-
Nis 16 2012 OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?
OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?
Bir yolcu otobüsünün bagajında çıkan yangının, hidrolik sistemini bozması nedeniyle kapıları açılamamış ve 18 yolcu diri diri yanmışlardır. TV bu olayı “kaza” olarak duyurdu.
Ölenlere Allah rahmet eylesin!
Muhtemelen, düzenlenen kaza raporunda olayın“ nasıl” olduğu ayrıntılı olarak hikaye edilmekte, fakat “niçin” olduğuna ilişkin tek kelime edilmemektedir. Zaten, bu tür olayların birer talihsizlik eseri meydana geldiği, geleneksel “kaza” adlandırmasından da belli olmaktadır.
Bu kaza (!);
-
Bagajlarda yanıcı-patlayıcı nesne taşımama kuralına aldırmayan aptal ve kurnaz yolcu vatandaşlarımız,
-
Yolcuların bu kurala uyup uymadığını denetleyebilecek sistemi kurmak becerisine ve sağduyusuna sahip olmayan otobüs şirketleri ve onların fiyakalı kaptan (!) ları
-
Otobüs şirketlerinin, yükümlülüklerine ne denli uyduğunu denetlemek durumunda olup da buna boşveren kamu otoritesi
-
Her otobüste bulunması zorunlu olup da genellikle otobüs şoförlerinin evlerinde fındık ve ceviz kırmak için kullanılan imdat çekici’ni fantezi sayan kafa yapıları
-
Bu ve benzer olaylar hakkında uyarılarda bulunan az sayıda insana kulak asmayıp, olabilecekleri falcı ve cincilerden öğrenmeyi yeğleyen bir kamuoyu
mevcut olduğu sürece, daha çok kazalara hazır olunmalıdır. Ama yanarak ama çarpışarak. Yolda ve de dağlarda!
-
-
Nis 16 2012 VesayetBağımlılığı
Vesayet Bağımlılığı
“Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın -büyük bedeller ödeyerek- öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor.
Türkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır, çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları“dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır.
Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise, bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek -vesayet açısından- güvence altına alınmış demektir.
Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikçe kendini güvende hissetmeyecek bir kültür oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak?
Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar -hatta toplumlar- sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi?
İyi ama bu olur mu?
Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur” diyor. İşte size birkaç ipucu:
· İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da -askeri okullar da dahil- kullanılması.
· 60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin -tüm dönemlerde ve partilerde- böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür: İradelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir.
Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır.
Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir.
· “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir.
Kişiler -ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum- bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren -aile, okul ve toplumda- sorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır.
Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar.
Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar.
Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışırlar.
· Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı -bireysel ya da örgütlenmeniz yoluyla- kendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi?
Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları elinde bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor?
Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, sorun çözemedikleri, ayakları üzerinde duramadıkları için vesayete muhtaçtırlar. Vesayet odakları ise sorun çözebildikleri için değil, sorunları kendilerinin çözebileceklerini ezberledikleri için boşlukları doldurmaya isteklidirler.
Kendi ezberlerini topluma benimsetmek arzusunda olanlar, insanların en önemli yetileri olan sorun çözme kabiliyetlerini aşındıra aşındıra muhtaç bağımlılar durumuna getirdiklerinin farkına varabilmelidirler.
10 Mayıs 2011
-
Nis 16 2012 Sorunların İntikamı
Sorunların İntikamı
“Antropolog ve tarihçi Joseph A. Tainter (Complexity, problem solving and sustainable societies) başlıklı makalesinde, bir toplumda çeşitli sorunları çözmekle görevli kurumların başarı ya da başarısızlıklarının, o toplumun sürdürülebilirlik ya da çöküşünü belirlediğini; sosyal karmaşıklık ve o karmaşıklığın enerji yoluyla sübvansiyonu arasındaki azalan getiri ilişkisinin negatife dönmesi halinde karmaşıklığın yönetilemez hale gelip çöküş sürecinin başladığını tartışmakta, Roma İmparatorluğu gibi birkaç toplumun çöküşlerini de örnek olarak vermektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde de benzer motifler bulunduğunu, ama çöküşün küllerinden doğan cumhuriyetin kültürel karmaşıklığı yönetebilme –bir diğer deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti- genlerinin de Tainter’in teşhisinin izlerini taşıdığı kuşkusu yersiz sayılmamalıdır.
Bu yaklaşım, bir damla petrol = bir damla kan ilkesinin geçerli olduğu günümüzde, enerjinin niçin bu denli önemsendiği, mevcut ve potansiyel enerji kaynağı -Türkiye gibi- ülkelerin büyük satranç tahtası’nda niçin önemli taşlar sayıldığını anlatıyor; ilk bakışta zor farkedilse de, gelişmiş ülkelerin aslında yüksek karmaşıklık düzeyindeki yaşamlarını sürdürebilmelerinin ancak enerji ile mümkün olabildiği, giderek artan karmaşıklığın ise yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç demek olduğu anlaşılabiliyor.
Bununla eşit önemdeki ikinci nokta, genetik evrim açısından değil, ama kültürel evrim açısından anlamlı süreler boyunca itaat-biat kültürüyle yaşamış toplumlarda oluşmuş karmaşıklığı yönetebilme (sorun çözme) kabiliyeti yetmezliğinin bir genetik yazgıya dönüşüp dönüşmediğidir ki İkili Kalıtım Kuramı bunun göz ardı edilmemesini söylüyor.
Bu yaşamsal konu üzerinde başlatılabilecek odaklanmanın toplum gündemine taşınarak, gündelik çekişmelerin dışında bir “derinden iyileşme” sürecini başlatabileceği ümit edilebilir.”
Yukarıdaki satırlar, birkaç hafta evvel yayımlanan Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler[1] adlı kitabımın arka kapağından alınmış, kitabın bir çeşit özetidir.
Duyururum.
Sunday, May 8, 2011
-
Nis 16 2012 Birbirine karışmış birkaç terim
Birbirine karışmış birkaç terim
Şu deyimler ortaya karışık şekilde kullanıldıkça içinden çıkılmaz bir hal doğuyor. Hani bu kargaşa terim düzeyinde kalsa iyi, oradan da gündelik yaşamımızın temellerini tehdit etmeye başlıyor. Konfiçyüs’ün ünlü sözü bir kere daha anılmalı: ‘Sözcükler yanlış olursa cümleler; cümleler yanlış olursa kavramlar bozuk olur. Kavramlar bozuk olunca halk anlaşamaz; halk anlaşamazsa dirlik bozulur’.
Dirliğin bozulmasına çok az kaldığı için bir kere de ben yazayım dedim.
Birbirine mkarışmış ve herkesin kendi kafasına göre anlam yüklediği birkaç terim ve bu terimler için anlam önerilerim şunlar:
Kavram
Önerilen tanım
Özgürlük
Tüm varlıklara –bitki, hayvan,
insan, taş toprak ilh.- saygının içselleştirilmiş
olması halindeki korkusuzluk ve iç huzuru durumuAf
Uğranılan –maddi ve/ya
manevi- bir kişisel zararı, herhangi bir karşılık
beklemeksizin –ki aksi halde ‘pazarlıkla
vazgeçme olur- karşısındakinin iyiniyet içindeki bir
yanlışına atfederek karşılık vermekten vazgeçme hali.Uğranılan zarar kişisel değil de toplu zarar ise
bu takdirde, diğer kişilerin tek tek affa razı olması halinde af
mümkün olabilir. Başkası adına af yapılamaz.Hoşgörme
Uğranılan –maddi ve/ya manevi- bir kişisel
zararı, karşısındakini cezalandırmaya –yaşı,
akli durumu, içinde bulunduğu durumun tahrik ediciliği vb nedenlerle-
ehil görmeyerek karşılık vermekten vazgeçme hali.Toplu zararın hoşgörülebilmesi de af ile benzer
koşullara sahiptir.Çifte standart
Aynı bir duruma, -tembellik,
adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik, kişisel çıkar veya bu gibi
nedenlerle- farklı karşılık verilmesi.Yaptırım ve yaptırımda acizlik
Yaptırım, bir kuralın en temeldeki
amacına tam hizmet edecek şekilde uygulanabilmesi
karşısındaki engellerin, herhangi bir istisna gözetilmeden ve
engellerin ne pahasına olursa
olsun kaldırılarak uygulanmasıdır.Yaptırım acizliği ise, bu tanımın kilit taşı
niteliğindeki ‘uygulama’ya gücünün, aklının ve/ya gereken diğer
becerilerinin yetmemesidir.Görmezden gelme
Karşılık verilmesi gerekli ve zorunlu bir durumun, -tembellik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik,
kişisel çıkar veya bu gibi nedenlerle- görmezden gelinmesi.Uygulanamayacak kural koyma
Yaptırımını sağlayamayacağını düşünememek
eksikliği ile malul kural koymaktır.Kural tanımazlık
Kendi tanımladığı gerekçelere dayanarak ve bunu bir
alışkanlık haline getirerek yaşam sürdürmedir.Kural tanırlık
Konulmuş kurallara uymak, bir yandan da yanlış,
haksız, yersiz vb olarak nitelenebilecek kurallara karşı mücadele
etmektir.Bu kavramlar içinde hoşgörme ve af en sık yanlış kullanıma konu olan ve yaptırım acizliği ile karıştırılan terim olsa gerekir.
Burada verilen tanımlardan amaç, doğruluğu tartışmaya kapalı hükümler vermek tabii ki olamaz. Ama rastgele bilinçsiz / bilinçli kullanım nedeniyle birlikte yaşama iklimini bozan kavramlara dikkat çekmek amaçlanmıştır.
Bir ortak kavram tabanı inşa etmeden birlikte yaşamak mümkün müdür?
Akla hayale gelebilecek her türlü vaadin havada uçuştuğu bir seçim öncesinde birisinin de çıkıp böyle bir taban inşa edeceği–üstelik arsa spekülasyonuna yol açmadan – vaadetmesini beklemek pek mi iyimserliktir?
05 Mayıs 2011 Perşembe
-
Nis 16 2012 Doğrusal Mantık
Doğrusal Mantık
Uzun süredir medyada -konuşma veya yazı olarak- gözlemlediğim iki alışkanlığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birisi, yazının başlığındaki doğrusal mantık alışkanlığıdır. Önce bir örnek verip ardından diyeceğimi açıklayayım.
“Kadın ve çocuklara yönelik olarak artan şiddet olaylarını önlemek için özel bir yasa çıkarılarak cezaların artırılması gerekir / düşünülüyor. Böylece, karısını, sevgilisini ya da şekerle kandırdığı çocukları parçalara ayırarak buzdolabında saklayıp, sonra uygun bir zamanda farklı illere götürerek parça parça gömen caniler cezaların ağırlığını düşünerek vazgeçeceklerdir.”
Bu örnekteki akıl yürütme biçimi bir doğrusal mantık örneğidir; sebep (cezaların azlığı), sonucu (şiddet) üretmektedir. O halde cezalar artırılırsa şiddet azalacaktır.
Gerçekte de, sonuçları caydırmak için -nedenlerine bakılmaksızın- cezalar artırıldıkça sonuçlarda bir miktar -o da bazen- azalma olabilmektedir. Örneğin alkollü araç kullanımı ile cezalar arasındaki ilinti epey yüksektir. Üstelik işlenen suçu ölçmek çok da kolaydır; bir alete üflemek ve nesnel olarak cezayı hakedip etmediğini anlamak mümkündür.
Bu mantığın doğruluğunu kaybettiği sınır çizgisinin bir tarafında, vazgeçilebilecek çıkarlar (örneğin kafa çekip zevklenmek) varken, çizginin diğer yanında vazgeçilemeyecek çıkarlar (yakınını gece yarısı hastaneye yetiştirmek veya banka soygunu yapmadan önce kafa çekip rahatlamak gibi) yer alıyor.
Polisin bir miktar rica ile vazgeçebileceği ya da kesesinin gücü vereceği cezadan etkilenmeyecek durumda olan kişiler, “parayı bastrır içerim” diyebilir; ama eğer katlanılamayacak kadar ağır ceza varsa araç kullanmaktan vazgeçip taksi veya kiralık şoför kullanır. Bu durumda ceza ağırlaştırmasının sonuçlarını ortadan kaldırmaya yeter.
Ama eğer kişi, evinde kafayı çekerken bir anda bir yakınını hastaneye yetiştirmek zorunda kaldığındaysa ağır ceza vs onu durduramaz; üstelik de bu insani bir davranış olur.
Gerçek yaşam olayları farklı bir mantığa göre işliyor. Sonuca yol açan nedenler iyi saptanamadığı takdirde, sonucun engellenmesi bir yana, başka istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin;
· Cezaların giderek şiddetlendirilmesi, hatta kısas uygulanmasına (hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gibi) doğru bir kamuoyu isteği ortaya çıkar ve bu giderek toplu faşizan bir tutum haline gelebilir,
· Cezaların ağırlığından ürken ama onu suç işlemeye iten güçlü nedenleri aşamadığı için suç işlemeye devam eden insanlar daha sofistike metotlarla işe devam ederler (eminim ki bundan sonra tecavüz ve şiddet olayları daha zor ortaya çıkacak, çoğu kişi de bunu artan cezaların suçları azaltmasına bağlayacaktır),
· Ve en önemlisi, aslında bir çeşit mağdur olan kişiler -ki bu kesip biçen kişilerin çoğu daha büyük ama yaygın suçların kurbanlarıdırlar- tedavi edilmek hakkından mahrum olacaklardır. Böylece, toplumsal histeri daha ağır bir şiddet uygulamış olacaktır.
Kadın ve çocuklara uygulanan caniyane görünüşlü şiddet olaylarını önlemenin yolu, çabucak önlemeyi bir kenara bırakıp anlamaya çalışmaktan geçiyor. Bir şey yapmak isteyenler önce bir şey yapmamayı öğrenmelidirler!
Gözlemlediğim ikinci bir alışkanlık, döngüsel mantığın dikkate alınmayışıyla ilgilidir. Bunu da -yine şiddet konusu ile- örnekledikten sonra açıklamaya çalışayım:
Önemli bir bölümü cinsel istismara uğramışlık kaynaklı ve kronik hale gelmiş ruhsal sorunları bulunan kişilerin uyguladığı şiddet olayları halinde doğan toplumsal histeri, bu tür hasta kişilerdeki kurban psikolojisini (Psychology of Victimhood) muhtemelen daha da azdırıp toplumdan intikam almaya yönlendiriyor.
Bu örnekteki mantık doğrusal mantıkla açıklanamaz; burada döngüsel mantık yürürlüktedir. Yani bir neden (istismara uğramışlık) bir sonuca (başkalarına şiddet uygulamak) yol açmakta, bu caniyane -ki değildir- olaya toplumun gösterdiği tepki, kurban tarafından yeni bir istismar / haksızlığa uğramışlık duygusu üretmekte ve bunun öcünü almak için tekrar şiddete yönelmektedir. Yani (sebep) > (sonuç) > (tepki) > (sebep) > ………..> (sonuç) > …. şeklinde bir döngü (pozitif geri besleme).
Toplum, aklısıra sorunu ceza veya nefret yoluyla çözmeye(!) çalışırken farkında olmadan neden-sonuç döngüsüne yakıt taşımaktadır.
Çözüm, tahmin edilebileceği gibi yine ne olup bittiğini anlamaya çalışıp kök-nedenleri gidermeye çalışmaktan, bir yandan da döngüsel mantık mekaniğinin nasıl işlediğini unutmaksızın cezai uygulamalardan geçiyor.
Şöyle bir sloganı her yere asmak ne iyi olurdu: Önce anla!
2 Nisan 2011
-
Nis 16 2012 MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !
MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !
Bütün Dünya’da medyanın giderek güçlenmesi ve toplum yaşamını yönlendirmesi, “medya demokrasisi (mediakrasi)” deyiminin doğmasına yol açtı. Bu eğilimin önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceği ve özellikle TV’nin etkileşimli (interactive) hale gelmesiyle, doğrudan demokrasi yöntemlerinin gündeme geleceği bellidir. Örneğin, çıkarılması öngörülen bir yasa hakkında vatandaşların neler düşündüğü, çok büyük bir doğruluk ve hızla saptanabilecektir. Daha şimdiden buna ilişkin uygulamalar Dünya’da başlamıştır (Fransa’daki Mini-Tel uygulaması gibi).
Bunun sayısız faydalarının yanısıra temsili demokrasiye yeni boyutlar getireceği, parlamenterlerin geleneksel ‘arabuluculuk’ rollerini zayıflatacağı beklenmektedir.
Bu ümit verici gelişmelerin tam aksine bir gelişme ise halen ülkemizde yaşanmaktadır. Medyanın bilgilendirdiği vatandaşlar ve onların temsilcilerinin yararlı etkileşimi yerine, medyanın manipüle ettiği bir demokrasi türü giderek etkin hale gelmektedir. Buna, manipülatif demokrasi de denilebilir.
Ticari kuruluşların sahip oldukları ve doğal olarak ana amaçları, ticari çıkarlarını kollamak olan medya organları, çeşitli bilgileri ticari çıkarları doğrultusunda süzmekte, yani toplumu manipüle etmektedirler. Bu yolla örneğin Dünyanın aslında düz olduğu dahi propaganda edilebilir ve epeyce insan da inandırılabilir.
Demokrasi açısından son derece kaygı verici olan bu gidişin temelinde, “birbiriyle bağdaşmayan” işlerin aynı kişi ve kuruluşlar eliyle yapılması yatmaktadır. Bunların birleştirilmesi, ayrıca bunun toplum tarafından da bilinmeyişi, demokrasimizin bir ortaçağ demokrasisine (mediokrasi) dönüşmesine yol açabilir.
Bunu önlemenin yollarından en etkini, bu tür bağdaşmayan işlerin yasalarla caydırılmasıdır. Ya da her medya organı, doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği kuruluşların bir listesini görünür biçimde ilan edip gözönünde bulundurmalıdır. Böylece vatandaşlar, çeşitli haberlerle bu ticari ilişkiler arasındaki bağlantıları hiç olmazsa karine yoluyla çıkarabilirler ve doğru bilgilenmeyi önleyen bu sakınca kısmen de olsa giderilmiş olur.
-
Nis 16 2012 “Geri arama” bir ölçü mü, neyin?
“Geri arama” bir ölçü mü, neyin?
Geri arama iletişim devriminin bir kavramı. Sabit ev telefonları zamanında -mesaj biriktirme özelliği olanlar dışında- geri arama diye bir sorun yoktu. Mobil telefonlar ve internet iletişimi ortaya çıkınca artan iletişim yoğunluğu bu kavramı üretti.
Kavramın içeriğindeki “arama” sözcüğü akla hemen telefonu getiriyorsa da, e-posta yoluyla iletilen mesajları, skype vb yoluyla gelen çağrıları da (kuşkusuz, posta kutusuna gelen mesajları adres defterindeki kişilere bir değer katmadan, üstelik tüm adresleri de başkalarının göreceği şekilde bırakarak yayan, gönderdiği kişilerin de yayması için neredeyse and veren mesajları kastetmiyorum) içeriyor.
Milliyet gazetesinde Metin Münir’in, 28 Ocak tarihli yazısından aşağıdaki alıntılar bu konuda tam söylenmesi gerekenleri dile getirmiş:
Tabii, bu kural iki taraflı da geçerlidir. Farkında olmayabilirsiniz. Ama sizi arayan bir kişiye ne kadar çabuk döndüğünüz onun tarafından ona verdiğiniz değerin bir ölçüsü olarak algılanacaktır. Birine kıymet verirseniz hemen ararsınız.
Kendilerine hiç dönülmeyen veya makulün dışında geç dönülen kişiler genellikle bunu bir terslenme veya küçük görülme olarak algılar. Düşman kazanmanın en kolay yollarından biri budur. Düşman kazanmamak dururken kazanmak çok aptalca bir şeydir. Çünkü kimin, ne zaman, ne kadar zarar vermeye muktedir olacağı bilinmez. Kimin kime güngelir ne kadar ihtiyacı olacağı da. En doğru davranış, mümkünse, arayan herkese, çok kısa bile olsa, geri dönmektir.”…….
“Derim kalındır. Bu gibi olayları hiç umursamam. Bir arkadaşım yapsa kırılabileceğim davranışlar kontaklarımdan geldiğinde hemen unuturum. Değer vermediğiniz bir kişinin size değer vermemesi önemsizdir.”
Öyle görünüyor ki gün geçtikçe yoğunlaşan iletişim ağları, kişileri giderek daha fazla iletişme zorunluğu ile yüzyüze getiriyor, getirecek. Bir yandan da, geri dönülmesi gereken mesajlarla yukarda açıklanan türde çöp mesajları ayıran -ne yazık ki- kesin bir çizgi olmadığı, bir gri alanın varlığı söz konusu.
Bunun üzerine, iş yaşamımızın büyük oranda bu kanallardan yürümesi gerçeği ve kişinin kendiyle yalnız kalma hakkı bindiğinde ortaya çıkan sorun, geri ara(ya)mayanlar için çabuk bir yargıya varmayı güçleştiriyor. Teknolojik sorunlar da (bulunulan yerdeki imkanların kısıtlı olması, arızalar vb)geri dönemeyiş nedenlerinden birisi.
Bütün bunlar, geri dönmeyiş / geç dönüş konusunu sulandırmak, hatta haklı göstermek için değil, herhangi bir sorunun tek ve kesin bir nedene bağlanamayacağının farkında olunduğunu vurgulamak amacını taşıyor.
Tanımlanan istisnaların dışında kalan büyükçe bir pay ise, yazısı alıntılanan yazarın tanımladığı nedenle, geri dönme konusunu -en azından- önemsemeyenkesime aittir.
Bu noktada sorulup cevaplanması yararlı olabilecek birinci soru, bu önemsemeyişin ne ölçüde doğurgan bir sorun olduğu; ikinci soru ise üreyen sorunların ne ölçüde önemli olduğudur.
Sorular böyle sorulduğunda cevaplanması güç görünüyor. Bir de tersinden sorulabilirse belki bir ipucu verebilir: Toplumun çeşitli sorunlarını oluşturan yapıtaşları içinde acaba, kendini kendi dışındakilerden her konuda alacaklı görmek, ama kendini kimseye hiçbir şekilde borçlu (örneğin geri dönme konusunda) görmemek gibi birisi var mıdır?
Sizler düşünedurun bir fıkrayla bitireyim: “Yeni genel müdür ilk günün enerjisiyle, sabahları geç kalanlar ile akşamları erken çıkanları esprili bir dille uyarmak için bir duyuru yapar: Duyuru No 1-Sabahları mesaiye geç kalanlar ile akşamları erken çıkanlar koridorda çarpışmakta olduğundan, her iki grubun da koridorun sağ yanını kullanmalarını önemle rica ederim. Ertesi gün Duyuru No 2 gelir: Sabah geç gelenlerle akşam erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için Duyuru No 1 yürürlükten kaldırılmıştır.”
28 Ocak 2011 Cuma
-
Nis 16 2012 “Saygılaşım”
“Saygılaşım”
Ben hayvansever değilim!
Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.
“Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.
Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce
Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek!
Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.
Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim zarar görmemem için, dışımdakilerin zarar görmesini önlemek gerekiyor.
Saygılaşım
Bugüne kadar rastladığım tüm hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “saygılaşım“.
Saygı nedir?
Saygı’nın “ zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.
Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var
Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.
Bu alt-tür insandan türemiştir
İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.
Büyük kapasiteli belleği (şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor) ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.
Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulanamazlık) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.
Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.
“Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır
Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.
İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?
Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.
Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!
Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: toplumumuz -ve de başka toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.
Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.
Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.
İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.
Esas irtica budur
Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.
Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!
Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.
İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.
Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.
Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.
(Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “kendi türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?
Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!
İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var.
Katil kavram: “zaten“
Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “zaten“.
– “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum“
– “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz“
– “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin“
– “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir“
– “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz“
– “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz“
– “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var“
– “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var“
– “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var“
– “Zaten öyle filmlerimiz var“
Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.
-
Nis 16 2012 Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Gazete ve TV’lerden öğrendiğimize göre bir hastanede katarakt ameliyatı olan 7 kişi, hastane mikrobu adı verilen antibiyotiklere direnç kazanmış mikroplar nedeniyle kör olmuş. Bu tür vakalara, ülkemizin hemen her yerinde -hatta en ünlü hastanelerinde- sıkça rastlanıyor.
Bir yolla temizlendikten sonra ise kök-nedenler devam ettiği için yine tekrarlıyor ve her defasında direnci biraz daha arttığı için temizleme yoluyla başa çıkılması daha güçleşiyor.
Bunun tıbbi ayrıntılarını hekimlere bırakarak, hekimlerin her defasında söyledikleri ama pek kimsenin aldırmadığı bir gerçeği tekrarlayalım: Hastane mikrobu sorunu bir hayalet sorun‘dur; yani aslında yoktur; o görüntünün (hayalet) altındaki kök-sorun(lar)ın oluşturduğu bir yanılgıdır.
Haydi arkasına bakalım!
Hastane mikrobu hayalet sorununa ilk düzeyde yol açan kök sorun alanlarına[1] bakıldığında görünenlen en azından şunlardır:
ü Hastane personelinin kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastaların kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler,
ü Hastanede kullanılan araç-gerecin temizliği,
ü Hastane binasının temizliği.
Bu 5 ana grubun herbiri birer “kültürel öğeler kümesi” olarak tanımlanabilir. Ayrıca da her küme kendi içinde alt kültürel öğelerden oluşacaktır.
Örneğin, hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler kümesi, şu alt kültürel öğeleri içerecektir:
1. Sokakların temizliği:
a. Çöpler
b. Tükürenler
c. Dışkılar
d. Belediye hizmetleri
e. diğer
2. Galoş, dezenfektan vs uygulamaları:
a. Galoş sisteminin kolaylık / güçlüğü
b. Dezenfeksiyon sistemi
c. Hastaneye girenlerin bu konulardaki özen düzeyi
d. diğer
3. Hastane içi ve dışı arasındaki taşınmanın denetim sistemi:
a. Denetim sistemi
b. Denetim personelinin sayı ve nitelik düzeyi
c. Denetleyen ve denetlenenler arasındaki sorunların çözüm sistemi
d. diğer
4. Yukarıdaki kümelerin maliyetleri:
Kültürel öğe kümeleri arasında etkileşim vardır!
Basite indirgenerek sayıları azaltılmış yukarıdaki küme ve alt küme öğelerinin çoğu, aralarında etkileşimlere sahiptir. Örneğin, 1b ile 2c arasında ya da tümü ile 4 arasında güçlü etkileşimler vardır. Bu 4 kümenin tümüne bir isim vermek gerekirse Kültürel Karmaşıklık Düzeyi (KKD) denilebilir.
Bu 4 kümeyi de kavrayan bir 5nci küme vardır ki, sorunların büyük bölümü buradan kaynaklanır. Bu beşinci küme “diğer kümelerin oluşturduğu kültürel karmaşıklığı (complexity) yönetebilme düzeyi/ kabiliyeti“dir (KKYD).
Bu düzey veya kabiliyet ile kültürel karmaşıklık düzeyi arasındaki fark -ister birey, ister kurum, isterse toplum ölçeğinde bakılsın- yaşamsal bir sonuç doğurmaktadır. Bu, söz konusu birey / kurum/ toplumun refah ve mutluluğunu (yani varlığını) sürdürebilme şansıdır.
Daha kısa erimli bir sonuç ise, içinde bulunulan Kültürel Karmaşıklık Düzeyi‘ni artıran her yeni karmaşık (kompleks) kültürel öğeye (cep telefonu, otomobil, göz ameliyatı, fay hattı üzerinde yaşamak ya da etnik farklılıkları bir arada yaşatmak gibi) talip olan birey, kurum ve toplumların dönüp, kendi Kültürel Karmaşıklığı Yönetebilme Kabiliyetleri‘ne bakması, eğer bu kabiliyet düzeyi düşükse, aradaki farkın doğuracağı kaza-belaya hazır olması “zorunluğu”dur.
Söz konusu kabiliyet düzeyinin, kuşkusuz, karmaşık kültürel öğelerle karşılaşmadan edinilmesi güçtür. Ama görülmektedir ki, Karmaşıklığı Yönetme Kabiliyeti -ki buna Sorun Çözme Kabiliyeti de denilebilir- kavramını gözardı ederek de katiyen kaza-beladan kurutulunamaz.
04 Aralık 2010 Cumartesi
-
Nis 16 2012 MuHAP
MuHAP
Yazı başlığı bir dernek ismi gibi oldu ama öyle değil, daha iddialı bir şeyin kısa adı: Muhibet Hala’ları Araştırma Projesi. Proje fikrinin dayandığı nokta, insan dokumuzu daha iyi tanıdığımızda, kurumlarımızı, sistemlerimizi ve ümitlerimizi tasarımlarken daha gerçekçi olacağımız, bundan kaçınıp herşeyi idealize ettikçe de giderek gerçeklerden kopacağımız şeklinde özetlenebilir.
Gazetelerin yazdığına göre, Muhibet Yıldırım adında bir kadın, ağabeyi evlenmesine karşı çıktığı için, ona “unutamayacağı bir karşı ceza” vermek amacıyla, ağabeyinin oğlu 4 yaşındaki Yunus Yıldırım’ın önce cinsel organını kesmeye çalışmış, sonra da öldürüp çuvala koyarak apartmanın boşluğuna atmış.
Testereyle sevgilisinin başını kesen, istemeden sahip oldukları bebeği barbekü ocağında yakıp küllerini savuran ve benzer yollarla “sorun çözmeye çalışan” kişilere ilişkin haberleri hemen hergün okuyup dinlediğimiz için Muhibet halanın bu sevecenliğinin haber değeri pek yok.
Muhibet hala biraz daha kurnaz davranıp cesedi apartman boşluğu yerine bir başka yere atsaydı muhtemelen cinayeti ömür boyu gizli kalabilirdi.
Burada soru şudur: Muhibet hala, 70 milyon nüfusun içinde tek olamayacağına, örnekler de bunu fazlasıyla doğruladığına göre, yaşamlarımızın hangi kesitlerinde hangi arızalara neden olmaktadırlar?
Bu soruya bir nefeste cevap vermek yerine daha basit sorulardan yola çıkılırsa:
Soru 1. Muhibet hala’lardan (Muhip dayı’lar) yaklaşık kaç adet vardır?
Soru 2. Bu kişiler ülkemizin tek noktasında toplu olarak beklemediklerine göre ülke yüzeyine homojen olarak mı dağılmışlardır?
Soru 3. Bu kişiler içinde okumuş, meslek ve mevki sahibi olmuş olanların yükselebilecekleri yerleri otomotik olarak sınırlayan bir hukuk ya da doğa kuralı var mıdır?
Soru 4. Bambaşka alanlardaki eğriliklerden ne kadarı bu kişilere aittir?
Soru 5. En azından kamu görevi (otobüs şoförlüğü, öğretmenlik, siyaset gibi) yapacaklar için, esaslı bir ruhsal sağlık taraması yapılması mümkün müdür?
Aslında bu tür soruları çeşitlendirerek birçok faili meçhul -gibi görünen- sorun alanı daha kolay anlaşılabilir?
Buna göre önerim, bu konunun bir disiplinlerarası proje olarak tanımlanarak üzerinde çalışılmasıdır. Tabii ki projede görev alacak olanların da öncelikle taramadan geçirilmesi şartıyla.
26 Ekim 2010 Salı