Trilyon dolarlık kaynaklar..Eyvah!

Medyada ve özellikle de internet’te son zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı da kesindir.

Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.

Ülkemizin bütün önemli konularında son söz sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra, mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz, bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi olması işten bile değildir.

Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını, benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım. Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya dışından gelmiş birileri yapabilirdi.

Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.

  • Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının (görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının %40’larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr).
  • Bir “rezerve sahip olmak” ile onun “içerdiği değere sahip olmak” arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki farktan daha keskindir. “İçerdiği değere sahip olmak“, o kaynağın fiyatını belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
  • Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o teknolojilere biz sahip değiliz.
  • Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle vakidir.
  • Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan “kayaç gözenekleri içindeki katı petrol” varlığı açısından da zenginiz. Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde oturuyoruz.
  • İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
  • Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtaldıkça bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay anlaşılabilir.
  • Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs’ye sahip olurlarsa olsunlar “yığınlar” mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur, kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz konusu olamaz.
  • Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret, yığındakilerin onları “hayalci” olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur. Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini yeter saymak gerekir.
  • Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her gün yeniden anlamaya ve böylece “büyük resmi”i görmeye çalışmaktır. Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
  • Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
  • Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte, potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
  • Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları bu yolda kullanma kavgası veriyor.
  • Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç “kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz” politikası binerse, bu potansiyelden aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak’ın başına gelen ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey yoktur.
  • Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and liabilities) konsolide biçimde bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış “mümkün olabilir”. Neo ancak böyle başarılı olabilir!

22 Aralık 2003

3 Yorumlar

  1. Günaydın TINAZ ağabey. “How specs live forever? ” başlıklı Venezuela lı yazarın yazısını anımsadım. Uyarılarınız çeyrek asırdır değişmeden duruyor. Anlatamadık. Alegar ı da anlamadılar. Yediler Balyoz u.
    Sevgi ve saygılarımı sunuyorum

Yorum Gönder