“REENGINEERING” VE YENİ BİR HÜKÜMET ETME MODELİ ÖNERİSİ
İşletme organizasyonlarına “silbaştan” denilebilecek bir yaklaşım getiren ve işletmelerin hem amaçlarını hem de işleyişlerinin mühendisliğini yeni baştan yapmak anlamına gelen reengineering*, kamu yönetimini de derinden etkileyeceğe benziyor.
Enformasyon Teknolojilerinin gelişmesiyle, geleneksel organizasyon biçimlerinin yeniden ele alınmasının bu denli aynı zamanlara rastlaması şüphesiz ki bir tesadüf değildir. Mevcut bilgilere erişmenin bu denli kolaylaştığı günümüzde, bunları işleyerek kararlar üreten geleneksel örgütlenme biçimlerinin de sorgulanmasından daha doğal ne olabilir ?
Ama, reengineering yaklaşımının esas şaşırtıcı yanı bu değildir. İster sanayide ister kamu yönetiminde isterse askerlikte olsun, tüm örgütlenmelerin geleneksel özelliği, “departmantasyon” denilen gizli illeti keşfetmiş olmak, en az tekerleğin icadı kadar önemli bir buluş sayılmak gerekir.
Aslında bir bütün olan olayları ve sorunları birbirlerinden yalıtılmış olarak ele alıp buna göre departmanlar tanımlayan geleneksel örgütlenmenin, sonunda, herbiri kendi içinde mükemmmel işleyebilen departmanlardan oluşan, ama bir bütün olarak ne yaptığı neye hizmet ettiği belli olmaz “iri urlar” yarattığını artık görebiliyoruz. Bu “iri urlar”, şirketlerde müşterilere, belediyelerde, orduda ve nihayet hükümetlerde ise topluma sunulan verimsiz, pahalı ve kalitesiz mal ve hizmet ürünleri olarak ortaya çıkıyor.
Evren’in bölünmez bir bütün olduğunu, tüm olaylar ve onlara bağlı sorunların bu bütünün, çeşitli algılama yüzeyleri üzerindeki izdüşümleri olduğunu, dolayısıyla, ayrıştırılmış sorunların, insanların algılama yetersizliklerinin sonucu başvurulmuş birer basitleştirme -ama yanıltıcı bir basitleştirme- olduğunu kabul eden Doğu felsefesi karşısındaki Kartezyen mantık, herşeyin parçalanabileceğini ve böylece de algılanabilir küçüklükteki parçalara kadar inilebileceğini savunmuştur.
Bunun bir doğal sonucu olarak, maddenin de bölüne bölüne bir “en küçük”e (atom) ulaşılabileceğini savunan Batı felsefesine dayalı fizik, uzun yıllar bu rüya üzerine inşa olunmuş, ama quantum fiziğindeki gelişmeler bunun böyle olmadığını, en küçük parçaların bütünden bağımsız olarak var olamayacağını göstermiştir.
Şimdi çabalar, Doğu mistisizmi ile Batı determinizmini birleştirme yönündedir ve bu açıdan bakıldığında toplumumuz önemli bir avantaja sahip gibi görünmektedir. Kültürel kodunda Doğu sezgiselliği ile Batı akılcılığının izlerini birlikte taşımakta bulunan toplumumuz, eğer toplu intihar eylemlerine kalkışmaz ve doğru adımlar atabilirse bu bütünleştirmeyi yapabilir ve aynı zamanda iç barışını zorlayan çelişkilerini de yeni bir senteze kavuşturabilir.
Bu soyut düşünceleri somut plana taşıdığımızda, olayların kesin ayrışmışlığına dayanan hükümet etme modelimizin niçin bir türlü başarılı olamadığı daha bir anlaşılır hale gelmektedir.
Kamu yönetimimiz, tepeden başlayarak en alttaki bürokratik birimlere kadar, departmantasyon’un keskin çizgilerini taşımaktadır. Sanayi Bakanlığı’nın görevleri Ulaştırma Bakanlığı’nınkilerden; o da örneğin Eğitim ya da Sağlık Bakanlığı’nınkilerden ayrıdır ve -varsa (!)- arasındaki ilişkiler Başbakan tarafından sağlanır. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır ve “koordinasyon” adıyla yapılmaya çalışılan “bütünleştirme”, parçaların işlevlerinden çok daha önemlidir.
Hatta biraz daha ileri gidilerek denilebilir ki, parça tanımlaması yanlışına bir defa girilince artık koordinasyon söz konusu olamaz.
Bir senfoni orkestrası, ayrı enstrümanlar tarafından çalınan parçaların bir şef tarafından koordine edilmesi değildir. Böyle algılanırsa, her enstrümanı çalanın tek görevi, önündeki notaya uygun çalmak, göz ucuyla da şefin uyarılarına dikkat etmektir. Böylece oluşan müzik, bir senfoni olmayıp “çok çalgılı bir gürültü” dür.
Senfoni ise, yalnızca şef tarafından icra edilen tek ve bütün bir parçadır ve her enstrümanı çalan, şefin bir parçası olmak zorundadır.
Bu iki örgütlenme arasındaki farkı sokaktaki insan, hatta sıradan müzikçi anlamayabilir. Ama, Bethowen, Mozart ya da Dede Efendi’nin ikinci şekilde anladığı kesindir ve ilk şekilde yapılan şey kesinlikle müzik değil “müzik gibi” bir şeydir.
Bu benzetme hükümet örgütlenmesine taşındığında, her bakan’ın bir alandan sorumlu kılınıp ayrı dükalıklar kurması ve başbakanın da bunlar arasındaki sürtüşmeleri önlemeye çalışmasının ne denli faydasız ve amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu açıkça görülebilecektir.
Evren’in, olayların ve bunlara bağlı sorunlar ile, bir toplum için edinilebilecek, ama birbirleriyle etkileşimde bulunabilecek olan diğer toplumları da gözardı etmeyen amaçlar kümesinin bir bütün olduğu yaklaşımına göre yeni bir hükümet etme modeli nasıl olmalıdır?
Bu modelde siyasi iktidar ve bürokrasi örgütlenmesi, bugünkünden oldukça farklı şekillenecektir. “Bütünleşik Yönetim” denilebilecek bu yeni yaklaşımın ayırıcı özellikleri şunlar olacaktır:
“Bütünleşik Yönetim”de senfoniyi icra eden kişi Bakanlar değil, orkestranın bizzat şefi (Başbakan veya Başkan) ve onunla uyum içindeki yardımcıları(Bakan veya sSkreter) dır. Yani, yönetimi, birbirinden ayrı ve koordine edilen kişiler değil, bir grup icra etmektedir.
Bu grubun oluşumunda anahtar kavram, grup üyeleri arasındaki “uyum ve güven”dir. Aralarında uyum ve güven bulunmayan kişilerin, siyasi dengeler, koalisyon zorunlukları ve bu gibi nedenlerle biraraya gelip hükümet etmeleri bu modelde mümkün değildir.
Geleneksel yönetim felsefesinin anahtar kavramı olan departmantasyon, diğer olumsuzlukları yanında bir de kalabalıklaşmaya yol açar. Sorunlara, birbirinden yalıtılmış olarak bakıldığı için, bunlara kaynaklık eden daha az sayıdaki sorunlar yerine, temeldeki “sorunlar bütünü”nün, çeşitli “durum yüzeyleri” üzerindeki yansımalarıyla uğraşılır. Bu ise kaçınılmaz olarak her sorun alanına bir Bakan’ın tefriki gibi bir kalabalıklaşmaya yol açar.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde ise grup (hükümet), sorunlar bütününün çok sayıdaki yansımalarıyla değil, o sorunların ortaya çıkmayacağı (ya da en az çıkacağı) amaçlar kümesini gerçekleştirme yönünde çaba harcarlar.
Bu bağlamda, geleneksel hükümetler “sorunları çözmeye”; Bütünleşik Yönetim hükümetleri ise belirli “amaçları gerçekleştirmeye” çaba sarfederler.
Gerek hükümet grubu arasındaki uyum ve güvenin sağlanabilmesi, gerekse bu “sorunlar yerine amaçlara yönelmek” farkı nedeniyle, önerilen modelde hükümet, ideal sayı olarak bilinen 7 kişiyi* aşmaz.
Bu modelin esası, Başbakan (veya Başkan) ile hükümet üyelerinin “sürekli etkileşimi”dir. Bu nedenle ayrı ayrı fiziki mekanlarda değil, aynı fiziki mekanda -ayrı odalarda dahi değil- çalışırlar. Böylelikle her an için birbirlerini etkilemeleri ve verilen kararların grup üyelerince tam paylaşılması mümkün olur.
“Bütünleşik Yönetim” modelinde bürokrasi de bu yaklaşım uyarınca örgütlenir. Sayıları yüzbinlere varan Bakanlık ve Genel Müdürlük kadroları yerine, sorunlara göre değil amaçlara örgütlenmiş çok az sayıda, yüksek nitelikli memurlar bulunur ve onlar da hükümetle etkileşim içinde bulunurlar.
Bu modelin küçük ve güçlü devlet amacına en iyi hizmet edebilecek yaklaşım olacağı da açıktır.
Bu öneri, gerek bu haliyle ve gerekse bugün için bir ütopya gibi görülebilir. Ama, departmantasyon tuzağından kurtulmadan, bu karmaşık Dünya’nın sorunlarıyla sıkı bir etkileşim içinde bulunan Türkiye’nin sorunlarını çözebilmenin, ya da daha iyisi amaçlarımıza ulaşabilmenin imkanı yoktur.
Gelin, üzerinde biraz düşünüp tartışalım. Ne dersiniz?
Temmuz 17, 1994