“ÇEVRE SORUNLARI” MI, YOKSA “ÇEVRE’DE KRİSTALLEŞEN SORUNLAR” MI?
“ÇEVRE SORUNLARI” MI, YOKSA “ÇEVRE’DE KRİSTALLEŞEN SORUNLAR” MI?
Değerli okurlar,
Daha yazımın hemen başında kalkıp da “Türkiye’mizin çevre sorunları diye bir meselesi yoktur” desem, yazımı okumayı muhtemelen hemen bırakır, “bu adam deli olmuş saçmalıyor” derdiniz. Bu nedenle “şimdilik” böyle bir şey söylemeyeceğim.
Ama, akıllarınıza, “acaba gerçekten de çevre sorunları diye bir meselemiz yok mu?” diye bir kuşku düşürmeyi istemiyor da değilim.
“Çevre sorunları” olsun, onun bir parçası olan “erozyon sorunu” olsun, ya da gündemimizin ilk sırasını yıllardır işgal eden “Güneydoğu sorunu” olsun, bu konularda işe yarar önerilerde bulunabilmek için (çünkü işe yaramaz öneride bulunmak için gerekli değildir), adına “Sorun Kimyası” denilebilecek bir kavramı anlamamız ve irdelemelerimizi bu “kimya” nın kanunlarına uygun olarak yapmamız gerekir.
“Sorun Kimyası” Nedir?
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası” da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan öğesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.
“Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.
Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1- Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir.
Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.
Bu yaklaşımın ışığı altında bir adım daha atarak, sorunların nasıl formüle edilmesi gerektiğine ilişkin bazı düşünceler üretilebilir.
Sorunlar “doğru” adlandırılmalıdır!
“Adlandırma”, bilimin en temel yöntemidir. Bilinmeyenlerin bilinir hale getirilme çabası demek olan bilim, onları önce adlandırır sonra gruplar ve sonra da inceleyerek “bilgi” türetmeye çalışır. Eğer böyle yapmasaydı, evrenin tüm bilinmezleri ile karşı karşıya bulunan insanoğlu onları tek tek incelemeye kalkardı ki herhalde pösteki saymak onun yanında hiç kalırdı.
Toplumsal sorunlar da ait olduğu toplumlar için “bilinmezler” olduğuna göre, bu sorunların adlandırılması da bilimin yukarıda anılan değişmez yaklaşımı nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Yine bu yapılmazsa sorunları birbirine karıştırıp, örneğin kamyon üstünden kayan konteyner’in yanından geçen araç içindekileri ezmesinin “trafik kazası”, milletvekillerinin meclise devamsızlığının “tembellik”, eğitimdeki nicelik ve nitelik sorunlarının “parasızlık” gruplarına konulması ve öylece çözüm aranması tehlikesi doğar.
Hücre zarının işlevlerinin astronomi kavramlarıyla incelenmeye çalışılması nasıl bir “gruplama” hatasıysa bu sorunların da bu adlar altında incelenmesi o denli yanlıştır.
Araç üzerinden konteyner kayması bir boyutuyla trafiği, meclise devamsızlık bir boyutuyla çalışkanlığı ve eğitim sorunları da bir boyutuyla mali kaynakları ilgilendirirse de yanlış, sorunların hangi ana grup(lar) ve hangi tali grup(lar)a girdiğinin belirlenmesindedir.
Nitekim araç üzerinden yük kayması sorununun içine dahil olacağı tali gruplar, konteynerlerin taşıma usulleri standartı nedeniyle “standartlar” ; karayollarında yük taşımacılığı usulleri nedeniyle “taşımacılık” ; virajlarda doğan merkezkaç kuvvetler hakkında herkesin bilmesi gereken genel bilgiler nedeniyle “fen okur-yazarlığı”; hasar nedeniyle de “sigortacılık” ile ilgilidir. Ana gruplar ise “halkın kurallara uyma bilinci” ile “otoritelerin kural yaptırımı” dır.
Basit gibi görünen bir adlandırma yanlışı, trafikle pek az ilgisi bulunan bir sorunu trafik polislerinin çözmeye çalışması ve diğer alanlardakilerin “bu işin benimle ilgisi yok” diyerek kulaklarının üzerine yatmalarına yol açar.
Yanlış adlandırma bir dilbilim sorunu değildir. Toplumun tüm kaynaklarının sorun çözmek için kullandığı düşünülürse, yanlış adlandırmanın kaynaklarının yanlış tahsisine, bunun da, hiç akla gelmeyen sorunların üremesine yol açacağı kolayca görülecektir. Bunları görüp de şaşmamak hatta üzülmemek elde değildir.
Ülkemizde her fırsatta bilime ve teknolojiye yeterince kaynak ayrılmadığı söylenir. Bir tali grup, daha doğrusu doğan sonuçlardan birisi olarak bu tanı doğrudur. Ama bilimden beklememiz gereken bir numaralı işlev, sorunların doğru adlandırılması konusunda duyarlık kazanılması olmalıdır.
Ülkemizde bilimden beklenen işlevin bu hedefe yönlendirilmeyip, yalnizca AR-GE’ye ayrılan payın artırılmasının doğal sonucu, “ana grup” taki sorunun bir kenarda kalması ve “sorun kimyası” kanunlarına göre durduğu yerde yeni sorunlar üretmesidir. Bir başka deyimle parasıyla başına dert almaktır.
Dünya da sorunlarını para harcayarak çözmeye çalışan çok toplum vardır. Ama para harcayarak sorun üreten herhalde yalnız biziz.
İşte bu nedenle, hemen herkesin adına “çevre sorunları” dediği sorunların doğru adlandırılması büyük önem taşımaktadır.
Sorunları “doğru” ifade etme kuralları!
Şu 3 kurala uyulduğu sürece, sorulacak bir sorun genellikle doğru formda ifade edilmiş olacaktır:
Kural 1– Belirsiz (muğlak) kavramlar kullanmamak,
Kural 2– Gereksiz söz / sözcük kullanmamak
Kural 3– Tüm sorunu tek soru ile tanımlamaya çalışmak yerine, kısa adımlı ardışık sorular sormak.
Belirsiz kavramlar birkaç biçimde olabilmektedir. Bir türü, “iyi tanımlanmamış kavramlar” nedeniyle doğan belirsizliklerdir.
Örneğin, “çevre kirliliğinin önlenmesi”, hem türev ve hem de belirsizlik içeren bir kavramdır. Dünya yüzünde sapıklar ve bu işi belirli bir amaçla -mesela bir başka ülkeye zarar vermek gibi- yapan profesyoneller dışında çevreyi kirletmek için kirleten kimse yoktur. Çevre kirliliği, başka faaliyetlerin birer türevi olarak ortaya çıkmakta olup ve burada üzerine gidilmesi gereken “çevre kirliliği” değil, “kendi çıkarını, başkalarının çıkarlarını çiğneyerek sağlamak” olgusudur. Bu eğilim ise yalnız çevreyi değil birçok başka sosyal kurumu da tahrip etmektedir.
Ayrıca da buradaki “çevre” ve “kirlilik” kavramları da iyi tanımlanmış deyimler değildir. Dünyayı kirletmemek için nükleer atıkların uzaya yollanması halinde kirletilen bir “çevre” var mıdır, varsa hangisidir? Kirlilik de en az çevre kadar belirsizdir. Birisi için kirlilik sayılan bir eylem -mesela rüşvet- bir başkası için uyanıklık, bir diğeri içinse zorunluk olarak değerlendirilebilmektedir.
`Belirsiz’ (muğlak) hedefler koymak, fazla düşünmekten kaçarak her şeyi (yani hiç bir şeyi) ifade etme kurnazlığının ya da yalın, kavramları birbirine karıştırmadan düşünememenin, çoğu zaman da bu iki nedenin bir karışımının sonucudur.
Toplumumuzun kavramlar dağarcığında bulunan önemli kavramların çoğu iyi tanımlanmamış olup bu, bir çok yeni sorunun ortaya çıkmasında bir “kaynak” rolü oynamaktadır.
Yine bu sınıfa girebilecek bir alışkanlık da ne olduğu pek belli olmayan ama kulağa hoş gelen ya da söyleyenin belirli bir entellektüel ve/ya ideolojik sınıfa ait olduğunu çağrıştıran kalıp söz ve/ya kavramlar kullanmaktır.
İkinci kural kapsamına girenler ise çeşitli nedenlerle kullanılan, ama sorunu ortaya koymada herhangi bir yararı bulunmayan söz ve sözcüklerdir. Bu gereksiz kullanımın nedenlerinden birisi güzel konuşma isteği, bir diğeri ne söyleyeceğini bil(e)meme, sonuncusu ise uyarılma, kendini belli etme gibi kişisel gereksinimlerdir. Süslenmiş, dışı hoş içi boş uzun sözlerin ardında muhtemelen bu nedenlerden birkaçı birden bulunmaktadır.
Yanlış formda soru sormanın üçüncü grup nedeni ise, uzun atlama merakı denilebilecek bir arzudan doğmaktadır. Aile-okul-çevre üçlüsünün öğrettiği soru sorma ve yanıtlama biçimi, doğru yanıtların bir defada bulunmasına ya da bulunamayıp yanılmasına dayalıdır. Bir sorunu, birbirine yakın gibi görünen, ama her defasında küçük bir bilinmez eklenerek geliştirilen bir dizi soru’dan oluşturma usulü, doğru soru sormanın üçüncü kuralıdır.
Şimdi, şöyle bir itiraz giderek daha anlamlı hale gelmektedir: “çevre sorunları” biçiminde dile getirilegelen sorunlar, aslında, bazı yapı taşlarından oluşmaktadır ve bu yapı taşları yalnız “çevre sorunları”nı değil, birçok başka sorunları da oluşturmaktadırlar.
Bu ise iki önemli somut sonuç doğurmaktadır:
-
“Çevre sorunları”, iletişim kolaylığı sağlayan bir adlandırma ise de, gerçekte bağımsız olarak var olmayan yani görüntüsel (phantom) sorunlardır. Dolayısıyla bu halleriyle “halledilebilir” sorunlar değillerdir.
-
“Çevre sorunları”nı oluşturan “yapıtaşı sorunlar” halledildiği takdirde, bambaşka “görüntülerdeki” sorunlar da halledilmiş olacaktır.
“Çevre sorunları”nı oluşturan “yapıtaşı sorunlar” nelerdir?
İnsanı, hayvanı, bitkisi ve taşı-toprağı ile tüm varlıkları içinde bulunduran eko-sistemin, bu ögelere “sürdürülebilir bir yaşam” sağlayamaması şeklinde ifade edilebilecek “çevre sorunları”nı oluşturan yapıtaşları şunlardır:
-
Toplumumuzda insanların, eko-sistem bilincinin yetersizliği,
-
Kullanılagelen sosyo-ekonomik kalkınma teknolojilerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine uygun olmayışları,
-
Bireysel ya da toplumsal ölçeklerde kullanılagelen sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine izin vermeyecek biçimde kullanılması.
Bu ana başlıklarda dile getirilen sorunlara yol açan ikincil, üçüncül ilh. sorunlar ardışık olarak* şöyle değerlendirilmektedir:
-
Toplumumuzda insanların, eko-sistem bilincinin yetersizliği:
-
Sorunların “görüntüleri” ile “kaynakları”nın ayrılamayıp, görünen nedenlere ağırlık verilerek çözümlenebileceğinin sanılması (ve çoğu halde de, giderilen bir görüntünün başka ve daha derinde yeni sorunlar yaratması ve bu durumun, sorunun, çözüldüğü biçiminde algılanarak kaynaktaki nedenlerin gözardı edilmesi).Bu yanlış algılama, “bilinç yaratma”nın öneminin anlaşılmayışına yol açmaktadır:
-
Toplumumuzun düşünme biçiminde “nedensellik bileşeni” nin yeterince yer almayışı.
-
Herhangi bir sorunun çözümü sürecinde, vazgeçilemez koşulun, “çözümlerin üzerine oturacağı bir bilinç temelinin oluşturulması” olduğu gerçeğinin önemsenmeyişi:
-
Çözümlerin genellikle anti-demokratik biçimlerde (tepeden inme) bulunup uygulanması geleneğimiz.
-
Eko-sistemin hassas dengeleri konusunda bilgisizlik:
-
Okul müfredatlarında bu konuların yetersizliği,
-
Öğretmen ve velilerin -ki toplumun birer kesiti oldukları için böyle olması doğaldır- bu konulardaki bilgi yetersizlikleri,
-
Medya araçlarının bu konulardaki ilgisizlikleri,
-
Ekolojiyle uğraşan bilim kuruluşlarının, bu konulardaki gelişmeleri yeterince izlemeyişleri ve/ya topluma aktaramayışları,
-
Sanatçıların, eko-sistem bilincini geliştirebilecek etkinliklere yer vermeyişleri
-
Çevre konusunda faaliyette bulunmak üzere örgütlenmiş gönüllü kuruluşların, sorunların kaynakları yerine görüntüleriyle meşgul olmaları,
-
İdarenin çevre konusunda çalışan birimlerinin, bilinçlendirme yerine kural koyma yöntemini tercih etmeleri,
-
Adına “29ncu gün sendromu”* denilebilecek olgu hakkında bilgisizlik.
-
Eko-sistem bilincini geliştirebilecek pratiklerin yerleşmemişliği:
-
Ev hayvanı besleme alışkanlığının yaygın olmayışı,
-
Hayvanları yalnız ekonomik değerleri kadar önemseyen kırsal kesim tutumunun baskınlığı
-
Kurban adetinin, hayvanların öldürülebilirliği konusunda bir anlayışa, tartışmaya kapalı bir zemin yaratması,
-
Avcılık adı verilen ve yaşamak için ihtiyaçların karşılandığı çağlardaki anlamını tamamen değiştirip, “hayvan katletme eğlencesi” haline dönüşmüş tutumun toplum tarafından hoş görülebilmesi ve bunun doğayı koruma adı altında maskelenebilmesine seyirci kalınması,
-
Dinin, insan, hayvan, bitki ve diğer doğa ögelerine karşı insan tutumu konusundaki bütünsel yaklaşımının -ki eko-sistem yaklaşımıı ile tamamen özdeştir- dikkate alınmayışı.
-
Kullanılagelen sosyal ve ekonomik kalkınma teknolojilerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine uygun olmayışları:
-
Bu teknolojilerin geliştirildiği geçmiş yıllarda, nüfus azlığı, harcanabilir gelir düşüklüğü, tüketim ahlakı yüksekliği gibi nedenlerle, çevre kirlenmesi sorunlarının, farkedilebilir düzeylerin altında kalmış olması
-
Bu teknolojilerin geliştirildiği geçmiş yıllardaki bilim ve teknoloji genel düzeyinin, eko-sistem yenilenebilirliğine izin verecek teknolojileri geliştirememiş oluşu.
-
Bireysel ya da toplumsal ölçeklerde kullanılagelen sosyal ve ekonomik kalkınma süreçlerinin, eko-sistemin kendini yenileyebilirliğine izin vermeyecek biçimde kullanılması:
-
Tüketim ahlakı yetersizliği,
-
Ülkeler ve ülkelerin çeşitli bölgeleri arasındaki gelişmişlik farkları, eko-sistem dengelerinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır.
-
Tüm ahlak öğretilerinin dayanağı ve kendine, başkalarına, doğaya saygı kavramlarının da kaynağı olan “zarar vermemek” ilkesinin toplum yaşantımızda egemen olmayışı:
-
Bu ilkenin hayata geçirilmesinde en etkin araç olan dinin, bu işlevinin gözardı edilip siyasal bir araç haline getirilmesi,
-
Sivil toplum örgütlerinin, sınır tanımayan, “zarar vermeme” ilkesini hiçe sayan tek yanlı çıkar sağlama eğilimlerini dengeleyebilecek etkinlikte olmayışı:
-
Devletin işlevini yapamayışı:
-
Devletin, “katalitik” bir rol dışında işlev yüklenmemesi** gerektiği bilincinin kamu yöneticilerinde yerleşmeyişi,
-
Çevre Bakanlığı örgütlenme felsefesinin, diğer bakanlıklar arasında koordinasyon sağlamaya değil, icraat yapmaya yönelik olması
-
“kirleten öder” ilkesi. Bu ilke, çevre kirletmenin, bedeli ödenerek telafi edilebilecek bir kusur olduğunu, dolayısıyla ödeme gücü bulunanın çevreyi kirletebileceğini varsaymaktadır. Halbuki doğru ilke “kirletmemek” olmalıdır
-
Birbiriyle çatışan çeşitli gerçekleri uzlaştırabilecek bir “Türkiye çevre konsepti” nin ve buna dayalı Çevre Stratejik Planı’nın geliştirilmemiş oluşu.
-
İnsanlarımızın, sosyal ve ekonomik ürünleri tüketme arzularını karşılıyabilecek üretimi yapamayışları:
-
Buluşculuk yetersizliği:
-
Eğitimdeki ezber uygulamaları,
-
Sanayinin, rekabet gücü kazanmasına izin vermeyen “korumacılık”,
-
I.A.a
-
Buluşculuğu destekleyecek önlemlerin yetersizliği
-
Beceri yetersizliği,
-
“Üretmeden tüketmenin mümkün olamayacağı” doğrusunun gözardı edilmesi:
-
Politikacıların vaat karşılığı oy sağlama eğilimleri,
-
Vatandaşların oyları karşılığında çıkar sağlama eğilimleri
-
Kavramların içlerinin boş olup isteğe göre anlamla yüklenebilmeleri, toplum yaşamının ana denklemleri denilebilecek “doğrular” konusunda akıl karışıklığına yol açmıştır,
-
Tüketme eğilimlerini tatmin edebilecek bir ölçüde ve nitelikte üretim yapamayan bir toplumun bunu enflasyon ve sosyal çalkantılarla ödeyeceği “doğru” sunun politikacı, bilim adamı ve bürokrat kesimlerce topluma anlatılıp, bir “bilinç temeli” oluşturulamayışı.
-
Erişkinlerin, gelecek için bugünlerinden fedakarlık yapmayışları:
-
Toplumumuzun erdem değerleri konusundaki sorunları
-
Gelecek için yapılması istenen özverilerin, o amaçla kullanılmayışının yarattığı hayal kırıklığı.
Eko-sistemin kendini yeniliyebilirlik sınırlarının dışına çıkmasına yol açan, nedenlerin dışında bazı bireysel nedenler de kuşkusuz vardır. Ama “80/20 kuralı” da denilen “Pareto Kuralı” uyarınca, bir olgunun %80’i, ona yol açan nedenlerin %20’since oluşturulduğuna göre, yukarıdaki analizde sıralanan nedenler, bozulan çevrelerin en az %80’ininden fazlasına yol açmaktadır.
Dikkat edilirse bu “yapıtaşı sorunları” yalnız eko-sistem sorunlarına yol açmamaktadır. Bu sorunlardan; I A a, III A,
III Eb, III Ec3, IIIFa, bütün toplum sorunlarımızın oluşumuna giren 5 temel “Sorun Kimyası Elementi” dir*.
SONUÇ
Bu “yapı taşı soruinlar” ın her biri için yaratıcı çözümlerden oluşan bir paket, çevre sorunlarının olduğu kadar, bu yapıtaşlarını girdi olarak alan başka sorunların da çözümüdür.
Türkiye’mizin sorunlarına böyle bir “kimya” yoluyla yaklaşmak zorundayız. Bu “Yeni Bakış”ı benimseyen politikalar, politikacılar ve siyasi partiler 2000’li yılların Türkiye’sini kuracaklardır.Bu “Yeni Bakış”a dayalı olmayan söylemler ise insanlarımızın enerjilerini emen, umutlarını yok eden beyhude çabalar olarak anılacaklardır.
Tarih, yalnız başarıların değil, hatta daha da çok başarısızlıkların tarihidir. Toplumsal olarak hastalanmış uluslar ancak bu yeni “kimya” yı benimseyebildikleri takdirde kendilerini kurtarabileceklerdir.