Dedikodu tadında yakınmalar…
Bu kadar çok komplo açıklaması garip değil mi?
Sosyal medya dahil tüm ortamlarda en çok işlenen konu açık ara “Türkiye’ye karşı kimin ne melanet düşündüğü” ile ilgili tahminlerdir. Bu sadece içinde bulunduğumuz günlerdeki Suriye odaklı mesele için değil, Türkiye’nin doğrudan / dolaylı içinde bulunduğu hemen her konu açısından geçerlidir.
Söz konusu spekülatif tahminlerin yoğunlaştığı başlıklar ise aşağı yukarı şöyledir:
- Bu melanetler Batılı ülkelerce tezgahlanmaktadır,
- A.B.D., İngiletere, Fransa, Almanya gibi ülkeler başı çeker; diğer Avrupa ülkeleri de –Türkiye düşmanlığı açısından- onlarla işbirliği içindedir,
- Nihai amaç Türkiye’nin parçalanmasıdır; Sevr bunun ilk girişimiydi, şimdi ikinci Sevr tezgahtadır,
- Türkiye’nin zengin kaynakları ve Müslüman ağırlıklı nüfusu bu amacın başlıca dürtüleridir,
- Türkiye gibi mazlum ülkeler de benzer girişimlerin hedefidir,
- Buna emperyalizm denilir.
Yazılan ve söylenenler, bu birkaç başlığın çeşitli kombinezonlarının çeşitli biçimde ifadelerinden, ama daima yakınma-suçlamalardan ibarettir.
Tahminler doğru da olabilir..
Bu tahminlerin bir bölümü, hatta daha da çoğu –henüz dile getirilmemiş daha çok boyutlu melanet tasarımları- doğru olabilir; ama gariplik burada değildir. Gariplik, bu tahminleri yürüten ve hemen hepsi de eğtimli, kültürlü insanların şu birkaç soruyu sormamalarıdır:
- Melanet nedenleri olarak gösterilen”zengin kaynaklar” ve “Müslüman çoğunluklu nüfus” kolay değişebilecek özelliikler olmadığına göre, bu girişimlere maruz kalmak bu toplum için bir kader midir?
- Bu durumu bir kader olarak nitelemek akıl dışı olacağına göre, özellikle kaynak zenginliği nasıl bir mekanizmayla bu tasalluta dönüşmektedir? “Emperyalistler mazlum toplumları sömürürler” söylemi için “neden ve nasıl” diye sormak tabu mudur?
- Kader olarak kabullenilen ve böyle olduğu için de ancak “dedikodu tadında yakınma” yoluyla karşı çıkılan(!) bu olgunun iyi anlaşılmasına yönelik zihinsel çabalar (eğer varsa) niçin çok cılızdır?
Bu kısırlık rastlantısal olabilir mi?
Dedikodu tadında yakınmalar’ın bir adım ötesine geçip şu üç sorudan hiç olmazsa birisinin sorulmayışı acaba bir kolektif problemin işaretlerinden midir?
Eğer böyleyse bu da iyiye işaret sayılabilir. Bu soruları sorabilecek, sonrasında bu soruların doğuracağı yeni soruları sorabilecek, ardından da Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği adı verilebilecek ulusal hastalığa ulaşacak birileri var demektir.
Bu değişimin kapısını açmak için sonu gelmez övünmelerimizden ve dedikodu tadında yakınmalarımızdan vazgeçip, soru sormaya –ama hiç bir sınır koymadan, ezber kalıplarımızı bir yana bırakıp- soru sormaya başlamak bir başlangıç olabilir mi?
19 Temmuz 2012