MEDENİYET ÇARKI ACIMASIZDIR

Söz ve yazı yoluyla çok sayıda doğru dile getiriliyor. Bunların bir bölümü, çok sayıdaki doğruya kaynaklık eden doğruların türevleri biçimindedir. Ama geri kalanları, sorunlarımızın anlaşılmasına, çözümlenmesine ve sonra da çözülmesine pekala yarayabilecek değerdedir.

Ama ne var ki, bu işe yarar doğruların çoğu, bunlardan etkilenmeyecek adreslere yönelik olarak ifade edilmektedir. Sanki o adreslerdekiler bu doğruları benimseyebilecekler ve tutumlarını bu yeni doğrulara göre değiştirecekler!

Doğrularını değiştirmeye razı insan sayısı inanılamayacak kadar azdır. Sosyal düzen de, bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, insanları doğrularına çivileyip sabitlemeye çalışmaktadır. Her türlü ünvan, o ünvana sahip olanlara birer üniforma gibi oturmakta, dışarıdan gelebilecek yeni doğrulara karşı bir zırh görevi görmektedir.

Bir düşünceyi tarih içinde sabitlemek, onu anlayabilecek olanların bir gün eline geçmesini ummak gibi nedenlerle ifade edilen düşünceler tabii ki yerlerini bulurlar. Ama eğer yazılıp söylenenler birşeyleri değiştirmek amacını güdüyorsa, bu uğraşın beyhude olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Nitekim, dile getirilen düşüncelerin, üzerlerinde etki yapılmak istenen kişileri ne kadar az etkilediği, medya aracılığıyla kolaca gözlenebilir.

O halde bu enerjilere yazık değil midir? Düşünme ve eylem koordinat sistemleri içinde, yalnız kendi doğrularına yer bulunan insanlara yönelik söylenenler bir işe yaramamakta, aksine, bunları söyleyenlerde yalancı bir tatmin duygusu yaratmaktadır.

Türkiye, bütün kurumlarıyla, bir demiryolu hattı gibi başka yöne dönülemez biçimde yürümekte, tuttuğu yolun çıkmazlığını görmemektedir. Dışımızdaki toplumlara refah ve mutluluk getiren değişimler bizim için yeni sorun kaynakları oluşturmakta, üzerinde bulunduğumuz değişmez yol ise bu sorunların çözülmesi bir yana anlaşılmasına dahi imkan tanımamaktadır.

İlişkileri, değer ölçüleri giderek karmaşıklaşan dünyanın Türkiye’ye yansımaları, bu ilkel düşün ve eylem koordinatları içinde asgari yaşam koşullarının dahi korunamaz duruma gelmesine yol açmaktadır.

1 Mayıs kutlamaları (!) sırasında, istihbarat, yönetim ve güvenlik birimlerinin akıl almaz beceriksizlik konserinin, “vatandaş görsün istedik”, “artık yumuşak davranmayacağız”, “sakın ha bir daha karşımıza çıkmayın” , “başbakan sert davranılmasın dedi” şeklinde geçiştirilmeye çalışılması, derebeylik gibi ilkel bir yönetim biçiminin dahi ilk görevi olan “tebanın can ve mal güvenliğini sağlamak” işlevinin artık yerine getirilemediğini, ama daha da kötüsü, içinde bulunulan “yol”un, ancak buralara gelebilen bir “yol” olduğunun da görülemediğini göstermektedir.

Bu şekildeki bir yaşam biçimi, toplumumuzun isteği dışında doğaüstü güçler tarafından dayatılmış değildir. Toplumumuzu oluşturan bireylerin -büyük çoğunluğunun- sürekli olarak yakınmaları bu tercihlerin yanlışlığından değil, kendilerinin daha fazla kollanmamış olmalarından kaynaklanmaktadır.

İnsan değil ama bir varlık olmanın basit temel gereklerini savunan, ama bu savunuyu özverisi ve cesaretiyle de destekleyen küçük bir bölüm ise, bu akıldışılığın icracısı ve destekçisi olan geniş kesimlere boyuna bu basit temel gerekleri anlatmaya çabalamaktadır. Bu çaba çok insanca ama aynı zamanda da çok akılsızcadır.

Bu kurtkapanı’ndan kurtulma imkanı yok mudur? Yoktur da vardır da!

Tarih boyunca binlerce kavim bu kurtkapanı’nı çözememiş ve yok olup gitmiştir. Bugüne gelebilenler ise ya atalarından öğrendikleri oyunlarla bu kapanlara tutulmamış, ya da yüksek bir sorun çözme kabiliyeti geliştirip kapanları açabilmişlerdir.

Ama kesin olan, hiç bir toplumun bu kapanlardan, sahip olduğu düşünce biçimini değiştirmeden çıkamadığıdır. Orta çağın karanlıkları içinde bunalan Batı, rönesans yoluyla düşünce biçimini değiştirerek bir üst düzeye sıçrayabilmiştir.

Biz bu değişimi yaratabilir miyiz? Ana kucağından üniversiteye kadar ezberle yoğurulmuş bir toplumun bireylerinden bu denli yaratıcılık beklemek haksızlık sayılabilir. Ama medeniyet çarkı çok acımasızdır. Toplumumuzda pek yaygın olan “bir kurtarıcı beklemek”, “birisinin, bizim adımıza sorunlarımı çözeceğine söz vermesi” gibi yöntemler ne yazık ki (!) işe yaramamaktadır. Buna göre bir yol bulup, bu düşünsel değişimi yaratabilmeliyiz. Bunun olabileceğinin bir örneği Japon toplumudur. Deming-Ishikawa ikilisi, bir toplumun düşünce biçimini değiştirebilmiştir.

Bir “düşünme biçimi değişim anayasası” na ihtiyacımız vardır. Sonraki adım, bu anayasa çevresinde toplanabilecek kişileri bulmaktır.

Yeterince kişi bulunamazsa ne mi olur? Medeniyet çarkı evvelce ne yaptıysa yine aynısını yapar!

Pazar, 05 Mayıs 1996

Yorum Gönder