İKİ MEKTUP!
Sayin Titiz,
Gonderdiginiz yazilari keyifle okuyorum. Son gonderdiginiz yaziyi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=553) okuduktan sonra acaba nerede yanlis yapiyoruz sorusunu bir kez daha kendime sordum. Aslinda bu ezber ya da sorgulamadan ogrenme konusunda ne kadar haziriz sorusu galiba tum egitimcilerin sorusu ve sorusu olmali, ayrica aykiri dusunenleri hazmetmeyi de bilmemiz gerekiyor. Ne mi demek istiyorum, size bunu bir ornekle aciklamak isitiyorum:
Son gunlerde YOK’un de destekledigi akreditasyon isi butun dunyada cig gibi buyuyor. Aslinda temel amacina bakinca kalitenin yukseltilmesi dusunuluyor, bende katiliyorum bu fikre ama is uygulmaya geldiginde? Niye mi! Bizim bu akreditasyondan anladigimiz ISO belgesi almak gibi, bunu daha sonra, bakin biz akredite olmus bir kurumuz onun icin herseyimiz iyi korumasinin arkasina saklanip gene ayni tas ayni hamam bu ogrencileri yetistirmeye devam..
Akreditasyonda istenenler acaba bu cagin insanini yetistirmek icin olmazsa olmaz seyler mi? Bir ornek: akredite olacak bolumlerde verilen butun derlerin icerikleri, sinavlari, sinav sorulari, bolumun imkanlari vs. akredite edenler tarafindan incelenir. Ve dersler verilirken bu dersin iceriginin donem basinda acikca duyurulmasi, her konu icin hedef davranislarin belirlenmesi ve amaclarinin acik olmasi filan istenir.
………………. Universitesi, ………………. Yuksek Okulu’nda …… yil izni icin bulunuyorum burada da benzeri cabalar var ve gecenlerde Ingiltere’den gelen bir gurupla bunlari konusuyorduk (ben misafir ogretim uyesi sifati ile katildim toplantiya ve su soruyu sordum bu kadar her seyi benzer hale getirirseniz, bunun sonucunda nasil “yeni bir sorunla karsilastiginda cozum bulabilen”, “kendi kendine yatebilen” ve dusunen insanlar yetistirebilirsiniz cunku bu onerdiginiz sistem birbirinin benzeri hatta eslengi olan dusunmeyen insanlar uretir dedigimde, bana verilen cevap su oldu “evet biz de bu konular uzerinde tartisiyoruz“.
Yani adamlar Ingiltere’de bunu tartisirken cevabini bildikleri ve dogru oldugundan suphe duyduklari seyi bizlere oneriyorlardi. Sonucta bir daha beni o toplantilara cagirmadilar galiba yakinda akredite olurlar.
Sistemin akredite olmasi/olmamasi cok onemli degil son gunlerde hemen hemen cogu universite ogretim uyesi degerlendirme formlari veriyor ogrencilere her donem sonunda. Bu uygulama ODTU’de de vardi burada da var. Ve sorular 5 olcekle sa, a, n, d, sda seklinde sorulup cikan sonuca gore o ogretim uyesinin o donemki performansi ile ilgili bilgi ediniliyor. Sorular bu hedef davranislara gore yani davranisci ekole gore hazirlandigi icin bunu tam olarak uygulayanlar mutlu mesut donem sonunda notlarini aliyorlar.
Yillardir ogrencileri ezbercilikten baska hicbir yere goturmeyen bu sistem simdi bu yolla daha da pekistirilmis oluyor yanibutun ders verenler bunu uygulamak zorundalar yoksa kotu not alip ortalamalarini dusurme riski var. (ha simdi tam burada nereden biliyorsun, elinde bir kanit var mi diyenleri duyar gibi oluyorum. Evet var, bir tanesi yurt disi bir kaynak size bu maille birlikte gonderecegim, digeride benim burada yaptigim bir calisma). Evet ben ne yaptim bu tutarsiz ve guvenirliligi test edilmemis araci kullanarak yapilan degerlendirmelerin ne kadar guvenilir oldugunu gostermek icin.
Buraya geldigimde benden vermem beklenen ………….. dersini tamamen bu formata uyarak hazirladim ve istenen herseyi yerine getirerek yani sorulari elime aldim ve mufredati tam orada istenen gibi duznleyip verdim. Bu arada ben ogrencilere hala acaba grup calismasi yaptirabilirmiyim diye bir kisisel bir de grup projesi yaptirmaya calistim amacim geleneksel ve problem tabanli ogrenme yontemlerinin bu yapi icerisinde kullanilip kullanilmayacagi idi ayrica
ikinci donem sadece bu yontemleri kullandigimda iki calismanin tutarli olmasi icin boyle strateji izledim. Donem sonunda simdiye kadar verdigim donemler boyunca ogrencilerin hazirladigi en kotu ogrenci projeleri uretildi benim acimdan ama ogretim uyesi degerlendirme formlarinda bolumdeki en ust ortalamaya sahip bir kac kisinin arasina girdim. En yuksek olanlar 4.00 iken benimki 3.66 oldu. Yani ogrenciler bu yontemden ve dersin verilis seklinden cok memnundular. Bolum baskanimiz bununbenim egitimci olmamla iliskili oldugu seklinde bir yorumda bulundu.
Bu yontemde bilgiden-probleme gidis vardi ve ogrenci gak dedikce su guk dedikce et ile beslenmekte sadece ve sadece notlari ve verilen tasklari bilmesi yeterli olmakta sonucta hic dusunmeyen ve hatta dusunmek bile istemeyen ve sorulan her turlu soruya eger konu dahilinde ise cevap verebilen birbirinin ayni dusunen insanlar elde edebiliyorduk ve sistem calisiyor ve olculebiliyordu bundan iyisi Sam’da kayisi oluyordu herhalde. Ama ben mutlu degildim cunku ogrencilerim ilk kez bu kadar kotu ve birbirinin ayni web projeleri uretmislerdi hemen hemen hepsi birbirinin benzeri ve yaraticiliktan nasibini almamis projeler.
İkinci donem ise derste yontemi coklu ortam destekli-problem tabanli ogrenme tabanli vermeye karar verdim. Burada yanliz kucuk bir yontemsel degisiklik yaparak tamamen problem tabanli ogrenme degil belli bir olcude de geleneksel yontemi kullanmaya calistim. Yani ikisinin karisimi bir yol izledim dersin kapsami tamamen ayni kaldi, geleneksel olarak kullandigimiz, dersle ilgili butun ders notlari ve hersey acik sekilde web sayfamda bulunabiliyordu (halbuki problem tabanli ogrenmelerde ogrencinin bunu kendisinin bulmasi ve bu konuda karar vermesi ozendirilir) yani hem bilgiden soruya ve hemde sorudan/problemden bilgiye gidilebilecek bir yontem kullanmaya basladim.
Dersin ilk kisminda ogrenciler benim ve ders notlarinin yardimi ile kisisel birer web sayfasi yaptilar. Ve kendi baslarina calistilar. Dersin geri kalan kisminda ise 4-5 ogrenciden olusan gruplar olusturarak kendi belirledikleri konu uzerinde calismalari ve proje uretmeleri isendi. Bu sirada grup calismalarinda kullanilmak uzere grup chat ve grup forum olanaklari saglandi. Yani sadece kendi gruplari icinde konusup tartismalarina imkan saglandi ama ogrencilerin tumu ile birlikte donem boyunca birlikteligimiz devam etti bu birliktelik sirasinda normal ders anlatimi yerine olusan problemlerin cozumune yardimci olmaya calistim sonucta tam 18 proje olusturdular.
Bence iclerinde bayagi iyi olanlar var. Evet bu ders icinde gene kalsik ogretim uyesi degerlendirme formu dagitildi ogrencilerime ve ortalamam ne yazik ki 2.60 olmustu yani neredeyse tam 1 deger dusus vardi. Bence bu cok sasirtici bir durum degil di cunku benzeri bri degerlendirme size bu mail ile gonderdigim
….’in hikayesinde de var. Ozellikle paper son kismi ders niteliginde bence. Evet simdi ne yapmak gerekiyor sorusuna donecek olursak hepimiz ayni sekilde ders vermeye devam edelim derim 🙂 o zaman degerlendirme sonuclari hic sorunsuz oluyor ve kimse sizin aleyhinize kullanamiyor (….. oyle soyluyor benim de kisisel tecrubelerim bu yonde)
Evet tercih kimin ??? ben hala bu sorunun cevabini bulmaya calisiyorum. Ne zaman bu akreditasyon bu hali ile ise yaramaz standart tipler olusturur desem bir suru dusman kazaniyorum.. sizce ben ne yapmaliyim.
Hic bunlara kafayi yormadan iyi egiticiler arasindaki yerimi koruyarak birbirinin ayni insanlar yetistirme faliyetine mi devam edeyim yoksa ogrencilerimi bu tur degisik yontemleri kullanarak kendi kendilerine yeten insanlar haline mi getirmeliyim.
Evet sayin Titiz; siz olsaydiniz ne yapardiniz?
Saygilarimla
5 Nisan 2002
(isim ve adres)
Sevgili ……. bey,
Çok az mesaj sizinki kadar derin düşüncelere dalmama yol açmıştır, bunu hemen belirtmeliyim.
Son 1-1.5 yıldır, çok çeşitli alanlarda -sanayi danışmanlığı, ezbersiz eğitim, bilim egemenliği vbg- çalışma sonunda, bugüne kadar sorgulamadığım kimi kabullerimi tekrar masa üzerine koyup her birini tekrar tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyuyorum. Bütün bu karmaşa içinde “very basics” denilebilecek şeyleri aramaya başladım. Ve her defasında, sorgulamadığım varsayımlarımın ne derin yanılgılara yol açabildiğini gördüm. Buna benim bireysel ezberim diyebilirim.
Gerek sizin gerek ……’ın yazılarınızı birkaç defa okudum. Her ikisinin de sonu, benzer dilemmalar karşısındaki karar durumlarını yansıtıyor. Muhtemelen birçok insan aynı çelişkiler karşısında karar vermek durumunda kalıyordur.
Bu durumun -her şeyde olduğu gibi- tek doğru yanıtının bulumadığını düşünüyorum. Verilecek karar tamamen bireyseldir ve hemen hemen tek parametreye bağlıdır: Bu parametre, “ben ne istiyorum?” sorusunun yanıtıdır.
Bu soru, bir kişinin tüm ömrü boyunca hergün, karşılaştığı her “yeni durum”dan sonra, sanki evvelce hiç sorulmamış gibi sorulup cevabının tekrar verilmeye çalışılması gereken bir soru. Sorunun zorluğu, sıradan cevaplara çok açık olmasından ve bir ölçüde de kavramların içlerinin boşalmışlığından geliyor.
“Mutlu olmak istiyorum“, “insanca yaşamak istiyodrum“, “başkalarına yararlı olmak istiyorum“, “dünyayı tanımak istiyorum“, “düşük olup basılmamak, yüksek olup asılmamak gibi bir orta yol istiyorum“, “lider olmak istiyorum“, “kendi çıkarlarımı korumak istiyorum” ve benzeri onlarca cevabın, gençlik yıllarımızda birer ideolojik doğru gibi yol gösterici göründüğünü hatırlıyor ve bunların daha sonraları hemen hiçbir şey ifade etmediğini -bana- şimdi şimdi anladığımı -ya da bir farkındalık sürecinin ilk işaretlerini algıladığımı- görüyorum.
Dolayısıyla, “başkalarının takdirini kazanmak” pekalâ bir misyon olarak edinilebilir ve bir ömür bu misyonu izleyerek tamamlanabilir. Çevresinde saygın, hatta yararlı birçok insanın bu tür bir misyonu olduğunu görüyoruz. Bunun aksi ucunda da, “dünyayı ben mi kurtaracağım” misyonuna sadık milyonlar var. Onlar da yaşamlarını sürdürüyor ve sonunda göçüyorlar. Bunların hangisinin doğru olduğu gibi, geleneksel yargılama temelli düşünce sisteminin -ki bu düşünce sistemine göre her şey iki şeyden birisidir ya da fuzzy’dir, ama mutlaka hakkında bir yargıda bulunulmalıdır, hiçbir şey as it is olamaz- mutlak zorunluğuna kapılmayacağım. Siz hangisini doğru buluyorsanız odur.
Burada bir soru akla gelebilir: bu konularda düşünen ve evrensel açıdan doğru sonuçlara -eğer öyle sonuçlar varsa- varmış birileri, bu soruların cevaplarını verse de herkes düşünüp yanlış yollara sapmaktan korunsa!
Bunun mümkün olamayacağını sanırım açıklamaya gerek yoktur. Çünkü, herhangi bir misyonu -ne olursa olsun- edinmek, elbise giymek gibi eğreti bir şey olamaz. Misyon -her ne olursa olsun- bir dizi uygunluğun üzerine oturabilecek bir üst değer olmak zorundadır. Filan misyonu ediniyorum denildiğinde, onun gereklerini yerine getirmeksizin o misyon benimsenmiş olamaz. Burada bir tehlikeye işaret etmek isterim. O da, bir misyonun, üzerine oturacağı temellere sahip olmaksızın ona ait özelliklerin adlarını söylemek hastalığıdır. Çevremde yüzlerce böyle insan görüyorum ve bunların büyük bölümü “eğitimli”. Bir özelliğe katiyen sahip olmaksızın, o özelliğin takıştırma kısmını -hem de en parlak ifade, postures, gestures vs ile- kopyalamak.
Eğitim sistemimiz bunun özel durumlarıyla doludur. Bir şeyin aslını bilmeden onunla ilgili çok şey bilmek!
Bu açıklamayı, ezbersiz eğitim konusunda kendime biçtiğim misyonumun sadece benim için doğru -o da şimdilik- olduğuna işaret etmek, siz, …. ya da bu konularda düşünen bir başkasının yine kendileri için doğru misyonlar edinebilmesinin mümkün olduğuna işaret etmek amacıyla yaptım.
İnsan, aynı ana ve babayı paylaştığı kişilerle dahi belirli bir noktadan daha ilerisini konuşamayabiliyor. Sizinle ise bunları konuşabileceğimi hissediyorum. Bu yüzden -şimdilik- benimsediğim yaşam ilkesinin “büyük bütünle uyum içinde olmak” olduğunu söyleyebiliyorum. Bunun içinde insan-hayvan-bitki ya da taş-toprak-hava ayrımı yok; insanın şerefli mahluk olduğu -dolayısıyla da birçok cürümü işleyebileceği icazeti- yok; akıl’ın çok önemli bir şey olduğu yok; birilerinin birilerine bir şeyler öğretmesi gerektiği yok; değer ölçülerimizin doğru olduğu inancı yok.
Sevgili …… bey,
Son 1-1.5 yılda birdenbire gözümü açan olaylar oldu. Belki de bunlar olup duruyordu, ama ben öyle bakmıyordum. Şimdi, tüm varlıkların en önemli -hatta başlıca- özelliklerinin müthiş öğrenme yetenekleri olduğunu iyice anlıyorum. Bunun nedeni basit. Öğrenme yetenekleri yüksek türler ve o türler içindeki bireyler -insan, hayvan, bitki vs- varlıklarını sürdürebiliyorlar, diğerleri ise öyle ya da böyle yok oluyorlar. Bunda da bir haksızlık yok.
Bu denli katı olarak öğrenmeye programlanmış olmanın ilginç dezavantajları da -eğer gerçekten dezavantaj iseler- var: o denli kolay öğreniliyor ki, öğrenilenin ne olduğuna bakılmıyor, doğru-iyi-güzel’lerin yanısıra ve aynı etkililikte yanlış-kötü-çirkin de öğrenilebiliyor. Bilimin, ahlâkın ve sanatın bu değerleri içinde her gün yüzlerce örneğini görüyoruz.
Varlıklar survival yolunda her şeyi öğrenme kaynağı diye kullanmaya genetik olarak programlı oldukları için, bunu farkeden bazı hemcinsleri -hatta başka cinsler de ileride olabilecek ve örneğin bazı hayvanlar insanları koşullandırıp kendi çıkarları yönünde kullanabilecek, bu yakındır- diğerlerine kendi misyonları doğrultusundaki şeyleri “öğretebiliyorlar”. Bunun, devlet denilen resmi ve büyük örgüt -bazı yerlerde şirket deniliyor- eliyle yapılanına “eğitim” adı veriliyor. Bence bunların hiçbirisinin bir diğerinden farkı yoktur.
Böyle bir misyon, ezber, proje temelli öğrenme ya da çevre koruma gibi alanlarda çeşitli yaşam senaryoları ortaya çıkaracaktır. Ben -yine şimdilik- başkalarının gözünde nasıl göründüğümü, onlardan takdir alıp almadığımı dikkate almıyorum. Hattâ bunlar, yaşamımda epey maddi ve manevi güçlük de yaratıyor. Ama bunları yargılamıyorum ve seçtiğim yolda rastlanması gerekenler olarak yorumluyorum.
Bu arada dikkatimi çeken, çok büyük bir kesimin, “öğrenme” yetileri ve de bunu farkeden hemcinslerinin onlara bir şeyler öğretme -sokuşturma- çabaları sonunda, hayvanların çoğunda -ve yeni doğan bir bebekte- var olan saflığı kaybettiği, ortaya aptal, ahmak ve ahlaksız bir “şey”in çıktığı oldu. Bu ortaya çıkan “şey”in ne olduğunu tanımlayamayacağım. Bunlar bildiğimiz canlı-yarı canlı-cansız sınıflandırmasına giremeyen özel “şey”ler. Canlı olup olmadıkları tartışmalı. Anatomik ve hukuki açıdan canlı sayılmaktalar. Ama, doğal uyum yeteneklerini -öğretildikleri ve de uyumlarını zedeleyebilecek şeyleri öğrendikleri için- kaybetmişler, bence ölü hale gelmişlerdir. Çevremiz böyle yüzbinlerce cesetle çevrili. Bir şeyi merak etmeyen -merak ediyormuş gibi yapan-, kulaktan dolma kalıplarla sürekli yargı, tartışma, niza, iddia -ve bunlara bağlı arogance– üreten cesetler!
Çeşitli kurumlarda, komisyonlarda, gönüllü kuruluşlarda ve de her rütbede cesetle birlikte yaşamanın, yaşamınızı sürdürme yolunda onlarla bir çeşit nekrofili içinde bulunmak başlangıçta kabul edilemez gibi görünüyor. Ama varlıkların uyum yeteneği burada da imdada yetişiyor ve birlikte bulunmayı “öğreniyor”sunuz. Bu insanlar ya müşteriniz ya patronunuz ya da iş arkadaşınızdır, komşunuzdur. Bir şeyleri birlikte yapmak zorunda olduğunuz alt ya da üst komşunuz, ya da trafikte kazaya uğramamak için birlikte yaşamak zorunda olduğunuz kişilerdir.
Bu durumu anladığınızda akla gelen soru şu oluyor: bu durum da büyük sistemin ürünlerinden birisidir, dolayısıyla “yanlış” değil; o halde değiştirmeye çalışmak yerine zarar vermeden ve de zarar görmeden yaşamaya çalışmak gerekir.
Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu takdirde “durumdan vazife çıkarmak” cinsinden şöyle bir gereklilik ortaya çıkıyor: benzer durumda olanlarla yardımlaşmak. Bu, kendini korumanın bir gereği olarak ortaya çıkıyor, yoksa geleneksel ahlâkın kalıplarından birisi olan “başkalarına yardım etmek” gerektiği için değil. Ha belki de, bütün dinlerin -ve din olmayan öğretilerin- ortak emri olan yardımlaşmanın altında bu evrensel gerçek bulunuyordur.
Şimdi, bu yardımlaşma konusuna gelince bir sorunu anlayıp çözmemiz gerekiyor. O da, kiminle ne yönde yardımlaşacağınız ve bu konuda ne ölçüde çaba harcamanızın doğru olacağıdır. Bu sorunu çözebilmek için, mevcut tümör gibi yapının iyi anlaşılması gerekiyor.
Ben uzunca zamandır, bir yargıya kendimi kaptırıp da, anlayışımın önüne kendi kendime set çekmemek için gözlem yapıyorum.
Bu denli akıl dışılığa kendini kaptırmış, hemen hemen doğru-iyi-güzel denebilecek hiçbir değerini koruyamamış ve de yenisini üretememiş, sürekli yakınan, suçlayan, nefret eden bir topluluk nasıl oluşabilir. Canlılar da dahil bütün canlıların temel özelliği olan saflık ve uyum nasıl olup da bu denli kaybolabilir?
Böyle bir yapının neresine müdahale edilerek düzeltilebilir; yoksa hiç ellenmeyip kendi kendini tasfiye etmesi mi beklenmeli?
İşte yavaş yavaş anlamaya başladığım şu oldu: O.R. disiplininin Markow Chain yaklaşımını bilirsiniz. Bu yaklaşımın özü, her deneyin sonucunun, kendinden sonraki deneylerin sonuçlarını belirleyeceği‘dir.
Benzer biçimde, kendini olumsuz değişimlere karşı koruyabilen, uyum yeteneğini sürdürebilen bir insan topluluğu, insan ömrüne göre çok uzun sayılması gereken yaşam sürecinin bir noktasında, herhangi bir nedenle güçlü sosyal virüs(ler) ile karşılaşır-ki buna biraz aşağıda değineceğim- ve sosyal bağışıklık sistemi -yani sorun çözme becerisi- bu virüs(ler)i alt edemez ise- bir dizi zincirleme olay dizisi başlamaktadır.
Bu olayların başlıcası, bu virütik çekirdeğin (core) etrafında, onunla uyumlu sosyal kurumların ve o kurumlara uygun -ya da en az aykırı- insan tiplerinin toplanmaya başlamasıdır. Sanırım benzer bir süreç biyolojik organizmalarda da olabilir. Bunu kızıma soracağım, o biyolog olduğu için bilir. Bir süre içinde bir mutasyon ile, bu tipolojiye hiç de uygun olmayan insanların da uygun hale gelmesi, gelmemekte direnenlerin ise tasfiye olduklarını düşünüyorum. Böylece, insan ömrü için uzunca, ama toplum ömürleri için kısa bir süre içinde, güçlü bir çekirdek ortaya çıkabilmektedir.
Şimdi bu çekirdek açısından en önemli mesele, kendini, çevredeki -iç ve dış dünya- değişim akımlarına karşı koruyabilmesidir. Çekirdek de, kendini oluşturan bireysel elementlerle benzer yetenekte bir öğrenme yeteneğine -yani varlığını sürdürme yollarını bulup öğrenmeye- sahip olduğu için bunu kolayca yapabilecek çeşitli yollar bulabilmektedir.
Bunlardan en yaygın olanı “değişim neyi zorluyorsa onu söylemek, hattâ o yönlerde bayraktarlık yapacak kadar söylemek” tekniğidir. (Nitekim, epey gecikerek de olsa Türkiye’deki Atatürk karşıtları, karşıt söylemleri bırakıp karşıt eylemlere hız vermişler, ama diğer yandan da Atatürk’ü övme konusunda bir tür yarışa girmişlerdir. Atatürk yandaşı kişilerin çoğunluğunun Atatürk yandaşlığı da sadece söylem düzeyinde olduğu için, artık kimse kimseye Atatürk düşmanı diyemeyecektir. Doğanın bu çok yaygın tekniğini biz “dahi” anlayıp uygulamaya koymuş bulunuyoruz.)
Burada, cevaplanması gereken birkaç soru daha olabilir. Bir tanesi, bu çekirdek içinde, onun normları ile tam bağdaşmayan, hattâ tam aksi özellikte ama tasfiyeden de kendini koruyabilen -belki benzer aldatma yöntemleri ya da gözden kaçma gibi nedenlerle- kişilerin ne sıklıkta bulunabileceğidir.
Bu soru önemlidir. Çünkü, eğer çekirdeğin -sosyal tümör- iyice küçültülüp sosyal bünye için bir tehdit oluşturamayacak şekilde çevresinin sarmalanıp öylece kontrol altında tutulabilmesini mümkün kılabilecek bir strateji varsa bu, mutlaka o aykırı elementlere dayalı olacaktır.
Eğer bu aykırı elementlerin sayısı belirli bir kritik kütle oluşturamıyor ya da sayıları yeterli ama aralarında yeterli bir etkileşim sağlayamıyorlarsa bu takdirde bu “tümör küçültme” işini büyük Tanrısal düzene bırakmaktan başka çare olmayabilir.
Gözlemlerime göre -maalesef- bu tür elementlerin hem sayısı çok az, hem de aralarındaki etkileşim çok zayıftır. Bu, çekirdeğin uzun süreli gelişim süreci boyunca uyguladığı tasfiye yöntemlerinin bir sonucu olsa gerekir.
Milyonlarca çocuk ve gencimizin tabi oldukları aile, okul ve medya tabanlı eğitimlerin bu olağanüstü düşük “aykırı element sayısı” olgusundaki payı büyüktür.
Burada bir parantez açarak bu yıl içinde gözümü açan olaylardan birisini size aktarmak istiyorum: 300 kadar “eğitim etkini” denilebilecek kişinin adresine -içlerinde öğretmen, idareci, eğitim akademisyeni, sanayici, yazar, düşünür, eğitim bürokratı, politikacı gibi kimseler var- birer kişisel mektup yazarak şunu önerdim:
«Eğitimde büyük reformlar yapmanın büyük yatırımları gerektiği söyleniyor. Bu belki doğru olabilir. Benim size 2 ucuz önerim var. O denli ucuz ki, bir mezra okulundaki öğretmen dahi isterse, hiç kimseden izin almadan bunları uygulayabilir. Yeni yasa yapmaya, anayasayı değiştirmeye, dış finansman bulmaya vs ihtiyaç yoktur.
Bu iki önerimden birisi, her ne öğretiliyor ise -öğretilenlerin lüzumunu tartışmıyorum-, bunların mutlak doğrular olmadığını, doğrulardan yalnızca bir tanesi olduğu vurgulansın ve örnekler verilsin. 5 kere 5’in ancak 10 tabanlı sistemde 25 olduğu, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın sadece durağan koordinat sistemlerinde geçerli olduğu, iç açıları toplamı 1800 olan üçgenlerin sadece düzlem üzerine çizilenler olduğu, düzlem denilen şeyin ise dünya yüzeyinde fiilen bulunmadığı, ancak zihinsel -soyut- olarak mevcut olabileceği, yeni çağın başlangıcının bize göre İstanbul’un fethi, başkalarına göre Amerika’nın keşfi, matbaanın icadı ve İstanbul’un fethinin olağanüstü biçimde bir araya gelmiş olması vs vs vs..
Diğeri ise, ana okullarından üniversitelere kadar yapılan her türlü sınavda uygulanması adet haline gelen “kopyaya karşı gözetim” yönteminin terkedilip “onur sistemi” denilen yöntemin uygulanması ve bu yolla:
1. “Siz güvenilmez bir kişisiniz, gözetim olmazsa çalarsınız”,
2. “Siz güvenilmez olduğunuza göre arkadaşlarınız da öyledir. İnsanlar güvenilmezdir. O halde yarın mezun olduktan sonra her ne iş yaparsanız yapın -işportacılık, yasa yapıcılık, savcılık, yargıçlık ya da ticaret-, yaptığınız işleri daima güvensizlik üzerine kurun”,
3. “İnsanlar doğuştan kötüdür, potansiyel suçludurlar” vs vs
mesajlarının durdurulması.»
Bu iki önerime, YÖK üyelerinden, üniversite rektörlerinden, yazar, düşünür, düşünmez, öğretmen, hattâ, yabancı ülkede okurken kendisine bu tür onur sistemi uygulanan akademisyen, velhasıl her kesimden çeşitli yanıtlar geldi. İşte bunların, gözümü açan özeti:
(1) Birinci önerinizin uygulanması çok basit, zaten çoğu öğretmen de uyguluyor. (ben bugüne kadar uygulayan 1 -sayı ile bir- tane öğretici görmedim),
(2) İkinci öneriniz ülkemizde uygulanamaz. Çünkü:
a. Kopya hırsızlık değildir, her öğrenci yapar,
b. Bizim çocuklarımız buna itiraz ederler, çünkü onlar kopyaya alışmışlardır,
c. Böyle bir uygulama öğrenciler ve bölümler arasında karışıklık yaratır, ben kötü kişi olurum,
d. Onur sistemi -ve genelde onur- ancak ekonomik sorunlarını çözebilmiş toplumlar için söz konusudur ve bizim için lükstür,
e. Kopya, öğrencilerin mevcut sisteme karşı bir protestosudur, dolayısıyla önlenmesine gerek yoktur,
f. Ben öğretmen olsam, bana ancak yazılı emir verirlerse bunu uygularım. Çünkü öğrenci, veli, Milli Eğitim vs ile başımın derde girmesi ihtimali vardır,
g. Eğitim sisteminin tüm sorunları çözüldükten sonra böyle bir uygulama yapılabilir, yani sorunlar hiyerarşisinde aşağı sıralarda yer alır.
Bu sonuçları genelliyerek 440,000 öğretmen, 25,000 öğretim görevlisi ve üyesi gibi bir kitleye teşmil etmek istemem, ama örneklediğim kitlenin de gerek sayısı ve özellikle de nitelikleri itibariyle sıradan olmadığını, eğitim anlayışımızı temsil etmede epey önemli olduğunu da düşünürüm.
……. bey,
Bu sonuçları -abartmaksızın- dehşet verici buluyorum. Bu yargıya varmamın nedeni, bu kitle içinde hasbelkader ünvan sahibi olmuş, bir yerlere gelmiş kişilerin yanısıra, gayet parlak kariyerler yapmış, genç yaşında önemli ünvanları -muhtemelen hakkı ile- almış, konuştuğu zaman, yukarıda değindiğim “aykırı” elementlere dahil olduğunu zannedebileceğiniz, sürekli olarak eleştiren, yol gösteren insanların da bulunmasıdır. Bu durum, tümör küçültme işinin -göründüğü kadarı ile- oldukça güç olduğunu gösteriyor.
Bütün bunlar, benim şu andaki kanaatim. Ama bir şans, bu gözlemlerimin içinde, sonuçtaki yargılarımı değiştirebilecek hatalıların bulunması olasılığıdır.
İşte bu yüzden, işi Tanrısal düzene bırakma alternatifini benimseme hakkını kendimde -ve varlık nedeni olarak büyük düzene uyum sağlamak olarak tanımlayan hiç kimsede- göremiyorum.
Bu yüzden, bir arkadaşınız olarak, benimsediğiniz ve uzun süredir değiştirmediğiniz yolunuzu korumanızı, bir yandan ne olup bittiğini anlama çabalarımızı sürdürürken, bir yandan da bu tümör yapının nasıl küçültülebileceğini -gürültülerden rahatsız olmaksızın- düşünüp uygulamaya devam etmenizi öneriyorum.
Selam ve sevgilerle,
Cuma, 12 Nisan 2002
M. Tinaz Titiz