• Deprem için konut..

    Deprem için konut..

    Önce bir anektod: 1980 yılında yaklaşık 3000 kişinin öldüğü Udine (İtalya) depreminde, Udine’nin en büyük sanayi tesisi olan demir-çelik fabrikası da –çelik konstrüksiyon olmasına rağmen- yıkılmıştı. Tesisin sahibi Andrea Pittini, bu tarihten sonra tüm kaynaklarını Udine’nin yeniden inşaına katkıda bulunmaya hasrediyor; ama yenilikçi bir yolla.

    Çok sayıda bina –çoğu 2-3 katlı- yıkılmış. Bu kadar çok binanın tekrar –nihai plana uygun olarak- yapımı yerel veya merkezi idarenin imkanları dışına çıkıyor. Dolayısıyla bileşik bir model arayışına giriyorlar ve çeşitli çözüm paylarından bir payın da kendi evini yapmak için:

    (a)   Emeğini ayni olarak koymaya razı,

    (b)  Evin tamamını başlangıçta tam olarak yapmak yerine, bazı bölümlerini zaman içinde tamamlamaya razı

    kişilere ayrılacağı bir model geliştiriyorlar. Nitekim, bay Pittini’nin sekreteri, nihai planı yaklaşık 200 metrekare olan evinin 1 odası, mutfak ve tuvalet kısmını kullanılacak hale getirmiş; geri kalan kısmı sadece duvarları örülmüş biçimde –para biriktirip tamamlamak üzere- bırakılmış.

    Evin en önemli bölümü olan çatı ise bay Pittini’nin yenilikçi bir fikirle katkıda bulunduğu kısım. Tavan kısmının ağırlığını taşımak üzere fligran kirişlerin demir donatılarını fabrikasında üretip son derece uygun fiyatla halkın kullanımına sunmuş.

    1986 Şubat ayında yaptıımız ziyaret sırasında, bir baba ve oğlu, yaklaşık 60 metrekarelik bir evin çatısını –bizim gözümüzün önünde- 1 saat içinde kapattılar.

    Çıkarılabilecek ders: 23 Ekim 2011 Van depremi muhtemelen, İstanbul başta olmak üzere tüm yurttaki konut stokunun gözden geçirilip yenilenmek isteneceği bir süreci başlatmış oldu. Kuşkusuz, yeterli sağlamlıkta olmayan binaların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması gibi bir çözüm karmaşık sorunları çözme konusunda bir yetersizliği –ezelden beri- bulunan toplumlar için pek cazip görünebilir.

    Fakat bunun maliyetinin tamamen kamu bütçesinden karşılanması güç olacağı için, maliyet unsurlarının bir bölümünün yurttaşların kendilerince –ayni ve/ya nakdi- olarak karşılanması gerekecektir. Nitekim, halkımızın uzun yıllardır –bilim ve fennin bir katkısı olmadan- yapageldiği ve her depremde kafasına yıkılan gecekondu modelinin en işe yarar kısmı, içinde oturacak olanların ayni katkılarıdır. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=463).

    Bu model, sorunun tamanını çözemez; aslında toptancı tek modellerin hiçbirisi sorunun tamanını çözemez.  Madem ki kaynaklarımız kısıtlıdır; o halde insanlarımızın katkılarını en iyi şekilde kullanmak zorundayız.

    2 Kasım 11 Çarşamba

  • Nihat Doğan ve “küme zekası”

    Nihat Doğan ve “küme zekası

    Doğruluğu ya da yanlışlığının sorumluluğu kendilerine, bir gazete haberi haberi: “Ünlü şarkıcılar Nihat Doğan ve İzzet Yıldızhan, bir otelde 300’er dolardan anlaştıkları 4 hayat kadını ile fantezi yaparken çıkan bir darp olayı nedeniyle karakolluk olmuşlar. Duruma açıklık getiren ünlü şarkıcı Nihat Doğan, Bakan Çağlayan’ın oğlunun düğününe davetli olduklarını, İzzet’in odasına 5 dakikalığına uğradığında hayranı olan kadınların hücumuna uğradığını, meselenin bundan ibaret olduğunu belirtmiş“.

    Bu yazımla, adı geçen bu iki ünlü şarkıcıya ilişkin en küçük bir fikir beyan etmeyi gereksiz, yaşamımdan kopacak bir kırmık olarak gördüğümü belirtmeliyim. Sorun olarak gördüğüm:

    –       bu kişileri kimlerin “ünlü” olarak gördükleri,

    –       eğer öyle iseler hangi nitelikleri dolayısıyla “ünlendikleri” ve 

    –       bu ünlendirme işine kimlerin aracılık ettiği

    gibi üç konu ile ne yapılabileceğidir.

    Çok merak ettiğim ise, birbirimize hakaret olarak nitelediğimiz “hayvan” türlerinin, kümeler halinde mükemmelen becerebildikleri “talimat almadan sağduyu yönünde karar ve eylem yapabilme“yi, kendini yere göğe sığdıramayan insan kümelerinin ve onların kurum kümelerinin (medya gibi) bunu nasıl olup da yap(a)madıklarıdır.

    Sorun olarak gördüğüm 3 konudaki cevapları ise herkes kolayca bulabilir.

    Toplumumuzun afyonla yaşayan bölümü için diyeceğim bir şey yoktur, onlar mazurdurlar. Bunları ünleyip sonra da toplumun ikonları haline getiren aracılara ise yazıklar olsun.

    Bunu –ve benzerlerini- bir “haber” olarak görüp bize sunan gazete(ler)e de yazıklar olsun.

    30 Ekim 11 Pazar

  • Dürüstlerin ödüllendirilmesi

    Dürüstlerin ödüllendirilmesi

    Yaralarını sarmaya ulusça çabaladığımız 23 Ekim Van depremi sonrasında oluşan doğal tepkilerin odağında, kötü kaliteli inşaatları yapan ve/ya satan müteahhitler, bunların yetersiz kalitelerine düzgün denetlemeyen, bunlara ruhsat veren görevli kamu görevlileri, bina kolonlarını kesip ferahlatan(!)  cehalet anıtı kişiler geliyor.

    Bu kişilere yönelik tepkilerin yanısıra, -o ölçüde olmasa da- tam aksi uçta bulunan kişiler için de övgüler var. Hatta, konuyla ilgili bir köşe yazısında, birinci gruptaki “melun” tür mensuplarının afişe edilmeleri; ama diğer uçta bulunan “kural yandaşları”nın da topluma tanıtılmaları gerektiği öneriliyordu. Nitekim TV konuşmalarında da artık yavaş yavaş yerilecek kişiler kadar –bence daha da fazla- diğerlerinin övülmelerinin yararlarına değinilmeye başlandı; bu çok iyi bir gelişme.

    Ama ne yazık ki, başımıza gelen her bela fizikçi ve papaz Blaise Pascal’ın ünlü sözünü tekrar tekrar hatırlatıyor: “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur, ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebileceği başkaca bir okul da yoktur“.

    Yaklaşık 10 yıldır, trafikteki “kural yandaşları”nın birbirlerini tanıyarak yalnız olmadıklarını farketmeleri ve bir yandan da “kural tanımazlar” (trafiğin melunları) ile “kural yandaşları” arasındaki gri bölgedeki çoğunluğu oluşturan zombi türünün en azından bir bölümünün kural yandaşları yanına transfer olmaları için tanımlanan SÖZ kampanyası için çaba harcanıyor.

    İşe yarar bir sonuç üretmeden tüm medyayı seferber edenlerin dışında gürültü yapmadan imkan sahiplerinin idraklerinin gelmesini bekleyenler kategorisindeki SÖZ,  HİÇBİR otomotiv firmasından destek görmedi; görmediği gibi bilgilendirilmeleri için en kıt kaynak olan zaman israfına neden olmaları da cabası.

    Benzer bir girişim, beklenen İstanbul depremine karşı geliştirilen Mahalle Dayanışması projesidir. SÖZ’e benzer biçimde, Türkiye’de yaşayan herkesi ve her kurumu derinden etkileyecek bir olguya karşı geliştirilen proje, 3000 (yazıyla üçbin) belediye içinden yalnızca 1 (yazıyla bir) belediyeden (Şişli) destek gördü.

    Umarım, kural yandaşlığının “enayilik” statüsünden sorumlu yurttaş statüsüne geçebilmesi için, onların kendi aralarında oluşturacakları ağların desteklenmesi bilinci bu son felaketle biraz daha idrak edilmiş olur.

    Pascal’ı tekrar anarken, yaşamını tüm kaybedenlere Tanrı’dan rahmet dilerim.

    28 Ekim 11 Cuma

  • TARTIŞMA MİMARİSİ

    Sağlam bir torbanın içine rasgele şekilli taş parçaları konulsa ve yeterince uzun bir zaman -mesela 1 milyon yıl- çalkalansa, sonunda bütün taşlar düzgün birer küre olurlar. Nitekim deniz kenarlarındaki çakıl taşları, birbirlerine sürte sürte, bu kural uyarınca küreleşmeye doğru gitmektedirler (inanmayanlar bizzat deneyebilirler!)..

    Benzer bir yöntem -çok daha hızlandırılmış olarak- mühendislikte de kullanılmakta, bazı parçalar bu yolla düzgünleştirilmektedir. Doğada ve mühendislikte geçerli olan bu yöntem, niçin sorun çözmekte kullanılmasın? Belli sayıda insanı bir araya getirir, uzun bir süre tartıştırırsanız onlar da bir sorunu çözemezler mi?

    İşte -herhalde- bu düşünceden hareket eden program tasarımcıları, TV ve radyolarda çeşitli adlar altında seyredip dinlediğimiz tartışma programlarını yapmaktadırlar.

    Yıllardır, demokrasi konusundaki kültürümüzü oluşturanlar, tartışmanın, demokrasinin bir aracı olduğunu, tartışma yoluyla doğruların bulunup, uzlaşmaların sağlanabileceğini bizlere bellettiler. Ama tartışmanın ne demek olduğunu, kavga ile tartışma, iddialaşma ile tartışma, uzlaşmaksızın tartışma ve uzmanlık isteyen konulardaki tartışma, tartışmanın yönetimi gibi püf noktaları ne hikmetse es geçildi.

    Tartışmanın konusunun, yönteminin, taraflarının, kurallarının, bilgi desteğinin ve bunların hepsi demek olan “tartışma mimarisi”nin ise henüz duyulup bilindiğini gösteren bir işaret yok.

    Görülen odur ki, insanların kavgaya karşı doğal bir merakları vardır. Bir kavgayı durdurmak isteyen sayısının, onu seyretmek isteyenlerden yüzlerce kat az olduğunu hep gözlemişizdir. Tartışma programlarına da biraz böyle yaklaşılmaktadır.

    Belli ki, tartışmaları yönetenler, bu programların yapımcıları, böyle bir yazıyla tutumlarını değiştirip, bu işi bir mimarlık gibi ele almazlar. Ama en azından şunları bilmelerinde yarar vardır:

    1. Tartışma programları, halk mahkemeleri değildir.
    2. Genelleme, en rahatlatıcı yöntem ama en ağır insan hakları ihlalidir.
    3. Tartışma konusunun “doğru” saptanması, mimarinin en önemli yanıdır.
    4. Tartışacakların “doğru” seçimi için vazgeçilmez iki anahtar “dinlemesini bilmek” ve “bilgisiz konuşmamak” tır.
    5. Tartıştırma yoluyla doğruların bulunması, ancak o konuda söz söyleme ehliyeti olanların tartışması halinde doğrudur. Herhangi bir düşünsel değeri olmayan yakınmalar, hakaretler, suçlamalar, zanlar ve tahminler rahatlatır ve de bir işe yaramaz.
    6. Yönetici, olabildiğince az, mümkünse hiç müdahale etmez. Beyan etmek istediği düşüncelerini ancak panel, sempozyum gibi, yöneticinin de söz hakkının bulunduğu forumlarda dile getirebilir. Hele hele tartışmacıları susturup, onları birer figüran biçiminde kullanarak kendi yargılarını dile getirmek isteyenler, tartışma ortamına en büyük zararı verenlerdir.

    Düşünceleri ifade özgürlüğünün, doğru bilgilenme hakkı ile sınırlı olduğu unutulmamalı, rating adına demokrasinin bu altın kuralı tahrip edilmemelidir. O kural hepimize lazım olabilir.

    Benzer şekilde, tartışma listeleri İnternet’in olağanüstü imkanlar yaratan bir özelliği.. Ama her araç gibi onun da yararlarını tam kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken noktalar var. Bunlara biraz dikkat, bu platformların tam bir ortak akıl ortamı haline gelmesini sağlayabilir.

    Bu noktaların hepsine birden tartışma mimarisi denilebilir ve yalnızca internet ortamında değil, kişilerin fiziki olarak hazır bulundukları açık oturumlar, paneller vb toplantı türleri için de bu mimarinin kurallarının geçerli olduğu söylenebilir.

    İnsanları bir ortamda özgürce tartışmaya bırakmanın, sonuçta doğru fikirler üreteceği gibi bir inanç vardır. Rastgele şekilli parçaların yeteri kadar uzun süre özgürce sürtüşmeye ve böylece birbirlerini aşındırmaya bırakılması halinde her birinin düzgün birer küre haline geleceği bilinmektedir. Ama bu yeterli süre yüzbin yıllar mertebesindedir ve tartışma ortamları için gerçekleştirilmesi oldukça güçtür. Bu uzunlukta olamayan mimarisiz tartışmalar ise uzlaşmalar ile değil keskinleşmiş çatışmalarla son bulur.

    Her ne ad ve format altında olursa olsun, her türlü tartışma ortamı:

    Aynen bir bina gibi bir mimariye sahip olmalıdır. Baştan tasarımı yapılmamış bir tartışma ise, kısa süre içinde şunlardan birisine -en az- dönüşür:

    Bir kişinin, uzun ve sürekli iddialarıyla tartışma ortamını bloke etmesi,

    Bir kişinin, bir veya birkaç ya da bütün tartışmacılarla kavgaya tutuşması,

    Konuların, tartışılması -ve bir sonuca ulaşılması- beklenenlerden uzak noktalara taşınıp topluca kaybolunması,

    Kimsenin katılmadığı bir sessizlik ortamı,

    Herkesin bambaşka konularda konuşup yazıştığı bir “chat” ortamı,

    Bir mimari tasarım mutlaka bir amaç ya da amaçlar kümesi tanımlayarak başlamalıdır. İnşaat yaparken ya da tartışma planlarken!

    Tartışmanın vazgeçilmez kuralları konusunda gerek baştan beri hazır bulunanların gerekse sonradan katılanların -varsa- bilgilendirilmeleri gerekir. Bu kurallara uyulup uyulmadığının denetimi ise bir denetçiye görev olarak verilmeli, denetçi hiçbir kişisel yargı katmadan bu kurallara uyumu denetlemeli ve yine kendisine başlangıç tartışmacılarınca verilen talimat uyarınca gereğini yapmalıdır.

    Buna göre, bir tartışma tasarımının ilk adımı, bir “denetçi”nin, “denetim yöntemi”nin ve “yaptırımlar”ın belirlenmesi ve bunun tüm tartışmacılara duyurulması olmalıdır.

    Vazgeçilmez kurallar şunlar olabilir:

    Kısa ifade : Her uzun ifade, başkalarının ifade özgürlüklerinin bir ölçüde çiğrenmesidir. Düşünceler, olabilecek en kısa formlarda dile getirilmelidir.

    (…dir)lere dikkat : Her (…dir), dik durdurulmaya çalışılan bir çubuk, her ilave (…dir) ise bu çubuğun üzerinde dengede durdurulmaya çalışılan yeni çubuklar(dır).

    Bir düşüncede ne kadar çok hipotez varsa, düşünce o denli dikkat ve alçakgönüllülükle dile getirilmelidir. Aynen, birbirinin üzerine konulup dengede tutulmaya çalışılan çubuklar gibi, çubuk sayısı arttıkça dengeyi tutturmak (yani düşüncenin doğru olması ihtimali) o denli zorlaşır (isteyenler önce bir, sonra da iki çubukla deneyebilir!).

    Ama diğer yandan her (…dir) insanı biraz daha rahatlatır, mevcut bir sorunu daha az karmaşık hale getirir. Buna göre, peşpeşe varsayımları dizip sonra da bunlardan iddialı sonuçlar çıkarmaya çalışmamak gerekir.

    Marifet, ortaklıkları bulmaktadır: İki düşünce arasında aykırılık bulmak son derece kolaydır. En doğru fikirler dahi kolayca eleştirilebilir. Tartışmalardan amaç, ne kadar akıllı, ne kadar bilgiç ve ne kadar iyi tartışmacı olduğumuzu kanıtlamak değil, üzerinde uzlaşılabilecek ufacık bir alan bulup, daha sonra bu alanı genişletmeye çalışmaktır.

    Doğrularımıza pek güvenmemek : Hepimiz doğrularımızla yaşarız. Malımızı mülkümüzü kaybetmeye razı olabilir fakat doğrularımızı bir türlü terk etmek istemeyiz. Gerçekte ise onlar bizim zincirlerimizdir. Her doğru, belirli koşullar ve varsayımlar içinde geçerli, bunun dışında ise geçersizdir. Adlandırmalar dışındaki tüm doğrular sorgulanabilir, almaşıkları bulunabilir.

    Fikir değiştirebilmek bir meziyettir. Fikrini, işine öyle geldiği için değiştiren bir sahtekar, eski düşüncesindeki bir boşluğu -kendi kendine ya da başkasının etkisiyle- bulup değiştiren ve de yanılmışım diyebilen ise bilgeliğe yürüyen kişidir.

    En akıllı kişi, başkasının düşüncesi üzerine katkı yapabilen kişidir : Tartışmalarda en iyi fikirler genellikle bir ilk fikrin tartışmacılarca zenginleştirilmesi suretiyle bulunur. Bu değerli hazineden bizi mahrum bırakan engel, “bu benim fikrim değil” sendromu olarak adlandırılan alışkanlıktır.

    Tartışmadan kesin ihraç nedeni: kaba hitaplar ve kişiselleştirme : Tartışma ortamları kişilerin kendi yargılarını, inançlarını, doğrularını başkalarına her ne yolla olursa olsun benimsetmek zorunda oldukları platformlar değildir. Belirli konularda fikir zenginleştirme amacına yönelik platformları, kişisel hesaplaşma, hakaret, kendi doğrularını kaba hitaplarla benimsetmek için olarak kullanmaya kalkışanların tüm tartışmacılar tarafından anında boykot edilip tartışma dışı bırakılması gerekir. Denetçinin başlıca görevlerinden birisi budur.

    Bu asgari kurallara ek olarak tartışmacılar uygun gördükleri başka kurallar da koyabilirler. Ama her ne olursa olsun amaç tek olmalıdır: daha kaliteli, üzerinde daha çok uzlaşı bulunan ve en önemlisi, tek başımıza üretemediğimiz düşünceleri ortak akıl yoluyla üretmek.

    Pazar, 30 Ekim 1994

  • Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Kendini vatandaş olmanın ötesinde etnik köken itibariyle de Türk sayan ortalama bir yurttaş, çağdaş demokratik ülkelerde norm hale gelmiş haklarının yıllardır eksik tanınmış olduğunu iddia etse -ayrıca da öyle olduğunu kanıtlasa-, bugün Kürt yurttaşlarımızın yakındıkları “hak eksikleri”ne göre acaba daha az eksikli mi olurdu?

    Ve bu safkan Türk yurttaşlarımız hak eksiklerini ileri sürerek otonomi isteğiyle örgütlenip ortaya çıksalar, gerçekten de hak eksiklerini giderebilirler mi? Bir başka deyişle, hak eksiklerinin nedeni Türk olmaları mıdır yoksa, her etnik kökenli, her dini veya ideolojik tercihli yurttaşımızı sarıp sarmalayan bir başka “ortak neden” vardır da, yurttaşlarımız o ortak nedeni anlamaya çalışmak yerine, kimliklerini tanımladıkları nitelikleri -ki bu herhangi bir özellikleri olabilir- tek neden olarak görmektedirler?

    İddiam o ortak nedenin, toplum kesimlerimizin, kimliklerini tanımladıkları özellikleri -Müslüman, Kürt, Alevi, Türk vb- her ne olursa olsun, Karmaşıklıkları Yönetme Kabiliyeti‘nin karşılaştırılabilir ülkelere göre[1] düşük olması, bunun sonucunda doğan sorunları da çözemeyerek bir de Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğü göstermeleridir. Buna göre, bu yetmezliklerinin farkına varamadıkları ve ardından da gidermeye çalışmadıkları sürece, bir dizi kaza-bela ile karşılaşmaktan kurtulamayacaklarıdır.

    Niye öyle olsun?

    Toplumların bir bütün olarak ya da belirli kesimlerinin sahip oldukları çeşitli refah araçlarının her birinin, o araçların bulunmadığı hallere göre “ek karmaşıklıklar” yarattığı, o ek karmaşıklıkları yönetebilmenin ise, uygun maliyetli enerji kaynaklarına sahip olmak gerektirdiği bir doğa kanunu kadar kesindir[2],[3].

    Refah düzeyini , üstüne üstlük refahın kaçınılmaz doğurganlığını sürdürmeyi hedef edinmiş toplumların, başta enerji kaynakları olmak üzere, refah girdisi olabilecek her ne varsa o alandaki eksiklerini, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan –satın alarak, dostluk yoluyla, kurnazlıkla, tehditle ya da zor kullanaraktransfer etmeleri mevcut dünya düzeninin en geçerli kuralıdır. Aynen, savana’daki kıt kaynakları paylaşmak zorunda olan çeşitli türlerin, birbirlerine karşı uyguladıkları acımasız yöntemlerin daha da şiddetlisini uygulamaktan kaçınmadıkları gibi.

    Türkiye özelinde durum nedir?

    Devletin tepe yöneticileri -eskilerden bu yana- Türkiye’deki terör olayları içinde “yabancı karanlık eller”in bulunduğunu hep dile getirmişlerdir. Fakat, “gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın!” misali, bu “eller”in -kimler olduğunu bir yana bırakalım- bunu niye yaptıkları konusu daima es geçilir. En fazla ayrıntı, “Türkiye’nin gelişmesini çekemeyen rakipler” tanımlaması yapılır.

    Bu bir ölçüde geçerli olsa da, otomotiv ya da beyaz eşya konusundaki gelişmemizi çekemeyen toplumların 30 yıldır 40,000 kişinin ölümüne neden olabilecek terör olaylarını kullanması en azından o insanların zekalarına hakaret sayılmalıdır. Sektörleri zayıflatmak / göçertmek için  daha doğrudan yöntemler varken, teröre başvurmak verimsiz bir yöntemdir.

    O halde başka neden(ler) olmalıdır. O neden(ler) kaş-göz hareketi ile açıklanamayacak kadar net olmalıdır. Nedenlerin başında Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki katı petrol ve su (aynı zamanda bir enerji kaynağıdır) rezervleridir. Klasik madencilik metotlarıyla çıkarılabilen ve kayaç gözenekleri içinde bulunan ve/ya bitümlü kum olarak bilinen enerji kaynaklarının varlığı bu konuda çalışan kurumlarımızca bilinmektedir. Ayrıca da, Gülbenkyan’ın kızının (Tina) ruju ile harita üzerine çizdiği[4] Red Lines, günümüz uzaydan algılama yöntemleriyle de doğrulanmış petrol sınırıdır ve Türkiye’nin güneydoğusunu bütünüyle içine almaktadır.

    Sözün kısası, refah ülkelerinin refahlarını sürdürebilmeleri (yani karmaşıklığı yönetebilmeleri) o kaynakların Türkiye kontrolunda değil, kendi kontrollarında bulunmasını gerektiriyor.

    Bunun için de toplum kesimleri arasındaki doğal çatlakların -etnik ve/ya dini duyarlıklar gibi-  genişletilmesi ve Suudi Arabistan benzeri bir yumuşak başlı yapının oluşturulması gerekiyor.

    Kontrol ele geçirildikten sonra..

    Bir kısım yurttaşımızın, bu senaryodan bihaber olarak hak eksiklerinin giderilmesi yöntemi olarak benimseyip uyguladıkları terörün tüm aktörlerinin, öngörülen yeni yapı oluşturulduktan hemen sonra bütünüyle tasfiye edilmesi kaçınılmazdır; oyunun yeni perdesinde onlara rol yoktur.

    Kürt yurttaşlarımızın resme bir de bu tarafından bakmaları önerilir.

    23 Ekim 11 Pazar

  • Doğru yerinden tutabilmek!

    Doğru yerinden tutabilmek!

    Basit bir deney..

    5 metre uzunluğunda ve 1 kilo ağırlığında -mesela demirden mamûl- bir çubuk tek elle kaldırılabilir mi? Çoğu kimse bunu çocuk oyuncağı kadar basit bir iş olarak görebilir ve “evet” diyebilir. Hepimiz hergün bu kadarlık, hatta çok daha fazlası ağırlıkları defalarca kaldırıyoruz.

    Kazın ayağı öyle olmayabilir..

    Sorulan soruya cevap verilebilmesi için, çubuğun istenilen herhangi bir yerinden tutulabileceğine izin verilip verilmeyeceğini de sormak gerekir. Eğer çubuğun ortalarından bir yerinden tutulabilirse bu gerçekten kolay bir iştir. Yok eğer böyle değil de örneğin çubuğun bir ucuna 5 cm uzaktan tutarak kaldırmak şart koşulursa, oluşan kaldıraç nedeniyle yaklaşık 50 kg’lık bir kuvvet gerekir ki bunu -normal bir insanın- tek elle yapabilmesi imkansızdır.

    Gündelik yaşam içinde, çeşitli bağlamlarda bu ve benzeri yüzlerce “doğru noktasınadan tutma” alışkanlığını farkına varmadan ediniriz. Tabii yanlış yerinden tutma alışkanlıklarını da!

    Karmaşık olmayan süreçlerde bu kolaydır..

    Birbiriyle girift ilişkiler içinde olmayan süreçlerde, bu becerinin edinilmesi kolaydır. Çevremizdekileri izlemek, biraz da sağ duyumuzu kullanmak buna yeter. Ama iş, sorun çözmeye geldiğinde yalınlık kaybolabilir ve zihnimizi çeldirici kimi öğeler ortaya çıkar. Çeldiricilerin başında da kök sorun – hayalet sorun olgusu gelir.

    Çeldirme nasıl oluyor?

    Herhangi bir sorun’un, durdurulmadıkça (yani çözümlenip çözülmedikçe) bölünme ve başka sorunlarla bileşikler yapma yoluyla çoğalacağı tahmin edilebilir. Bu çoğalmanın hızı sorun’un niteliğine bağlı ise de üssel bir fonksiyon olacağı bellidir. Çünkü her yeni sorun da benzer biçimde çoğalacaktır. Örneğin, bir sorun (m) tane yeni soruna yol açsa, k’ncı adımdaki sorunların sayısı mk kadar olabilecektir. Bunun üzerine bir de yeni sorunların birbirleriyle birleşme yoluyla bileşikler üretme eğilimi de binince bu sayı daha da artabilecektir.

    Bu durumda, üremekte bulunan sorunların üzerine gitme stratejisi -ister istemez- ikili bir yapıda olmak zorundadır: Bir taraftan (k)ncı adımda üremiş ve müdahale edilmediği takdirde kalıcı zararlara yol açabilecek sorun(lar)ın üzerine gidilip verdiği sıkıntılar katlanılabilir bir düzeye indirilmeli; diğer taraftan da daha alt katmandaki kök sorunlar anlaşılmaya ve çözülmeye çalışılmalıdır. Aynen hekimlerin uyguladıkları semptomatik ve neden giderici tedavilerin birlikteliği gibi.

    İşte tam da bu noktada, göze görünürlüğü ve verdiği acı ve sıkıntıların somutluğu nedeniyle o adımdaki  sorunlara ağırlık verilip, köklerdeki nedenler geride kalır ise sorun, doğru yerinden tutulmayan çubuğun gereğinden ağır gelmesi gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Bu “doğru yerden tutamama” nedeniyle, bir de alınan önlemlerin sonucunda doğabilecek ek sorunlar düşünüldüğünde, kısa bir süre içinde köklerdeki sorunlardan çok uzaklardaki sorunlarla boğuşma gibi bir sürece girilecektir.

    Her süreçte olduğu gibi bunda da yandaşlık-karşıtlık-farklılık eğilimleri nedeniyle bir süre sonra sorun’un özüne bakılmasını önerenlere deli  ya da en azından naif, çatlak ses benzeri yakıştırmalar yapılması kaçınılmazdır. Sağduyunun sesinin kesldiği yer tam bu noktadır.

    Zihinsel netliği bozarak çeldirici etki yapan öğe, sorunların -bölünme ve birleşmeler yoluyla- çoğalma eğilimi‘dir.

    Bir örnek.. büyütmek için tıklayınız!

    hayvanla_tanismamislik.jpgToplumda yaygınlıkla var olan bir eğilim “hayvansevmezlik“tir (daha doğru deyimle hayvansaymazlık) denilebilir.

    Sorun’un kökündeki nedenlerden birisi, çocukların erken yaşlardan itibaren bir hayvanla tanışmamış olması ve buna gerekçe olarak da yalan-yanlış kanaatlerin gösterilmesidir. Çoğu anne ve baba çocukluğunda benzer korkularla büyütüldüğü için de erişkin hale geldiğinde benzer davranışları çocuğuna aşılar.

    Basit görünüşlü bu olgu ciddiye alınıp anlaşılmaya, sonra da çözülmeye çalışılmadığından dolayı, bölünme ve birleşmeler yoluyla çeşitli ciddi sorunlar üretirler.

    Birkaç adım sonra üreyen sorunlardan birisi de işkence kısa adıyla bilinen “kendinden saymadığına eziyet” olgusudur.

    Şimdi, işkence sorunu ile mücadele etmek üzere bir program hazırlanacak olsa, “çocukların ilk yaşlarından itibaren çeşitli hayvanlarla tanıştırılıp(hayvanat bahçesinde değil), onlarla ortak yanlarımızın farklılıklarımızdan çok daha önemli olduğunun, ancak toplu olarak yaşamlarımızı sürdürebileceğimiz bilincinin oluşması için bir öğrenme ortamları oluşturulması” gibi bir önlem kesinlikle akla gelmeyecek, aklına getirmek isteyen birisinin de akıl sağlığından kuşkulanılacaktır. İşin doğru yerinden tutulmayışı olgusuna bir örnek budur.

    İster biriysel, ister kurumsal ve isterse toplumsal olsun, sorunları “doğru yerinden tutmak” ilk dikkate alınmak gereken noktadır.

    Arap Baharı ve Kürt Sorunu kök sorun – hayalet sorunlar konisinde, birbirinden bağımsız görünüşlü iki olgudur. Bunların her biri, herhangi bir düzeydeki  hayalet sorunlardan birisi odak olarak alınıp çözülmeye çalışıldığında doğabilecek zihinsel kargaşayı düşünebiliyor musunuz?

    Ama bu iki bağımsız görünüşlü sorun’un “tutulacak doğru noktası“nı enerji olarak aldığınızda resim çok netleşir, anlaşlması kolaylaşır ve çözüm araçları ortaya çıkmaya başlar. TV ve gazetelerde, çubuğu doğru yerinden değil de uçlarından kaldırmaya çalışan onlarca uzmanın karmakarışık çözümlemelerini dinleyip okudukça bir soru giderek kafamı kemiriyor: Bu nasıl olabilir?

    16 Eylül 11 Cuma

     

  • Kadına şiddet..

    Kadına şiddet..

    Sorun nedir?

    Bugüne kadar bir yerde, “kadına şiddet” adı verilen “sorun grubu”na ait herhangi bir tanıma -örnekler hariç- rastlamadım. Örnekler, hatta bir örnek bile sokaktaki insan için bir olguyu tanımlamaya yeterli iken, bilim nazarında -sayıları ne kadar çok olursa olsun- bir şey ifade etmez.

    Bu nedenle kadına şiddet denilen olgunun -birçok sorunumuzda olduğu gibi- tanımlanmamış, hatta tanımlanmaya gerek duyulmayacak kadar aşikar(!) olduğu varsayılmış bir sorun olduğu söylenebilir.

    Sokaktaki insanın gözlemleri yararlıdır ama..

    Tek bir örneğin yanlışlanabilmesinin bile binlerce karşı örneği geçersiz kıldığı gerçeği karşısında, sokaktaki insan gözlemleri, olayları birbirleriyle tutarlı biçimde açıklamaya çalışan insanlar için değerlidir. Çoğu buluş, sokaktaki insan gözlemlerinden kaynaklanıp, sonrasında bilim insanlarınca yanlışlanamayacak şekilde açıklanmaya çalışılmıyor mu?

    Kadına şiddet sorunu tanımlanmamıştır..

    Bu konuda (akademik, siyasi, popüler vd) söz söyleme yetkisine sahip olan kişilerin açıklamaları şu gruplarda toplanabilir:

    –      Nedenini merak ederken kadınlar bir yandan şiddet görüyor; teorik tartışmalar bir yana bırakılıp derhal şiddet durdurulmalı. Bunun için şiddeti yasaklayan bir yasa gerekir. Ayrıca da hemen elektronik kelepçeye geçilmelidir.

    –      Nedenini merak edenler cahildir; sosyo-kültürel ve antropomorfolojik bağlamdaki kanıtlar, erkek egemen bir toplum yapısının tek neden olduğunu gösteriyor. Yeni anayasayla derhal erkek egemenliği durdurulmalı; ayrıca bunun -yani benimkinin- dışındaki hiçbir açıklamaya itibar edilmemelidir.

    –      Sorun, insanı tüketen kapitalistik düzenin bir dışavurumudur,

    –      Kadın, usulü dairesinde hizaya getirilmelidir; yöntemi tanımlanmıştır,

    –      Sorunun neden(ler)ini bilmiyorum ve merak ediyorum.

    Farklı kök sorun‘lardan üreyen hayalet sorun’lar paketlenip adlandırılıyor..

    Kadına şiddet, trafik terörü, Kürt sorunu, işsizlik gibi toplumsal sorunların ortak özelliği, farklı kök sorunlardan üremiş olup sonra da bunların paketlenip kısa bir adla etiketlenmeleridir. Gerçekte de hemen tüm karmaşık ve zaman içinde -başka sorunlarla bileşikler yapa yapa- daha da çetrefil hale gelen tüm sorunların birden fazla sayıda kök soruna sahip olması kaçınılmazdır.

    Sorun burada değil, nitelikleri (ait oldukları familyalar) birbirinden farklı olan kök sorunlara ilişkin sorunların birleştirilmesi, üstüne üstlük bir de kısacık isim konularak sanki tek nedenli imiş gibi sanılması, sunulması, çözüm aranmasıdır. Kısa adla etiketleme, sorunun fazla önemsenmemesi gereken basit bir sorun olduğu izlenimi veriyor; aslında ise hiç de öyle değil; isimlendirmenin uzunluğu ile sorunun karmaşıklığı arasında hiç bağlantı yok.

    Sorun paketi içindeki farklı nitelikli kök sorunların her birinin ayrı ayrı ele alınmaları gerekiyor. Örnek olarak kadına şiddet sorunu alınırsa: Sonuç, kavga, yaralama, taciz, tecavüz, ölüm de olsa, bu sonuçlara yol açan süreçler birbirinden farklı. Örneğin töre cinayetleri de, tecavüz olayları da ölümle sonuçlanıyor; ama sonuca kadarki süreçler aynı önlemlerle giderilemeyecek kadar farklı.

    Töre cinayetlerine engel olmak için:

    –      Töre egemenliğinin nedeni olan hukuk eksiğinin güvenilir bir hukuk sistemiyle giderilmesi,

    –      Namus kavramının, ne olduğu tanımlanmamış ve tamamen cinsellikle özdeşleşmiş anlamının zihinlerde netleştirilmesi için toplumun ortak yaşam kültürünün temelini oluşturacak olan ortak kavram tabanı‘nın oluşturulması

    gerekirken, tecavüz sonucu meydana gelen cinayetler için:

    –      Kadının sarıp sarmalanıp eve kapatıldığı, erkeklerin de -biyolojileri gereği- her gördükleri -her türden- dişiyi bir ihtiyaç karşılama aracı olarak yorumladıkları anlayışın değiştirilmesi,

    –      Cinsellik pazarlamasının çok kolaylıkla çeşitli meslekler içine yerleştirilerek bir çıkar sağlama ve/ya yetersizlik giderme yolu haline getirilebilmesinin oluşturduğu ortamların farkedilmesi,

    –      Kadın ve erkeğin cinsel eğitimsizliğinin giderilmesi

    gibi önlemler yararlı olacaktır. Yok böyle değil de, farklı nitelikli sorunları mutlaka paketlemekten özel bir zevk alıyor isek, bu defa da paket içindeki sorunlara yol açan kök nedenleri ayrı ayrı analiz edip, tüm önlemleri içeren “paket çözümler” oluşturulması gerekiyor.

    Bütün bunların ilk adımı olarak da, yazının en başında değinilen “sorunun tanımlanması”, yani paketin içeriğinin inceden inceye listelenip açıklanması gerekiyor. Bu arada, her soruna kestirme çözümler bulan kolaycı anlayıştan da uzak durmak hepsinin ön koşulu. Yürüyüş yapmak, gazeteler yoluyla şiddete hayır sloganları üretmek, elektronik pranga vbg önlemler(!), şiddetin köklerine zaman kazandıracağı için yarardan çok zarar üretebilir.

    Şimdi, bu açıklamanın ışığı altında, kadına şiddet paket sorununun neler içerdiğini, nasıl bir çözümler paketi önerilmesi gerektiğinin tartışılması gerekmez mi?

    3 Eylül 11 Cumartesi

  • Ortak sorun nedenleri

    Ortak sorun nedenleri

    Ortak Nedenlerin, Çeşitli Toplumsal Sorunlar Açısından Yansımaları

    SÇK
    yetmezliği

    Toplumu oluşturan bireyler, kurumlar ve kesimlerin gerek ayrı ayrı, gerekse bir bütün
    olarak SÇK’nde bir sistemik yetersizlik olması, bu yetersizliğin -bir parmak
    izi gibi- tüm karar ve eylemlere -ve bu arada tüm sorunlar- yansımaktadır.

    Dolayısıyla, bu En Temel Sorun’un, hangi sorun alanlarında ortaya çıktığını irdelemek
    gereksizdir. Denilebilir ki, SÇK yetmezliği, tüm sorun alanlarının ortak ve
    en önemli elementidir.

    1.
    Yetersiz  (sorun) tanımlama

    1. Trafik Terörü
    (TT)

    2.  Futbolda Şike (FŞ)

    3. Kürt Sorunu
    (KS)

    4. Kadına
    Şiddet (KŞ)

    5. İşsizlik

    “Kaza”nın ne olduğu
    ve de nelerin “kaza” değil “cinayet” sayılacağı belli değildir.

    Ayrıca, yol
    sıkışıklığının mı, mevcut bir yolun saygılaşımlı kullanım eksiğinin mi,
    teknik alt yapı sorunlarının mı trafik sorunu sayıldığı da tanımlanmamıştır.

    Gerek
    yasada öngörülen, gerekse dünyada yürürlükte olan uygulamalar net olarak
    belli olmasına karşın, sorunu bir bütün olarak tanımlayıp gereken çözümleri
    üretmek yerine, klüpler arasındaki dengenin nasıl kurulacağı, TFF’nun nasıl
    kendini koruyacağı, taraftar kitlesinin nasıl sakinleştirileceği gibi parçalı
    -ve yetersiz- sorun tanımları nedeniyle içinden çıkılamaz bir sorun
    doğmuştur.

    KS
    adı verilen ve çok sayıda sorundan (aynen trafik teröründe olduğu gibi)
    oluşan sorunların paydaş sayısı kadar ayrı tanımı bulunmaktadır.

    Tanımsızlığa
    en iyi örneklerden birisi KS’dur.

    Şiddet
    olgusunun bütününü (kadına, çocuğa, erkeğe, çalışana, sözel, fiziki,
    davranışsal, törel, ruhsal bozukluk vd) dikkate alıp sorun’un ne olduğunu iyi
    tanımlamadan sorunun küçük bir parçası (polis koruması, elektronik kelepçe
    gibi) çözülmeye çalışılıyor.

    Işsizliğin
    ne olduğu ve de nelerin işsizlik değil beceri eksiği sayılacağı, tanımsızlık
    nedeniyle karışmıştır.

    2.
    Rasyonel düşünme ve kritik düşünme öğelerinden oluşan doğru düşünme kültürü yetmezliği 

    Hangi kök
    sorunların TT’ne yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o
    kök sorunlardan hangilerinin türediği analiz edilmemiştir.

    Eğer edilmiş
    olsaydı, ölümlü kazaların %95’inin sürücü kaynaklı olduğu, bunun da büyük
    bölümünün saygılaşım eksiği olduğu anlaşılır ve bu önemli nedene yönelik
    önlemler geliştirilirdi.

    Büyük
    parasal meblağların yaşam deneyimi çok sınırlı gençlerin eline verildiğinde,
    onları çevreleyebilecek niyet sahiplerinin kimler olabileceği, sorunun alt
    nedenlerinin neler olduğu ve köklere inildikçe neler yapılabileceği konusunda
    bir rasyonel düşünce eğilimi görünmemektedir.

    Özellikle
    KS bağlamında “başlıca neden” olarak ileri sürülen “dış mihraklar” konusu,
    rasyonel düşünme kültürü yetmezliği nedeniyle yeterince irdelenmemiş ve
    buğulu bir terim olarak kalmıştır. Bu terim, her açıklanamayan olayın nedeni
    olarak kullanılmakta, bu arada “dış mihraklar”ın gerçekte neyi nasıl yaptığı
    ve daha da önemlisi bunları niçin yaptığı konusu irdeleme dışı kalmıştır.

    Yukarıda
    ancak bir bölümüne değinilen nedenler analiz edilmemiştir.

    Halen
    bu sorun konusundaki birincil dürtü “intikam yoluyla caydırma”dır
    denilebilir.

    Hangi
    kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı
    ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği hemen hiç konuşulmuyor.

    3.
    Sorunları anlamak, çözüm geliştirmek, bunların yaşama geçmesine çalışmak vbg
    konularda ağlar (networks)
    oluşturma yetersizliği ya da kısaca demokrasi
    kültürü
    yetmezliği

    Trafik
    sorunu ile ilgili yüze yakın dernek, vakıf, resmi ve yarı resmi kurum
    olmasına rağmen aralarındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ yoktur.

    Tüm
    spor klüplerini ilgilendiren bu konuda ne resmi örgütler bir ağ kurmuşlar, ne
    de klüpler bu yolda bir örgütlenme yaratmışlardır.

    KS
    konusunu anlamak, çözüm üretmek , bunları uygulamak konusunda faaliyet
    gösteren çok sayıda resmi, yarı-resmi, gönüllü kuruluş mevcut iken, bunlar
    arasındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ’ın bulunmayışı büyük bir
    eksiktir.

    Kadına
    şiddet konusunda çalışan birey ve örgütler arasındaki etkileşimi
    sağlayabilecek bir ağ bulunmuyor.

    Bunun
    yerine, sahip olunan yetkiyle orantılı olarak tek düşünceler yaşama
    geçiriliyor ve etkisizliği görüldükçe yeni denemeler yapılıyor.

    İş
    arayanlan, kendi işlerini kuranların, öğrenmeyi bir araç olarak kullanarak
    yeni istihdam yaratabilenlerin vbg, aralarında oluşturabileceği ağların
    isthdam konusundaki önemli rollerinin farkında olunmayışı.

    4.
    Erdem bağlamındaki yetersizlikler

    Saygılaşım
    yetersizliği

    Büyük
    parasal meblağlardan pay kapma yarışı içeren süreçlerin hemen tümü erdem
    ihlallerine açıktır.

    En
    temel erdem ilkesinin “zarar verme”  olduğu varsayılırsa, birlikte yaşama kültürünün de bu temel
    erdem ilkesine  oturduğu görülür.

    KS’na
    yol açan nedenlerden birisi ise, bu birlikte yaşama kültürü ilkesinin gözardı
    edilmesidir.

    Birlikte
    yaşama kültürünün temel ilkesi “zarar verme”dir. Kadına şiddetin bir nedeni
    de bu erdem ilkesinin çiğnenmesidir.

    İşsizliği
    de içeren daha geniş küme durumundaki Gelir Yetmezliği kümesinin başlıca
    nedenlerinden birisi tüketim ahlakı yetersizliğidir.

     

  • Eksiklerin Yerleri Doldurulur; ama!

    Eksiklerin Yerleri Doldurulur; ama!

    Merak edilebilecek bir soru..

    Boşlukların -öyle ya da böyle- dolması bir kural sayılır, hem de fizik dünya kadar sosyal konularda da. İyi de bu “dolma” olgusu sonunda acaba o bir şekilde dolmuş bulunan boşluğu içeren “sistem”in davranışlarında bir değişiklik olur mu?

    Soru biraz soyut oldu; haydi birkaç örnek..

    Örnek 1.  Kalem pille çalışan bir aletin pili çıkarılırsa bir “boşluk” doğar. Bu boşluk eğer aynı voltajda ama hacimce daha küçük bir pille “doldurulur” ise, alet yine çalışır; fakat eskisine göre daha kısa sürede pil biter. Doğan fark, pilin tükenme süresi olup, bu fark bazı hallerde önemli sonuçlar doğursa da genellikle kabul edilebilir bir sonuçtur.

    Örnek 2.  Asgari öğrenimi ihtiyacı endüstri meslek lisesi mezuniyeti olması gereken bir işte, bu niteliklere uygun bir işçi çalışırken ayrılsa bir boşluk doğar. Boşalan bu kadro, ilkokul mezunu ve pratikten yetişmiş bir kişi ile “doldurulur” ise, ortaya çıkacak işlerin kalitesi önemli ölçüde etkilenebilir ki bu, pek istenmeyen bir sonuçtur.

    Örnek 3.  İlkokul eğitimi sırasında -bir nedenle- elle bölme işlemi yapmayı öğrenememiş olmak bir “boşluk” sayılır. Eğer işi yoğun biçimde elle bölme işlemi yapmak olan bir kişi, çare olarak bunun yerine ardışık çıkarma‘yı kullanarak boşluğu dolduruyor ise, önemli bir zaman kaybedeceği için bu kabul edilemez.

    Örnek 4.  Aile eğitimi ve okul eğitimi sırasında bir toplumun büyük çoğunluğunun rasyonel düşünme, sorunları neden-sonuç ilişkilerine göre çözümleme alışkanlığı edinmemiş olması bir “boşluk“tur.

    Eğer bu insanların bir bölümü, belirli alanlarda (terör, dış politika, ekonomi, rekabet gücü, demokrasi, anayasa, kurum yönetimi gibi) uzmanlaşmış ve ancak rasyonel düşünme yoluyla anlaşılabilecek ve çözüm geliştirilebilecek hallerle karşılaşıyorlarsa, bu defa alternatif araçlar ile boşlukları “doldurmak” zorunda kalırlar. Şimdi soru, bu alternatif araçların ne(ler) olabileceği ve de kullanımlarının ne gibi yıkıcı sonuçlar doğurabileceğidir.

    Olası cevap şunlar olabilir mi?

    Olası Cevap (1)        Hiç bişicik olmaz.

    Olası Cevap (2)        Ancak rasyonel düşünme ile doldurulabilecek boşluk, herhangi alternatif bir yaklaşımla dolamayacağı ve bunun da, onu kullanacak -ve aptal olmayıp sadece eksik donanımlı oldukları varsayılan- kişilerce farkında olunacağına göre, çözüm olarak hiçbir şekilde sonu gelmeyecek uzunluk ve karışıklıktaki açıklamalar, gerekçelendirmeler, kanıtlar, suçlamalar, savunmalar, benzetmeler gibi dolgu malzemeleri kullanılacaktır. Bu malzeme arasında, sorunların “öz”lerine ulaşılabilmesi için tutulabilecek herhangi bir “uç”un olmayışı en belirgin özellik olacaktır.

    Böylece zaman içinde, özlerle ilgili olmayan, dolgu malzemeleri ağırlıklı bir “yeni dil” ortaya çıkacak, tüm bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlar artık bu yeni dil aracılığıyla anlaşılmaya ve çözüm geliştirilmeye başlanacaktır.

    dilbert.jpgBir yandan da, bu yeni dili daha ustalıkla kullanabilen gazete ve/ya TV köşeci makulesi üreyecek ve onları da kılavuz olarak benimseyen çeşitli alan ilgililerinin katılımıyla güçlü bir kesim ortaya çıkacaktır. büyütmek için tıklayınız!

    Birinci cevap zaten tedavisini de içinde barındırmaktadır. Bu cevap sahiplerine uygulanabilecek önleyici ya da tedavi edici bir ilaç henüz keşfedilmemiştir.

    İkinci cevap ise, olabilecek yıkımın ne denli ciddi olduğuna işaret ediyor. Böylece Sorun Çözme Kabiliyeti (toplumsal bağışıklık sistemi) göçen bir toplumun ise tek kullanabileceği ilaç “sorunun farkına varmak” olabilir.

    25 Ağustos 11 Perşembe

     

     

  • Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır.

    Birisi için “kilidi kırıp yenisiyle değiştirmek“, “sabredip 1000 adet deneme yapmak” vbg basit araçlar yeterli iken, diğeri için örneğin “işletim sistemine hakim olmak“,  “bütünüyle reset etmek” vbg daha karmaşık bilgilere ve o bilgileri kullanabilecek düzeyde düşünsel araçlara ihtiyaç olabilir.

    Fakat bir sorun var..

    Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” atasözümüz ya da Apollon tapınağının girişindeki “kendini bil” yazısı sıradan bir öğüt gibidir ama, biraz düşünülünce gerçekleştirmenin ne denli güç olduğu hemen anlaşılabilir. Birisini -ya da kendini- “bilmek”, bilinecek olanın çeşitli tutum ve davranışlarını yargılamak demek olduğuna göre, yargı ölçütlerine ihtiyaç vardır.

    Örneğin, lokantada yemek yerken, yemeğine ortak olmak isteyen bir kediyi tekmeyle kovan kişinin bu davranışı, hayvanlardan bahsederken “afedersiniz hayvan” diye başlayan birisi için onaylanacak bir davranış iken, canlıların bütünlüğünü idrak etmiş bir diğeri için affedilemez bir yanlıştır. Bu yargılamadaki ölçüt -görüldüğü üzere- “insanın, canlılar dünyasındaki yeri” bağlamındadır ve birisi insanı putlaştırıp en tepeye koyarken diğeri canlılar ailesinin eşit -ama farklı- bir üyesi olarak değerlendirmektedir.

    Buna göre, her değerlendirmede kullanılan ölçütler kişilerin kendi ölçütleri olacak, sahip olmadığı bir ölçüte göre değerlendirme yapması -imkansız değilse de- epey güç olacaktır.

    Benzer biçimde, kişiler, yaşamlarının her anını dolduran sorunları çözmeye çalışırken de, kendi bireysel sorun çözme araçları dağarcığındaki -kullanmaya alışık olduğu- aletleri kullanacaklardır. Kurumlar ve toplum için de durum benzerdir.

    Gündelik yaşam sorunları ikliminde birlikte yaşarken hemen hemen benzer araçları kullanan insanlar arasında sorun çıkmaz. Fakat, alışılmış karmaşıklık düzeyinin üzerinde sorunlarla karşılaşıldığında da yine alışılmış aletlerle sorunlar çözülmeye çalışılır.

    Yeni -ve daha başa çıkılamaz- sorunların başladığı yer burasıdır..

    Kişilerin -ya da onların oluşturduğu kurum, toplum gibi daha üst yapıların- kullanmaya alışkın oldukları aletlerle, alışkın olmadıkları karmaşıklıktaki sorunları çözmeye çalşmaları, başka hiçbir neden olmasa dahi yeni ve daha da karmaşık sorunların ortaya çıkması için yeterlidir. Üstelik, bu olgunun anlaşılmayıp, sorun çözmedeki başarısızlığın nedenleri olarak farklı etkenlerin aranması -ki bir bölümü doğru da olabilir- ve bulunacak bu etkenlere göre yeniden ve yeniden girişilecek yeni çözüm girişimleri sonunda, yepyeni ve hiç tanışılmamış karmaşıklık düzeyindeki sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

    Uyaranları kimse dinlemez..

    Giderek karmaşıklık düzeyi artan sorunlar ikliminde, alternatif -ama mevcutla aynı karmaşıklık düzeyindeki- açıklama ve çözüm sahipleri, doğan bu olumsuz iklimin kendi savundukları yaklaşımların benimsenmemesi nedeniyle oluştuğunu iddia edeceklerdir.

    Bu iklim içinde, daha yüksek karmaşıklık düzeyindeki “sorun anlama“, “sorun tanımlama” ve “sorun çözme” yöntemlerini savunanlar da kuşkusuz bulunabilir; ama alışılmış anlama, tanımlama ve çözme araçları öylesine bir ezber ortamı yaratmıştır ki, alışılmışa karşı ses duyurmak mümkün değildir.

    Bir örnek..

    Kürt Sorunu’nun 2011 Ağustos itibariyle geldiği durumda, ana muhalefet partisi lideri -mealen- şöyle diyor:  “Siyasi partilerin görevi sorun çözmektir. Mevcut iktidar partisi ise sorun çözemiyor. Bizim önerilerimiz dinlense siyaset bu sorunu çözer

    Bu yaklaşımın bütünü konusunda çeşitli kurumlar arasında görüş farklılıkları olması doğaldır. Fakat ilk cümle olan “siyasi partilerin görevi sorun çözmektir” parçasına itiraz edecek bir siyasi -hatta akademik- kurumun ortaya çıkması pek olası değildir. Çünkü mevcut paradigmaya göre sorunları çözmek siyasi partilerin görevidir.

    Nitekim seçimler sırasında birbirinden farklı siyasi partilerin temsilcileri tek nokta etrafında birleşegelmişlerdir: Bizi seçerseniz sorunlarınızı çözeriz!

    Bu paradigma, belirli karmaşıklık düzeyine kadar sorunları çözebilir..

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek ise, toplumu oluşturan birey ve kurumların çeşitli ilgi ve çıkarları doğrultusunda oluşturacakları dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik vs’nin işlevi nedir.

    ’80li yıllarda bir Arnavutluk seyahatinde, başkent Tiran ile İşkodra arasındaki yolu bir Arnavut bakan ile birlikte alırken, adım başındaki “union” tabelalarını görünce merakla -çünkü o tarihlerde sendikalaşma yasaktı- “bu union’lar neyin nesidir?” gibisinden -kibarca- sormuştum.

    Arnavut bakan büyük bir hayretle yüzüme bakmış ve şöyle demişti: “Ben Türkiye’de de union’lar olduğunu sanıyordum. Bu kuruluşlar hükümetin emirlerini işçilere ileten kuruluşlardır. Siz nasıl iletiyorsunuz?”

    Benzer biçimde, eğer siyasi partilerin görevleri sorunları çözmek ise, onca örgütlenmenin tek işlevi olabilir: Görüşlerini hükümete bildirmek; hükümetin de kendi görüşü yönündekileri destek olarak kullanması!

    Bu paradigma, belirli bir sofistikasyon düzeyine kadarki sorunları çözebilir. Bu yaklaşıma da -eğer örgütlenmelerin fikirlerini yeterince alıyor ise- yarı demokrasi denilebilir. Fakat halk böyle bir demokrasinin fazlaca bir faziletini görmediği için de sık sık otoriter idareleri -mesela askeri idareleri- destekler ya da en azından otokratik sivil idareleri arzular.

    Ama ne yazık ki sorunların karmaşıklık düzeyini kendimiz seçemiyoruz..

    Resmi haritalarda gösterilenlerin dışındaki çeşitli sınırları giderek daha karmaşık süreçler sonunda ortaya çıkan toplumlar arasındaki çıkar çatışmaları, öyle karmaşıklıkta sorunlar üretmektedir ki, bunların oluşumunda çoğu zaman yerel toplumların çok az katkısı vardır. Pişirilip kotarılmış sorunlar toplumların önlerine konulmaktadır. Irak, Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Türkiye gibi toplumların karşı karşıya bulundukları sorunlar, onların sorun çözebilme kabiliyetleri ile orantılı olarak kendilerince seçilmemiştir.

    Bu sorunların, yarı demokratik paradigmaya göre işleyen toplum yapılarınca bırakınız çözülmesi, anlaşılması bile imkansızdır. Eldeki en güçlü araç, “sorunları siyasi partiler çözer; diğer tüm örgütlenmeler de fikir beyan ederler” şeklindedir.

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek değil, ortam hazırlamaktır..

    Çoğulcu demokrasi, yapacak işi olmadığı için sıkıntıdan bunalan müreffeh insan topluluklarının değişiklik olsun diye ürettikleri bir yaşam biçimi değildir. Tam aksine, bir sorun çözme aracıdır ve karmaşık sorunları çözmek yolunda evrimleşmiştir. Eskilerde derebeylerinin, zalim kralların boyunduruğunda yaşayan ve sorunları o diktatörlerce çözülen o toplumlar, daha sofistike sorun çözme yöntemlerine ihtiyaç duydukça önce çoğunlukçu yarı demokrasileri geliştirmiş, daha sonraları ise sorunların karmaşıklığı arttıkça çoğulcu demokrasilere geçmek zorunda kalmışlardır.

    Tek kişilerin kolayca buyurup sorun çözdüğü düzeyden daha karmaşık sorunlar, ancak o sorunlara taraf (paydaş) olan kesimlerin ortak akıllarının harekete geçirilmesiyle çözülebilir.

    Karmaşık sorunların paydaşları da -sayı ve nitelikleri itibariyle- çok ve karmaşık olduğu için, onları bir salona doldurup çözüm bulmalarını beklemek beyhudedir. Bu nedenle, ortak akıl üretme sürecinin, birilerince oluşturulması gerekmektedir ve bu çok önemli bir işlevdir. Bu işlevi yapacak olan kurum, çözüm geliştirecek ve uzlaşı sağlayacak olan kurumlar değildir.

    Bu işleve “ortam yaratma” işlevi denilebilir ve siyasi partilerin başlıca görevi bu ortamın yaratılması bağlamındadır. Yaratılacak ortam içinde, sorunlara çözüm geliştirecek, uzlaşı sağlayacak kurumlar ise, çoğulcu demokrasinin ana yapı taşları olan örgütlenmelerdir.

    Ortam yaratma işlevi, çoğulcu demokratik sürecin şiddetten kesin olarak arındırılması, bir korkusuzluk ortamı oluşturulması, her örgütlenmenin özgürce fikir oluşturup uzlaşı sürecine katkıda bulunması ve toplumda bir uzlaşı kültürü oluşturulmasını içerir.

    İktidar partisinin görevi bu ortamı yaratmak ve bu yolla ortaya çıkacak çözümleri uygulamaktan; muhalefet partilerinin görevleri ise daha verimli ortamların yaratılması için seçenekler üretmekten ibarettir.

    Dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik ve benzeri ilgi ve çıkar örgütlenmelerinin rollerinin ne denli farklı olması gerektiği ve siyasi partilerin toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimler adına çözüm üretmelerinin çoğulcu demokrasiye ne denli aykırı olduğu görülüyor.

    Şu an için üzerinde durduğumuz düşünsel platform, karşıkarşıya olduğumuz sorunları çözemez. Bu platformun sorun çözme kabiliyeti, sorunlarımızın karmaşıklık düzeyinin altındadır.

    Bunu lütfen bir düşününüz. Sonra da siyasi partilerden sorunlara çözüm bulmasını istemekten vazgeçiniz. Siyasi partilerin görevleri konusunda yeni paradigmaları gündeme getiriniz. Bu düşünsel araçlar, bu sorun çözme kabiliyeti düzeyi ile bu kritik coğrafyada tutunamayız.

    17 Ağustos 11 Çarşamba