HİŞŞT! LÜTFEN BİR DE ŞU TARAFA BAKAR MISINIZ?
Toplumumuz, resmi ve sivil kurumlarıyla birçok sorunun üzerine gidiyor. Zamanını ve aklını bunları çözme yolunda kullanıyor.
Bu sorunların önemli bir bölümü, yabancıların (phantom=hayalet) dediği türdendir, yani var gibidir ama gerçekte yoktur.
Ama bu yüzlerce hayalet sorun durduk yerde ortaya çıkmıyor. Bunları üreten “kök”ler var.
Toplumumuz -genelde- bu köklerle ilgili değil. Hayaletlerle boğuşmaktan -gölge boksu- köklere ayıracak enerjisi kalmıyor.
İşte, ilgi alanımızın içine girmemiş önemli kök sorunlardan bazıları:
(a) Sorunların -ve de çözümlerinin- bilindiği yanılgısı.
(Sorunlardan yakınmak, sorunların bilinmesi demek değildir. Bilindiği iddia edilenlerin -çoğu-, hayalet sorunlar ile onlardan gözlerimizi kaçırma yollarıdır)
(b) Bilim’in yaşamdaki somut yerinin anlaşılmamışlığı.
(Ülkemizde bilim şu 2 şeye yarar: 1. bilimi meslek olarak seçmiş, ama onu anlamamış insanlara geçim yolu sağlamaya, 2. bir kısım insana zevk ve heyecan tattırmaya)
(c) Sanatın yaşamdaki somut yerinin anlaşılmamışlığı.
(Bilime benzer şekilde sanatın yaradığı 2 şey: 1. sanatı meslek olarak seçmiş ama sanatla ilgisi bulunmayan kimi kişilere geçim yolu, 2. cinsellik pazarlaması)
(d) Entelektüel sermaye yetersizliği.
* Görüntüsü, konuşması, davranışlarıyla seçkine benzeyen, fakat tavırları seçkin olmayan ve de kendilerini seçkin olarak niteleyen,
* Tavırları itibariyle elit (seçkin) tanımına uyan, aralarında kurabilecekleri ağlar yoluyla toplum yaşamına yön verebilecek durumda, ama bu örgütlenmeleri yap(a)mamış,
* Kuşkusuz, tek doğrulu, dolayısıyla da buluşçuluktan uzak,
* Ahlâki standarlarında hızlı dejenarasyon,
* Sorun çözme kabiliyeti yetersiz, bu nedenle teslimiyetçi, sorunlarını ihale edici,
* Olumsuz,
* Yaygın akraba evliliğinin izlerini taşıyor,
* Özellikle soyut kavramlar açısından bir ortak-kavram-tabanı oluşmamıştır. Herkesin kendi tercihlerini yüklediği kavramlarla iletişmeye çalışması nedeniyle Türkiye toplumuna “dilsiz toplum” denilebilir.
* Düşünce sisteminin temelini oluşturan mantık operatörler içine karışmış bulunan “virütik operatörler(1)” nedeniyle yaygın bir akıldışı düşünme biçimi.
(e) Yeni işler yaratabilme “teknolojileri”nin yetersizliği.
(Türkiye’de, yeni işlerin yaratılabilmesi konusunda hemen tüm kesimler şu 2 eksik ve/ya yanlış yargı üzerinde uzlaşagelmişlerdir:
* Mevcut kamu kuruluşlarına ek personel alınarak yeni iş yaratılması,
* Yatırım yapılarak yeni iş yaratılması.
Bunlardan birincisi, yanlış olmak bir yana, bir kuruluşu batırmanın en kestirme yoludur. İkincisi ise, bazen doğru -ama koşullu- bazen de yanlıştır. Yeni yatırımların istihdama dönüşebilmesi bir dizi koşula bağlı olup, bunların başında etkili bir yeni beceriler kazandırma sistemi gelmektedir.
Böylece, örneğin yatırım yapılarak modernize edilen bir tesiste işsiz kalacak kişiler yeni beceriler kazanarak istihdam imkânlarını korumuş olurlar, ayrıca da bu yeni teknolojiler için gerekli işgücünün eğitimlerine katkıda bulunurlar. İşte, dünyada en çok sayıda robot kullanan Japonya’da işsizliğin minimum olmasının nedeni budur.
Diiğer yandan, yeni yatırımlar artık ancak üst düzeyde beceriler kazanmış insanlara -dikkat diploma değil!- insanlara istihdam yaratabilmektedir.
Günümüzde basit inşaat işlerinin dahi ancak karmaşık makineleri kullanabilen operatörlere ihtiyaç duyduğu göz önüne alınırsa, vasıfsız kişilere -eski deyimle inşaatlarda işçilik yapmaya razı olan kişilere- iş yaratmanın söz konusu olmayacağı ve de olmaması gerektiği kolayca anlaşılır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha vardır: konu sadece işsizlik sorununu çözmek olsa ve tüm sistem istihdamdan ibaret olsa idi, muhtemelen tüm işleri insanlara yaptırarak belki bir miktar fazla istihdam yaratılabilirdi.
Fakat bu defa, rekabet gücü alt-sistemi bozulacak ve toplum ürettiği mal ve hizmetler açısından rakipleriyle rekabet edemeyecekti. Buradan, parçalı yaklaşımlar yerine bütüncül (sistem) yaklaşımının ne denli önemli olduğu da görülmektedir.
Diğer yandan, bugün iş yaratma araçları birer teknoloji halini almıştır. Örneğin:
* Mevcut işlerin korunabilmesi,
* Girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılması,
* İşgücü piyasasına girecek olanların eğitime kanalize edilerek -uzatılmış eğitim yoluyla- işgücü arzının yavaşlatılması,
* Alternatif gelir ve/ya tasarruf yolları yaratılarak işgücü piyasasına girecek olanların caydırılması,
* Nüfus artış hızının azaltılarak net büyüme hızının artırılması,
* Nüfus artışının azaltılarak, yeni doğanların gerektireceği ilâve giderler nedeniyle işgücü piyasasına girmek durumunda kalacakların caydırılması,
* Buluşlar yoluyla (innovasyon, keşif ve icatlar) yüksek katma değer yaratabilen ürünlerin ortaya çıkması
gibi, doğrudan ve dolaylı yollara bir çeşit “İş Yaratma Teknolojileri” denilebilir.
İlgili kesimler -devlet ve devlet dışındakiler- henüz bu şekilde bir ortam hazırlamakla meşgul olmayıp yukarıda belirtilen iki enstrümanla doğrudan iş yaratmaya çalışmaktadırlar.)
(f) Verim ve etkililikle normalize edilmiş emek ücretinin rekabet gücü yetmezliği.
(Kol ve/ya beyin gücüne dayalı emeğin fiyatı ana dönüştürücülerden birisidir. Bu konudaki dağılım, ilgili kesimlerce tam bilinmemektedir. Ücretlerin mutlak değerlerinin düşük olduğu kesimlerde dahi, verim ve etkililik ile düzeltildiği (normalizasyon) takdirde ortaya çıkan ücretler, global rekabet ortamında rekabet gücümüzün düşük olmasına yol açmaktadır. Çoğu kesim bu durumun farkında değildir ya da pek önemsememektedir.)
(g) Toplumun kendi içindeki dayanışma alt-yapısının ürettiği sorunlar.
(Aile dayanışması, hemşehri dayanışması, etnik köken dayanışması, dini inanç dayanışması, milliyetçilik dayanışması, okul dayanışması, ideoloji dayanışması ve benzeri dayanışma türleri, Türkiye’ye yönelik çeşitli etkileri baştan beklenmeyen sonuçlara dönüştürebilmektedir.
Kırsaldan kente göç edenlerin tüm olumsuz niteliklerine rağmen güçlüklerle başa çıkabilmesinde, kırsal kesimde bıraktıkları aileleriyle sürdürebildikleri dayanışmanın etkisi büyüktür.
Ama diğer yandan, hemşehri dayanışması adı altında, kamu kaynaklarının haksız paylaşımına -siyaset ya da networking (2) yollarıyla- yol açan olgunun da kaynağı aynıdır.
Etki-sonuç-sistemini derinden etkileyen bu olgu yeterince irdelenmemiş, sistem davranışları üzerine ne gibi etkiler yaptığı değerlendirilememiştir. Örneğin, son 15 yılda yaklaşık $100 milyar harcanan terör olgusu içinde “hemşehrilik” dayanışması denilen olgunun payı bilinmemektedir.)
(h) Uluslararası örgütlenmeler içinde -yeter etkililikte- yer almamışlık.
(AB, NATO gibi büyük örgütlenmelerin yanısıra gönüllü uluslararası örgütler de kastediliyor. Her ikisinin de derin etkileri kolayca tahmin edilebilir.
Bu etkilerin tam değerlendirilebilmesi, bu örgütlenmelerin derinliğine incelenmesine, bu ise modelleme ve benzetme gibi tekniklerin kullanımına bağlıdır. Gümrük Birliğine girme sürecinde neler getirip-götüreceğinin tartışılması yerine GB’den yana ve karşı olanların çatışmasının ağırlıklı olduğu hatırlanacaktır. Günümüzde AB’ye girip girmeme de benzer biçimde değerlendirilmektedir.
Sayıları binlerle ölçülebilen gönüllü örgütlenmeler içinde yer almışlığın ise, bir çeşit sinir ağı gibi zor görünür fakat etkili bir etkileşim sistemi olduğuna dikkat edilmelidir. Birçok uluslararası sorunumuzun etkili biçimde anlatılamayışının nedenini, bu tür örgütlenmeler yerine resmi devlet memurlarımız eliyle yapmaya çalışmamızda aramak gerekir.
Uluslararası örgütlenmeler içinde yer almışlık olgusunun ülkemizde en az incelenen bir dönüştürücü olduğu söylenebilir.)
(i) Kurumsallaşma kültürümüzün süreç parçalama‘ya dayalı oluşu.
(Kamu kesimindeki örgütlenmeler başlıca 3 nedenle verimsiz ve etkisizdir:
* Kamu kuruluşları işsizliği emebilecek başlıca 2 araçtan birisi olarak görülmüştür (Bkz. e),
* “Yandışlarına çıkar sağlamak ve o çıkardan pay almak” olarak anlaşılagelen siyaset anlayışı, kamu kuruluşlarının çeşitli siyasi kadroların yandaşlarına iş bulmak amacıyla kullanagelmiştir.
* Yapılacak işler, -en genel anlamıyla- müşterilerin ihtiyaçlarının karşılanması süreçleri olarak görül(e)meyip, parçalanarak yapılmaya çalışılmış ve bu süreçlerin parçalanması denilen yönetim hastalığına yol açmıştır.
Süreç parçalamaya dayalı kurumsallaşma kültürünün en trajik örneği, bir bütün olarak birbirinden ayrılmaması gereken akıl ve sezgi’nin parçalanıp iki militan kesimin bayrağı haline getirilmesidir. Parçalanmadan bir bütün olarak korunabildiği ve aralarındaki sinerji özendirildiği takdirde refah ve mutluluk üreten bu iki süreç parçacığı, bugün, kin ve düşmanlık ürünleri üretmektedir.
İşte bu sorunlar, kamu kesimi üzerine tez üretenlerce henüz üzerinde yeterince durulmamış noktalardır. Kamu kaynaklarının verimsiz kullanılmasına ve giderek kriz ortamlarının doğmasına yol açan bu dönüştürücünün iyi anlaşılmasına ihtiyaç vardır.)
(j) Gerice yörelerin -Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere- kamu görevlilerini cezalandırma için kullanımı.
Ülkenin gerice yörelerinin uzun süreler boyunca birer cezalandırma (sürgün) aracı olarak kullanılmasının nelere yol açabileceği, üzerinde hiç durulmamış, halen de hiç durulmayan bir sorun alanıdır.
Gerice yörelerin gelişmesinde kamu görevlilerinin göreli öneminin yüksekliği dikkate alınır ve bu yörelere, işe yaramadığı kanaati taşınan -gerçekte doğru olabilir ya da olmayabilir- kamu görevlilerinin atandıkları göz önüne alınırsa, uzun süreler sonunda nasıl kansorejen yapıların ortaya çıkabileceği kolayca görülebilir. “Sürgün” kavramının ne tehlikeli bir kamu yönetimi aracı (!) olduğu, henüz anlaşılamamıştır.
(k) Birlikte yaşama kültürü sorunu.
(Büyük ölçüde “saygı” kavramının çeşitli derecelerdeki türevlerinden oluşan birlikte yaşama kültürü -her alanda karşılıklı saygı anlamında saygılaşım da denilebilir- kastedilmektedir. Uzlaşma ya da çatışma da dahil olmak üzere birçok toplumsal dinamiğin “birlikte yaşama kültürü” adı verilebilecek dönüştürücünün ürünü olduğu söylenebilir. Bu kültürün belirleyiciliği konusu ise toplum gündeminde dahi değildir. Bu bağlamda:
Etki-sonuç-sistemi’nin tüm davranışlarını belirleyen iki dönüştürücü, yasalar ve onların uygulanışındaki başarıdır. Türkiye’de her ikisi açısından da sorunlar vardır. Buna göre:
Çeşitli nedenlerle doğru tasarımlan(a)mamış bir sistemin yazılı formu demek olan yasalar, bu eksik ve yanlış tasarımlar nedeniyle daima ek yasalara -ve onlar da yeni ek yasalara- ihtiyaç gösterrmiş, bu yolla düzeltilmeye çalışılmıştır. Halen de böyledir. Sonuçta ise ortaya “kural kirliliği” (regulation pollution) denilen olgu çıkmıştır. Kural kirliliğinin en belirgin özelliği, birbirine zıt kuralların farklı yasalar -hattâ bazen aynı bir yasa- içinde bulunabilmesidir.
Yasaların uygulanırlığı açısından ise durumu biraz abartılı da olsa ifade edebilecek tanımlama, “yasalar, onlara uyanlara uygulanır” biçimindedir. Akıl yürütme sistemimiz içine karışmış bulunan akıldışı mantık operatörleri -ki bunlara zihinsel virüs denilebilir- ve ortak kavram tabanına sahip olunmayışı herkesin her kuralı istediği gibi yorumlayabilmesine imkân yaratmaktadır. Rüşvet, çete vb yollarla ayrıca uygulanması engellenen yasaların uygulanması açısından çok büyük sorunlar vardır.
Ancak bütün bu net gerçeklere karşın toplumun hemen tamamı, sorunların çözümünü yeni yasalarda aramaktadır. Halbuki her yeni yasa, yasalara uymayı kabul eden küçük bir azınlığa yaşamı daha güçleştirmekte, geri kalan ve çeşitli düzeylerde kural çiğnemeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olanlar ise daha özgür (!) hareket etmektedirler. Çünkü yasalar, bu ikincilerin ayaklarına dolaşan (!) birincileri daha bir hareketsiz kalmaktadır.
Bu kısır döngünün bilinir kılınması, sorunun çözümü yolunda en ciddi adım sayılmak gerekir.
Bir toplum birlikte ancak kurallar yoluyla yaşayabilir. Bu kurallar şu kaynaklardan gelir:
* Yasal kaynaklara dayalı kurallar,
* Geleneklere dayalı kurallar,
* Dini kurallar,
* Etik kurallar,
* Çeşitli zorunluklardan doğan kurallar
* Her şeye karşın kural dışı kalan alan.
Bunların yüzdeleri yaklaşık olarak yukarıda gösterildiği gibi kabûl edilebilir. Ama neredeyse kesin olan bir şey, etik kuralların toplum yaşamındaki büyük payıdır.
Benzer şekilde yasal kuralların da kapladığı alanın darlığına dikkat edilmelidir.
Toplumumuz ise birlikte yaşama disiplinini büyük ölçüde yasal kurallara dayandırmak arzusundadır.
Bunun çeşitli sakıncaları vardır:
Toplumun sonsuz çeşitlilikteki ilişkilerinin tamamının yasal kurallarca düzenlenmeye kalkışılması halinde -ki bu neredeyse imkânsızdır-, özgürlükleri boğan bir “ağabey seni gözetliyor” düzeni ortaya çıkar,
Bu denli çok kuralın -ister istemez- çelişen yanları nedeniyle kural kirliliği denilen olgu ortaya çıkar,
Toplumda, bu denli çok kuralı delmeye çalışan eğilimler güçlenir,
Birbirini sevmeyen, beraber yaşama isteği kaybolmuş, sadece kurallardan korkan mekanik ve ruhsuz bir insan topluluğu ortaya çıkar.
Bu yüzden yasal kurallar çok zayıftır ve ancak mecbur kalındığı sürece başvurulmalıdır.
Halbuki gayrı resmi kurallar -yani yasal kurallar dışındakiler-, zamanın imbiğinden geçmiş, toplumun onayını almış -iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış- kurallardır.
Her etik kuralın denetimi, onbinlerce gönüllü denetçi tarafından yapılır ve bu nedenle de çok güçlüdürler.
Amaç, mümkün olduğunca çok gayrı resmi kural, olabildiğince az yasal kural olmalıdır.
Bir toplumun sağlıklı işleyişi “etik” ve “yasal” kural bileşimine bağlıdır.
Yasalar kesin mantık kurallarına (discrete logic) göre işler, kesin kanıtlara dayanır.
Etik kurallar ise saçaklı mantık (fuzzy logic) esasına dayalıdır.
Meselâ, “fakirlere yardım edilmelidir” kuralı yasal olarak konulursa mutlaka “fakir” ve “yardım” kavramlarının tam ve kesin sınırları ile tanımlanması gerekir.
Halbuki aynı iş etik kurallar yoluyla yapılırsa bu tanımlar esnek olur ve kişiden kişiye değişebilen bir “gri alan” oluşur. Bu gri alan işleri karıştırmaz, aksine bir toplumsal anlayış ortamı yaratır.
O halde, dirlikli bir toplumsal yapıda bütün bu kural tipleri kullanılmalı ve hepsi uygun oranda kullanılmalıdır. Birisinin diğerine göre aşırı kullanımı ya başıbozuk ya da totaliter bir yapıya götürür.
Etik kurallar alın içinde çok sayıda “etik araç” vardır. Bunların hepsinin yaptırım sağlama gücü farklıdır. Bu nedenle, birinin zayıf yanını bir diğeri destekleyecek biçimde kullanıldıklarında azami etkiyi yaratırlar.
Aslında bu ilke, tüm kurallar sistemi için de geçerlidir.
Etik kurallara birkaç örnek:
* Ombudsman sistemleri,
* Etik Güvence sistemleri:
* Meslek andları
* Okul-veli-öğrenci sözleşmeleri
* Okullarda kopyaya karşı “onur sistemleri”
* Seçilmişlerin -milletvekili, belediye görevlileri vbg- verebilecekleri etik güvenceler
* Bir mal ve/ya can’ın bakımının benimsenmesi:
* Kimsesiz çocukların bakımının üstlenilmesi,
* Sokak hayvanlarının bakımının üstlenilmesi
* Bir yolun gözetiminin üstlenilmesi (ABD’deki “adopt the highway” sistemi gibi)
(l) “Bal tutan parmak yalar” başta olmak üzere, toplum dokumuza yerleşmiş bulunan bir dizi eğri değer yargısı.
(Yukarıda sayılan tüm sorunlar, toplumumuzun birlikte yaşama kültüürünün alt-yapısı denilebilecek olan “değerler sistemi” üzerine oturmuştur. Bu değerler sistemi enfekte olmmuş durumdadır.
“Bal tutan parmak yalar” gibi, hemen her kesimde genel kabul gördüğü gözlenen bir değer yargısının tek başınabir toplumu ne hale getirebileceği iyice düşünülmelidir. Çeşitli toplum kesimlerinin bu ilkeyi benimsemeleri halinde nasıl bir toplumsal felâket ortamı doğabileceği ilginç bir trajedidir.
Benzer şekilde değer sistemimiz içine sızıp onunla uyumlaşmış durumdaki bir dizi virütik değer yargısı, birlikte yaşama kültürünü bozmuştur.)
Çeşitli hayalet sorunları üreten bu birkaç kök sorun, toplumumuzun daha da temeldeki sorununun, sorunlarını belirleme -dolayısıyla da çözebilme- konusunda gerekli becerilere sahip olmadığını ve/ya bunları yaşama geçiremediğini gösteriyor.
Sonuç: Sorunları bildiğimizi tekrarlamaktan vazgeçip lütfen bu taraflara bakalım ve baktıralım.
(1)”Dilimizdeki Virüsler” için Bkz. https://www.tinaztitiz.com/search.php
(2) Belirli coğrafi bölge insanlarının, birbirlerini tanımasalar dahi sırf o bölgeye ait olmaktan ötürü yasa ve/ya ahlâk dışı “ağ”lar (networks) oluşturabildiği, bunların mafya ile eş etkide sonuçlar yaratabildiği biliniyor. Bir bürokratik ya da siyasi -hattâ bilimsel- kurumun yetkililerinin birlikte çalışacakları kişileri ehliyet yerine hemşehrilik anahtarına göre seçebilmesi ve daha da vahimi, toplumda bunun masum bir dayanışma olarak yorumlanabilmesi, bir arada yaşama kültürünü temelden zedeleyen önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir.