Din ve bilim kurumlarıyla ilgili sorun nedir?
Muhtemelen tüm varlıkların –bu arada insanın- doğuşundan itibaren en güçlü arzularından birisi, içine doğduğu –her türlü- ortamı, en genel deyimle “evreni” duyu organları ve aklı yardımıyla canlandırmak (tasavvur etmek), bunun için de sorular üretmek ve cevaplarını aramak olmuş görünüyor.
Kendisini böylece güvende hissedebiliyor. Buna göre dinin de, sonradan gelişen bilimin de amacı aranan bu cevapları vermeye çalışmak olmuştur denilebilir. Bunun için, toplum içinde çeşitli biçimlerde kurumlaşmışlar.
Normal olarak, her iki kurumlaşmanın da temel işlevi olarak kabul edip uyması beklenen amaç, kişilerin “evren tasavvurlarını özgürce oluşturmak” için uygun ortamlar yaratmak ise de pratikte durum böyle olamamıştır.
Dini kurumlar, kaynaktan (yaratan) aldıklarını iddia ettikleri “hesap vermezlik” zırhını kullanarak hem bilim alanına müdahale etmişler, hem de temel işlevlerini bir kenara bırakıp, çeşitli (siyasi, ticari, ideolojik vd) çıkarlar sağlamaya (istismar) girişmişler.
Bu yanlış konumlanmayı durdurabilecek tek imkan olan akıl (artikülasyon aracı da bilim kurumları) ise, din’in bir toplumsal gerçeklik olduğunu reddetmiş, hızlı gelişiminden de kazandığı kibir ile, kendini evren tasavvuruyla ilgili tüm soruları cevaplayabileceği (hatta cevapladığı) iddiasına konumlamış durumda. Halbuki soruların sadece “nasıl” tarafını (o da bir bölümünü) açıklayabilirken, “niçin” tarafına ait bir açıklaması da yok.
Bilim kurumları bu kibirli tutumları içinde, toplumun çok büyük bir bölümünün evren tasavvurlarını, değinilen yozlaşmışlıktaki din kurumlarının cevaplamasına terketmiş durumda. Aslında din kurumları da bilim kurumları da temel işlevlerinden uzakta sadece kendilerine hizmet eder durumdalar. Halk ise ikiye ayrılmış, ne din ne de bilimle ilgisi olan dini ve bilimsel hurafeler denizinde her iki kurumun temeldeki aynılığı yüzeydeki ayrılığı ile birbiriyle çatışıyor.
Din ve bilim kurumlarının kazandıkları mevzileri terketmesi eşyanın doğasına aykırı görünüyor. Her sistem (yanlış oluşmuşlar daha da güçlü olarak) her tür değişime karşı kendini koruyor, koruyacak.
Bu durumda, ilk aşamada yapılabilecek olan, din ve bilim kurumlarının bu ortak temel varlık nedeninin kabul edilmesi olabilir. İkincisi, her iki kurum yandaşlarının çok az şey bldiklerini kabul etmeleri ve bilgiçlikten vazgeçerek, binlerce yıllık geçmişlere ya da kulaktan dolma söylentilere dayanan ayrıntılar yoluyla keskin iddialar ileri sürmek yerine, şu temel ilkeyi kabul edip alçakgönüllü bir merak duygusuna teslim olmalarıdır: “İnsan cevap arar ve en kolay nerede bulursa onu benimser”.
Dinin ya da bilimin tüm cevapları herkesin algılayabileceği kadar yalın olamayabilir. O halde, tüm cevapları bildiği iddiasından vazgeçip, sadece temel ilkelerle (maxims) çevrili alanlardaki cevaplarla ilgili “kesin olmayan iddialara sahip olduğu” gerçeğini ilan etmeli ve böylece insanların “varlık nedenleri ile ilgili sorularının peşinde koşmaları için meraklarını (ki o yaşam sevincidir) diri tutmaları olabilir.
Kurumlaşmış istismar ancak bu yolla, o da ancak zaman içinde azalıp yok olabilir.
Alanya, 27 Ağustos 2017
Sevgili büyüğüm Tınaz bey,
Bugün okuduğum en serinkanlı ve özlü yaklaşım, takdir ve şükranlarımı arz ediyorum.
Ama biliyoruz ki çok az kişi soruna böyle yaklaşmıyor ve aradaki mesafe giderek açılıyor !
Çözümlenmesi gereken sorunlardan biri de tarafların birbirlerini duymasını, algılamasını ve anlamasını nasıl sağlarız , bu olası mıdır ya da nasıl olmalıdır ?
Sanırım üzerinde daha çok tartışılacak ve öneriniz kuşkusuz en kıymetli pusulamız olacak,
Saygı ve sevgilerimle,
Sayın Tuğsuz, değerli dostum,
Soruna “taraflardan birisi” olarak yaklaşmak -hangisi olursa olsun- her zaman daha kolay ve üstelik de pirim yapıcı. Çok yönlü yaklaşım, hem iki katı kadar bilgi edinmek hem de genellikle “tarafı belli değil” olarak nitelendiği için de belki çoğu kimse -istemeye istemeye- taraflardan birisini seçer.
Tarafların birbirini dinlemesi, anlaması için hazır bir çözümüm yok; ama galiba “her yargının en az bir ön koşulu vardır” ilkesinin -ki onun da ön koşulu bulunabilir- yaşamı daha barışçı yapacağının farkedilmesi bir ipucu olabilir.
Bir diğeri, miyonlarca -hatta milyarlarca- insan faratik eğilimlerin kurbanı oluyorsa, bunların tümünü tek kalemde yobaz olarak nitelemenin tuhaflığını farketmek gerekiyor.
Ve sanırım bir diğeri de, genellikle vakit kaybı olarak nitelenen “kavramları netleştirme çabaları”nın, sorun çözmede ilk adım olması gerektiğinin farkedilmesi olabilir.
Bu üçlü tüm sorunları çözemeyebilir, ama çözüme giden kapıları açacağı da beklenir.
Sevgiler
Bu; kavgaya dönüşmüş ortamda dinini başkasından öğrenmiş muhafazakar kesimin elinde mukayese edecek bilgi dağarcığı yok. İkna etmek için bir karşı tezin bile ileri süremezsin. Bu kısmı ikna etmek, hele arada çıkarcılar olduğu sürece olanak dışıdır. Tek yol: daha geniş alan, mukayese edecek ELLERİNE bilgi dağarcığı vermek gerek. O da EĞİTİM.
Sayın Tınaz Titiz Hocam, mesleki ağabeyim.
Dini ve bilimi birer siyaset ideolojisi haline getirmişiz, sonra da onları bir din haline getirip dogmalaştırarak zihinlerimizi bu kısır döngüye hapsetmiş görünüyoruz. Herhalde bu kısır döngüden çıkış yolunu da bilim dünyamızdan bekleyeceğiz. Kendini sorgulama, karşı düşüncelere karşı esnek yaklaşım yeteneği ve tecrübesi en fazla bilim de var.
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, mühendislikte bir kaide vardır.
ESNEK OLMAYAN YAPILAR DAHA KOLAY YIKILIR. diye.
Toplumsal hayatımızı tehlikeli bir şekilde kutuplaştıran bu esnemeyen ( rijit ) karşıtlıkları esnetmez ve sağlıklı bir diyalog ortamı yaratamazsak, inşallah yıkılış olmaz ama, ağır bedeller ödeyeceğimiz kesin.
Zaman zaman yazılarınızı http://www.jurnalist.com.tr sitesinde yayınlıyoruz. herhalde bir sakıncası yoktur. Bu yazınızı da yayınlayacağız.
Selam ve saygılarımla.
AHMET AKKÜÇÜK / El. Yük. Müh.
Sevgili Ahmet bey ,
Düşüncelerinin mutlaklığına inanmış bir kişinin kanımca esnekliği söz konusu olamaz.
Sonsuz evrene ait sayısız soruuların hepsinin cevaplarını bulduğunu ve artık soracak bir şey kalmadığını düşünerek çevresine kalın duvarlar ören ve ancak düşüncelerini başkalarına benimsetmek amacıyla duvar dışına çıkan kişiler için esneklik söz konusu olamıyor.
Bu kısır döngüden çıkış, din ve bilim kurumlarının yazıda açıklamaya çalıştığım tavırlarını bırakıp, kişilere özgür birer evren tasavvuru tanımlamak görevine sahip olduklarını, cevapların tümüne sahip oldukları / olacakları iddiasını bir kenara koymalarına bağlı.
“Evren tasavvuru oluşumuna ortamlar hazırlamak” her iki kurumun da temel varlık nedeni (misyonu) olarak benimsenebildiği takdirde bu çatışma bitebilir.
Yazılarımın sitenizde kullanılması konusunda özgürsünüz 🙂
Sevgiler
İnanç bir gereksinim midir? Birey hiçbirşeye inanmadan yaşayamaz mı? Ben yaşıyorum ve benim gibi yaşayan birçok insan olduğunu biliyorum.
Sevgiler
Kemal bey, inancın bir gereksinim olup olmadığından öte, inanca yol açan dürtünün “cevapları aranan soruular” olduğu, bunlar için bilimin ya da dinin verdiği cevaplardan seçtiklerini inanç haline dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.
Kişiler eğer merakını diri tutmayıp bulduğu cevapların ötesini aramayı düşün(e)miyor ve/ya bu arayışın zahmetlerine katlan(a)mıyor ise bulduğu cevapları inanca dönüştürecektir.
Yani bir başka deyişle inançsızlığı da bir inanç haline dönüştürebilir.
Sevgiyle kalınız.
Felsefi açıdan inançsızlık da inançtır denebilir tabii ama araşatırmayı/sorgulamayı bırakan inançsızlık mı, yoksa devamlı araştıran sorgulayan inançsızlık mı.
Ben ikincisiyim.
Sevgiler
Dünyaya zaman açısından baktığımızda Tanrı tarafından kitap getirmiş peygamberler dışında bile bilge insanlar (AZİZ) da olmuş kendi dinlerini yaratıp halka sunmuşlardır. Başarılı olmaları onların kabiliyeti dışında İHTİYAÇ tan doğmaktadır. DİNSİZ BİR MİLLET YAŞAMAZ tezini bilim bile kabul etmiş durumdadır. Halkı iyiye yönlendirmek ve hemen her konuda Vicdanı ile baş başa kalmasını sağlamak. İnanç ile mümkündür. İnsanların kendilerine güveni arttığı oranda dinden uzaklaşabilir. Aynen yüzmek bilenin denizde açılmasında bir sakınca olmadığı gibi. Bilimde olduğu gibi modern dünyada da DİN’nin esas olarak kabul edildiğini görüyoruz.
Değerli Tınaz Hocam,
bilimin, dinin ne olduklarını, sosyal hayattaki yerlerini daha sık tartışmak, değerlendirmek bence çok önemli. çok teşekkürler…
her iki kurumun da sosyal hayat için ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. bilim olgusal sorunlarla ilgili olaraktan kendi sınırlarını iyi tanımlamış durumda. Din ise geçmişten bugünlere gelirken olgusal alanlardan çekiliyor, ama isteksizce. din kurumu öyleki dünya güneşin etrafında dönüyor diye iddia edenleri öldürebiliyordu… benzer karanlık geçmişine rağmen din kurumu köklü bir ihtiyaç olmalı ki varlığını sürdürüyor. belki Bilim ölümsüzlüğü bulana kadar da insanlığa hizmet etmeye devam edecek kim bilir . sonuçta ateistim diyenlerin bile kendilerine sakladıkları rasyonel olmayan değer örüntüleri geliştirdiklerini kişisel gözlemlerimle ben biliyorum.
sorun şurada; din kurumunu da bilim kurumunu da istismar eden kültürlerimizin halihazır durumu olmalı. iki kurum savaşmıyor. kültürlerimizin bilimle kazandıklarımızı henüz hazmedememiş olduğu anlaşılıyor. kültürlerin bilimi göz önüne alarak din paradigmalarını yeniden örmeleri gerekiyor. müsadenizle ahkam kesmek istiyorum: biyolojik evrim bitmiştir, yaşasın kültürel evrim. saygılarımla değerli Hocam.
Bilim ya da din yandaşlarının uzlaşmasını aramak(hele şimdi)doğru ve toplumsal barışa açılmış güzel,doğru bir kanal.Ancak;
Her iki kurum yandaşı da bu önerilere sıcak bakabilirde “mahallenin çocukları “buna izin verir mi? Bence en büyük payda,” çıkar gruplarını” her iki kesimde hedef tahtasına koymalı.Bu nasıl sağlanabilir?Soruna böyle de bakılabilir mi?
Size, özlemle, en derin saygılarımı sunuyorum Tınaz Bey…
Teşekkür ederim sevgili Temel bey. selam ve sevgiler
Elinize sağlık Tınaz bey. Tanrısal güç inancı, insanın genlerinde var olsa gerek.Şu soru insanlık kadar eski olsa gerek; ‘yöneten kim olacak?’; ya da yöneten niye ben olmayayım? Yeryüzünde yöneten olmaya kendini en uygun gören ‘uyanıklar’, hemen ilahi gücün temsilciliğine soyunmuşlar, maddi ve manevi korku unsurunu kullanarak egemenlik kurup sürdürmüşler. O bağlamda Din’ler kurulmuş, işletilmiş. Sahtelikleri ortaya koyan ‘peygamber’ nitelikli ve/ya bilimsel düşünceyi idrak etmiş kişilikler işin doğrusunu anlatmak istemişse de kısa sürede durum eski tas eski hamama dönmüş. Çarpık/çarpıtılmış Din anlayışının yuvalandığı din kisveliler ile işlevini yitirmiş bilim kurumları, istismarcılarca birbirinin düşmanı/zıddı/rakibi gibi gösterilip doğan gerilimden çok yönlü çıkar sağlama çarkını/motorunu çalıştıran düzeni kurulmuş. Sorunu böyle tanımlıyorsak çözümün dinin ve bilimin toplumsal işlevleri üzerinde herkesin düşünüp çalışması gerekiyor. Güncel ortamın gürültüsü ve kargaşası bunlara meydan bırakmadığını da görmek gerek.