RADYASYON KOMEDİSİNİN BİR PERDESİ
Tarih denilen bilim dalına ait herhalde bazı kalıp tanımlar olsa da ona, “geçmişteki çeşitli süreçleri ve bunların etkileşimlerini aydınlatma bilimi” denilebileceğini düşünüyorum.
Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzun tarihinde bazı aydınlatılmamış süreçler bulunduğunu, bunlar tam olarak ortaya çıkmadan da “çağdaş uygarlığa erişme” savaşımımızın asla başarılı olamayacağını söyleyebilirim.
Bu süreçlerden birisi “icatçılık”tır. Toplumumuz geleneksel olarak icat yapana kötü gözle bakmış, onu öyle veya böyle bir punduna getirip cezalandırmış ya da onu yapamamışsa aşağılamış (ya da çalışmış)tır.
I Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (evet şaşırmayın birden fazla vardır) denilen utanç verici olay bunların en yaygın olarak bilinenidir ama en basitidir. Galata Kulesi’nden kanat takıp uçan ve bugünkü hang-glider’lerin büyükbabasını yapan bu “bin ilimler ustası” Ahmet Çelebi, zamanın padişahı üzerinde panik yaratmış, bu adamın olası icatlarının toplumu -allah korusun- uyandıracağı korkusuyla derhal Cezayir’e sürülmüştür.
Matbaanın 300 yıl kadar yurda sokulmayışı bundan da önemli bir olaydır ve ardışık sonuçlarının neler olduğunu, sosyal bilim ulemamız henüz merak etmemiştir.
Bu olaylar zannedilebileceği gibi tarihte kalmamış halen de devam etmektedir.
1986 yılında, kanser konusundaki gözlemleri üzerinde bilimsel araştırma yapılmasını isteyen bir hekimimiz mahkemeye verilmiş, meslekten menedilmeye çalışılmış ve kendisi basınımız tarafından “Zakkumcu Ziya” olarak aşağılanmaya çalışılmıştır. 1992 yılında A.B.D. ve Kanada’da buluşuna patent verilen bu hekimimize o zaman yöneltilen eleştiri, “senin doktoran yok ve böyle bir ilaç olabilseydi yabancılar bulurdu!” olmuştur. O günlerde, buluşu için yaptığı patent başvurusuna uzun ünvanlı yetkililerin “patent bir şey ifade etmez, her başvurana patent verilir” diyerek bu konudaki olağanüstü bilgisizliklerini göstermişlerdi. (Bilindiği gibi patent, bir konuya ancak bir yenilik yani katkı getiriyorsa verilebilir).
1992 yılında başlayıp hala süren II Hezarfen Olayı’nda ise, bir araştırma denizaltısı yapan bir mühendisimiz ağır cezaya verilmiş olup, Muğla valimizin çabalarıyla kendisine hukukun üstünlüğü “gösterilmeye” (ben sana gösteririm anlamında göstermek) çalışılmaktadır.
Tarihimizde aydınlığa kavuşmamış süreçlerden bir diğeri ise “akılcı düşüncenin toplum yaşamımızdaki egemenliği” dir.
Çağdaş uygarlığı oluşturmuş ve halen de ona katkıda bulunan toplumların temel niteliklerinden birisi olan akılcı düşünce’nin, toplum yaşamımıza egemen olamayışı, her soruna üstünkörü yaklaşıp bir “esas mesele” ile açıklamaya çalışan yarı-aydınlarımızca “islamiyetin kaderci yaklaşımı” ile izah edilirse de durum bunun tam tersidir. Bu akıldışılık, olsa olsa islamiyetin de yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bir ahlak öğretisi olarak toplumun en yüce değerlerinden birisi olmak gereken din kurumu bir dejenere politik ideoloji haline getirilmiştir.
Akıldışı yaklaşım örneklerimizin sonuncusu 1993 tarihlidir. Bir gün, toplumumuzun “akılcı düşünce süreci” ni inceleyecek toplum bilimcilerin,
I ve II Hezarfen Olayları’nın yanısıra hatırlayacakları bu olay Radyasyon Komedisi’dir.
Bir gazete haberinin güvenilirlik sınırları içinde şu ifadelere bakınız:
“Burada vazifeyi ihmal var, ama nereden nereye yükselir belirlemek zor. …………………. Radyoaktif maddeler Türkiye’yi ne kadar etkilemiştir? Kesin ölçümler yapılmış mıdır? Halkın sağlığı ne denli riskle karşı karşıya kalmıştır? Böyle bir risk varsa kanser hastalığı yapar mı? Bunları bilemiyoruz. Bilim adamları bir şey saptadılarsa açıklamalı. Bugünkü ceza kanunumuz sorumluları cezalandırmak açısından çok yetersiz. Tazminat davaları açıldı. Ama sebep-sonuç bağı bulunmadığı için bu davalar reddedilmeye mahkum.”
Bunu söyleyenin, her konudan bir politik çıkar uman bir kişi ya da sokaktaki bir adam olduğunu sanabilirsiniz. Ama öyle değildir. Bunu bir hukuk profesörü söylemektedir. Daha doğrusu gazete, öyle söylediğini yazmaktadır. Umarım durumumuz bu kadar vahim değildir.
Yani kısacası söylenen şudur: Ortada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, ama bunlar suçludur(!).
Akıldışılık, akılcılığa dönüştürülemediği sürece toplumumuz hiç bir sorununu çözemeyecektir. Mesele bununla da bitmeyecek, toplumumzun her kurumu, sorun çözmek bir yana sürekli sorun üretecektir. Başka ülkeleri yücelten kurumların nasıl olup da bizim elimizde birer “sorun üreteci” olduğunun nedeni bu akıldışılık’tır.
İşimizi gücümüzü bırakarak bu noktaya bakmalıyız. Türk toplumunun bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz.