HOŞGÖRÜLÜ OLALIM. AMA OLAMAYIZ Kİ !
Büyüklerimizin en sık nasihat ettikleri konuların istatistiğini tutan birisi var mıdır bilmem ama o listenin başlarında yeralacağından hiç şüphe edilmemesi gerekeni “hoşgörülü olun” dur.
İster kişisel ister toplumsal ölçekte olsun, ilişkiler dokusunu “hoşgörü” kadar olumlu etkileyen bir başka sihirli kavram herhalde yoktur. Hepimizi tek tek ya da toplu olarak rahatsız eden irili ufaklı davranışların üzerine bu “hoşgörü” örtüsünü örttüğümüzde yaşam daha kolay, daha anlamlı olmaz mı? Tabii ki olur. Pekiyi o halde niçin birbirimize karşı hoşgörülü olmada niçin bu denli cimriyiz?
Bu soruya cevap vermeden önce hoşgörü’nün ne olduğu konusunda bir tanım birliğinin varlığından emin olmak gerekirdi. Ama, çeşitli kavramlar üzerinde bir toplumsal uzlaşı bulunmayışı, Kaynak Sorunlar’ımızdan birisi, belki de en önemlisidir. Bu nedenle hoşgörü’yü, “kendi doğrularımızın dışındaki tutum ve davranışların da makul olabileceğini kabul etmek” şeklinde -fazla zorlamadan- tanımlıyorum.
İşte sorun da burada başlamaktadır: Anaokulu’ndan üniversiteye kadar eğitimimizde, sürekli olarak Evet-Hayır Mantığı ile yetiştirilen, buna paralel olarak da yaşamın her saniyesinde “doğrular” ve “yanlışlar” arasında kesin tercihini yapmaya zorlanan insanlar acaba nasıl olup da bir “yanlış”ı “doğru gibi” kabul edeceklerdir? Bu, karşı görüşlerin makul olabileceğini kabul etmek biçiminde değil, olsa olsa “görmezlikten gelme” şeklinde olabilir ki o çok farklı bir kavramdır.
Kulakları sağır olduğu için komşuda çalınan metal müziğini duymayan kişinin “hoşgörüsü”nden söz edilemeyeceği gibi, ayağına basan kişinin profesyonel bir boksör olduğunu anlayan bir kişinin aldırmazlığı da, AIDS’i bir yaratık sanıp da sokak kadınını yalnız gördüğü için yanaşmakta beis görmeyen cahil adamın tutumu da yine “hoşgörü” değildir. Hoşgörü bilinçli bir tutumdur. Doğru’nun tek olmayabileceğini, tek olduğu hallerde bile ortak yaşamın ancak uzlaşmayla mümkün olabildiğini ve bu nedenle de “ortak doğrular”ın “bireysel doğrular” dan daha öncelikli sayılmak gerektiğini anlamış kişilerin tutumuna “hoşgörü” denilebilir. Ve bu tür bir anlayışa dayalı “hoşgörü”, tahammül ederek değil severek, isteyerek benimsenen bir tutumdur.
Sık sık duyduğumuz, “karşı fikirlere de tahammül etmeliyiz” sözleri dahi, hoşgörünün dayanması gereken anlayışı değil, her an patlamaya hazır bir tepkiyi anlatmaktadır. Hoşgörü, tahammül değildir.
Evet-Hayır Mantık Sistemi’nin bizleri getirdiği nokta, her kesimin birbirine diş bilediği, birbirini yoketmek için fırsat kolladığı noktadır.
Siyasette geldiğimiz tıkanma noktasının önemli nedenlerinden birisi de hoşgörü’nün temelini oluşturan mantık sistemini reddeden eğitim sistemimizdir. Her devirde eğitim sisteminin kontrolunu eline geçiren değişik anlayışların kendilerine göre tanımladığı “iyi vatandaş”ı yetiştirmeye yönelik eğitim karmaşası, sonunda kendi anlayışının dışındakileri yanlış sayan, onlara biraz tahammül gösterdikten sonra patlayan bir toplum yaratmıştır.
Sürekli olarak hoşgörülü olmayı nasihat etmek yerine niçin hoşgörülü olamadığımızı sorgulayan bir anlayışa ihtiyacımız var.
Artık, kendi anlayışlarımıza göre iyi vatandaş yetiştirmeye çalışmaktan vazgeçip, doğru soruları sormaya çalışan insanlar yetiştirmeye çabalamalıyız. 2000’li yılların Türkiye’sini ancak doğru sorular sormasını bilenler kurabileceklerdir.
4 Ocak 1994