Dilimizdeki virüsler..
Virüsler insan vücudu için ne ise, dil virüsleri de bir dil için odur. Virüsler organizmanın doğal davranışlarını nasıl bozup, çoğu da anlaşılmaz hastalıklara yol açıyorlarsa, dildeki virüsler de aynı şekilde dilin işlevlerini bozup, nereden kaynaklandığı belli olmayan “toplumsal hastalıklar”ın doğmasına yol açarlar.
Dil virüsleri, çeşitli sözcükler ya da bunlardan oluşan deyimler biçimindedir.
Biyolojik virüslerle karşılaştırıldığında işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, dil virüslerini oluşturan sözcük ya da deyimlerin kendi başlarına herhangi bir zararlı etkileri olmayışı, zararlı etkilerin, bunların kullanım yerleri ve sıklıklarından doğmasındandır.
Bir dilde düşünce üretilebilmesi, çeşitli veri (bulgu) ve yargıların bir mantık zinciri içinde birbirine bağlanmasıyla mümkündür. Bu zincirin arasına girebilecek bir “virüs”, tüm düşünce sürecini bozacaktır.
Dili, dolayısıyla düşünce üretim becerisi ve bunun bir sonucu olarak da sosyal ve ekonomik durumu gelişmiş toplumlarda, dil virüslerinin bu tür düşünce süreçleri içine girmesi geleneksel olarak önlenmiştir. Bu konuda bir yasal engel yoksa da, çoğunluk ve özellikle de toplumun düşünce önderleri bu tür virüsleri düşünce zincirlerine sokmayarak, sokmaya çalışanları uyarıp caydırarak, buna karşın hala israr edenleri de bir biçimde etkinler sınıfının dışına çıkararak bir toplumsal norm yaratmışlardır.
Türkçe dili’ne yerleşmiş bulunan virüslerin toplumumuzda bu denli yaygınlaşmış olmasının bir nedeni, bunların, en sağlam ve dolayısıyla da en çürütülemez görünen mantık yargılarını dahi bozabilme güçleridir.
Birkaç örnek..
“Haklısın ama”, “olsun, yine de”, “bana ne”, “sana ne” , “iyi ama bunlar uzun vadeli”, bu virüslerden birkaç tanesidir.
Bir mantık yargısının doğruluğunu kabul edip, sonra da “olsun, yine de ben dediğimde israr ediyorum” dendiğinde buna karşı koyabilecek bir ikna gücü düşünülebilir mi? “Kırmızı ışıkta geçmemeliydiniz!” denildiğinde, “sana ne” diyen sürücüye; “memur bey, filanca araç kırmızı da geçti” denildiğinde “bana ne” diyen trafik polisine karşı ileri sürülebilecek başkaca bir mantıksal argüman var mıdır?
Bir dilin içine yalnız bu kalıbın girmesi dahi, bu ana dilini konuşanların düşünce biçimlerini bütünüyle değiştirecek, kısa bir süre içinde mantık yargıları yoluyla anlaşamayan bir toplum ortaya çıkacaktır.
Mantık yargılarıyla anlaşma yolu kapandığında geriye kalan, kaba kuvvet, dayatma, haksız çıkar alış-verişi gibi yollar ya da “benim içim sana kaynadı, dediğin gibi olsun” gibisinden ilkel yaklaşımlardır.
Ekonomik ve sosyal kalkınma programları, dildeki bu tür virüsleri temizleme ve sonra da, düşünce üretimine engel olan diğer sorunlardan (kökü bilinmeyen yabancı sözcükler, tanımsız kavramlar gibi) arındırılmasına dayandırılmalıdır.
Bu virüsler dilimize nasıl yerleşti?
Bunların hangi kanallardan girdiği bilinmedikçe bu hastalığın tedavisi kalıcı olmayacak, temizlense dahi yine üreyebileceklerdir.
Tarihi köklerin incelenmesini bilim adamlarına bırakmak gerekir. Ama, elli yıldır ülkemize kalkınma reçeteleri sunan yabancı uzmanların bu hastalığı görmemiş olmaları olasılığı yoktur. Çünkü kendi gelişmişliklerinin temeli dilleridir. Bugüne kadar hiç bir uzmanın gelip de “siz önce bir dilinize bakın, köklerini bilmediğiniz sözcüklerle soyut düşünceler üretemezsiniz. Soyut düşünce üretimi ise gelişmenin ön koşuludur. Ayrıca, mantık zincirlerini koparan dil virüsleriniz var, onları temizlemelisiniz” dememiştir.
Toplumların geleneksel gelişme modeli, kazan-kaybet denilen ilkeye dayalıdır. Bir toplumun gelişebilmesi, başkalarının gelişememesine, geri kalmasına bağlıdır.
Çağımızda yeni yeni serpilmeye başlanan ilke ise kazan-kazan’dır. Buna göre, ortada kazanması gereken bir taraf varsa mutlaka bir kaybeden olması gerekmez, tarafların hepsi kazanabilir. Hatta, eğer taraflardan birisi kaybediyorsa, bir vade sonunda, kazandı zannedilen de kaybedecektir. Dolayısıyla gerçek kazanç, taraflardan hepsinin kazandığı halde olabilir.
Dilimizdeki bu yetersizlikleri keşfedip düzeltmesi gereken, başkaları değil biziz. Bunu farketmelerine rağmen bizi uyandırmayan, hatta uyandırmak bir yana yeni virüsler enjekte edenler değil, bunca yetiştirdiği öğrenimli insanına rağmen uyanmayan bizler incelenmeli, hangi nedenlerin nasıl olup da bu konunun önemini anlamayışımıza yol açtığı ve de hala anlamadığımız ortaya çıkarılmaya çalışılmalıdır.
Çarşamba, 26 Temmuz 1995