«MİSYON»: BİR ŞEYİN VAR OLMA NEDENİ !
«MİSYON»: BİR ŞEYİN VAR OLMA NEDENİ !
İster ticari, ister gönüllü, isterse siyasi bir kurumun niçin var olduğu ya da var edilmek istendiğini belirten “misyon ifadesi” acaba ne denli önemlidir ?
Bir anket yapılıp “çok önemli” den “hiç önemsiz” e kadar çoktan seçme şansı verilse, herhalde alınacak yanıtların %99’u, “misyon ifadesi çok önemlidir” gibisinden olurdu.
Böyle yapmayıp da, her kurumun kendi misyonunu belirlemek ve bunu tüm ilgililere – yalnız çalışanlar değil tüm taraflara – yaygınlaştırmak yolunda ne kadar süre ya da çaba harcadığı araştırılsa bu defa da tam aksine bir sonuç elde edilir ve % 1 `ler civarında bir süre veya çaba harcandığı ortaya çıkardı.
Son yıllarda şirketlerin vizyon ve misyon’larını saptamak amacıyla çalışmalar yaptığı gözleniyor.
Acaba bir «misyon»a ilişkin ifade nasıl geliştirilmelidir ? Daha da öncelikli bir soru olarak, “bunu kim geliştirmelidir?”.. Acaba bir danışman firma mı yoksa ortak akla dayalı olarak birlikte mi ?
Ama bundan da öncelikli bir soru, misyon’un yani varlık sebebi’nin tanımlanmasının “niçin” bu denli gerekli olduğudur.
Herhangi bir işe kalkışırken, o işe ait “misyon”un ne olduğunu bu denli az sorgulayışımızın başlıca nedeni, bir şeyin “ne için var olduğu” ile var olan birşeyin “nelere yarayabileceği” gibi tamamen farklı iki kavramın aynı sayılmasıdır. Aynı sayılma nedeni de, birinci sorunun yanıtlanmasının ikinciye göre çok zor oluşudur.
“Bir bardak niçin vardır?” ile, “bir bardak ne işlere yarar?” sorularının cevapları tamamen farklıdır.
“Ben şu işi niçin yapıyorum?” sorusuna cevap aramak yerine, “ben bu işi yapsam, acaba ne gibi yararlar sağlar?” sorusuna hemencik verilebilecek yüzlerce yanıtla rahatlayıp, yaptığı işin esas nedenini (misyonunu) bir kenara bırakmak çok kolay değil midir ?
Buradan kolayca çıkarılabilecek pratik bir yöntem, herhangi bir işe başlandığında şu sorunun sorulmasıdır.
“Ben bunu çok iyi bildiğim bir nedenle mi, yoksa sağlayabileceği bir veya daha çok yarar uğruna mı yapıyorum?”
Bu sorunun yanıtı çoğu zaman ikincisidir ve yaptığı işin nedeni ni iyi bildiğini söyleyenler dahi büyük olasılıkla o şeyin sağlıyacağı en önemli bir veya birkaç yarara dayanmaktadırlar.
“Biz bunu niye yapıyoruz?” sorusuna inatla yanıt aramak ve bu zorlu uğraş sırasında boyuna karşımıza çıkıp aklımızı çelmeye, artık daha fazla aramanın yersiz olduğuna bizi kandırmaya çalışan “yaparsan filan faydaları olur” yanıtlarına ısrarla direnmek, gelişmişlik ve gelişmemişlik arasındaki sert çizgiyi oluşturur.
Bir sorunun cevabının bulunamayışının insanları deliliğe götürdüğü söylenir.
Belki de coğu insan ya bu korkudan ya da kolayına geldiğinden, “bunu niçin yapıyorum?” sorusundan kaçıp, ilk akla gelebilecek “bunun ne yararı vardır?” a sığınmaktadır.
Çeşitli girişimlere, hatta başarıya erişmiş girişimlere bakıldığında çoğunun, varlık nedeni (misyon) sahibi olmadığı, ama yararlarından bir veya birkaçının varlık nedeni sayıldığı görülecektir.
Varlık nedeni sorgulamasında kullanılabilecek bir diğer yöntem “kısa ifade”dir. Misyon ifadesi ne denli uzun olursa, “bu niçin yapılıyor?”a yanıtmış “gibi” sayılabilecek birçok söze rastlanabilir. Buna göre, misyon ifadesini 10-15 sözcükle sınırlamak, sonra da bunu olabildiğince azaltmaya çalışmak geçerli bir yaklaşımdır.
«MİSYON» : NASIL BELİRLENMELİ?
Bir şeyin niçin yapıldığı, ya da o şeyin varlık nedeni olarak bilinen “misyon”, çeşitli “durum”lara tercüme edilebilir.
Bir şirket, dernek ya da vakfın niçin var olduğu, bir projenin niçin benimsenip yapıldığı, iki kişinin niçin evlendikleri, alış-veriş sırasında bir şeyin niçin satın alındığı, bir kişiyle niçin kavga edildiği, okullara niçin gidildiği, yabancı dilin niçin öğrenildiği, ay tutulmasının eğitim müfredatında niçin bulunduğu ve daha onlarcası hep aynı kökten türetilebilir.
Bunlara kolayca yanıt vermek için, akla gelen önemli yararlarının sayıp dökülmesi genellikle benimsenen yoldur. Bir şirket kar etmek, dernek ise topluma hizmet için kurulur. Okula, kendine ve topluma yararlı bir kişi olmak için gidilirken, yabancı dil ise yabancılarla anlaşabilmek ve ana dilinde konuşurken araya katıp hava yapmak için öğrenilir.
Bir şeyi yapanın o şeyi yapması için en az bir dürtüsü mutlaka vardır. Bu bazen hesaplı kitaplı, bazen de yürekten gelme dürtü(ler) olabilir. Kaynağı her ne olursa olsun, o şeyin varlık nedeni bu dürtü(ler)dir.
Bununla beraber misyon, yalnızca akıl ve/ya yürekten doğma bir dürtü değil, “süregiden bir dürtü”dür ve bu, birinciden tamamen farklı sonuçlar üretecektir.
Herhangi bir nedenle doğmuş olan bir dürtü, kişiyi bir yönde bir girişimde bulunmaya itebilir. Örneğin, soğuk bir kış günü uzun süre otobüs bekleyen bir kişi, bir otomobil almaya niyetlenebilir. Ama bu niyetine aksi yönde bazı fakörler aklına gelerek kararsızlığa düşebilir. İşte bu noktadan sonra genelde düşülen tuzak, araba almanın yararlarını hesaba katarak, karar terazisinin hafif gelen kefesini ağırlaştırmaya çalışmaktır. Sonuçta alınan arabanın “varlık nedeni” artık tek ve güçlü bir neden değil, bir bileşik etkidir.
Bu bileşik etki altında araba satın alan kişi her an için, o bileşik etkiyi oluşturan parçalardan birisinin etkisi altında kalacaktır.
Çünkü bileşik etki soyuttur ve kişi onu ancak aklıyla kavrayabilir, ama somut olarak yaşayamaz.
Araba satın alma girişimini başlatan ama tek başına yeterli olmayan “kötü hava koşullarından korunma” dürtüsünün yanısıra, hafta sonlarında ailesiyle pikniğe gitme, yaz tatillerinde uzağa seyahat edebilme, aileyi birleştiren bir bağlaç elde etme gibi bileşenlerin her biri, zaman içinde ön plana çıkar ve bir süre için “varlık nedeni” gibi olur. Ama bunların hiçbiri süregitmez, zaman içinde boyuna ön plana çıkar ve sonra da geriye düşerler. Hatta zaman zaman bunlardan hiçbirisinin egemen olmadığı ya da bambaşka dürtülerin söz konusu olduğu da bir gerçektir.
Bu kişiye, dışarıdan bir kişinin soracağı “bu arabayı niçin satın aldın?” sorusuna verebileceği o kadar çok ve mantıklı neden vardır ki hiç kimse bu arabanın varlık nedeni belli değildir diyemez.
Şurası bir gerçektir ki, bu türlü bir “girişime karar verme” yaklaşımı insanı derin düşünme sıkıntısından kurtarır ve yaşam içinde pratiklik sağlar. Derin derin düşünmek, tartışmak, aramak, tatmin olmamak gibi sıkıntılar yerine, hızla karar veren ve hemen eyleme geçen bir kişilik ortaya çıkar.
Japonların, bir girişimde bulunmadan önce ne denli ince eleyip sık dokudukları, ama karar verdikten sonraki inanılmaz hızları, bu yaklaşım karşısında pek anlamsız kalmaktadır.
Bir otomobil satın alırken, tek ve etkisini daima sürdürebilecek bir dürtü aramak belki pek anlamlı sayılmayabilir. Ama bu “girişimde bulunma” modeli başka alanlarda da kullanılmaya başlanırsa sakıncalar daha belirginleşir. Örneğin aynı yöntemle evlenmeye karar veren ve ilk dürtüsü “seni pek beğendim” olan bir kişi, karşısındakinin beğenilecek yanları azalır ya da alışılırsa büyük bir olasılıkla boşanacak ya da en azından ilk günlerdeki bağlılığını sürdüremeyecektir.
Misyonu, “varlık nedeni” olarak değil “süregiden varlık nedeni” olarak tanımlamak gerekir. Misyon, herhangi bir girişimi, yönlendiği amaçtan saptırabilecek sayısız etkiler karşısında onu daima rotada tutabilecek güçte bir dürtü varsa söz konusudur. Aksi halde misyondan söz etmemek gerekir.
Peki bu, bir girişimin misyonunun hiç değişmeyeceği, koşullarda bir değişiklik olduğunda ya da eksik ya da yanlış tanımlandığı anlaşıldığında da değiştirilmeyeceği anlamına mı gelmektedir?
Katiyetle hayır. Aksine, misyon her an göz önünde revizyona hazır bulundurulmalı, kişinin tüm çabasını yönlendirdiği bu “varlık nedeni”nin, soğuktan üşümekten ya da gençlik heveslerinden doğan bir gelgeç hevesin sonucu mu, yoksa çok güçlü bir nedenden dolayı mı edinildiğinden sürekli kuşkulanılmalıdır. Bu kuşku, girişim gücünü zayıflatan değil, tam aksine onu her an canlı tutan bir kuşkudur.
İşte, bu sürekli kuşku ve ona dayalı gözden geçirmelerin sonunda misyonun fazla değişmeden yerinde kalabilmesi, kişinin geleceğin koşullarını, eğilimlerini, tehdit ve fırsatlarını ne denli sezip akıl edebildiği ve bütün bunlara göre uzaktaki bir noktayı kestirebildiği ile ilgilidir. Bu da “vizyon” denilen kavramdır ve misyon ile böyle bir bağlantısı vardır.
Misyon, vizyona bağlanmış gergin bir çelik halata tutunarak, bizi bu halattan koparmaya çalışabilen sayısız etkilerle mücadele için yaratıcı önlemler alıp çaba harcayarak ilerlemeye benzetilebilir.
Misyon, bir girişimde bulunmadan önce belirlenmelidir. Ama bu, herhangi bir dürtüyle başlamış bir girişimin artık misyon edinemeyeceği anlamına gelmez. Hatta belki, birçok deneyim edindikten, ilk dürtülerin geçici etkileri ortadan kalktıktan sonra edinmek daha avantajlı da olabilir. Ama ne olursa olsun, misyon belirlendikten sonra, tüm çabaların yönü onu gerçekleştirmek yolunda olmalıdır.