DOĞAL TALEPLERE UYMAYAN KURUMLAR YAŞAYAMAZ!

Toplumsal sorunlarımızın gözden geçirilmesi, bunların da aynen madde kimyasında olduğu gibi bir “sorun kimyası” yasalarına uyduğunu gösterecektir. Neredeyse sonsuz sayıdaki maddeyi, yüz kadar temel element oluşturur. Karbon, hidrojen ve oksijen gibi yalnızca 3 element, milyonlarca farklı madde meydana getirir.

Çok sayıdaki toplumsal sorunumuz da, benzer biçimde “sorun elementleri” denilebilecek “kaynak”lardan, kendine göre birer kimyasal tepkimeyle oluşmaktadır. Madde kimyası Japonya, Uganda ve Türkiye’de aynı biçimde işlerken, sorun kimyası yerel koşullara göre sonuçlar üretir.

Su, Japonya ve Türkiye’de iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşurken, ABD ve Türkiye’deki trafik kazalarının “sorun elementleri” tamamen aynı değildir.

Ülkemiz sorunlarının sorun kimyası yasalarına göre incelenmesi, onbeş kadar sorun elementinin, yüzlerce toplum sorununu oluşturduğunu göstermektedir. Bu sorun elementlerine “kaynak sorunlar” denilebilir.

Madde kimyasında temel elementler de nasıl parçalanıp elektronlar, protonlar gibi atom parçacıklarına bölünüyorsa, kaynak sorunlar da alt-parçacıklara bölünebilir. Bu süreç sorun kimyasının uğraş konusudur.

Onbeş kadar kaynak sorunumuzun birisi de işte bu “üzerinde uzlaşı bulunmayan kavramlar” dır.

“Rekabet”, “hukuk” ya da “işçi hakları” sözcüklerinin çoğu kimsede somut karşılığı yoktur. Yalnızca bunlar değil daha yüzlerce sözcüğün somut karşılıkları yoktur. Bu sözcüklere herkes kendi anlayışına göre anlamlar yükler ve anlaşmazlıkların çoğu da bu bireysel ve özgür (!) anlamlandırmalardan doğar.

Pekiyi, diğer toplumlar bütün kavramları oturup tek tek tanımlamışlar mıdır?

Bir bakıma evet. Yüzyıllarca süren entellektüel süreç içinde sanatın her dalı ve özellikle de edebiyat, çeşitli kavramlar üzerinde uzlaşılar doğmasına ya da varsa uzlaşmazlıkların belirginleşip sınırlarının çizilmesine yol açmıştır. Toplumumuz ise sanata böyle bir işlevsellik yükleyerek bakamamış, sanatın, tuzu kuruların boş zamanlarını geçirmek için icat ettikleri gereksiz bir iş olduğunu kabul etmiştir.

Bununla da yetinmeyen gelişkin toplumlar, herşeye karşın üzerinde uzlaşı oluşmamış kavramları tek tek açıklamış, kavram üzerindeki uzlaşı ve uzlaşmazlıkları ortaya koymuştur*.

Bizim toplumumuzun, kavramları bu denli buğulu bırakmasının çeşitli nedenleri olabilir. Bunlardan en önemlisi, bu kavramlara temel olacak somut ihtiyaçların ortaya çıkmamış oluşudur.

Örneğin rekabet kavramının bizde somut bir talep olarak karşılığı yoktur. Bu yüzden de rekabet, bir kurum olarak benimsenmemiştir. Toplumun çok büyük bir bölümü -tam aksini savunur görünmesine karşın- rekabetten korkmakta, önlemek için elinden geleni yapmaktadır.

Sokaktaki vatandaşımız, rekabetten korunabilmek için onun tam karşıtı olan tekellerden yanadır. Hiçbir taksi şoförü, fırıncı, lokantacı, sattığı malın fiyatının rekabet tarafından değil, bağlı olduğu tekel örgütü tarafından belirlenmesinden yanadır.

Hangi alanda olursa olsun kuruluşlarımız devletten, eşit koşullarda rekabet için ortam yaratılmasını değil, başkalarından farklı olabilmek için imtiyaz istemek peşindedir.

Bir kamu kuruluşunda sınava girmek üzere bulunan vatandaş sınavda haksızlığa uğramamayı değil, başkasına sağlanan torpilden kendisi de yararlanmayı istemektedir.

Rekabetten bu denli ürken bir toplumda rekabet için somut bir talep olamayacağına göre bir kurumlaşma söz konusu olamaz.

Hukuk ve demokrasi kavramlarının bir türlü kurumlaşamamasında da aynı neden egemendir. “Biz sizin sorunlarınızı çözmeye talibiz” sloganıyla seçmenden oy isteyen partiler -ki hemen hepsidir- aslında bir gerçeği dile getirmektedirler: vatandaşın, kendi sorunlarını -bireysel ya da örgütlenme yoluyla- çözme yolunda somut bir talebi yoktur!

Demokrasinin neredeyse tanımı sayılabilecek olan, “kendini yönetme yani kendi sorunlarını çözme” talebi ortadan kalkınca, demokrasinin kurumlaşmasına imkan var mıdır?

Bu basit akıl yürütmeden çıkarılabilecek bir sonuç vardır: kurumlaştırmak istediğimiz kavramlar varsa, önce onlara somut talepler doğmasını sağlamalı, taleplerin yollarını açmalıyız.

Çarşamba, 07 Şubat 1996

Yorum Gönder