POLİTİKA NİÇİN ÇÖZÜM ÜRETEMİYOR?

Ülkemizde ve de birçok ülkede politika, toplumları tatmin edebilecek çözümler üretemiyor. Toplumlar mı tatmini güç istekler ortaya koyuyor, politikacılar mı yetersiz, tarihsel süreç olağan çizgisini mi izliyor ya da herbirinin payları mı var?

Bu, kaya gibi sert, nüfuz edilemez görünüşlü soruyu, Türkiye yetmiyormuş gibi genelleyip bir de Dünya ölçeğinde yanıtlamaya kalkışmak pek akıllıca görünmüyor. Ortaya konuluşu her ne kadar aynı sözcüklerle de yapılsa, bu soru’nun her ülkede farklı yanıtları olduğu, daha da doğrusu bir kısım yanıtlarının ortak, bir kısmının da ülkeye özgü olduğu bellidir.

“Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri niçin üretemiyor?” şeklinde bir soruya verilebilecek tek yanıt olmayıp, “bir dizi cevap” bulunmaktadır.

Ama, bu yanıtları aramadan önce, bu soru’nun “doğru formda” olup olmadığına bakılmalıdır. Soru bu haliyle, “politika, geçmişte tatminkar çözümler üretmiş ama artık üretemiyor” gibisinden bir anlam taşıyor. Halbuki bu doğru değildir ve hemen herkesin kabul edebileceği gibi ülkemizde politika -geçmişten bu yana- toplum ihtiyaçlarını cevaplamada hep yetersiz kalmıştır.

Bunun bir işareti, insanlık ailesine katkımızın yetersizliği ve aileyle aramızdaki gelişmişlik farkının kapanmayıp açılmasıdır. O halde, “doğru form”daki soru, “Türkiye’de politika, toplumu tatmin edecek çözümleri eskiden bu yana niçin üretememiştir?” şeklinde olmalıdır.

Bu soru’nun “bir dizi” yanıtının simgelediği her “neden”in, sonuç üzerindeki etkisi pek kolay bilinebilir değilse de, bazı nedenlerin diğerlerinden daha etkili olduğu açıktır.

Buna göre, ülkemizde politikanın toplumu tatmin edebilecek çözümler üretememiş oluşunun en önemli sebebi, politikanın ürettiği çözümlerin sorunların nedenlerine değil, liderlerin, onların danışmanlarının, kısacası politik kadroların, kaynağı kendilerinden menkul “görüş”lerine dayalı oluşudur. Daha da kısacası, politik sistemimiz “çözüm” üretmede değil, “neden” belirlemede yetersizdir.

Politik sistemimize politikacılardan, onlara da içinden geldikleri toplumdan bulaşmış olan bir toplumsal hastalık, sorunların nedenleri üzerinde durmayıp, kısa yoldan çözüm üretmeye çalışmaktır denilebilir.

Ev kadınlarından öğrencilere, akademisyenlerden köşe yazarlarına kadar toplumun büyük bölümü, kendilerini rahatsız eden sorunların nedenlerini aramaksızın doğrudan çözüm aramakta ve de -işin kötüsü- bulmaktadırlar.

Ev kadını, geçim sıkıntısına çözüm olarak eşinin daha yüksek ücret almasını; üniversiteden mezun olup iş bulamama tehlikesini hisseden öğrenci çözüm olarak devletin kendisine iş vermesini; ücretinin düşüklüğünden yakınan öğretim üyesi YÖK’ün kaldırılmasını; siyasetteki bölünmeden şikayetçi köşe yazarı da partilerin birleşmesini “çözüm” olarak önermektedir.

Belirli bir gecikme ve deformasyonla da olsa bu “çözüm”leri uygulamak durumunda kalan idari ve politik kadrolar ise, bu “çözüm”lerin işe yaramadığını zaman içinde herkesle birlikte görmekte ve çaresizlik içinde yeni “çözüm”ler peşinde koşmaktadırlar.

Halk da bu çözüm arama hastalığına tutulmuş ve o da çözüm olarak denenmemiş saydığı partilere oy vermeyi bulmuştur.

Bu yaklaşımların tek ortak yanı ise, “sorunların nedenleri üzerinde durmamak”tır. Bu öyle bir süreç haline gelmiştir ki, giderek ağırlaşan sorunlar, çeşitli kesimleri “daha kestirme”, “daha sihirli” çözümler aramaya itmektedir. Artık kimsenin biraz olsun “niçin” sorularına ayıracak sabrı kalmamış, tam bir toplumsal panik psikolojisine düşülmüştür. Bu panik hali, politikacıları baskılamakta, “neden”leri tamamen bir yana itip daha da kestirme “çözüm”ler aramaya itmektedir.

Ortaya konulan sorun’un ikinci bir nedeni, toplumun politikadan çözümünü beklediği sorunların hemen hepsinin içinde, kendisinin de payının bulunduğunu göremeyişidir. Halk, çeşitli sorunların kendi dışında oluştuğunu, kendi payı varsa dahi bundan görmesi gereken cezanın başkalarına göre çok daha küçük olduğunu savunmaktadır. Bunda doğruluk payı vardır. Halkın tek tek bireyler olarak sorunlardaki payları küçüktür. Ama halk kalabalıktır ve her alanda küçük, affedilebilir görünüşlü ama “çok sayıda” kusur işlemekte, ortak olmakta ya da en azından tepkisiz kalarak, büyük sorunlar için sağlam bir mozayik temel oluşturmaktadır.

Bu yanlış algılamanın bir nedeni, olayların nedenlerini aramayan, farklı görünüşlü sorunların aynı nedenlerden kaynaklandığını ortaya koyamayan “neden aramayan düşünce stilimiz”dir.

“Politikanın çözüm üretemeyişi” sorununun bir diğer nedeni, katılımcılık yerine temsilciliğe dayalı politika; onun bir nedeni ise toplumumuzun örgütlenmemiş oluşudur. Demokrasinin, “örgütlenmiş çıkar kesimleri arasındaki uzlaşıya dayalı dengeler rejimi” olarak algılanmayışı, örgütlenmek ve bizzat katılmak yerine “tüm yetkilerini temsilcilere devretmek ve tüm sorunlarının çözümlerini de onlardan beklemek” biçiminde bir demokrasi anlayışını yerleştirmiştir.

Örgütlenecek ve sorunlarının nedenlerini arama becerisi kazanacak olan kesimler, sorunlarının önemli bir bölümünün nedenlerini ortadan kaldırabilecek “çözüm”leri bulabilecektir. Böylece, politik sistemin sorun çözme yükü önemli ölçüde hafifleyecek ve yerine getirmesi gereken gerçek işlevlere yönelebilecektir.

“Politikanın tıkanması” olarak adlandırılan “çözüm üretememe”nin bir başka ama çok önemli bir nedeni, toplumun beklentileriyle çabaları arasındaki bağın kopmuş oluşudur. Bu kopma sebepsiz değildir. Toplumda, üretmeden tüketmenin bir beceri olarak gösterilmesi, bunun her fırsatta sergilenmesi, üretmeden tüketmenin bir istisna değil, bir genel yaşam biçimi olabileceği gibi yanlış bir değer ölçüsünün oluşmasına yol açmıştır.

En somut örneği, “enflasyonun etkisini karşılayacak ölçüde ücret ve taban fiyat zammı” uygulaması olan bu rüya, yaşanan ekonomik çöküntüye rağmen henüz bitmemiştir. Bitmesine imkan da yoktur, çünkü hala kimse, yaşamın temel denklemi olan “ürettiğin kadar refah içinde yaşayabilirsin” ilkesini halka söylememektedir.

Gerçek rekabet gücü yüksek çok ama çok az mal ve hizmet üretebilen toplumumuz, hala bir çok mal ve hizmeti tüketme hakkı bulunduğuna inanmaktadır. “Üretim”i, “buluşçuluk”u hala gündemine almayan politikacı, medya ve toplum, orta çağın simya bilimini canlandırmaya çalışmaktadırlar.

“Politikanın çözüm üretemezliği” sorununa yol açan çok sayıdaki neden içinden başlıcalarının sonuncusu, politik sınıfın bu resmi topluma göster(e)meyişi, bunu, popülizm ve/ya bilgisizlik nedeniyle yap(a)mayışıdır.

Evet, bu nedenlerden dolayı Türkiye’de politika tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu kişilerde değil, bu yaklaşımdadır. Tıkanmış olan sistemin söyleminin özeti ise “o kötüdür bana gelin” biçimindedir.

Türkiye’nin gündemini, sorunların çözümüne değil nedenlerine oturtmadıkça, buluşçuluk ve üretimi, kamu yönetimi de dahil olmak üzere her konunun temeline yerleştirmedikçe, özgürlükler ortamını kurmaya imkan yoktur.

Özgürlükler mi üretim mi tartışmalarını aşıp, ikisinin de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğunu görmek zorundayız.

Bunu, mevcut politik kadrolar -eğer resme böyle bakabilirlerse- yapabilirler. Ama eğer yap(a)mazlarsa o takdirde politikadaki tıkanmışlığın aşılması, ancak yeni kadroların gelmesiyle mümkündür. Bekleyelim göreceğiz!

Cumartesi, 08 Ekim 1994

Yorum Gönder