Yeni bir dil lazım, hemen-2
2005 yılında yazılan bu yazının birinci bölümüne ek olarak, aradan geçen süre içindeki birikimlerle oluşan eklentileri başlıktaki gibi bir numaralandırmayla sizlerle paylaşmak istedim (bkz. http://bit.ly/2gwWF9o).
İçinde bulunduğumuz durumu karakterize edebilecek bir tanımın, “tek tek aklı başında, çeşitli görüşlere (dini, etnik, siyasal vd.) sahip kişilerin, aralarında uzlaşılar kuramadıkları için, aralarında kolay uzlaşı kuranların oyun kuruculuğunda sürüklenmeleri ve teker teker şikayet etmenin dışında bir şey yapamamaları” olabileceğini düşünüyorum.
Buna göre, ülkenin en büyük zenginliği olan bu çeşitliliği kullanamadan akıl dışılık selindeki gidişe karşı bir “dil”e ihtiyacımız var. “Dil” sözcüğü̈ ile kastım, yukarıda adresini verdiğim birinci yazımda açıklanıyordu.
Böylesi bir dil talimat, yasa, telkin vs. ile oluşturulamayacağına göre şöyle bir yaklaşım olabilir (mi?):
- Biri erkek biri kadın ikişer kişilik ve kendilerinin birincil niteliklerini Sünni dindar, Alevi dindar, seküler, Türk, Kurt, dinsiz, ateist, agnostik, sağcı, solcu vd. olarak tanımlayan kişilerden oluşan yakl 20 kişilik (+moderatör) bir tartışma grubu,
- Aranan “yeni dilin sembol ve kuralları” konusunda aşağıda önerilen kuralları tartışıp, sonra da üzerinde uzlaştıkları dil yoluyla ve ortak akılla herhangi çetrefil bir konuyu tartışırlar,
- Bu tartışma birkaç deneme yapıldıktan sonra, ana akım medyada bir TV kanalında canlı olarak yayımlanır,
- Böylece ortaya “uzlaşıya dayalı bir dil” çıkarken, bir yandan da uzlaşma konusunda bir örnek verilmiş olunur.
- Bu yaklaşım beğeni toplarsa, rekabet nedeniyle yaygınlaşabileceği beklenebilir.
Birbirlerinden farklı kültür, ideoloji, inanç, paradigma vb.ne sahip kişilerin, aralarında ortak bir dil oluşturmak ve bu yolla hem kendilerini daha iyi anlatmak hem de diğerlerini daha iyi anlayabilmek amaçlarıyla uymayı taahhüt edebilecekleri –ve her toplantıda biraz daha rafine edilebilecek- kurallar şunlar olabilir (mi?)
- Her yargı’nın en az bir ön koşulu olduğunun farkında olarak,
- Hiç kimsenin, kendi doğru – iyi –güzel’leri[1] yerine, bir başkasınınkileri benimsemek istemeyeceğinin bilincinde olarak,
- Ortak akılların bireysel akıllardan daha güçlü olduğunu bilerek,
- Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek,
- İnançların özlerinin nedensellik yoluyla tartışılamayacağını; özlerinin güçlenmesine yardımcı olabilecek şekilde daima sorgulanmasının (tahkik-i iman)[2],[3] sağlam inançlara varmanın yolu olduğunu bilerek
her türlü düşünceyi tartışmayı ve bu yolla uzlaşılar oluşturmayı benimsiyorum.
Uzlaşı Çemberleri adı verilebilecek bu yaklaşım, kalite devriminin simgesi haline gelmiş bulunan Kalite Çemberleri gibi bir yaygınlığa ulaşabilir mi?
Bu yaklaşıma çeşitli olumsuz görüşler ileri sürülebilir. Örneğin tartışmanın ortasında dövüş çıkacağı ve/ya tartışan kimliklerden birinin fanatiklerinin stüdyoyu basacağı ve/ya suç duyurusunda bulunup haklarında dava açılacağı ya da hepsinin ötesinde bizim insanların böyle bir şeyi beceremeyeceği gibi tahminler üretilebilir.
Ama ya, böylesi bir uzlaşıyı viral bir yaygınlaşmayla çoğaltmayı başaramayışımız halinde nerelere varacağımız düşünülürse!
Okurlarımızın fikirleri nelerdir? Yorum olarak yazabilirsiniz.
26 Kasım 2016
[1]Bkz. http://bit.ly/2gwQVN5
[2]Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/tahkiki–istidlali–iman
[3]Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1WK
Çok önemli bir konu.. Çok acil bir çıkış yolu..
Ama popüler kültürde yaygnlaşması harika olurdu.. (Bir an böyle bir TV programı sahnesini hayal ettim).. Çaresizlik ve ajitasyon programlarını izlemek bu kadar meşruyken, böyle bir çalışmayı yapmanın/izlemenin risklerini hatırlamak durumunda olduğumuz bir atmosfer ne kadar ironik..
Kurallar bence olabildiğince rafine (Ve aslında bana bir insan tipini tarif etti).
“Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek” maddesini okurken, profesyonel/akademik yaşamda (yönetim, kararlar, işleyiş gibi) deneyimlediklerim gözümün önünden geçti (film şeridi gibi!). Bu kural benim için tam da hastalık teşhisi ifadesi oldu. Sanırım ülkemizde insanların çokça ihtiyacı olan bir “birikim” konusu bu. Diğerleri de pek tabii ki.. Ama eğitimciler açısından özellikle bu ayrıntının derinleşmesi ne kadar da gerekli diye düşünüyorum.. Eğitimciler, böyle bir yayılmanın da önemli ajanları olabilirler sanki..
Merhaba,
Bu bir tez calışma konusu olabilir, liselerde münazara toplantıları yapılıyordu. Popüler bir etkinlik haline getirilip daha çok gencin bu konuda düşünmesi çalışması sağlanabilir. Mesela uluslararası bir toplantı, Antalya da, ulaşım konaklama seçilen kişilere ücretsiz gibi vs.
Aklıma düşenler bunlar şimdilik.
Neden olmasın? Yapılabilir.
Özgür ortamlar yaratıldıkça uygulanması kolaylaşır.
Çünkü uzlaşı için gereken seçenek bolluğu ve yaratım ile uyuşma rahatlığı özgür ortamlarda yaşatılabilir.
Kısıtlılıkları gevşetmek için çaba göstermeye değer.
Önerdiğiniz uzlaşının sağlanamaması durumunda ürkütücü sonucu hatırlatıp olumlu düşünceye sevketme çabalarınızın önemli bir ağırlığı olmasına rağmen maalesef olumlu yönde bir görüş serdedemiyorum.
Gerçekten rafine ilk 4 maddeden sonra gelen 5. maddenin kendi içerinde çelişkili olduğu ve bu nedenle istenen uzlaşının sağlanmasında engel olacağı düşünceleri olumsuz yaklaşımımın kaynağını oluşturmaktadır.
İnançların özlerinin sorgulanmasının sağlam sonuçlara varmanın yolu olduğu kesin. Ancak bu sorgulama yolları, inançların özlerine yardımcı olma amaçlı da olsa, nedensellik sorgulaması virajlarından geçmesi dolayısı ile beklenen sonucu vermesi mümkün olmayacak ve bu nedenle ortak yeni bir dil oluşturulamayacaktır.
Yanılmış olmaktan çok memnun olacağımı belirtir,
Saygı ve Sevgiler sunarım.
Doğan Çakır
“Kendi içinde çelişik” olarak tanımladığınız tahkik-i iman aslında en heyecan verici, bir o kadar da rasyonellikle açıklanabilir bir kavram; şöyle ki: İman –ki tanımı http://bit.ly/2hrNM4n şeklinde- geleneksel olarak “Allah’a güçlü inanç” çerçevesinde anlaşılıyor.
Fakat pratikte, çeşitli sorgulamalar sırasında kişiye sağladığı düşünsel konfor, derin düşünmekten kaçış kolaylığı gibi nedenlerle giderek genişleyip, aklın denetiminde bulunması gereken alanları işgale başlıyor. Nitekim sıkça rastladığımız gibi, “inancım gereğince ………. yapıyorum” denildiğinde akan sular duruyor.
Ayrıca, derin düşünme yani bir olgunun nedenlerinin rasyonel olarak sorgulanarak gidebildiği yere kadar sürdürülmesi de göreceli. Bu “gidebildiği yer” konusu, kişinin biyolojik ve bilişsel kapasitesi kadar, ilgi alanlarına ve çevrel koşullara da bağlı. Bir kişi için iman sınırı, daha zeki ve/ya bilgili başka bir kişi için pekala akıl alanına girebilir. Bu nedenle de sorgulamanın, kişinin kendi aklı ve yararlanabileceği tüm akıllar yoluyla olabildiğince sürdürülmesi öneriliyor.
DİB’nın resmi internet sitesindeki bir kaynakta (bkz. http://bit.ly/1zBmNX3 Sah. 71-72) bu durum, imanın zedelenmesi olarak tanımlanmakta, tahkik edilmeyen (sorgulanmayan) imanın (taklidi iman) kolayca sapkınlığa yol açabileceği açıklanıyor; bence de bu çok mümkün.
Bu kısa akıl yürütmeden ortaya çıkan şudur: İnanç ya da iman olarak dolaşımda olanların çok büyük çoğunluğu, ya düşünme tembelliğinden ya da bilgi veya kapasite yetmezliğinden kaynaklanan “akıl alanı” öğeleridir. Gerçek iman özü ise, bütün akıl yolları tüketildikten sonra “bilmiyorum ve de anlamıyorum” dediğimiz noktadan sonraki tahmin ve tasavvurlarımıza teslim olduğumuz, ama yine de gelişimimiz boyunca sorgulamaktan bir an bile vazgeçmediğimiz daracık bir alandır. O dar alanı sorgulamaktan vazgeçtiğimiz an “taklidi iman”ın tuzağına düşmüşüz demektir; sorgulamaya devam ederek o dar alanı daha da küçültmek, ama yoğunluğunu da bir kara delik gibi artırmaya çalıştığımız süreç ise “tahkiki iman” denilen “sorgulama ile birleşik giden iman”dır.
Birbiriyle çelişik görünen bu iki kavram için akıl ve sezgi etkileşiminin üzerinde biraz durulmasını öneririm (http://bit.ly/2hsi7A2).
Buraya varılır mı varılamaz mı? Görünen o ki, taklidi iman’ı benimsemiş insan sayısı “tahkiki iman”ı anlamış olanlara göre çok geniştir; dolayısıyla bu farkındalığı bütün toplumdan beklemek yerine, az sayıda rol model kişiden beklemek daha gerçekçidir. Bu olasılık, peşinde çaba harcamaya değer mi?
Eğer, insanlığın gelişiminin sıradanlık yerine sıradışılığın taşlarıyla örülü olduğuna inanıyorsak değer. Bu taşları ise entellektüel kapasitesi yüksek kişilerden beklemek bir hak değil midir?
Yeni bir uzlaşma diline ihtiyaç doğmasının nedenleri nereden icap etti. Köklü bir tarihi olan ve bu Tarihi Cumhuriyetle taçlandıran bizlere ne oldu da arayış içindeyiz. Bunları da kendi kendimize sormaktan alıkoyamıyoruz… Daha güzel daha müreffeh demokrasisi gelişmiş ve dışa bağımla olmayan bir toplum olma dileğimle…
“Dil” sözcüğü kolayca alışılmış anlamıyla değerlendirilebilirse, “bu ihtiyaç nereden çıktı?” sorusu haklı görülebilir.
Şu bir gerçektir ki, tüm karmışık sorunlar, onları çözebilmek için yeni yöntemler geliştirilmesini zorlamıştır. Bu yöntemlerin her biri birer dildir ve insanlık tarihi hep bir “duruma göre dil geliştirme çabası” olarak değerlendirilmelidir. Makale içinde kısaca da olsa “dil” deyimiyle ne kastedildiği açıklanıyor ama belki biraz kapalı geçilmiş olabilir.
Düşüncelerine genel anlamda katılıyorum, ancak bir öncelik ve nedensellik sıralamasında erkek egemen dilin sorgulanması ve cinsel eşitlikçi, erkek üstenci olmayan bir dil yaratmakla başlamak gerekmez mi? Zira hiç kimse kendini ben kadını, ben erkeğim diye tanımlamasa da en temel kimlik kadın ya da erkek fark etmez; erkek egemen dildir.
Bu konuda ek bilgi olarak son yıllarda buluştuğum bir edebiyat eleştirisi akımının da yazarlara ve eleştirmenler arasında yaygınlaşmasını sizin aracılığıyla da dilerim: eko eleştiri (Türkiye’de Serpil Oppermann ismi çevresinde oluşuyor, bir de derleme kitapları var: Ekoeleştiri Çevre ve Edebiyat). Eko eleştiri bütüncü bir yaklaşımla erkek egemen ve üstenci dil ve anlatımları (yaratıları) da eleştiriyor.
Saygılarımla.
Yukarıdaki yorumlara verdiğim cevaplarda da açıklamaya çalıştığım gibi bu yazıya konu edilen dil, bahsi geçen “erkek egemen”, “ötekileyici”, “üstencil” üslupları da içermesine karşın, alışık olduğumuz “dil” kavramı ile sınırlı değildir.
Buna göre ekoeleştiri yaklaşımı, bu yeni dil arayışında son derece yapıcı bir rol üstlenebilir.
Sanırım göstergebilim(sel bir yaklaşım) anlatmak istediğiniz ‘dil’kavramını tam anlamıyla kapsar; yanılıyor muyum.
Bildiklerim R. Barthes okumalarımla sınırlı.
Sevgilerimle.
Dil dediğimiz şey bir işaretler sistemi ve sorunlu.Ortaklaşılamayacağını düşünüyorum ama ‘keşke’ diyorum.