NEREDEN BAŞLAMALI?

Devlet Niçin Küçülemiyor?

Devletin küçülüp güçlenmesi, kendi iriliğini sürdürebilmek için kullandığı kaynakları toplum yararına kullanıma bırakması artık herkesçe benimseniyor.

Devlet bütçesinin yarıdan fazlasının kamu personeli ücretlerine, doğrudan ve dolaylı olarak gittiği biliniyor. Kamu personeli ücretleri, özel kesim için de ölçüt oluşturuyor ve sonuçta, fiyat ve ücret artışları bir “spiral etki” oluşturuyorlar. Bu da, hesapla gösterilebilecek bir diğer gerçektir. Bu spiralin enflasyonu, onun da diğer sorunları beslediği kolayca çıkarsanabilecek olgulardır.

Peki, sorunlara bu denli “kaynak”lık eden “iri devlet” niçin küçültülmüyor?

Kötü politikacılar, devletin iriliğinden yararlanıp semirmeye alışmış kapitalist maskeli anti-kapitalistler, devleti içinden soyan bir kısım bürokrat, beslenme kaynaklarının kesilmesine razı olmazlar, bunun için de gerekenleri yaparlar.

Bu tanı doğrudur, ama acaba bu nedenler bu denli yaşamsal bir gerekliliği tek başına frenlemeye yeter mi?

Hayır yetmez. Çünkü, devletin küçülüp güçlenmesinden yararlanacak insan ve kurum sayısı, çıkarları “iri devlet”ten yana olanlardan çok çok daha fazladır.

O halde, devletin küçülüp asli işlevlerine çekilmesi yönünde net bir arzu mevcuttur, ama bu arzu gerçekleşememektedir. Bunun nedeni ise, devletin niçin irileşmiş olduğunun yanıtında gizlidir.

Devlet, toplumun ihtiyaç duyduğu ya da ihtiyaç duyması gerektiği düşünülen konularda örgütlenmiş olması, ama bu örgütlenmeyi de pek verimsizce yapması nedeniyle irileşmiştir. Bunun üzerine, politikacı-bürokrat-akademisyen üçlüsünün, yeni işlerin yaratılması teknolojilerini öğrenmeyip, mevcut kamu kadrolarının şişirilmesine yol açmaları nedeniyle doğan gizli işsizlik de binmiştir.

Zamanla, çeşitli ihtiyaç alanlarına yayılıp daha da irileşen devlet, işsizliği emmek için daha “uygun görünüşlü” bir hale gelmiş, bu onu daha irileştirmiştir. Bu süreç bir anlamda bir “kara delik” gibi işlemektedir. Kara deliğin çekim gücünün daha da artamayacağı noktanın, devletin tüm gelirlerinin kendi harcamalarına eşit hale geleceği nokta olduğu zannedilebilirse de, süreç böyle işlememiş, alınan iç ve dış borçlarla devlet (kara delik) kendini beslemeye (çekim gücünü artırmaya) devam etmiştir.

Bugün hala, %100’ü aşkın faizle çıkarılan hazine bonoları, yeni yatırımların finansmanı için değil, kamu personelinin ücretlerini, hatta bir önceki faizlerini ödeyebilmek için kullanılmaktadır.

Bu ölümcül süreç, iki noktadan birisinde son bulabilir: ya total collapse denilebilecek olan ve ne iç, ne de dış borç alınamayacak bir iflas noktası, ya da sivil toplum örgütlerinin süratle gelişip devletin üstlenmeye kalktığı bir çok işlevi üstlenmesi ve de onları yapması noktası ..

Tabii ki bu ikinci olasılık birinciye göre çok ferahlatıcıdır. Ama acaba o denli gerçekçi midir ? Bunu yanıtlayabilmek için sivil toplum örgütlerimizin niçin gelişemediğini, niçin başarılı olamadıklarını irdelemek gerekir.

Devletin, sivil toplum örgütlerine gelişme şansı tanımadığı bir iklimde, onların niçin başarılı olamadıkları bir ölçüde anlaşılabilir bir olgudur. Ama , başarısızlığın büyük bir bölümü bu ” fırsat vermezlik ” ten değil, örgütlerin, amaçlarını tanımlamadaki hatalarından kaynaklanmaktadır.

Amaç edinme ve onu tanımlamaya çok küçük bir çaba harcayan yüzlerce kuruluş, bu belirsiz amaçları gerçekleştirebilmek için tüm kaynaklarını harcamaktadır.

Belirli bir işi yapmak üzere şirket kuranlar, önlerine çıkabilecek diğer iş fırsatlarını kaçırmamak için, şirket sözleşmelerine inşaat yapımından meyva ithalatına kadar herşeyi yazarlar. Sivil örgütler de benzer şekilder, bir çok farklı amacı bir araya yazarak tam olarak ne olduğu belli olmayan bir amaç edinmekte, sonra da bunlar arasında gezinmektedirler.

” Biz bu işi niçin yapıyoruz ? “, bir altın soru’dur. İş hayatında, özel yaşamda ya da sivil toplum örgütlerinde bu soru sorulmalıdır. Bıkmadan, utanmadan, ” zaten biliyorum” demeden.

Bir sorun, çeşitli yüzeylere değişik görüntüleri yansıyan bir cisim gibidir. Bu yansımış görüntüleri örtmek yoluyla cismi yoketmek nasıl imkansızsa, bir “Görüntü Sorun”u çözebilmek de öylesine imkansızdır.

Kendisine amaç olarak, gerçek bir sorunun görüntülerinden birisini edinmiş ve bu görüntüye yol açan nedenler yerine görüntüyle mücadele etmeye yönelmiş kuruluşun başarı şansı neredeyse sıfırdır.

Sivil toplum kuruluşlarımıza bu bakış açısıyla baktığımızda, çözmeyi amaçladığı sorunun kaynaklarına inip onları kurutmayı hedefleyenlerin sayısının son derece az olduğu görülecektir. Çoğu, görünürdeki sorunların daha kolay çözülebileceğini sanmaktadırlar. Aynen cisim yerine onun gölgesini yakalamaya çalışmak gibi.

Devleti küçültmek isteyenler, işe buradan başlamalıdırlar.

Yol uzuncadır ama güvenlidir.

Pekiyi Sivil Toplum Örgütlerimiz başarılı mı? Ne kadar?

Demokratik yaşam biçiminin, birisi hariç tüm kurumlarından vazgeçilmek gerekse, herhalde o tek `olmazsa olmaz’, Sivil Toplum Örgütlenmesi’dir.

Toplumu oluşturan bireyler, ilgi ve çıkarlarını paylaşmak ve de savunmak için, o ilgi ve çıkarlar çevresinde örgütlenirler. Ancak, bu örgütlenmelerin başkalarının ilgi ve çıkarlarını zedelememesi için o başkalarının da örgütlenmiş olmaları gerekir. Aksi halde, tek yanlı bir ilgi ve çıkar savunusu ortaya çıkar ki, bu doğrudan doğruya başkalarının ilgi ve çıkarlarına bir tecavüz demektir.

Böyle bir duruma `eksik örgütlenme durumu’ denilebilir ki bu, hiç örgütlenmemiş ve bir `üstün otorite’ tarafından yönetilmekten daha da kötü sonuçlar yaratabilir. Nitekim ülkemizin bugünkü durumu böyledir.

Toplumumuzun niçin `tam’ örgütlenemediği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Ama çeşitli nedenlerden birisi de, mevcut Sivil Toplum Örgütleri (STK) nin genellikle başarılı olamayışlarıdır. İçlerinde etkin ve de yararlı çalışmalar yapanlar ise istisna denilebilecek kadar azdır.

Bu genel başarısızlığın maliyeti yüksektir. Çok sayıda STK’nün üye ve destekleyicilerinin harcadıkları zaman, para, enerji ve de umutlarına ek olarak, bir de iyi çalışmış olsalardı STK’nin sağlayabilecekleri yararlardan mahrum kalınmaktadır.

Pekiyi, bu başarısızlığın sebepleri nelerdir? Eğer bu nedenler doğru olarak belirlenebilirse bunlardan sakınmak mümkün olabilecektir. Önemlilik düzeyleri dikkate alınmaksızın başlıca nedenler şunlardır:

Belirsiz’ ya da `türev’ hedefler koyma

Başkalarının işini bizzat yapmaya kalkmak,

Başkalarını yok saymak,

Etkin örgütlenememek,

Etkin yönetememek,

Örgüt içi eğitimi önemsememek,

“Benden önce yapılanlar yanlıştır” geleneği!

Bunlardan birincisi, örgütlenme hedeflerinin ya belirsizliği ya da ancak bir başka hedefin gerçekleşmesinden türeyebilecek, dolayısıyla da tek başına gerçekleştirilmesi mümkün olmayan hedefler olmalarıdır.

Örneğin, kendisine `sokakları çamurdan kurtarma’ hedefini seçen bir STK’nün bunu gerçekleştirebilmesine imkan yoktur. Çünkü çamur, sokaklardaki toz’un bir türevi, hatta toz da başka nedenlerin (açık alanların varlığı, ağaçsızlık vbg) bir türevidir. Dolayısıyla ne “Çamurdan Arındırma Derneği” ve ne de “Tozdan Kurtarma Vakfı” doğrudan başarılı olamazlar.

Kendisine, `karakol dayağını önleme’yi hedef olarak seçen bir STK de aynı tuzağa düşmüştür. Çünkü karakol dayağı “kendi başına var” (yani nedeni kendisi) olan bir olgu olmayıp, kendi arzusunu mutlaka benimsetmenin “doğru” ve de “zorunlu” olduğunu düşünen bir dizi gelenek ve kurumun kaçınılmaz bir türevidir.

Kendi doğrularını ezber yoluyla “zorla” öğretmeye -ki öğretmek zaten zorlama demektir- çalışan devlet adına hareket ettiğini düşünerek, dersini ezberlememiş öğrencisini döven öğretmen ile karakolda dayak atan polis arasında bir fark var mıdır?

Her ikisinin de ortak yanı, “kendi doğrularını zorla benimsetmeye çalışmak”tır. Bir STK kurulacaksa bunu, yani “zorla benimsetme”yi ortadan kaldırmayı hedef olarak almalıdır. O halde direkt olarak karakol dayağını önlemeyi hedef edinmiş bir STK de başarısız olmaya mahkumdur.

Hedef belirlemede çok sık düşülen ikinci tuzak “belirsiz ifade” kullanımıdır. Bu belirsizlik birkaç biçimde olabilmektedir. Bir türü, “iyi tanımlanmamış kavramlar” nedeniyle doğan belirsizliklerdir.

Örneğin, “çevre kirliliğinin önlenmesi”, hem türev ve hem de belirsizlik içeren bir kavramdır. Dünya yüzünde sapıklar ve bu işi belirli bir amaçla -mesela bir başka ülkeye zarar vermek gibi- yapan profesyoneller dışında çevreyi kirletmek için kirleten kimse yoktur. Çevre kirliliği, başka faaliyetlerin birer türevi olarak ortaya çıkmakta olup ve burada üzerine gidilmesi gereken “çevre kirliliği” değil, “kendi çıkarını, başkalarının çıkarlarını çiğneyerek sağlamak” olgusudur. Bu eğilim ise yalnız çevreyi değil birçok başka sosyal kurumu da tahrip etmektedir.

Ayrıca da buradaki “çevre” ve “kirlilik” kavramları da iyi tanımlanmış deyimler değildir. Dünyayı kirletmemek için nükleer atıkların uzaya yollanması halinde kirletilen bir “çevre” var mıdır, varsa hangisidir? Kirlilik de en az çevre kadar belirsizdir. Birisi için kirlilik sayılan bir eylem -mesela rüşvet- bir başkası için uyanıklık, bir diğeri içinse zorunluk olarak değerlendirilebilmektedir.

`Belirsiz’ (muğlak) hedefler koymak, fazla düşünmekten kaçarak her şeyi (yani hiç bir şeyi) ifade etme kurnazlığının ya da yalın, kavramları birbirine karıştırmadan düşünememenin, çoğu zaman da bu iki nedenin bir karışımının sonucudur.

Genel başarısızlığın ikinci nedeni olan “başkalarının işini bizzat yapmağa kalkmak”, kamu yönetimlerinin geleneksel beceriksizliklerinin sonucunda üremiş bir olgudur. idarelerce üstlenilen -doğru ya da eğri- işlevlerin yapılamayışı, birçok STK ‘nün ortaya çıkmasına ve çok dar bir alanda o işlevi yapmalarına ( ya da yapmaya çabalamalarına) yol açmıştır. Örneğin, sağlık ya da eğitim alanında ki boşlukları doldurmak ya da boşluktan yararlanmak üzere yüzlerce gönüllü kuruluş mevcuttur.

Bu kuruluşlar, yapılamayan işlevlerin yapılamayışlarının nedenlerini ortadan kaldırmaya ya da katalizör rolu oynayarak yapılmalarını sağlamaya değil, “bizzat yapmaya” soyunmuşlardır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, kuran kursu adı altında faaliyet gösteren ve çoğu başka amaçlar taşıyan örgütlenme, bir diğeri ise “devlete yardımcı” olmak üzere silahlanıp eylemde bulunan örgütlenmedir.

“Başkalarını yok saymak”, bir diğer hastalıktır. Birlikte çalışamamak, ağ (network) oluşturamamak, başarıyı paylaşamamak ya da başkalarıyla pay edilmesi mümkün olmayan çıkara yönelik amaçlar taşımak gibi nedenlerden kaynaklanan bu olgu sonunda, aynı amaça yönelik yüzlerce STK doğmuş ve hemen hepsi de, bir diğerini başarısız kılan neden(ler) den dolayı başarısız olmuşlardır.

“Etkin örgütlenememek” ise yine genel bir yetmezliktir.

Sıcak bir oda da rahatça otururken kendini bir sorunu çözebilir sanma hissini hemen herkes duyar. Ama başarının, yüzlerce – ve çoğu da sevimsiz- ayrıntıyla uğraşmak olduğunu denememiş olan insanların yalnızca kendi akıllarına geldiğini zannetttikleri “Novalgine tipi çözümler”, bir örgütlenmenin iğne oyası inceliğindeki ayrıntılarını unutturmakta ve sonuçta kusurun, bambaşka nedenlerde aranmasına yol açmaktadır.

“Benden önce yapılanlar yanlıştır” geleneğimiz yalnız STK için değil mesela devlet yönetimindeki başarısızlıkların da önemli bir nedenidir. Birazı, seçkinimizin temel özelliklerinden birisi olan “haset” duygusu ile açıklanabilecek olan bu geleneğin bir nedeni de, genelde insanımızın özelde ise seçkin sınıfın nitelik dokusu’ndaki yetersizliktir.

Sivil toplum örgütlenmesinin gelişemeyişi, buyurgan devlet anlayışımızın örgütlenmeyi hoş görmeyişi ile ilgilidir, ama bu tek neden değildir. Bu “hoş görmeme” kadar -belki ondan da ağırlıkla-, burada sayılan başarısızlık nedenleri etkin olmuştur. Bunun en sağlam kanıtı da, devletin hiç bir caydırıcı etkisi bulunmayan örgütlerin dahi olağanüstü denilebilecek başarısızlıklarıdır.

Demokrasimizin gelişmesi yolundaki içtenliğinden kuşku duyulamayacak olanların, STK’nin niçin başarılı olamadıklarını sorgulamaları gerekmez mi?

Türkiye ne zaman ekonomik ya da siyasal bir kriz ortamına yönelse, bundan endişe duyan herkes, kendince yapılmasını doğru gördüğü önlemleri, bunlar yapılmazsa doğabilecek sıkıntıları dile getirir.

Bu yalnız ülkemizde değil, herhalde diğer toplumlarda da böyledir. Gelişkin toplumlarda farklı olan ise, yetkili konumlardaki insanların sokaktaki, sokaktakilerin de yetkili gibi konuşmamalarıdır. Türkiye kriz ortamlarına girdikçe aynı “sokak ağzı” konuşmaları dinliyoruz. Bugün, aklı başında herkesin şu gerçekleri artık görebilmesi gerekir:

Bir ülke, cam sürahi gibi birdenbire parçalanmaz. Parçalanma, uzun bir süreye yayılan, ancak o sürenin sonunda içinde bulunanlarca anlaşılabilen bir süreçtir.

Laik ile olmayan, alevi ile sünni, çalışanla çalıştıran, Türk ile Kürt, yani kendini diğerlerinden farklı sayan her kesim, bu farklılıkların, “parçalanmayan bir bütün” oluşturması gerektiği bilincinden hızla uzaklaşmaktadır. Devlet ise, bu farklılıkları bir bütün olarak bir arada tutmak yerine, “farksızlaştırma yoluyla birlik” sevdasındadır. Farklılıklardan bir bütün oluşturamamanın altında ise, tüm ara tonları reddeden “evet-hayır”, “siyah – beyaz” tabanlı mantık sistemimiz yatmaktadır. Laik-dindar gibi birleştirici bir kavram altında milyonları barıştırmak mümkün iken, bir avuç laik yobaz ve bir o kadar da dinci yobaz’ın arzu ve güdümünde kutuplaşılmıştır. Benzer şekilde, “T.C. vatandaşlığı” gibi bir üst kimlik altında toplanabilecek tüm yurttaşlar, etnik kimliklerini tüm topluma benimsetmeye çalışmaktadırlar.

Aydn kesim denilen ve sokaktaki insanın günlük yaşam rotasından kendini -zaman zaman dahi olsa- kurtarabilen insanlarımız, söylenmekten başkaca görevleri olmadığı inancıyla, kendi dışlarında birilerinin birşeyler yapması gerektiğini savunmakta ve ne zamanlarını ne de çabalarını harcamaya yanaşmamaktadırlar.

Artık ayrılmaz bir özelliğimiz olduğu için rahatsızlık duymadığımız, ama çağdaş insanla aramızdaki derin uçurumu oluşturan düşünce biçimimiz ise, bizi, sorunların nedenlerini merak etmeye değil, nedenleri ortaya çıkarılmamış sorunlara boyuna çözüm (!) üretmeye itmektedir.

İster beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkenin sunduğu imkanlarla ün ve servet sahibi olmuş iş dünyamızın üyeleri, her türlü imkanlarının bir bölümünü bu sorunlarla başedebilecek biricik yöntem olan sivil örgütlenmelere ayırmak zorunda olduklarını hatırlamak durumundadırlar. Zaman zaman beyan ettikleri düşüncelerinin yanısıra, bu ülkede iki sınıf insan olmadığının, birisinin para kazanmak, diğerinin ise ülke sorunlarıyla boğuşmak gibi birer doğal misyonları olmadığını artık anlamak ve bu anlayışın gereklerini yerine getirmek durumundadırlar.

Mevcut sivil toplum kuruluşlarımız, arzu ettiğimiz “küçük devlet”in örtemediği alanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelik ve nicelikte değillerdir.

Sivil toplum kuruluşlarımız, kendilerine toplumun ayırdığı kaynakları iyi kullanmak, bunun için de hedeflerini doğru tanımlamak ve sonra da bunlara ulaşabilecek beceri ve cesareti göstermek zorundadırlar.

Toplumumuz, tüm sorunlarının başkalarınca çözülmesi boş umudundan vazgeçmelidir. Merkezi idare, bu yanlış beklentiler sonucunda, altından kalkamayacağı kadar ağır bir sorun stokunun altında kalmıştır. Bu ağır tabloya ilk müdahale, bu stokun hafifletilmesi olmalıdır. Bunu yapabilecek tek kurum sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama ne yazık ki onların çoğunluğu da sorunların tanımlanması, çözüm geliştirilmesi ve uygulanmasında aktif roller almak yerine, sorunları merkezi idareye aktaran, ayrıca kendi özel çıkar talepleriyle ilave sorunlar da üreten bir kurum durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşları, “yakınan, sorun ihale eden ve yük olan” konumlarından, “mevcut güçlük hatta imkansızlıkları birer veri kabul edip aktif işlev yapan” konuma geçmek zorundadırlar. Hepsinin bir anda böyle bir geçişi yap(a)mayacağı gerçeği dikkate alınarak, iyi örgütlenmiş ve diğerlerine örnek olabilecek birkaç STK’nun bu yolda ilk adımları atması gerekmektedir.

Özet olarak söylenmek istenen şudur: 1980 ekonomik ve ona bağlı siyasal krizinden çıkış, merkezi idareyle değil piyasa güçleri kanalıyla olmuştur. Bundan sonraki krizlerden ise sivil toplum kuruluşları yoluyla çıkabiliriz. Yeter ki onlar, bugünkü tutumlarını gözden geçirip sorun ihale etmekten vazgeçsinler.

Merkezi idareye hakim olan politik sınıfın kalitesini (nitelik dokusu) kısa dönemde yükseltme imkanı yoktur. Üzerindeki sorun stokunun yükü azaldıktan sonra, bu kalitenin nasıl geliştirilebileceği ve böylece merkezi fonksiyonların nasıl daha iyi yapılabileceği de bir sorun olarak ortada duruyor olacaktır. Ama bu, çözülebilir bir sorundur.

Şimdi nereden başlamalı?

İnsan derisi 65 derece sıcaklıktan sonra yanmaya başlar. Ya da bir kişinin kafasına vurulacak 100 kilogramlık bir ağırlık onu öldürebilir. Zehirli bir akrep ya da yılan, bir ısırışta bir insanı öldürebilir. Ama diğer yandan, 700 derecelik kor ateşin üzerinde yürüyen insanlar vardır. Ağır sıklet boksörlerinin yumruklarının uyguladığı kuvvet 300 kilogramdan fazladır. Efsunlanmış denilen insanları ise yılan ve akrepler öldürememekte, hatta onları ısırmamaktadırlar.

On misli sıcaklıktan, üç misli kuvvetten ya da yılan ısırığından etkilenmemek, organizmayı eğitmek suretiyle mümkündür. Bu eğitimler, organizmanın bu tahripkar etkilere karşı “hazırlıklı” olmasını sağlarlar. Bu, vücudun salgıladığı ve yanma ya da zehirlenme olgularına engel olabilecek, kasların direnimini olağanüstü artırabilecek salgılar yoluyla olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan organizmasına o inanılmaz direnci veren şey, zamanla ve eğitimle kazanılan -ya da mevcut olup da ortaya çıkarılan- , “hazırlıklı olma” becerisidir.

Sosyal organizmaların, dış etkenlere karşı davranışları da benzerdir. Bir toplum da, kendini tahrip edebilecek iç ve/ya dış etkenlere karşı ancak bu yolla, “hazırlıklı olma” yoluyla karşı koyabilir. Bu iç ve dış etkenlerin ne olduğu önemli değildir. Hatta o denli önemli değildir ki, hazırlıksız bir bünyenin, o etkenleri bizzat kendisinin dahi ürettiği söylenebilir.

Toplumumuz, çeşitli sorunların çok yönlü kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle çeşitli derinlikteki kaynakları birbirinden farklı olduğundan ve herkes farklı derinliklere baktığından, bir “tanı karmaşası” yaşanmaktadır.

Bir kesim insana göre, en önemli sorun köktendincilik, bir kesime göre islamdan sapış, bir bölümüne göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır.

Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister “görünen sorun” (hayalet sorun), isterse “kaynak sorun” olsunlar, katı bir gerçek, toplumumuzun bunları çözemediğidir. Çünkü toplum, ne bunlara ne de başkalarına karşı koyabilecek “hazırlıklar”a sahip değildir. Bunu hisseden iç bünye de, dış ortam da (sokak deyimiyle dış mihraklar), bu topluma sürekli sorun üretmektedir.

Bir toplum bünyesi, olası sorunlar için nasıl “hazırlıklı” olabilir?

Bir insan bünyesi, olası sorunlar için -300 kiloluk yumruk, 700 derece sıcaklık ya da yılan ısırması gibi-, egzersiz ya da bir başka tür eğitimle, o sorunlara karşı birer “sorun çözme kalıbı” hazırlamakta, o sorunun varlığına işaret eden bir sinyal aldığında da “hazırladığı” kalıbı harekete geçirmektedir. Bunlara ek olarak da, her tür soruna müdahale etmeye hazır esnek güçleri harekete hazır olarak tutmaktadır.

O halde toplum bünyesi de, karşılaşabileceği sorunlar için böylesine ikili bir önlem stratejisi geliştirmek zorundadır. Bunlardan birisi, toplumun sorun çözme kabiliyeti denilebilecek beceridir. Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce onu anlamaya çalışmak, onu soyutlamak, analiz etmek, ona yol açan nedenleri bulmak, bunlar için yaratıcı çözümler üretmek gibi “sorun çözme aletleri”ni hazırda tutmak, bu becerinin özellikleridir.

Diğer önlem ise, çeşitli sorunlar karşısında örgütlenerek onlarla mücadele etmektir.

İşte bu iki önlem, bir toplum bünyesinin, olası iç ve/ya dış kaynaklı sorunlara karşı “hazırlıkları”dır.

Bu iki önlem açısından durumumuz nedir? Sorun Çözme Kabiliyetimizin düşük olduğunun en sağlam kanıtı, düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur.

Sorunlar karşısında örgütlenme konusunda ise iki ayrı zafiyet söz konusudur: Birincisi, örgütlenme kültürümüzün zayıflığıdır. En seçkin kesimlerin toplantılarında dahi, çok sayıda fikrin üretilmesine izin vermeyecek kadar uzun konuşulması, toplantıların başlama ve bitiş saatlerine uyulmayışı gibi en temel örgütlenme ilkeleri gözardı edilir.

Örgütlenme konusundaki ikinci zafiyet, sorunların tanımlanması konusundadır. Doğru tanımlanmamış bir sorunun çözümlenmesi imkansızdır. Rahatsızlık duyulan bir Görünen Sorun’un kaynaklarına inilmeden o sorun çevresinde yapılacak örgütlenme daima tek sonuç verir: yakınılan sorunun daha da büyümesine fırsat hazırlanmış olur!

Sorunlardan yakınan ve bunların çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin benimseyebilecekleri çeşitli yollar vardır.

Bunlardan biri, sorunların kimyasını öğrenmektir: Çok sayıdaki “Görünen Sorun”un, hangi temel sorun elementlerince (Kaynak Sorunlar) oluşturulduğunu, bunların, aralarında nasıl yeni bileşikler yaparak çoğaldıklarını, olumsuzluk üreten bir “sebep-sonuç” döngüsünün nasıl olumluya çevrilebileceğini anlamak ve bunlara göre yaratıcı çözüm geliştirme becerisi geliştirmek, bu yolda ilerleyen kişi ya da kuruluşlara yardım etmek bir yoldur.

Bir diğer yol daha pratiktir. Toplumda çok sayıda insana yaygınlaştırılabildiği takdirde olağanüstü sonuçlar almak, bu yolla mümkündür. Zaten, eğer bu tür bir örgütlenme yaygınlaştırılamaz ise o takdirde, toplum olası sorunlara karşı hazırlıklı da olamaz.

Bu yol, insanları rahatsız eden çeşitli sorunlar için “Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri” oluşturmaktır.

Nasıl?

Toplumları rahatsız eden sorunların, o toplumların bünyelerinin, olası sorunlara karşı “hazırlıksız”lığından kaynaklandığı bir gerçektir.

Bu hazırlık yollarından birisi, toplumun çeşitli sorunlara karşı örgütlenmesi, ama bunu, Devlete Dayalı Olmayan (DDO) biçimde (NGO) yapabilmesidir.

Halen, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşu statüsündeki kuruluşların bir çoğunun, devletin hareket serbestisini artırmak için kurulduğu gözönüne alınırsa, DDO biçiminde örgütlenmenin önemi daha iyi değerlendirilecek, devletin toplumu yönetmeye çalışması yerine toplumun devleti yönetmesinin, ancak DDO biçimde örgütlenme yoluyla mümkün olabileceği açıkça görülecektir. Diğer yandan da, sık sık duyageldiğimiz “bizi yönetenler” kavramının da yetersizliği -ve tersliği- daha bir iyi anlaşılmış olacaktır.

Mesela !

Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri için iyi başlangıç noktalarından birisi, her yıl bir meydan savaşındaki kadar kayıp verdiğimiz “trafik terörü” sorunudur.

Bu konuda sağlanabilecek somut bir gelişmenin, sivil toplum örgütlenmesi ve demokrasimiz açısından eşsiz bir örnek yaratması, yakındığımız bir çok sorun için yol gösterici olabileceği kuşkusuzdur. Bu sorunun, başlangıç için seçilmesinin nedeni, etnik vb bir yönünün bulunmayışı, sorunun tüm taraflarının sorundan şikayetçi oluşları ve sorunun devamından bir çıkarlarının bulunmayışıdır.

Vatandaşların gözlemlediği trafik yanlışlarının şikayet edilip, yine vatandaş tarafından izlenebileceği bir Trafik Şikayet Sistemi bu konuda atılacak ilk adım olabilir.

Ağ temelli örgütlenme

Tüm eğrilikleri tek başına ve de kestirme yoldan giderebileceğine inananlarınkiler hariç, herhalde en ortak istek, “amaçları arasında az da olsa benzerlikler bulunan kişi ve kuruluşların işbirliği yapmaları” olsa gerektir. Ama bu istek, yıllardır bir türlü gerçekleşememiştir.

Bunun olası bir nedeni, ortaya atılan işbirliği modellerinin hemen hepsinin, geleneksel örgütlenme biçimimiz olan “emir-komuta zincirine dayalı hiyerarşik kademelenme” temelli olması, yapı içinde yer alacakların kimliklerini önemsizleştirip, “üst” örgütün lider ve kadrosunu öne çıkarmasıdır.

Yapı içinde yer alanların tümüne açık olduğu düşünülse de, böyle bir “üst kimlik” sahipliği için herkes, “ne bana ne başkasına yarasın” düşüncesiyle hareket etmekte ve işbirliği bu nedenle mümkün olamamaktadır.

Siyasi partilerimizin ve genel olarak, amaçları içinde ortak noktalar bulunan tüm kuruluşlarımızın bir türlü işbirliği yapamayışlarının altında bu gerçek yatmaktadır.

Ağ Temelli Örgütlenme, yalnız siyasetin içine düştüğü çözümsüzlük ortamına değil, hiç bir ortak amaç çevresinde bir araya gelemeyen diğer kuruluşların da etkisizliğine karşı da bir ilaç olacaktır.

Ağ Temelli Örgütlenme’ye en iyi örneklerden birisi INTERNET’dir. Kendini idame edebilecek kurallara sahip, kurallarını, ihtiyaçlarına göre değiştirebilen, bunlara ne denli uyulduğunu denetleyip yaptırımlar uygulayabilen esnek bir yapı, yarının toplum yönetimleri için de ideal bir örgütlenme modelidir.

Mevcut toplum yapısının uzantıları olan kurumlar, yeni bir yapılanma karşısındaki engellerdir. Bu yüzden bu düşüncenin yaşama geçirilmesi uzunca bir süre alabilir. Ama sivil toplum kuruluşları daha esnektir ve ağ temelli örgütlenmeyi çok daha kolay benimseyebilir.

Hiyerarşik örgütlenmenin onulmaz hastalığı durumunda olan “kurtarıcı lider ihtiyacı”, ağ temelli örgütlenmede enaz olacaktır. Çünkü “kurtarıcı lider”, katıllımsızlığın bir sonucudur. Ağ’ı oluşturan birey ya da kuruluşlar, ağ’ın tüm kararlarına katılacaklar, tüm kararlar, bu katılımın sonunda oluşan bir “ortak akıl” ile alınacaktır.

Ağ temelli örgütlenmenin birkaç ön-koşulundan birincisi, ağın diğer üyeleriyle iletişmeye; ikincisi ise kararların oluşumunda , bireysel düşüncelerin savunulması yerine ortak akıl sonuçlarına uymaya razı olmaktır.

“Razı olmak”, dilimizde pasif bir anlam kazanmıştır. Herhangi bir şey yapmadan beklemek anlamına gelmektedir. Buradaki kullanımıyla razı olmak, aktif anlamdadır. Ağ üzerindeki tüm süreçlere katılmak, düşünce üretmek, başkalarının ürettiği düşüncelerin zenginleşmesine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir. Hiyerarşik sistemlerde liderin yapmaya çalıştığı -ve çoğunlukla da yapamadığı- şeyler de bunlar değil midir?

Bu iki ön-koşula razı olan kişi ve/ya örgütler, kimseden bir talimat beklemeden bir ağ oluşturmaya başlayabilirler. Herhangi bir kimse ya da kuruluş, kendisininkiyle benzer amaçlara sahip kişi ya da örgütlerle birlikte, küçük bir başlangıç ağı oluşturup, bazı düşünceleri, ağ üzerinde dolaşıma bırakabilir. Eğer ağ üyeleri, yukarıdaki iki ön-koşula uygun davranırlarsa bir süre sonra bir yandan ağ genişler, bir yandan da ağa bırakılan düşünceler zenginleşmeye başlar.

Ağ temelli örgütlenmenin yaşamda yerini alabilmesi, kurtarıcı liderlerden ümitlerin kesilmesine bağlıdır. Çünkü bu tür liderler herşeye rağmen hayatı kolaylaştırırlar. Sizin yerinize düşünür, karar verir ve eylem yaparlar. Doğru ya da eğriliği başka ama, insanlara yapacak bir şey bırakmazlar. Kurtarıcı liderin tek sakıncası, bırakıp gittikten sonra ortada kalan çöpleri kimin süpüreceğinin belli olmayışıdır.

Bu tür çöpçülük işleriyle karşılaşmak istemeyenler, Ağ Temelli Örgütlenme’ye girişmelidirler.

Nitelik Dokusu, toplumu oluşturan bireylerin zihinsel, bilişsel, ruhsal sağlık ve ahlaki düzeylerinin bileşkesinin tanımladığı bir dokudur. Toplumun genel yeterliğini gösterir.

Yorum Gönder