Bu keskin kutuplaşmadan çıkış yolu var mı?
Fatih Altaylı’nın, iki genç kızımız ile TV’de yaptığı söyleşi, izleyenleri -hiç olmazsa bir bölümünü- şoke etmiş görünüyor.
Kızların söylediklerinin özeti şu:
- Atatürk olmayıp da örneğin İngilizler yurdumuzu işgal etmiş olsalardı, “biz”im daha geniş haklarımız olurdu,
- Başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin olsak Atatürk’ü sevmediğimizi de açıkça söyleriz; Humeyni ise “biz”im için daha değerlidir,
- Burada zulüm görüyoruz.
Bu üç ifade de aşağı-yukarıdır ama anlamları tamdır. Her 3 cümledeki birinci çoğul şahıs zamiri ve eki, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunu anlamak isteyenler için anahtar özelliktedir ve bu sözcük “biz”dir.
“Biz” kimdir, ne kadardır?
“Biz”; kendilerini “inanan”, kendi dışındakileri de “inanmayan” olarak kategorize etmiş, sayıları TV programına çıkan 2 genç kızımızla katiyen sınırlı olmayan bir kesimdir.
Çoğulcu demokrasi bağlamında bu kesimin nüfusunun bir önemi de yoktur. Önemli olan; ne istedikleri, bu isteklerinin makullüğüne nasıl olup da bu denli yürekten [1] inanabildikleridir.
“Biz”, büyük olasılıkla tek düze olmayıp içinde “inanmayanların kafalarını kesmek için yanıp tutuşanlar“dan başlayıp, “inanmayanları da -yılanlar ve çiyanlar gibi- Allah’ın yarattığı, varlıklarının mutlaka bir nedeni olduğu, bu yüzden (yani yaratandan ötürü) bunların da (yani yaratılanlar) sevilmeleri (yani tahammül gösterilmeleri) ve içlerinden bazılarının zamanla ikna edileceklerini beklemek ve de ikna için çaba göstermek gerektiği“ni düşünenlere kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bayrakları, dini öğretilerin ezberletilmesi ve tekrar yoluyla koşullandırılmaları yoluyla benzer düşüncedekilerin -hangi ülkede ve kimin mandasında olurlarsa olsunlar- birleştirilmesidir.
Bu yolla yaptıkları eğitimin en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen yine epey denilebilecek sayıdaki dindar insanın varlığı, büyük olasılıkla “biz”e karşı en güçlü sigortalardan birisidir.
Öbür “biz” kimdir?
Birinci “biz” için anahtar bağ din ise, ikinci “biz” için anahtar bağ “laiklik”tir. İkinci biz de homojen olmayıp, kafa kesicilerden başlayıp tahammülcülere kadar uzanan geniş bir alanı kaplar. Bayrakları eğitim olup, ne kadar çok insan laikliği ezberler ve koşullandırılırsa (yani eğitilirse) o kadar iyidir. Komedyen Cem Yılmaz’ın “eğitim şart” parodisindeki “eğitim” bu eğitim olup en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.
Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen -aynen yukarıdaki gibi- yine epey denilebilecek sayıdaki laik insanın varlığı, ikinci “biz”e karşı bir sigortadır.
Başka “biz”ler de var!
Buraya kadar ahatarı “din” olan kutuplaşma üzerinde durulması, başka “biz”lerin olmadığını düşündürmemeli. Etnik temele dayalı kutuplaşma da aynen yukarıdaki gibi işlemektedir. İşlemek zorundadır çünkü temel dürtü, kendi doğrularının “yürekten” (ezber) belletilmesidir.
“Bizler” çatışmaya başlamıştır
Doğruluğuna ve mutlaklığına yürekten (yani ezber) inanmış insanlar yanyana yaşamak zorunda kaldıklarında, kendilerini güvende hissedebilmek için doğal bir refleks gösterecekler ve kendi değer yargılarının egemen olmasını sağlamaya çalışacaklar, bu yolda nereye kadar gitmek gerekiyorsa gideceklerdir.
Bunun kibar adı iç savaş’tır ve tüm “biz”ler önemli telafat verip çatışmaya mecalleri kalmayana dek sürer ve sonunda bir uzlaşı -ister istemez- doğar. Çok ahmakça görünmesine karşın bugüne değin tarih “genellikle” buna şahit olmuştur.
Çatışmalar sürecektir, yeter ki?
Anayasa Mahkemesi’nin türban davasıyla ilgili kararı çevresindeki tartışmaları saf hukuk tartışmaları olarak yorumlayıp nefes tüketmek yerine, bu çatışmanın kök nedenlerini anlamaya çalışmak daha akılcı değil midir?
Kök neden, insanlık tarihinin en yaygın kümeleşme anahtarlarından olan din ve etnik köken bağlamındaki doğrularına “yürekten” (yani sorgulamaya kapatarak) inanmış ve bunları kendi dışındakilerin de benimsemesini talep eden, ikna etmeye çalışan, zorlayan, ortadan kaldırmakla tehdit eden kesimlerin varlığı ile bu kesimlerin dışındakilerin seslerinin güçsüzlüğüdür.
Bu “biz” kümelerini bir anda çözüp “ben”lere dönüştürebilecek anahtar ise “ezber” denilen zihinsel soykırım aracılığıyla girişilen ve örgün ve yaygın eğitim elbiseleri giydirilen koşullandırma eylemleridir.
Peki bunun için ne lâzım?
Pek inandırıcı gelmeyebilir, ama bunun için insanların kendi doğrularının ne kadar doğru olduğunu hiç olmazsa bir defa sorgulamaları, ama korkmadan sorgulayarak ta dibine kadar sorgulamaları, ondan sonra da açılacak çukura düşmeden kenarında durabilmeleridir.
Birbirimize bir takım doğrular tebliğ etmeye kalkışmanın tam anlamıyla bir “zihinsel tecavüz” olduğunu idrak etmek ise ilk adım olmalıdır.
Yapılabilir mi?
Evet ve hayır.
Bu “biz”lerin içindeki rol modellerinden birkaçının bunu yapabilmeleri halinde evet.
Şu ana kadar görüldüğü kadarıyla ise hayır!
12 Haziran 2008
[1] Yürekten = Farsça “ezber” = İngilizce “by heart” = Fransızca “par coeur