türban
Başörtüsünü, kendilerinin “doğru”,”iyi” ve “güzel” değer yargısı tercihlerini “sergilemeyi” ifade eden bir ideolojik simge olarak kulanabilmek için, aynı başörtüsünü ideoloji dışındaki amaçlarla –inancı gereği saçını göstermemek,soğuktan korunmak, saç dağınıklığını gizlemek ve bu gibi-kullananların arasına karışanlar, yarından itibaren bu “perde kullanma” yönteminden vazgeçseler ve belirli bir formdaki -mesela-“yüzük”leri kullanmaya başlasalar acaba neler olur? Bu konuda ne Anayasa Mahkemesi kararı ve ne de üzerinde uzlaşılmış bir “bu, şu demektir?” yargısı bulunmadığına göre, bu “tanıma yüzükleri“ni yasaklamak ya da en hafifinden tavır koymak mümkün olamayacaktır. Hattâ daha ileri giderek, olası bir yasaklama halinde simgeyi değiştirip bir yenisini -mesela rozetleri sağ yakaya takmak, kafa tokuşturarak selamlaşmak gibi- ortaya sürmek de mümkün olabilecektir. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür simgelerle başa çıkmanın -zora başvurmaksızın- bir yolu yoktur. Peki, düşünce ve inançlarını simgeler yoluyla açığa vurma isteğinin altındaki -bu denli mücadeleyi besleyebilen- güçlü neden nedir? Bu soru’nun yanıtı, çok aşına olduğumuz bir kavramla ilgilidir: “koşullandırma”!. Bir ideolojinin simgelerinin yeterli sıklıkta tekrarlanması, giderek ideolojinin özünün de benimsenmesine yol açmaktadır. Tarihte hemen tüm ideolojiler bu tür simgesel koşullandırma aracını kullanmışlardır. Simgeleri -isteyerek ya da görüntüyü kurtarmak amacıyla- kullanmayı seçenler, direnenler ya da kararsızlar için önemli bir baskı aracı olabilmektedir. Güçlüden yana olmak insanoğlunun önemli bir zafiyetidir. Dolayısıyla, bir ideolojiyi yaymak isteyenlerin ilk adımı onun simgeleri konusunda koşullandırma yaratmaktır. Ama bu kesinlikle bir nihai hedef değildir, hatta nihai hedef açısından komik denecek kadar anlamsızdır da. Esas satılmak istenilen ideolojinin özüdür ve bu öz satılmadıkça -ya da bu yolda çaba harcanmadıkça- simgelerle uğraşmak aptalcadır. Başörtüsüne karşı olanların gerçekteki endişesi ise tabii ki başörtüsünün kendi olmasa gerekir. Gerçek endişe, “kimsenin kendi inancını başkasına kabul ettirmeye -hiç bir yolla- zorlamadığı” bir ortak yaşam biçimi olan laik yaşamın bir yolla -kanlı ya da kansız- değiştirilmesidir. Son derece esnek bir ideolojik koşullandırma aracı olan simgelerle -orta ve uzun vadede- başa çıkılamayacağına göre, bu simgelerle atbaşı yürütülen “öze ilişkin çabalar“a dikkat edilmelidir. Simgesel çabalar aslında bu “öze ilişkin çabalar” için mükemmel bir perdeleme yaratırlar. Öze ilişkin çabalar, simgesel çabalar gibi “ince” değildir ve tarihteki tüm ideolojik mücadeleler hep aynı şu kaba aleti kullanagelmişlerdir: kendi düşüncesini dayatmak! Bu ise ya doğrudan ya da aşamalı -önce tek tip düşünme biçimi sonra tek tip düşünce- olarak yapılmaktadır. Başarılı(!) totaliter ideolojilerin hemen hepsi bu “aşamalı” yöntemi kullanmışlardır. Buradan, totaliter rejim çabalarına karşı uygulanabilecek hemen hemen tek mücadele yöntemi de ortaya çıkmaktadır. Bu, hangi yolla olursa olsun ve ne denli sevimli ve çağdaş olursa olsun tek tip düşünme ve tek tip düşüncenin dayatılmasını reddetmektir. Dini ya da siyasi hangi ideoloji olursa olsun, tek tip düşünme ve düşünceyi ister simgesel koşullandırma ister siyasi dayatma ister kanlı ister kansız olarak sevdirmeye, ikna etmeye, alıştırmaya, zorlamaya çalışmamalıdır. Toplumumuz, birkaç ana fay hattı boyunca kamplara ayrılmışlardır. Bunların başında da “laikler” ve “dindarlar” gelmektedir, daha doğrusu kendilerine bu adları vermektedirler. Her iki kesim de küçük(!) bir farkla yukarıdaki satırlara yürekten katılacaklardır: “bizim gibi düşünmek kaydıyla kimse kimseyi zorlamamalıdır, çünkü bizim doğrularımız, iyilerimiz ve güzellerimiz, onlarınkinden daha doğru, iyi ve güzeldir!”. Peki şimdi bir soru: simgelerle başa çıkmanın güçlüğünü, başörtüsünün ardında belirli bir dünya görüşünü yaymanın esas hedef olduğunu, esas mücadele edilmesi gerekenin “düşünme biçimi ve düşünce dayatması” olduğunu, başörtüsüne karşı olanlar bilmiyorlar mı? Başörtüsüne karşı olanlar tek kişi değildir. İçinde bunu düşünememiş, sadece göbeğini açamayacak olmanın endişesini taşıyanlar da bulunabilir. Nitekim laikliğin talihsizliği denilebilecek bu kişilere göre şeriat düzeninin kaybettireceği, meyhanelerin, genelevelerin ve porno TV kanallarının kapatılacak olmasından ibarettir. Ama laik kesim içinde yukarılardaki basit akıl yürütmeyi yapabilenlerin çoğunlukta olduğu da neredeyse kesindir. Peki o zaman niçin başörtüsü gibi, Batılıların deyimiyle bir “hayalet sorun” ile uğraşıyorlar da, tek tip düşünme biçimi ve düşüncenin öğretildiği ve öğretilen insan sayısı arttıkça da başarı kazanıldığının sanıldığı alana, yani eğitim alanına gözlerini çevirmiyorlar? En çağdaş öğretimlerin yapıldığı söylenen okullarımızda, üniversitelerimizde öğretilenlerin doğruluğundan kuşkulanan insan sayısı acaba kaç kişidir? Bu soru’nun yanıtı pek basit değildir. “Bizi yönetenler düşünen insan istemiyor” ya da “biz soran sorgulayan çocuklar yetiştiriyoruz ama vs” kolaycılıklarını bir kenara bırakıp bu soruyu düşünelim. Tekrar soralım. Bu soru ile oynayalım. Bu soruyu gerçekte hiç sormadığımızı söyleyenler olursa onlara kulak verelim. Kendi doğru, iyi ve güzel değerleri yolunda çocukları koşullandırmanın ne demek olduğunu ve nelere yol açtığını görmeye çalışalım. Ve lütfen, “peki ama nasıl?” diye sormayalım. Önce, doğru zannederek bugüne kadar yapmaya çalıştıklarımızın ve yapmaya halen devam ettiklerimizin aslında mücadele ettiğimizi sandığımız bağnazlıkları besleyen esas yakıt olduğu trajedisine yüreğimizi dayandırmaya çalışalım.
25 Mayıs 2012