Otokrasi ve demokrasi..
Rejimleri çok kaba olarak ikiye ayırıp, otokrat ve demokrat olarak adlandırmak mümkündür.
Otokrat (buyurgan) rejimlerin temel özelliği, yönetimlerin halk adına karar vermesi, iyi- doğru- güzel’leri dayatması, buna karşılık da halkın sorunlarının çözülmesini üstlenmesidir.
Demokrat (katılımcı) rejimlerin temel özelliği ise halkın kendisi için iyi, doğru ve güzel olanlara kendinin karar vermesi; sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun, sorunlara karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için de temsilcilerini kullanması bu sistemin belirgin özelliğidir.
Buyurgan ya da yarı-buyurgan rejimlerde de halkın temsilcileri bulunmakla birlikte, onlar, “toplumun ürettiği çözümlerin yönetime iletilmesi” göreviyle yüklü görevliler değil, -yönetimin devamı sayıldıkları için- sorunlara toplum adına çözümler bulması gereken kişiler olarak görülürler.
Bu ayrıma göre toplumumuza bakılırsa, en çok kullandığı sözcük “demokrasi” olan insanımızın -özellikle de aydın kesimin çoğunluğunun- oldukça sıkı bir “otokrasi özlemcisi” olduğu görülecektir.
İlgi duyduğu hemen her konuda “devlet politikası” -değişmez, toplum katkısına kapalı- isteyen toplum, hava kirliliğinden teröre, gelir azlığından trafik anarşisine kadar tüm sorunların devlet tarafından çözülmesini beklenmektedir.
“Devlet, halkın örgütlenmesine ve bu yolla yönetime katılmasına sıcak bakmıyor“, “anayasa sivil anayasa değildir” gibi argümanlar kuşkusuz doğruluk payı içermektedir. Ama bunların hiçbiri, insanların, kendi sorunlarına sahip çıkmalarını, o sorunların nedenlerini ve de onların nedenlerini aramalarını, buna göre çözümler üretip temsilcilerine bu yolla baskı yapmalarını engelleyebilecek gerekçeler değildir.
İnsanımız, sorunların anlaşılmasını, onlara çözümler geliştirilmesini, o çözümlerin uygulanıp gerekirse değiştirilmesini, bütünüyle kendisini yöneteceğini düşündüğü kadrolara ihale etme yöntemini demokrasi olarak adlandırmaktan vazgeçmelidir.
Her kişi ve kurumun yeterliğine, çözmek zorunda kaldığı ya da bırakıldığı sorunların güçlüğüne “göre” bakılmalıdır. Devlet kurumlarının -yasama, yürütme, yargı- yeterliği kıyasıya eleştiriliyor. Bu kurumların erdem açısından yeterlikleri de en az sorun çözme becerileri kadar sorgulanıyor.
Ama, bu kurumların çözmek durumunda bırakıldıkları sorunların onların gerçekteki işlevlerinden farklı bir “boyut”ta yer aldığına, sorunları ancak bireylerin ve onların örgütlerinin çözebilecekleri, devlet kurumlarının ise ancak ve yalnız bu çözümler için “uygun ortam yaratma” görevlerinin bulunduğunu unutmamalıyız.
Hatta erdem sorununa dahi aynı açıdan bakmalıyız. Çözemeyeceği ve de çözmemesi gereken sorunlarla karşı karşıya bırakılan kurumların, giderek daha geniş yetkilerle donatılmasının, daha yoğun erdemsizlik sorunlarına yol açtığını görebilmeliyiz.
Devlet kurumlarındaki bireylerle, diğer bireylerin sorun çözme kabiliyetleri ve erdem standartları arasında fark yoktur, olmaması da gayet doğaldır. Tek fark, iki grup bireyin, çözmek durumunda bulundukları sorunların miktarı ve de ellerini uzatabildikleri “kamu pastası”nın büyüklükleridir.
Salı, 17 Ocak 1995