ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI VAR MIDIR?
Demokrasi sürecimizin bu evredeki durumu toplum bedenine dar gelmeye başladı. Çeşitli biçimlerde dışa vuran bu yetmezlik, toplumsal hastalıkların kronikleşmesine yol açabileceği gibi, doğru teşhis ve açılımlarla gelişime de götürebilir.
Demokratikleşme süreci bir kimyasal proses gibi katı kanunlara tabi olmadığı, daha doğrusu parametrelerinin sayısı kimyasal süreçlere oranla fazla ve etkileşimli oluşu nedeniyle, bugün gelinen nokta birtakım hastalıkları da içinde barındırmaktadır.
“Demokrasi, eşitler arasındaki rejimdir” deyişi, gelir ve kültürel düzeyi birbirine yakın -hiç olmazsa arasında uçurumlar bulunmayan- kesimlerin bu rejimi uygulayabileceklerine işaret ediyor olsa gerektir.
Toplumumuz ise gerek gelir gerekse kültürel açıdan çok büyük farklılıkları içeren bir yapıdadır. Bu farklılıklar, demokrasileri renkli yapan kültürel mozayiklerin farklılıkları olmayıp doğrudan doğruya düzey farkları hatta uçurumlarıdır.
Demokrasi sürecimiz, bu hastalıkları içinde bulundurmaktadır ve bunlar giderilemediği sürece sorunlar azalmayacak aksine derinleşecektir.
Hastalıklı demokrasimizin ulaşması arzu edilen nokta bellidir. Çağdaş toplumlar, “Nasıl bir demokrasi?” sorusunun cevaplarını bize göstermektedir.
Belli olmayan, bu noktadan arzu edilen noktalara nasıl geçileceğidir. Çünkü bu konuda hazır reçeteler yoktur.
Bu bağlamda cevaplanması gereken sorulardan birisi, çağdaş demokrasilerin normlarından birisi olan “örgütlenme” özgürlüğü konusundadır.
Birarada yaşamayı, ne kadar küçük bir topluluk tarafından temsil edilirse edilsin hiçbir görüşe çoğunluğun görüşlerini dayatmayı kabul etmeyen, aksine onlarla uzlaşmayı benimseyen çağdaş, “çoğulcu demokrasi” bu ilkelerinin koruyuculuğu altında örgütleme özgürlüğüne hemen hiçbir sınır koymamaktadır.
Peki, birbirinin değerlerine saygı göstererek yaşamak yerine kendi değerlerini bütüne dayatmayı amaç edinmiş çeşitli kesimlerden oluşan bir toplumda örgütlenme özgürlüğü, bu dayatmalar için bir çeşit ‘çanak tutmak’ anlamına gelmez mi?
Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Birincisi, “hayır gelmez, çünkü toplumun tüm kesimleri örgütlü olduğu için kimse kimseye kendi değerlerini dayatamaz. İster istemez, çeşitli kesimler uzlaşmak zorunda kalırlar” şeklindedir.
İkinci tür yanıt ise, “evet o anlama gelir, çünkü toplum dokusundaki gelir ve kültür düzeyi uçurumları, bir genel denge hali oluşturabilecek bir genel örgütlenmeye engeldir. Dolayısıyla bazı kesimlerin örgütlenmesi, ardından “zora dayalı ikna” ögesini de beraberinde taşır” şeklindedir.
Hatta bu ikinci durum, bu denli dayatmacı biçimde de ortaya çıkmayabilir. Başlangıçta çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak yola çıkan anti-demokratik amaçlı kesimler, “salam politikaları” uygulayarak adım adım “zorla ikna” yoluna girebilirler.
Durumu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir parametre, bu sürecin toplumun kendi tercihlerine göre değil, toplumu bölüp parçalamak isteyebilecek dış etkenlerin manipülasyonlarına göre işlemesidir.
Buna göre bir çifte standartla karşı karşıya gelinmektedir; çoğulcu demokrasiyi benimsemiş kesimlere sınırsız bir örgütlenme özgürlüğü; çoğulcu demokrasinin araçlarını kullanarak kendi değerlerini topluma dayatmak isteyenlere koşullu/sınırlı örgütlenme özgürlüğü!
Bu ikili standart derhal bir başka soruyu gündeme getirmektedir: Çeşitli kesimlerin niyetlerini kim ve nasıl saptayacaktır? Bu, keyfiliği beraberinde getirmez mi?
Günümüz Türkiye’sinde çeşitli kesimlerin “demokratik talep” olarak da değerlendirilebilecek talepleri vardır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ya da dini bir politik araç olarak kullanan kesimlerin talepleri bunlardan yalnız ikisidir.
Bu taleplerin çevresinde süren uzlaşmazlık ortamı toplumu huzursuz etmektedir.
Bu taleplerin kabul edilmesi, şüphesiz ki ani bir ferahlama, bir huzur ortamı yaratacaktır. Politik alanda bu yöndeki işaretler dahi büyük sempati toplayabilir. Peki ya sonrası? Kimse bir sonraki aşamanın gelmeyeceğinden emin değildir, çünkü bu kesimlere mal edilen söylemler -ki bu doğru olmayabilir de-, gündemdeki taleplerin “salamın bir dilimi” olduğuna işaret etmektedir.
Bu durumun içinden tek şekilde çıkılabilir. O da net olmak, talepleri olabildiğince açık ortaya koymaktadır.
Buna paralel olarak, çözüm önerilerinin de net olması gerekir. Aksi halde “Allah kerimdir!” yaklaşımı ile sorunlar daha güç koşullara taşınabilir.
Birlikte yaşamak ve de değerlerini dayatmadan birlikte yaşamak isteyenler ellerini kaldırmalıdırlar. Kaldırmayanlar azınlıkta ise çözüm var demektir.
Cuma, 22 Temmuz 1994