

    Mevcut durumda böyle bir işaret yoktur. Onlarca radyo, TV, basılı ve internet iletişim aracına, yüzlerce yazar-çizere rağmen 1 kişi (yazıyla bir kişi), sorgulamama (ezber) denilen illetin ne olduğu, nelere yol açtığını yazmamakta, konuşmamaktadır. Bu kadar kesin bilgilere nasıl sahip olunabiliyor? Belirsizlik niçin bu kadar korkutucu oluyor?

    Soru sormanın sorun çözmekte ne denli önemli olduğu biliniyor. Soru sormak ise ancak, dogmalarının üstesinden gelebilen, ezberi bulunmayan insanlarca yapılabilir.

    Peşpeşe sıraladığı -ve çoğu da sorgulanmamış- yargılarından ürettiği kişisel fantezilerini boyuna benimsetmeye, öğretmeye, dayatmaya çalışan insanlarımızdan, özellikle de aydınlarımızdan çok şey mi bekliyoruz?

    Sivil, askeri, siyasal tüm kurumlarımız, tehdit değerlendirmelerinin birinci sırasında SÇK yetmezliğini almalıdırlar. SÇK yetmezliği ile yaşamını devam ettirebilmiş toplum görülmemiştir.

    8 Ağustos 2008, Cuma