Kök-türev ilişkisi ıska geçilse n’olur? -II
≪Aşağıda, M.S. 1992’de 🙂 yazılmış bir yazı var. Önce bir göz atıp sonra meramımı anlatmak istiyorum:
Bir hastalık: Sayma !
“Sayın başkan, sayın bakan, sayın milletvekilleri, sayın il başkanımız, sayın ilçe başkanlarımız, değerli il müdürümüz, değerli ilçe tarım komisyonu ve zirai aletlerin bakım, onarım ve yenileme daire başkan yardımcımız, konuşmamın başında hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
Toplantının Dünya’mıza, memleketimize, ilimize, ilçemize halkımıza, milletimiz ve yurttaşlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygı, sevgi ve hürmetlerimi sunuyor ve arz ediyorum.”
A.B.D.’de yapılan ve milletvekillerimizin de katıldıkları bir toplantıda konuşmacı, yalnız bakan ve diplomatları selamlayınca toplantıyı terk eden milletvekilleri olmuş.
Bu bir gazete haberiydi. Bu olayın nedeni ilk bakışta zannedilebileceği gibi basit bir protokol hatası olmayıp daha geniş bir hastalık familyasının, “Sayma Hastalığı”nın basit bir sonucudur.
Yabancıların toplantılarda -genellikle- katılanlara, “bayanlar, baylar” şeklinde hitap etmesinin nedeni, onlara cinsiyetlerini hatırlatmak değil, bu türlü acayipliklere düşmeyi önlemek içindir.
Sayma Hastalığı’nın sebep(ler)i nelerdir? Acaba, bir grup içine dahil öğelerden herhangi birisini unutma endişesi midir? Yoksa her öğenin adını söyleyerek onların gönlünü alma arzusu mudur? Yoksa, ne söyleneceği konusunda fazla bir fikri bulunmamak ve mevcut süreyi bu şekilde doldurmak arzusu mudur?
Belki de bunların hepsinin payı vardır. Sebebi ne olursa olsun Sayma Hastalığı, her hastalıkta olduğu gibi çeşitli olumsuzluklar üreten bir illettir. Bu olumsuzluklardan en basiti, yukarıda örneği verilen alınganlığa neden olmaktır. Ama daha ciddi sonuçları da vardır.
Birisi, insanların vakitlerini israf ederek onları yavaş (ama sistemli) biçimde öldürmektir. Bir diğeri, sayılmamış olanların sebep olabilecekleri sorunlara yol açmaktır. Örneğin, “sinemada fındık, fıstık yenilmesi yasaktır” denildiğinde, kabuklu ceviz yemeğe kalkan birisinin çıkaracağı sinir bozucu gürültüye izin verip, kabuğu soyulmuş fıstık veya fındık yemenin yasaklanmış olmasıdır.
Hatta, sayma hastalığının daha önemli sonuçlar yaratabilmesi de mümkündür. Buna kanunlarımızda sık sık rastlanır. Serbest ya da yasak olduğu belirtilecek bir şeyin grup adını bulup ifade etmek yerine onlardan akla gelenleri saymak ve bu arada doğal olarak bazılarını saymamış olmak, çoğumuzun başına garip işler açmıştır.
Bu hastalık nasıl tedavi edilebilir bilemem ama herhalde yollarından birisi, konuşmalarıyla topluma örnek olması gerekenlerin saymadan konuşmayı öğrenmeleridir.
1 Haziran 1992
Bu sayma-dökme konusunu o tarihlerde daha çok vakit israfı açısından ele aldığımı düşünüyorum. Aradan geçen 12 yıl içinde, hastalığın, israftan daha önemli bir sonucunun da olduğunu gözledim ki o da, bir konunun özünün anlaşılmasına engel olmasıdır.
Temmuz 2004≫
Şimdi, 2004ten bu yana bir 13 yıl daha geçti, toplam 25 yıl içinde bu sayma-dökme alışkanlığında bir değişiklik olmadı; ama bu alışkanlığın başlangıçta pek köküne bakmadığımı, sadece bunun bir sorun olduğunu belirtince dikkate alınabileceği gibi bir naifliğe düşmüş olduğumu fark ettim.
Fark ettim ve bu hastalığa “dilsizlik” gibi bir de ad taktım (bunun bir genelleme olmadığını, dili bir virtüöz gibi kullanan çok sayıda insanımızın olduğunu belirtmeye sanırım gerek yoktur).
Dilsizlik, özellikle eğitimli kesimde rastlanan ve zihinsel karışıklık nedeniyle ortaya çıkan; yani aslında dil ile değil düşünce ile ilgili bir olgu. Buna göre “dilsizlik kafa karışıklığının bir sonucudur” denilebilir.
Dilsizlik kendini başlıca şu iki yolla ortaya koyabiliyor:
- Çok ve aralıksız konuşmak ve sık sık “yani” bağlacıyla aynı cümleleri farklı –zaman zaman aynı- biçimde tekrarlamak (cümle aralarında boşluk bırakılırsa, bir başkasının araya gireceği korkusu),
- Dinlememek (muhtemelen, tüm zihinsel kurgunun büyük ölçüde kendi düşüncelerinden oluşması; başkalarını dinleyerek kurguyu yenileme alışkanlığı olmayışı).
Zihinsel karışıklık yadırganmaması gereken bir olgu. Bilmediklerimiz -ki bildiklerimize göre sonsuz sayılabilir-, bildiklerimizin aralarını doldurarak olayları açıklamaya normal olarak yetmez. Bu durumda beklenen, bu boşlukların sorular, merak ifadeleri vb. yol açıcılarla doldurulmaya çalışılıp, dinleyenlerin de bu boşluklar konusunda olası tamamlayıcılar dile getirmesini ummaktır.
Normal olmayan ise, kuşkusuzluğun ve onun türevleri olan meraksızlık ve kendini beğenmişlikle birleşip yukardaki başlıca iki eğilimin ortaya konulmasıdır.
Sokaktaki insan açısından bu eğilimin zararı kendi yakın çevresi ile sınırlıdır. Yaygın iletişim yollarını kullanan, kendi çapında da olsa kanaat önderi konumundakiler için ise durum bu denli zararsız değildir. Kendisine rol model olarak medyada sürekli izlemek “zorunda kaldığımız” kuşkusuz bilmişleri seçen milyonlarca insan, onların düşünme biçimlerini kopyalayıp, sonra da inanç haline getirdikleri görüşleri uğruna çağlayandan yukarı tırmanmaya çalışıyor.
Söylediğimiz her cümleden önce –hadi bilemedin sonra- “bu ifademden ne kadar eminim?” sorusunu hızla içinden geçirse, zaman içinde oluşacak sükunet içinde çok daha değerli düşünceler dinleyebiliriz.
2 Kasım 2015
teşekkürler tınaz bey.
maalesef konuşma- hitabet sanatında özel bir eğitim almayınca, çok kişi benzer tuzağa düşüyor.
önemli olan çok kişiden alkış almak, takdir onay olunca, ne söylediğiniz arka plana düşüyor.
açık, yalın, alçakgönüllü konuştuğunuzda da kişilere ulaşmada eksik kalma korkusu sanıyorum. niyetimiz ne olursa olsun, retorik ve hitabet konusunda gelişmek ve geliştirmek durumundayız.
saygılarımla
Filiz hanım katkınıza çok teşekkür ederim.
Bir noktaya yeterince dikkat çekebildim mi bilmiyorum, ortadaki sorun bir retorik (belagat) sorunu değil, bir düşünme sorunu.
Çoğu insan bildiklerinin doğruluğundan o denli emin ki, bunları söze dökerken bir kuşku duymuyor. Halbuki kuşku duyabilse ardından merak gelecek. Bu defa hem makineli tüfek gibi konuşmayacak hem de yaşamını merak doldurmuş olacak. Yani sorun kuşkusuzluk.
Selam ve sevgilerle
Tınaz bey, M.S yazdıklarınızın 😂 hepsi bir üniversite dersi niteliğinde. Kimi 1.sınıf, kimi 4.sınıf, hatta yüksek lisans eğitimlerine kadar gidiyor. Bize de çalışmak kalıyor. Aklınıza sağlık 🤗.
Ne yazık ki, büyük kentlerimizdeki kamu kurumlarının törenlerinde de, işyerlerinde dairelerde görevde de, en ciddi işleri bile yaparken telaş, yetiştirme, kabul ettirme, ‘düşünmeden çerçeveye uyma’ taşra zihniyeti egemen. Oraya çıkıp konuşan, onu oraya getiren geleneksel taşra kültürünün isimlerini tek tek saymazsa onu daha yukarılara getirmeyeceğini, hatta orada tutmayabileceğini düşünmenin değil, kabullenmenin, kurnaz bir şekilde ve fakat ezik bir kimlikle karşı çıkmamanın kendisine ve ailesine, varsa çocuklarına faydalı olacağını çok iyi biliyor.
Ülkesinin bütününü değil de, sadece kendi çevresindeki bireylerden oluştuğunu varsaydığı bireyler topluluğunun çıkarlarına öncelik verilmiş daraltılmış rahat bir dünyanın verdiği rahatlatılma gücüyle; sistematik düşünmeyi öğrenmeyi, kazandığı bilgileri işinde uygulama kapasitesini geliştirmeyi ve ülke öncelikli daha ileri programlar geliştirme niyetinin hiç bir işe yaramayacağını, ödüllendirilmeyeceğini, ailesinde ve toplumda ona itibar, power kazandırmayacağını, hane gelirini artırmayacağını çok iyi hissediyor. Düşünmek, merak etmek, serüven ve araştırma, eleştirel gerçekçilik ruhunu çoktan başkalarına bırakmış, görevde yükselmenin hafifliğini tadıyor, düşünmenin hiç de sağlıklı olmadığını (Dr. İhsan Ünlüer’in Cumhuriyet gazetesindeki gülmece yazılarında başarılı bir şekilde betimlendiği gibi), birtakım “komplikasyonlara” yol açtığını çocukluk döneminin ailesinden, mahallesinden, büyüklüğünün gazete haberlerinden anlıyor.
Otosansür neden sonuç deterministik çıkarım ve eleştirel rasyonel düşünme yetisini edinmeyi kolaylıkla önler ve nüfusun genel ortalamasında her zaman bir sıfır galiptir.
Biz törensel bürokratlara değil, Gauss gibi düşünen, konuşma yapmadan düşünen, bulan bilim insanlarımız var mı ona bakalım. Mesela günümüzde hiç bir Türk matematikçi Viyana’da Gödel’in makalesini yayımlattığı journal’da makalesini yayımlatabiliyor mu biz ona bakalım (Evet, Türkiye bunu hala Prof. Dr. Uluğ Çapar sayesinde başarabiliyor). Şu Einstein’ın kuramını matematiksel olarak kanıtlayan ve Einstein’ın hayran olduğu matematikçi Gödel, Sigmund tarafından yazılmış (Viyana Çevresi “in Demented times” kitabının başında geçen) O kesimin sayısı Türkiye’de de artarsa işte o zaman törende mitralyöz gibi aralıksız ve içeriksiz, yinelemeli monologlar toplumun kollektif hafızasından silinip gidecek. Politikacı destekli ama sektör politikası üretmeyi bilmeyen bürokratı ve arkasındaki aşireti, ağaları öne geçirme kültüründen, bu kültürün sağladığı imtiyazlı sonsuz gelir ve prestij ortamından bilime eğitime öğrenciye prestij ve gelir transfer ve dolayısı ile ülkenin gramerini, kültürünü yükseklere, geleceğe taşıyacal ülkenin parasına, gelirine, imtiyazına öncelik verilen günlere kavuşma 1/1000’lik umuduyla.
Bizlere düşen bir görev de, belki eğitimcilerin, karar vericilerin, en rafine, en ithal yenilikleri yurda getirenlerin, icat yapanların belki ilgilenmediği, belki de umudu kestikleri için ilgilenmekten vazgeçtikleri “topluma düşünceye önem veren, asıl çıkar ve önceliğinin düşünme olduğunu” en etkin şekilde anlatmak için yeni yöntemlerin bulunması olacak.
Umudunuzun 1000 misli artması ve viral yolla bulaşması dileklerimle.