Biz niçin icat yapamıyoruz?
Önce tarihten ve günümüzden bazı gerçekler..
- A.B.D.’de, 1794 tarihinden 1986 yılına kadar 192 yıl içinde 4,600,000 patent tescil edilmiştir.
- A.B.D. Başkan’larından Abraham Lincoln, 6469 numaralı “sığ sularda karaya oturmuş gemileri yüzdürme” patentinin sahibidir.
- Aynı ülkede bir başka Başkan, Thomas Jefferson, Patent Ofis’te ‘surveyor’ idi. Dışişleri bakanı olduğu dönemde hala bu işe devam ediyor, her akşam çalışmalar bittikten sonra bakanlıkta kalıp patent başvurularını inceliyordu. Kendisinin icadı olan “döner sekterer sandalyesi” siyasi muarızlarınca kullanılmış, “bu adam şeytan, her yönde gözü var” biçiminde hırpalanmaya çalışılmıştı.
- A.B.D.’de halen her hafta 4000-7000 arasında patent başvurusu yapılmaktadır. Haftalık yayımlanan Patent Resmi Gazetesinin sayfa sayısı 1800-2200 arasında değişmektedir.
- İsveç’i 100 yıldan kısa bir süre içinde, bir buz çölünden “endüstri ötesi ülke” haline getiren faktörün, belli başlı 49 adet icat olduğu, bir Yunanlı doktora öğrencisinin teziyle kanıtlanmıştır.
- İsviçre’liler, ülke ve toplumlarını tanıttıkları bir turizm broşürüne, en belirgin nitelikleri olarak “biz İsviçre’liler, icatçı bir milletiz” diye yazmaktadırlar. Benzer bir broşürün Türkçe olarak hazırlanması sırasında Turizm Bakanlığımız ilgilileri onbinlerce sözcük arasından yalnızca bu cümleyi çıkarmışlardır.
- Bir Japon otomobili üzerinde irili ufaklı 120,000 `innovation’ mevcuttur.
- Ülkemizde patent yasasının çıktığı 1800’lü yıllardan günümüze kadar geçen süre içinde, yaklaşık 23,000 patent tescil edilmiş olup bunun 20,000 kadarı yabancıların Türkiye’de tescil ettirdikleri patentlerdir. Yaklaşık 200 yıldaki toplam patent sayımız, A.B.D.’de 1 haftada yapılan başvuru sayısının yarısı kadardır.
- I Hezarfen Ahmet Çelebi (!), hang-glider ile Galata kulesinden Üsküdar’a uçtuğu için Cezayir’e sürülmüştür (daha doğrusu rivayet böyledir).
- II Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (!) (1992 Şubat), Muğla Ağır Ceza Mahkemesinde yaşanmış ve araştırma denizaltısı yaptığı için bir buluş sahibi – Erkan Ayral- yargılanmıştır (2).
Bu birkaç satırbaşı dahi, toplumumuzun “icat” konusunda olumsuz -icat düşmanı demek yerine- bir tutum içinde bulunduğunu göstermektedir. Bu olgunun neden(ler)i açıklanamadığı ve sonra da tedavi edilemediği sürece, acımasız uluslararası rekabet arenasında daima başkalarının kontrolunda, başkalarının istediği biçimde yaşamak ve hatta belki de yaşayamamak kaçınılmazdır.
Bu olguyu ne inkar edebilir, ne de görmezlikten gelebiliriz. İcat’tan hoşlanmayacak şekilde çocukluk geçirmiş, icatçılıktan uzak bir eğitim görmüş, icatçılığı özendirmeyen bir mevzuat sistemiyle yoğrulmuş ve icat’ların ortasında ondan uzak yaşamış olabiliriz.
Bize, gelişmenin yolu olarak yollar yapmak, daha çok çocuğu okullara yollamak ya da bunlara benzer şeyler belletilmiş olabilir.
Önümüze daima bir takım “esas mesele”ler konulmuş, kaynak yetersizliği, iç veya dış borçların çokluğu, Kürt sorunu, sanayileşme meselesi vesairenin kafa yorulup çözümlenmesi gereken sorunlar olduğu, icat yapmanın ancak bilime daha çok para ayırmakla mümkün olduğu ya da teknolojinin transfer edilerek de aynı kapıya çıkılabileceği gibi yanlışlar da benimsetilmiş olabilir.
Bütün bunlar katı gerçeği değiştiremez. Bir toplum, “innovation” eğilimli kılınamadığı, bakkalından holding sahibine, seyyar satıcısından üniversite hocasına, politikacısından bürokratına kadar herkesin vazgeçilemez tek görevinin ürettiği mal veya hizmetleri geliştirmek, sürekli yeni buluşlar, icatlar yapmak olduğunu, bunun dışındaki tüm uğraşların, kelimenin düz anlamıyla `palavra’ olduğunu idrak edemediği sürece kurtuluş yoktur.
Şu soruya cevap aranmalıdır: Toplumumuz ve de özellikle okumuş kesimimiz icatçılıktan niçin bu denli uzaktır? Bu bir toplu zihinsel hastalığın dışavurumlarından birisi olabilir mi?
Eylül 1993 (ekim 2001)
(1) 1993 yılında yazılmış olan yazıya 22 Ekim 2001 tarihinde birkaç küçük ilave yapılmıştır.
(2) 14 Ocak 2000 tarihi itibariyle Erkan Ayral koşullu olarak affedilmiştir. Genç bir hakim tarafından öne sürülen koşul, “bir daha böyle icatlar yapılmamak” şeklindedir. Bu yazının yazarı o mahkemeye müdahil olarak katılmış ve bu sözlere bizzat şahit olmuştur.
One Comment