A.B.D. Niçin Güçlü?

1983 yılında A.B.D. başkanı Ronald Reagan’ın isteğiyle Eğitimde Mükemmeliyet Ulusal Komisyonu’nca bir rapor hazırlandı. Adı “Risk Altındaki Ulus” (http://bit.ly/1NDYmOB).

Raporun giriş bölümünde şöyle bir cümle var: “Eğer bugün sahip olduğumuz eğitim sistemini A.B.D.’ye dost olmayan bir güç empoze etmiş olsaydı, bu bir savaş nedeni (causus beli) sayılabilirdi

Bundan 15 yıl sonra 1998 yılında Hoover Institution tarafından yazılan bir rapor ise şu adı taşıyordu: “Hala Risk Altındaki Ulus” (http://hvr.co/1NlKe81).

Eğitim konusunda kendisine bu denli ağır eleştiriler yöneltebilen bir toplum, 2012 yılında yayımlanan Bir Zamanlar Amerika adlı kitapta (http://bit.ly/1iOvN47) gerilemesinin nedenlerini şöyle açıklıyor:

Ağır tempolu gerilememizin dört ana nedeni var. İlki, başta kendimizin ama özellikle siyasi liderlerimizin Soğuk Savaş’tan sonra hangi Dünyada yaşadığımızı ve başarılı olmak için nelerin yapılması gerektiğini sorgulamayı bırakmış olması. Amerikan siyasetinde gözlemeye, odaklanmaya, karar verip eyleme geçmeye dair hemen hemen hiçbir hareket göremiyoruz.

İkincisi, son yirmi yılda en büyük problemimiz olan eğitim, bütçe açıkları, borçlar, iklim değişikliği ve enerji alanlarında başarısız olmamızdır.

Üçüncüsü, büyük ülke olma formülümüze yatırım yapmayı bırakmış olmamızdır.

Ve dördüncüsü ise, siyasetimizin tıkanmış olmasıdır. Değerler sistemimizin erozyona uğramış olması nedeniyle problem çözme yeteneğimiz yitirilmiş durumdadır.≫

Türkiye’de bir sivil toplum kuruluşu, Beyaz Nokta® Gelişim Hareketi (www.beyaznokta.org.tr), 1994 yılından bu yana, Sorun Çözme Yeteneği’nin, toplumun üzerinde en önemle durulması gereken sorunu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Öyle ki, tek tek üzerinde durup boğuştuğumuz sorunlarımızın tümünü üreten, ama o sorunların birleşmesinden oluşmayan bir kaynak.

Bu kavramı önemseyip üzerinde durmayı engelleyen özel bir gene doğuştan sahip değil –ya da zaman içinde oluşturmadık- ise, acaba bu aymazlığın özel bir nedeni mi vardır?

Acaba ne yapıyoruz da –ya da yapmıyoruz-, böylece ancak sorunları tek tek, o da genellikle yakınma modunda ele alıyoruz?

Bir ağacın köklerinin topraktan emdiği besin elementlerinin en uçtaki yapraklara iletilmesi gibi, tüm sorun alanlarına (yani yapraklara) kadar gidebilecek sosyal besin elementleri nelerdir?

Hemen her sorun alanı ile ilgili bir çok kurum var iken, niçin bu besin elementleri ile ilgilenen çok az kimse vardır?

Yukarda değindiğim STK 21 yıldır “sorgulanamazlık” (ezber) ile uğraşa uğraşa ancak eğitimcilerin dillerine (ama sadece dillerine) bir deyimi yerleştirdi: Soran, sorgulayan öğrenci”..

Peki acaba çoğu okulun, çoğu öğretmeni niçin “doğru soru nasıl sorulur?”, “sorgulama ne demektir, nasıl yapılır?” gibi iki temel soruyu sormayı akıl etmez?

Her yere doldurduğumuz din kültürü öğretmenleri ve onları yetiştirenler, öğrettiklerini sandıkları dinin imân ilkesinin sorgulamaya dayalı olduğundan, (http://wp.me/p2t6mi-1UE) sorgulanmayan imaânın değersiz sayıldığından niçin bihaberdirler?

Onları yetiştiren anlı – şanlı hocaları niçin bunları sorabilen öğretmenler yetiştiremezler?

Niçin hiçbir siyasi partinin vaat dolu programlarında böyle vaatler yoktur?

Niçin her tarafından güç akan kurum yöneticilerimiz, kurumlarının Sorun Çözme Yeteneğini geliştirmek gibi bir hedefi stratejik planlarına koymazlar?

Bunlara verilecek yanıtların hep “biz zaten….” İle başlayacak içi boş övünmeler olması bizim kaderimiz midir?

Seçimlerde o parti değil de bu parti kazansa bu kader değişecek mi?

Din dersi öğretmenleri sorgulamanın İslam’ın temel ilkelerinden birisi olduğunu; ağzından “kul hakkı” deyimini düşürmeyen siyasi parti lideri bu deyimin gerçek anlamını[1] farkedecek mi?

Bu soruların yanıtları kendi içindedir. Hatta tüm doğru soruların yanıtları kendi içindedir. Yeter ki sormaktan vazgeçmeyelim, korkmayalım.

A.B.D. güçlü ülke ise bunları sorabildiği için güçlüdür, biz ise soramadığımız için güçsüz.

9 Kasım 2015

 

[1]El-Müfredat, Ragıb Isfahani: Kul (abd) sözcüğü tüm varlıklar için kullanılmakta olduğu belirtiliyor. (Prof. Dr. M.Saim Yeprem notundan ve http://bit.ly/1pqhhio kaynağından alınmıştır).

Bu durumda İslam’ın “Kul Hakkı” kavramı; sadece insanları (veya canlıları) değil, canlı ve cansız tüm varlıkları kapsamaktadır.

Kul kavramının “her şey” olarak tanımlanması İbn-ül Arabi tarafından (http://bit.ly/1pqhhio) kaynağında daha ayrıntılı açıklanmaktadır.

Böylece insan yalnızca insanların haklarını değil, tüm varlıkların haklarını korumak gibi daha anlamlı bir görevle yükümlenmektedir

Yorum Gönder