Türkiye üretimde dördüncü döneme girebilecek mi?
Osmanlı’nın son dönemlerindeki bazı sanayileşme hareketlerini bir yana bırakırsak, üretim tarihimiz Cumhuriyet’le yaşıttır.
70 yıllık bu tarihimizde, birbirinden kesin çizgilerle ayrılabilecek dört dönem vardır. Daha doğrusu üç dönem yaşanıp bitmiş, şimdi dördüncüsüne girilip girilemeyeceği belli olmayan bir ara dönem yaşanmaktadır.
Birinci dönem, I Dünya Savaşı’ndan perişan çıkıp Cumhuriyet’i kuran neslin, toplumun temel ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik üretim dönemidir. Tarımda özel, sanayide çoklukla devlet işletmeciliğine dayanan bu dönemin belirgin vasfı, yalnızca iç pazarın sınırlı ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu dönem 30 yıl sürmüş, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle sona ermiştir.
1950-’80 arasındaki dönem ise, sanayide ithal ikamesi denilen bir modeli benimsemiştir. Bu dönemin baskın vasfı ise, çoklukla yine iç pazarın biraz daha gelişmiş talebinin karşılanması ve düşük rekabet gücünün, yüksek gümrük duvarlarıyla korunmasıdır.
İthal edilmekte bulunan bir malın benzerinin -sadece adının benzemesi şartıyla- yurt içinde üretilmeye başlanması halinde, Sanayi Bakanlığı’na başvurarak ithalinin yasaklatılması bu dönemin karakteristiği sayılabilir.
Bu dönemin sembollerinden birisi de, çeşitli yollarla gümrük duvarlarını aşan malların aranır olması dolayısıyla yükselen kaçakçılık ile, sınırlı üretimin tahsisleri yoluyla politik yandaşlara çıkar sağlanması usulüdür.
Bu çıkmaz sokak 1979 ekonomik krizi ile noktalanmış, 1980’de, bugüne kadar süren üçüncü dönem başlamıştır.
Gümrük duvarlarının -mecburen- önemli ölçüde alçaltılıp, ani bir devalüasyonla ihracatın özendirildiği bu dönemin belirgin niteliği ise, gerçekte düşük rekabet gücü olan sınırlı üretimin dış pazarlara yönelmesidir.
Bu dönem bir anlamda – ve doğru olarak-, toplumun vazgeçtiği refah payının ihraç edildiği bir dönemdir. Önemli bir üretim artışı olmaksızın, sadece fiyat düşürme yoluyla ihracat artmış ve döviz darboğazı aşılmıştır.
Ancak bu durum, iç pazar ihtiyacının yeterince karşılanamayışı nedeniyle içeride fiyatların artmasına yol açmıştır. Bir yandan bollaşan döviz yoluyla ithalatın kolaylaşması, bir yandan da tüketim eğilimlerinin yükselmesi enflasyonu kamçılamış, Çığ Etikisi dikkate alınmadığı için -ki hala bu etkiye dikkat edilmemektedir- enflasyon kronik hale gelmiştir. Bu olgu, sınırlı olan üretimi daha da düşürmektedir.
Üretimin rekabet gücünün yükseltilmesi yerine, sürekli devalüasyonlarla -ki bu durumda kaçınılmazdır- ihracatın artırılmaya çalışılması, bugün sınıra ulaşmış bulunmaktadır.
Rekabet gücü düşük iç üretim, rekabet gücü yüksek ithalat karşısında giderek anlamsızlaşmış, üretmek yerine ithal edip satmak ya da para oyunları ile para kazanmak daha karlı hale gelmiştir. Bugün, üretim yapanlar, bunu niçin sürdürdüklerini kolay açıklayamamaktadırlar.
Bugün gelinen nokta, bu üçüncü dönemin de bittiğine işaret etmektedir. Yani, bu düzeydeki bir rekabet gücü, dış ürünler karşısında tutunmayı mümkün kılamamaktadır
“Kara Çarşamba” diye adlandırılan ve “5 Nisan Kararları” ile süren olgu, iyice düşmüş olan rekabet gücümüzü yeni bir devalüasyon sıçraması ile yükseltme girişiminden başka bir şey değildir.
Ancak artık yeni bir “refah payı terki” yoluyla önemli bir rekabet gücü artırımı mümkün görünmemektedir.
İhracatı artırabilecek düzeydeki bir “refah payı terki” ise bu defa sosyal çalkantıları getireceği için, bu yolla sürdürülmüş bulunan üretimin doğal sınırlarına gelinmiş bulunmaktadır.
Düz deyişle deniz bitmiş, üçüncü üretim dönemi kapanmış, ama dördüncü üretim dönemi de başlamamıştır.
Türkiye şimdi bir karar noktasındadır. Ya önemli bir miktar daha refah payı ihracına razı olacak (yani fakirleşecek) ve bir zaman kazanıp sonra yine aynı ve daha zor bir noktaya gelecektir ya da vazgeçeceği bu payı iyi kullanıp dördüncü dönem üretim için gerekli Yeni Anlayış’ı benimseyecektir.
Bu Yeni Anlayış, “Rekabet Gücü Yüksek Üretim”dir. Bu, aynı zamanda yüksek ihracat gücü ve iç pazarın gümrüksüz korunabilmesi anlamına da gelmektedir.
Yüksek Rekabet Gücü, bir toplumun tüm birey ve kurumlarının daha iyi, daha ucuz ve daha çabuk çalışması, böylece rakip toplumların ürünlerine göre daha çok satabilme imkanı demektir. Ama bunlardan çok daha önemlisi, ürünlerin, rakiplerin buluşçuluğunun kopyalanmasına değil, onlardan yararlanarak ama kendi buluşçuluğumuza dayandırılması zorunluğudur. Hiç bir toplum, kendisine rekabet gücü kazandıran bir buluşunu başkasına devretmeyeceği için buna ihtiyaç vardır.
İşte bu, Yeni Anlayış’ın en güç gerçekleştirilebilecek yanıdır. Yüzyıllardır yaratıcılığı, özgür düşünmesi baskı altında tutularak önemli ölçüde tahrip olunan insanımızın içinde kalmış olan buluşçuluk ateşinin karşısında bir “buluşçuluğa düşmanlık” engeli vardır.
Bu deyim, abartılı bir tanımlama sayılmamalıdır. Liselerde fen ve matematiğe yatkın olmak ya da olmamak (dikkat! sosyal bilimlere yatkınlık değil, fen ve matematiğe yatkın olmamak) biçiminde alt yapısı oluşturulan devlet yönetimi, bilim ve politika kadroları, içinde fen ve matematiğe yer olmayan bir toplum yaşamı yaratmışlar ve ellerinden tesadüfen kurtulabilen yaratıcı insanlarına da kendi çağdışı normlarını benimsetmeye çalışmaktadırlar. Buna bir çeşit “çağdaş yobazlık” denilebilir.
Evet, Türkiye’nin Dördüncü Üretim Dönemi’ne girebilmesinin karşısındaki engel, bu “buluşçuluk düşmanlığı” dır.
2000’li yıllar Dünya için buluşçuluk çağıdır. Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe ve hepsinden önemlisi kamu yönetiminde !
Buluşçuluğa düşman elitimiz, 2000’li yıllardan bizi ayırabilecek en güçlü engeldir. Bunu aşabilmek bir toplu tedavi (terapi) ile mümkündür. Ünvanı ne olursa olsun tüm kadrolarımızın düşünce stillerini değiştirip akılcılığı egemen kılmak, buluşçuluk düşmanlığını giderip onları yaratıcı (ya da en azından zararsız) insanlar haline getirmek zorundayız.
Buluşçuluğun karşısındaki ikinci engel, teknoloji transferi diye bilinen illettir. Türk sanayicisi, teknoloji transferi dediği sürecin, lisans ücreti ödeyerek öğrendiği ama gerçek bir rekabet gücü bulunmayan üretim (gibi) olmadığını, bu yolla öğrenilen teknolojinin tek başına rekabet gücü sağlayamayacağını, bunun sadece gümrük duvarları arkasında sanayicilik oynamaya yeteceğini artık anlamak zorundadır.
Dördüncü Üretim Dönemi’ne girip giremiyeceğimizi belirleyecek daha çok sayıda kesim ve kurum vardır.
Üniversitelerimiz ve araştırma kuruluşlarımız olaylara çok farklı gözlüklerle bakmalı, sadece kendisine az ödenek verildiğinden yakınmakla kendini tatmin etmekten vazgeçmelidir. Bu kurumlarımız, teknoloji üretimi sürecini iyi anlamak, bunun, “getirin sorununuzu, çözelim!” den çok farklı olduğunu anlamak zorundadırlar.
Kamu parasıyla finanse edilen bilimsel araştırmaların, bilim adamlarının hoşlarına giden konuları araştırmaya yönelik olamayacağını, toplumun total rekabet gücünün artırılabilmesi için sahip olunması gereken teknolojilerin -ki en başta öğrenme teknolojileri gelir- üretilebilmesi için bilinmesi gereken doğa bilinmeyenlerinin araştırılması demek olduğunu anlamak zorundadırlar.
Ve nihayet, Dördüncü Üretim Dönemi’nin politik hayatında yer almaya niyetli politikacılar, bütün bu resmi görüp göremediklerini tartmak ve eğer göremiyorlarsa, görebilecek olanlara yerlerini bırakmak üzere köşelerine çekilmek zorundadırlar.
Ucuz, halk ve delege dalkavukluğu ile, bir avuç “teşkilat” mensubuna avanta dağıtmak olarak anlaşılagelen geleneksel siyaset anlayışının bu yeni üretim döneminde yeri olmayacaktır.
Ne dersiniz? Girelim mi girmeyelim mi?
Pazar, 15 Mayıs 1994