Anneler ve çocuklar..
Şahit olduğum iki olayı, tam hatırladığım şekliyle sizlere aktarmak ve annelere (ve babalara) naçizane bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu tavsiyem kuşkusuz bir uzman görüşü değildir; sadece güneşin doğuşunu daha çokça görmüş sıradan bir kişinin aktarımları olarak alınız lütfen.
Her iki gözlem de bir tenis kulübünde, birbirinden farklı zamanlarda oldu. Birincisi çok kısa, diğeri kısa metrajlı bir film gibi.
Bir akşamüstü; okul çıkışı annesiyle birlikte özel tenis dersi almak üzere kulübe gelmiş bir küçük çocuk ve annesi. Çocuk 10-11 yaşlarında, ufak tefek. Bir saat kadar tenis dersi almış, okulun verdiği yorgunluğun üzerine bir de tenis dersi binince hafif tertip pilini bitirmiş, ayakta sallanıyor.
Annesi ise tenis hocası ile hafif bir ağız dalaşında ve çocuğun biraz daha çalıştırılmasını istiyor.
– Hanımefendi, Ahmet (isim değiştirildi) zaten yorgun geldi, bir saat de çalıştık. Bu yaştaki bir çocuk için daha fazlası zarar verir.
– Hocam, bu dedikleriniz bir iddiası olmayan çocuklar için; benim çocuğum şampiyon olacak. Bu nedenle de çok çalışması lazım.
Bu arada Ahmet de söze karışıyor:
– Anne ben çok yoruldum.
– Sen kes, seninle ilgili değil, hocanla konuşuyorum.
Anne haklı. Mesele gerçekten de Ahmet ile ilgili değil, annesi ile ilgili.
İkinci gözlem!
Bir Pazar günü, bir arkadaşımla kort ayırtmadan “belki buluruz, bulamazsak da kahve içip laflarız” gibisinden kulübe gelmişiz. Fakat bilmediğimiz, o gün Türkiye çapında 12 yaş altı çocuklar için bir turnuva olduğu. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Kafeteryada zar zor bir yer bulup oturduk kahve içiyoruz. Öyle kalabalık ki sandalyeler dip dibe.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinden hemen hepsi de anne ve/ya babası (genelde de anneleri ile) ile gelmiş küçük tenisçiler.
Hemen yanı başımızda bir masa, bir küçük tenisçi ve annesi oturmuşlar. İster istemez tüm konuşmaları –o uğultu içinde- bizim masadan tam olarak duyuluyor. Anne de farkında ama bunu düşünebilecek durumda değil. Çünkü büyük bir felaket ile uğraşıyor: Çocuk rakibine yenilip elenmiş!
Belli ki anne de tenis oynuyor veya biliyor. Çocuk gözleri yerde, dokunsan ağlayacak, süt dökmüş kedi gibi “suçlu”. Konuşmalar şöyle:
– Yüzüme bak yüzüme, gözlerini benden kaçırma. O ne biçim bekhentti (back-hand)?
– Anne a..
– Kes konuş demedim. Böyle bir eşekliği nasıl yaparsın, n’olucak şimdi. Ben sana defalarca demedim mi bekhendine dikkat et diye. Söylemesem yanmicam.
– Anne çişim var gideyim mi.
– Git ama çabuk gel, bu eşekliğin hesabını vereceksin.
Eminim ki çocuğun çişi filan yok, ama bu manevi (ve gerçek) işkenceden birkaç dakika olsun kurtulmak istiyor.
Fakat anne huzursuz, ne yapacağını bilmiyor. Cep telefonunu çıkarıp bir arkadaşını arıyor.
– Alo Sevinç (isim değiştirildi) sen misin. Sana bir şey anlatacağım. Berk (isim değiştirildi) yenildi. Karşısındaki de zayıftı ama öyle bir bekhent vurdu ki maçı verdi elendi.
– ….???
– Ya ne demek aldırma, n’olacak şimdi. Ama neyse şimdi Hüseyin (ismi hatırlamıyorum) geldi, kapıyorum.
Çocuk henüz çişten dönmedi, ama çocuğun bu arada babası da geldi.
– N’oldu ne bu halin?
– Elinin körü daha n’olsun, yenildi işte. Hakkıyla yenilse neyse, görmedin mi o bekhendi.
– Ya olur öyle şeyler, gelecek turnuvada daha iyi oynar.
– Zaten senin bu gevşek tutumundan böyle oldu. Sizin bu kafalarınızla bu çocuktan (bu ara çocuk da çişten döndü dinliyor) bir b..k olmaz.
Sizlerle iki gözlemimi paylaştım.
Her iki anneyi de anlıyorum. Bir çocuğu doğurup dünyaya getirmek bir babanın belki anlayamayacağı bir sihir. Onun herkesten iyi, üstün olmasını istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü içten içe doğal seçimin acımasızlığını hissediyor. Çocuğunun elenecekler içinde olmasını istemiyor. Bu çok saygı duyulması gereken bir duygu.
Ama bu isteğini gerçekleştirmek için tuttuğu –ve büyük olasılıkla farkında olmadığı- yolun, kesinlikle çocuğunu tahrip ettiğinin de farkında değil.
Bu olay beni derinden etkiledi. Hatta, o konuşma sırasında bir yolunu bulup bir şekilde uyarmayı da düşünmedim değil. Fakat, bir işe yaramayacağını, hatta ters bile tepeceğini düşünerek vazgeçtim.
Hepimiz yaşam boyunca birçok bekhendi yanlış vuruyoruz. Ama birileri sürekli olarak bize süper insan muamelesi yapıp, bu yanlışları kafamıza kakarsa gerçekten birinci sınıf beceriksizler –en hafif sonuç- olup çıkıyoruz.
Bireysel yaşamda acı sonuçlar veren bu tutumlar, kurumsal yaşamda da benzer insanlar yaratıyor. Bu yüzden de artık kurum yöneticilerinin “yanlış bekhend vuranlara manevi işkence yapmasını değil”, onlara sakin birer öğrenme ortamı hazırlayıp, gerisini doğanın tedavi ediciliğine bırakması yaklaşımı benimseniyor.
18 Aralık 2013
Bu olay tipik hayatta başarı elde edemiyen ailelerin çocukları üzerinden bir başarı elde etmek için yapay mücadele veren insanları anlatmakta.
Sevgiler,
Metin Atamer
Bu konuda tenis federasyonu dahil bütün eğitim kurumlarının hata yapıyor veya görevlerini yapmıyor olduklarının göstergesi değilmidir? Annelerin davranışlarını düzeltmesi gereken eğitmen yada öğretmenler değilmidir? Toplumda bu iş için eğitim görmüş insanlara eğer davranış bilimi eksik veriliyorsa diğer herhangi bireyler nasıl davranacakları konusunda bilgi edinme yolunu nasıl bulacaklar? Başaramazsan insan yerine dahi konulmadığın bir dünyada anne doğal güdüsüyle çocuğunun saygı ve sevgi görmesini sağlayacak konumlarda olması için çaba harcayacaktır. Anne doğru düşünmüş ama yanlış davranmıştır. Dünyayı değiştiremediğinden çocuğu uydurmaya çalışmıştır ve haklıdır. Güçlü çocuğu olsun istemiştir. Ezilmeyen yenilmeyen,yorulmayan. Sevgi ve saygılarımla
Sorunlarıyla boğşarak ve/ya çözümünü başkalarından bekleyerek ömrünü tüketen insanların bol olduğu bir toplumda sorunlarını kendi ayakları üzerinde durarak kendi çözebilen insan yetiştirmek de kolay olmuyor. Eğitim denen sürecin öğrenmek olduğu, onun aile, okul ve ikisi arasında kalan ve günümüzde ikisinden de büyük yer tutan sokağın-medya, dışarıdaki yaşam döngüsü anlamında- katkılarıyla şekillendirildiği biliniyor. Ama hiç biri kendi üstüne düşenleri yerine getirmeye odaklanmyıp, eksikliklerini çocuklarının/çalışanilarının/okulun/öğretmenin üzerinden gidermeye çalışıyorlar. Bu sonunda bir kısır döngüye evriliyor ve böyle sahnelerin binlercesi yaşayıp gidiyor…
Bu sorunu kısmen de olsa çözebilmiş toplumlarda gözlediğim iki araçtan birisi 18 yaşında ayrı eve çıkma; bir diğeri ise miras bırakarak “ayakları üzerinde durmasına gerek olmadığı” saklı içeriğini vermemek.
Herşeyin “yarışmaya” dönüştüğü dünyada neler oluyor?
• “Hobi / uğraş, spor, oyun, okul başarısı…” bir çocuk bu alanların hepsini “başarmalıyım” / “sonuç odaklı” olarak algıladığında, yaşam nasıl bir öğrenme olabilir?
• Sadece oyalanmak, enerjisini atmak özgürlüğü giderek yok edilen çocuklar ne tip yetişkinlere dönüşüyorlar?
• Arkadaşların, giderek nerdeyse her alanda alt edilmesi gereken rakipler olarak algılandığı bir dünyada “dayanışma kültürü“nasıl yaşayabileceği sorusu?
• “Farklı” olanları daha en baştan eleyen ve/ya kaybeden bir dünya düzeni nereye doğru gidiyor?
• Kendi haklarını bilemeyen koruyamayan, sorgulamanın tadı ile tanışamayan, sürekli ebeveyn kararlarına / otoritelere uymaya programlanan kitlelerin “aynılaştırılması” sorunsalı?
“Bu deveyi gütmek / bu diyardan gitmek” dışında yapılacak neler olabilir?
Başkaları adına bir şeyler yapabileceğimiz inancından kurtulmak, galiba ilk yapılması gereken. Uygun -açık veya örtülü benimseticilik dayatmayan- öğrenme ortamları hazırlamak iyi bir adımdır. O ortamların da en etkilisi kendimizin tutum ve davranışlarıdır.
bende yeni bir anneyim
yazdiklariniz, ve yilmadan yazmaniz -bunlari paylasmaniz-
hafifce silkelenmemize sebep oluyor. calismalarinizi firsat buldukca ve merakla takip ediyor, size buyuk saygi duyuyorum. Hala “baskalarida iyi olsun” dusunce yapisi, bu yaris ve rekabet ortamindan cok uzak ve cok kutsal bence.
emin olun bu yaris cocuk daha dogmadan basliyor,sagliktan gecer not alinca,diger sorulara geciyoruz; zihinsel gelisimi yerindemi, genel ortalamanin neresinde, muzik dinlerse matematige kafasi calisir vs. yaratmaya calistigimizsa muthis mukemmel”harika insan modeli”. Herkesin kendine has oldugu gercegine pek aldiris edilmez. basarili ve yenilmez olunca nasilsa mutlu olur dusuncesi altta yatan. en masum ifadesi ile var olan yetenegini gelistirmek -ama- o bile yetmez. zaten bu sebep degilmi cogu piyasalari ayakta tutan:))
anne cocuk basligi altinda kitap satin alirken ble en cok satanlar, (ki okuyucular ebeveyn ) ; harika cocuklar, super zeka icin yiyecekler, performans nasil daha cok arttirilir… varyasyonlar birsuru. Bu gidis gecmisimizden kaynakli olabilir. cocuklarimizda, kendi hatalarimizi eksiklerimizi duzeltiriz aslinda, bizden daha iyi olmalari gerekmektedir. Hernekadar o kaliba girmeseler bile … yaristirilmaktan biktigimiz hic gelmez aklimiza.
yorumlarda dikkatimi ceken, ogretmenden “davranis bilimi” beklentisi. biraz daha cekistirirsek onlardan doktor, psikolog, tamirci, sofor, pilot vs. olmalarini isteyebiliriz. kendimize hic donup bakmadan:))
Esra hanım, bu denli karmaşık sorunlar yumağı içinde, çocuklarımıza verebileceğimiz -neredeyse- tek şey, bilmediği, yabancısı olduğu durumlarda, yolunu açabilecek birkaç doğru soru sorma becerisidir.
Bunun dışında, ona “öğretmeye” çalışmak boşuna. Çünkü o, ona öğrettiklerimize değil, yaptıklarımıza bakıyor ve onları “doğru-iyi-güzel” olarak benimsiyor.
Sevgiler